Nijerya’dan Şiirler
GÜLDÜN DE GÜLDÜN – Gabriel Okura (d.
Senin kulağında benim şarkım
motoru bozuk otomobil
boğuk seslerle sarsılan;
güldün de güldün.
Senin gözünde benim yürüyüşüm
garip, yabansı bir yürüyüştü
senin “yüce zekâna” sığmayan,
güldün de güldün.
Şarkıma da güldün,
yürüyüşüme de
Büyü dansımı yaptım sana
simgesel bir konuşmanın ritmiyle
yalvarıyordu tamtamlarım, ama kapadın,
gözlerini, güldün de güldün.
Iç dünyamı açtım, mistik dünyamı
sonuna dek, gökler gibi
gelgelelim sen girdin arabana
Güldün de güldün.
Dansıma da güldün,
iç dünyama da.
Güldün de güldün.
Kahkahaların buz gibiydi ama
içini dondurmuştu gülüşün,
sesin kulaklarını dondurmuştu,
kulakların gözlerini, dilini.
Gülme sırası bende artık;
gülüşüm buzdan değil ama;
soğuk değil. Çünkü kulunuz
ne otomobil bilir, ne de buz.
Gülüşüm ateşidir
göğün, toprağın,
havanın ateşidir
denizlerin, ırmakların, balıkların,
ateşidir hayvanların, ağaçların,
içini ısıtan bir ateştir gülüşüm
eritir buzlarını sesinin,
kulaklarının, gözlerinin,
dilinin.
Birden bir mucize olur
utangaç utangaç fısıldarsın:
“Nasıl olur bu?”
Yanıtlarım hemen:
“Atalarımı da, beni de yaşatan
yüce sıcaklığıdır toprağın, coşkun,
çıplak tabanlarımla dokunduğum.”
Türkçesi: Gürkal Aylan
BİR ZAMANLAR
Bir zamanlar, oğlum,
içten yürekten gelirdi gülmeler
gözlerinin içi gülerdi insanların;
gel gör ki herkes sırıtıyor şimdi.
buz kesilmiş gözleri
gözleri bir kuşkular denizi.
Başkaydı o zamanlar, başka
el sıkışmada bile içtenlik vardı;
ama hepsi tarihe karıştı, oğlum.
Şimdi soğuk soğuk yapıyorlar bu işi
o yetmezmiş gibi
sol elleriyle boş cepleri yokluyorlar.
“Burası sizin eviniz”, “Gene buyrun”
önden bol keseden atıyorlar ama,
sonradan iş değişiyor,
bir kez, iki kez güleryüz gösterip
üçüncüde kapıyorlar kapıyı suratıma.
Neler öğrendim neler.
Yüz değiştirmeyi öğrendim sözgelimi
giysi değiştirir gibi —
evyüzü, işyüzü, sokakyüzü, konukyüzü,
kokteylyüzü — her birinde ayrı bir anlatım
bir fotoğraf gülüşü.
ben de öğrendim oğlum
dişlerimi gösterip sırıtmayı,
soğuk soğuk el sıkmayı,
içten “defol” demeyi
Hiç sevmediğim halde
“Gördüğüme sevindim”
kafam kazan olduğu halde
“Ne güzel konuşuyorsunuz” demeyi
ben de öğrendim.
Ama inan bana, oğlum,
sen yaştayken nasılsam
yine öyle olmak istiyorum. Ağırıma
gidiyor numaralar öğrenmek.
Özellikle nasıl gülüneceğini
yeniden öğrenmem gerek,
bir gülüyorum aynada, dişlerim
zehirli dişleri oluyor bir yılanın.
Öğret bana oğlum,
nasıl gülüneceğini; göster
nasıl gülerdim bir zamanlar
sen yaştayken
Türkçesi: Gürkal Aylan
MANGO FİDESİ
(Christopher Okigbo’nun anısına)
Modern bir iş hanının
Yüksek penceresinden bakarken
Yeni çıkmış mango fidesi gördüm
Geniş beton çıkıntının üzerinde
İki kat aşağıdaki,
Mor, iki yapraklı, duruyordu ikiye yarılmış
Kara yumurtasının üzerinde. El ediyordu neşe içinde
rüzgâra ve güneşe
İki sağanak arasında-ziyafet çekiyordu her gün kendine
Bol bol tohumundaki nişastasıyla
Ne kadar sürer?
Ne kadar, yağmurların yıkadığı bu taş gömüt
uçurumundan bu mutlu el sallayış?
