Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 7.Dönem » AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI

ULUSLARARASI SİSTEMDE AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ (ABD)

ABD ve Uluslararası Sistem

Amerika Birleşik Devletleri (ABD), uluslararası sistemdeki konumu, gücü, etkisi ve katılım derecesi nedeniyle süper güç olan bir devlettir. 20 yüzyıldaki uluslararası ilişkiler performansı ve bu performansın sonuçları itibarı ile uluslararası sistemin oluşumunda, şekillenmesinde ve işleyişinde çok büyük rol oynamıştır.

ABD Dış Politikasının Güç Kaynakları

ABD’nin uluslararasındaki sistemde elde ettiği başarısında önemli katkıları olan iki ana faktör vardır. Bu faktörler aşağıda sıralanmıştır:

•          Somut ve soyut güç kaynakları

•          Kendi geliştirdiği dış politika stratejileri

Uluslararası ilişkiler disiplinini oluşturan tartışmaların bir çoğu ABD’nin dış politikalarından etkilenmiştir. ABD, Avrupalı devletlerin sömürgelerinden gelişerek ortaya çıkan bir  devlet olması  sebebiyle Avrupa’daki  tüm gelişmeleri kendine yansıtmıştır ve ABD, Avrupa’nın güçlendiği 16. yüzyıldan itibaren güçlenmiştir. ABD’nin somut güç kaynakları aşağıda sıralanmıştır:

•          Ülke büyüklüğü

•          Jeopolitik konumu

•          Doğal kaynakları

•          Nüfus büyüklüğü

•          Ordunun büyüklüğü

•          Ekonomik üretimi

•          Teknoloji gelişmişliği

ABD’nin soyut güç kaynakları ise sahip olduğu değerler ve ilkelerdir. Bu özelliklerin bir kısmı aşağıda sıralanmıştır:

•          Devlet modeli

•          Başkanlık sistemi

•          Liberal değerler

•          Dış politikaları

ABD dış politikasına katkı sağlayan en önemli konular aşağıda sıralanmıştır:

•          başkanlık sistemi,

•          jeopolitik konumu,

•          askeri ve ekonomik üretimin sürekli artmasıdır.

Başkanlık sistemi 51 eyaletin bir yandan özgürlüğünü garanti altına alır ve bir yandan da birlikte hareket etmesini sağlar. Jeopolitik konumu sayesinde ABD dünyanın önemli bir kısmından ayrıdır. Komşularının güçlü olmaması ABD’nin istikrarını ve güvenliğini olumsuz olarak etkilememiştir. ABD’nin sahip olduğu doğal kaynaklar ve Avrupa’dan edindiği teknoloji üretimin artmasında önemli rol oynamıştır. ABD 2000’li yıllara kadar dünyadaki toplam üretimin yüzde 50’sini tek başına yapmıştır. Sahip olduğu askeri güç dış politikaya önemli  katkılar  yapmıştır.  ABD  sahip  olduğu  liberal

ideolojiyi ve yönetim tarzını dünyaya yaymaya çalışmıştır. Liberalizmin insan hakları, özgürlükler, demokrasi, para ekonomisi ve kendi kendini yönetmek gibi idealleri ABD’nin imajını dünya çapında güçlendirmiştir.

ABD’nin dış politika stratejileri tarihsel olarak üçe ayrılabilir. Stratejiler aşağıda sıralanmıştır:

•          Yalnızcılık

•          Güç dengesi

•          Angajman

Yalnızcılık ABD’nin, Avrupa’daki olumsuz gelişmelerden kendisini koruması ve izole etmesidir. Güç dengesi stratejisi, ABD’nin dünyadaki diğer güçleri de dikkate alarak dengeler oluşturması ve bu amaç için ittifaklar kurmuştur ve uluslararası örgütlerin kurulmasına öncülük etmiştir. Angajman stratejisi ise ABD’nin dünyadaki birçok ülke ile ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel bağlar kurarak uluslararası sistemi şekillendirmesidir.

ABD’nin Kuruluşu ve Dünyaya Yayılması

ABD’nin dış politikasına tarihsel açıdan bakıldığı zaman sürekli gelişen, geliştikçe yayılan ve yayıldıkça dünyayı şekillendiren bir performans görülür. ABD’nin modern dönemde ortaya çıkışının temelinde Avrupa devletleri vardır. Amerika kıtasının keşfi ile başlayan iki yüzyıl içeresinde Avrupa devletleri Amerika kıtasını sömürgeleştirilmiştir. İngilizlerin koloni sayıları 13’e kadar çıkmıştır.

