Bölüm 3
Ahi olan kişinin üç şeyi hep açık, başka üç şeyi de hep kapalı olmalıdır. Açık olması gerekenler:
1- Ahinin eli açık olacak: Yoksullara, düşkünlere yardım etmek için.
2- Kapısı açık olacak: Konuk olmak ya da ondan bir şey istemeye gelenler için.
3- Sofrası açık olacak: Yoksullara, düşkünlere, konuklara yemek yedirmek, açları doyurmak için.
Kapalı olacaklar da üçtür:
1- Gözü bağlı olmalı: Kimsenin ayıbını görmemek, kimseye kötü gözle bakmamak için
. 2- Beli bağlı olmalı: Kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve onuruna kötülük etmemek için.
3- Dili bağlı olmalı: Kimseye kötü söylememek, kimse hakkında iftira etmemek, münafıklık, koğuculuk yapmamak için.
Ahilikte en çok beğenilen huy, başkasının ayıbını görmemek, onu yüzüne vurmamak ve alçakgönüllü olmaktır. Birçok fütüvvetnamede, şu olaya çok önem verilir: Bir gün Hz. Peygamber, bir toplulukta otururken birisi gelip filan evde bir erkekle bir kadın kötülükte bulunuyorlar diyor. Onları çağırmak gerektiğinden sahabeden birkaçı, oraya gitmek üzere izin istiyorlarsa da Hz. Peygamber, Ali’ye, sen git ya Ali diyor, bakalım doğru mu? Ali o eve gelince gözlerini yumup içeriye giriyor. El yordamıyla duvarlara tutunarak dolaşıyor, dışarı çıkıp gözlerini açıyor. Peygamberin yanına varıp ona, bütün evi dolaştım kimseyi göremedim diyor. Hz. Muhammed, peygamberlik yeteneğiyle işi anlayıp “Ya Ali! Sen bu ümmetin fetasısın” diyor ve sonra bir bardak su ile biraz tuz istiyor. Selman-ı Fârisî getiriyor. Peygamber bir miktar tuz alıp bu şeriattır diyor ve bardağa atıyor. Yine bir miktar tuz alıp bu da tarikattır diyor onu da suya döküyor; üçüncü kez yine bir miktar tuz alıp bu da hakikattir diyerek yine bardağa atıyor ve suyu Ali’ye verip içiriyor. “Sen benim refîykımsın, ben de Cebrail’in refiykıyım Cebrail de Tanrı refiykıdır” diyor. Sonra Selman’a, Ali’ye refiyk (arkadaş) olmasını söylüyor. Selman, Ali’nin elinden tuzlu su içerek onun refîykı oluyor…
Ahiler, kız çocuklarına da şu öğütleri verirlerdi: 1- İşine, 2- Aşına ve 3- Eşine özen göster. Bu öğütten amaç, evinin işlerine, temizliğine, pişirdiği yemeklere ve eşinin gözünün dışarıda olmaması için ona iyi muamele etmesini benimsetmektir.
Ahi örgütlerine kadınlar üye olamazlar. Bu durum, kökü çok eskilere dayanan, Müslüman tarikattan, masonluk ve benzeri örgütlerde de aynıdır, bu ayırım, erkeğin bencilliği, belki bir ölçüde kıskançlığı sonucudur. Bu durum İslam ibadetine de yansımıştır. Hıristiyan kiliselerinde kadın erkek yan yana ibadet ederken Müslümanlıkta kadınlar camilerde erkeklerle aynı safta ibadet edemezler. Bu ayrım, nedeniyle örneğin farz-ı ayn olan cuma namazına kadınlar katılamazlar, onlar evlerinde cuma namazı değil, öğle namazını kılarlar. Ama Osmanlılarda kuruluş sıralarında kadın örgütleri “Bacıyan-ı Rum” olarak erkeklerle aynı saflarda savaşmışlardır. Erzurumlu Nene Hatun, Kurtuluş savaşlarında Kara Fatmalar ve benzerleri öyledir. Bu kadın örgütleri, savaş sırasında erkeklerle omuz omuza düşmanla çarpıştılar.
Ahi zaviyelerindeki öğretmen ahiler gençlere, ata binmek, sürek avına çıkmak, kılıç, ok ve kalkan kullanmak gibi şeyleri öğretirlerdi. Yine bu öğretmen ahiler, pirler, yoldaşlar ve yol ataları gözetiminde, duygularını arındırmaya çalışan gençleri, zaviyelerde uyulan inançlara, kurallara alıştırmakla görevliydiler. Yine bu öğretmen ahiler, öğretmesi için yanına verilen gence dinî bilgileri, yükümlülükleri öğrettiği gibi, ahi fütüvvetnamelerinin kapsadığı insanlık yöntemlerini uygulamalı olarak belletirlerdi. Bu ahi zaviyelerinde öğretmenlerden başka müderrisler, ka-dılar, hatipler, vaizler, bilim ve din adamları da bulunurdu; çünkü bunların da, sanatkâr ve tüccarlar gibi işleri ve görevleri vardı; yani ahi olma koşullarını taşıyorlardı.