Ne kadar sürer toprak tencerenin
dibinde kalmış unla doyunmak?
Belki de inancı hiç ölmeyen
Bir pencere gibi durmuş bekliyordu
Ormandan gelecek, o pösteki saçlı
Gücüyle tohumu sonsuza dek dondurabilen kutsal adamı.
Ya da belki kocaman bir şeyin sebze kâsesine yerleştirilmiş
Hindistancevizi yumrusunun durmadan yenilenen lekesi üzerinde
Yaşlı kaplumbağanın tansıktı sofrasını umuyordu
Bu masaldan uzak, inançtan uzak günlerde?
Daha sonra gördüm onu
Yürekli bir yalnızlıkla dururken
Yerle gök arasında çıkan ilk ağız dalaşında
Kahramanca kök salmaya çalışırken
nesnelliğe, havanın ortasındaki taşa
Bu kavgayı ilk başlatan yağmurun
Bir gün iyice güçlenip çılgınca bir çağlayanla
Koruyucusu olduğu fidanı indireceğini düşündüm
Aşağıdaki toprağa. Ama yağmur yağdığı her gün
Beton dilinin üzerinde küçük seller oynaştılar
Dans ettiler onun ayak ucunda ikiye ayrıldılar,
Sonra yeniden birleşip devam ettiler yollarına.
Hastalıklı yeşile dönüştü mor rengi
Ölmeden önce.
Bugün hâlâ görüyorum onu —
Kurak ayların tozu güneşi içinde kupkuru tel gibi ince —
Tutkulu cesaretin küçük molozları arasında bir mezar taşı.
Türkçesi: Kevser Kavala
YÜK – Fratıceso Yetunde Pereira (d. 1933)
Bana giz miz verme dostum,
Yüreğim yükünü
Çekemez onun, kafam ezilir
Ağırlığı altında.
Beni bir kalem geçiver, n’olur,
Dilsiz olmak istemiyorum
Susuk, bir labirent gibi
Kalbimden gelen yol
Nasıl olsa kıvrıla kıvrıla
Bir sokağa açılacak sonunda—
Konuşmalar sokağına.
Bana giz miz verme dostum
ayağının altını öpeyim,
başka ne istersen yaparım
Ama ne istersen—
Dilsiz olmamı isteme de.
Türkçesi: Gürkal Aylan
MEVSİM
Pas olgunluktur, pas
Ve benzi sarı mısır tüyleri;
Çiçek tozları çiftleşmek üzeredir
Kırlangıçlar dansa durduğu zaman
Okun ucundaki tüy gibi
Uçuşmakta mısır saplarının iplikçikleri
Işığın hizasında. Ve biz işitmekten sevinçli
Rüzgârın toplu yürüyüşünü, işitmek
Ovadaki bıçkı sesini, mısırların bırakıldığı yerde
Bambu kıymıkları gibi içine işlediğini,
biz toplayıcılar, şimdi
Püsküllerin üstündeki pası beklerken, çekilir
Alacakaranlıktan uzun gölgeler, kaplanır çelenk gibi
Sazdan samandan arabalar tütsüler içinde. Su yüklü saplar
Tohumun çürüğüne yürürler-biz bekleriz
Pasın söz verdiğini.
Türkçesi: Haydar Ergiden
YAĞDIĞINI DÜŞÜNÜYORUM – Wole Soyinka (d. 1934)
Yağdığını düşünüyorum onun
Kuraklıktan salıverilmiş diliyle
Ağzının açılmamış tepelerinden, dolarak
Yüklü müjdeyle,
Onun yükseldiğini gördüm
O apansız bulutu, küller içinden. Yerleşerek
Buluştular kül rengi bir çemberde, içinde
Durmadan dönen bir ruh.
Ah, o yağmalı elbette
Akıldaki bu kuşatma tutmalı bizi
Tuhaf kederler içinde, öğreterek
Kederin sessizliğini.
Ve onun nasıl çırpındığını
Ürkütüp saydam şeyleri kanatları üstünde
Bizim isteklerimizin, koyu özlemleri yakıp
Kaçınılmaz vaftiz törenlerinde.
Yağmur düdükleridir çalman
Boyun eğme inceliğinde, buralardan uzakta.
Hâlâ boyun eğmeyen, bu, benim
Çıplak kayaları çöken dünyamın
Buluşmasıdır seninle.
Türkçesi: Haydar Ergülen