Osman Oğulları devletinde 1361 yılından önceki yıllarda ordu kurulmadan ya da ordu gücünün düşman saldırısına karşı koymaya yetmediğinde ahiler, silahlarına sarılıp atlarına binerek savaş alanlarında koşarlardı.
Büyük Türk ekonomisti, sanat ustası Nasırüddin Ahi Evren Mahmud B. Ahmed, ahlâk, konukseverlik, yardımseverlik ve sanatın karışımı olan ahiliği örgütleyerek onu, o denli saygın bir duruma getirmişti ki dönemin emirleri, hükümdarları bile bu kuruma üye olmayı onur saymışlardır. Örneğin Osmanlı hükümdarı Orhan Gazi ve oğlu birinci Murad Hüdavendigar ahi idiler.
Burada, Anadolu Türkünün sanat ve meslek yaşamında Ahi Evren’in yaptığı eşsiz hizmetleri sıralarken, Anadolu Selçuklularının saray dilinin ve edebiyatının Farsça olduğu dönemlerde, Türk halkı arasına girerek, onlarla kadınlı-erkekli toplantılar yaparak Türk dilinin, müziğinin, şiirinin, gelenek ve göreneklerinin korunmasında, gelişmesinde büyük emeği geçmiş bulunan Türk bilim ve düşün adamı büyük insan Hacı Bektaş Veli’yi de (1210–1271) saygı ile anmak gerekir.
Asyadaki Anayurdumuzda ahlakla sanatı özemiş bulunan ahilik, Anadolu’da da aynı görevi yapmış, üstelik onu köylere dek yaygınlaştırmıştır.
Ahiliğin Anadolu köylerindeki uzantısı, “Yaran odaları”dır. Şehirlerdeki ahi meslek ve sanat kuruluşları üyeleri, çevrelerindeki yoksulların, kimsesizlerin her tür gereksinimlerini, vakıflar kurarak gideriyorlardı. Bunlar aşevleri, hastaneler, okullar vb. gibi şeylerdir ki, Türkler dışında hiç bir Müslüman ülkede görülmezdi; ama salgın hastalık, kıtlık, yangınlar, askerlik vb. şeylerle harap olmuş yerleri, yoksul düşmüş köyleri halkı böyle vakıflar kuracak durumda değillerdi. Pek çoğu bu durumda olan Anadolu köylerinde başka bir örgüt, “yaran odaları” örgütü kurmuşlardı. Buralarda, köy halkının “imece” denen ve topluca yapılan yardım gelenekleri daha çabuk ve daha etkin olarak yapılabiliyordu.
Köylerde bu yardım ve konuklama işi, “köy yaran odaları” ve “köy konuk odaları” işbirliğiyle yapılıyordu.
Görevleri ve işleyişleri 1950’li yıllara dek Anadolu’nun pek çok köyünde sürmüş olan bu iki tür odanın nasıl kurulup nasıl çalıştığını, tanık olup yaşamış bir kişi olarak iyi biliyorum. Bunların ayrıntılarını, yukarıda ad ve basıldığı yerleri belirttiğim iki kitabımda yazdım, onları burada özet olarak veriyorum:
KÖY KONUK ODALARI
Bunlar, şehir ve kasabalardaki zengin ahi babalarının yaptırdığı zaviyeler gibi köyün zenginlerince yaptırılırdı. Ben, Isparta ili Gelendost ilçesinin Yenice köyünde doğdum. Babamın babası Hacı Osman Efendi hâkim (kadı) imiş. Onun yaptırmış olduğu konuk odasına babam Hafız Ferhad Efendi bakardı. Oda bakmak; odaya köy dışından, başka şehir ve kasabalardan gelenlere yemek vermek, hayvanlarına saman, yem vermek, kışın sobasını yakmak, altına yatak sermek, yorgan vermek, yemek çıkarmak gibi şeyler demekti. Bu tür odalarda en az üç dört takım yatak, yorgan bulunurdu. Ben, ağabeylerim, odaya gelen konuklara, hayvanlarına bakar, yemek götürürdük.
Yolların, ulaşım, taşıma ve konaklama araç ve gereçlerinin ilkel ve yetersiz olduğu zamanlarda bu odaların, konuklara parasız olarak verdiği hizmetler çok insanî ve değerli idi. Köylerde, çoğu kasabalarda bugün bile otel ya da han bulunmamaktadır. Oysaki Avrupa’da oldukça düzenli işleyen posta arabaları yolcu taşıyor, kır ve kasaba hanlarında yolcular geceleyip yemek yiyebiliyordu. Parasız hizmet verecek hayır kuruluşları yoktu.