Avrupalılar, sömürgeleşme dönemimde bir yandan kendi dini, kültürel, siyasi ve ekonomik çıkarlarını yerleştirmeye çalışırken diğer yandan yerel halkı asimile etmeye çalışmışlarıdır. Sömürgeci ülkeler tarım ve sanayide çalıştırmak amacıyla  Afrika’dan ve  Latin  Amerika’dan köleler getirmiştir. İngiliz koloniler diğer kolonilere göre daha özgür ve gelişmişlerdi ve bu ilerlemelerin sonucu olarak İngiltere’ye karşı kendi kendilerini yönetmek için ekonomik ve askeri imkanları elde ettiler. İngiltere ve Fransa arasında gerçekleşen 7 yıl savaşları sonucunda İngiltere’nin kolonilerden daha fazla vergi istemesi sonucunda koloniler bağımsızlık savaşına başlamışlardır. Bu dönemde İngiltere’ye karşı olan devletler kolonilere askeri destek vermişleridir. Kolonilerin askeri malzemelerinin yüzde 90 Fransa’dan gelmiştir. Kolonilerin bağımsızlığı 1783 yılında kazanılmıştır.

Koloniler bağımsızlığını kazandıktan sonra kendilerini İngiltere’den ve hatta diğer Avrupa devletlerinden farklı olarak görmüşlerdir ve bağımsız bir siyasi aktör olmuşlardır. Dünya tarihindeki ilk federal anayasa ABD anayasasıdır ve sonuçları itibarı ile dünyada yeni bir dönem başlatmıştır. Anayasanın Haklar Bildirgesi ABD’nin dünyada öne çıkmasına katkıda bulunmuştur.

ABD’nin iç ve dış politikaları Avrupa ile etkileşim içinde olmuştur. Ayrıca Latin Amerika Pasifik ülkeleri ile ticari ilişkiler geliştirmiştir. ABD, İngiltere ve Fransa arasında Napolyon savaşları döneminde tarafsız kalmıştır ve her iki ülke ile ekonomik ilişkilerini geliştirmiştir. Başkanlardan Washington’un ve Jefferson’ın tarafsız kalma politikası ABD’nin güçlenmesine ve ticaretini geliştirmesine katkı sağlamıştır ve ABD’yi hızla zenginleşmiştir. ABD’nin ticaret ağları Akdeniz’e kadar uzanmıştır. Bu zenginliğin sonucu olarak da Fransa’dan Louisiana’yı 15 milyon dolara satın almışlardır. ABD yönetiminin dengeli bir dış politika izlemesi kendi içerişinde birliğinin sağlandığının bir kanıtıdır. ABD, Avrupa’nın kendi ve komşu ülkelerinin iç işlerine karışmasını istemiyordu. Bu strateji sayesinde hızla topraklarını genişlettiler. ABD anti- sömürgeci politikalar izleyerek bölge ülkelerinin sempatisini kazanmıştır ve onlar üzerindeki etki alanını genişletmiştir.

ABD’nin hızla yayılması içlerinde büyük bir anlaşmazlığa dönüştü ve iç savaşa yol açtı. Güneyliler köle ticaretinin devam etmesini savunurken kuzeyliler köleliğin kaldırılmasını savunuyorlardı. Bu savaştan, Kuzeyliler Başkan Lincoln’ un izlediği başarılı iç ve dış politika sayesinde galip çıkmıştır. İç savaş sonrasında ABD her alanda daha da gelişerek dünyada önemli bir yere sahip olmuştur. İç savaş sonrasında teknolojik, askeri alandaki ilerlemeler ABD’nin dünyanın uzak köşelerine doğru yayılmasına neden olmuştur. Ayrıca ABD Alaska ve Midway adalarını satın alarak topraklarının genişlemesine devam etmiştir.

ABD-İspanya savaşından sonra ABD Latin Amerika’da olan etkisini arttırmaya başlamıştır. ABD bütün dünyada olan ticaretini artırtmaya yönelik politikalar izlemiştir. ABD’nin Orta Amerika’daki etkisi kendi içerisinde emperyalizm tartışmalarına yol açmıştır. Fakat bu tartışmalar ABD’nin yayılmacılığını etkilememiştir.

Dünya Düzeni Kurma Çabaları

20.       yüzyılın başlarında ABD bir dünya gücü haline gelmişti. ABD yayılmacılığı sadece askeri güce dayalı politikalar üzerinden değil aynı zamanda ABD’nin savunduğu değerler üzerinden gerçekleşmekteydi. ABD dünya savaşlarında büyük rol oynamıştır ve Dünyanın şekillenmesinde kendi değerlerini kullanmıştır.

ABD 1. Dünya Savaşının başlarında tarafsız kalma politikasını uygulamaya karar vermişti ve savaşan devletler ile ticaret yapıyordu. Fakat İngiltere ve Fransa ile olan ticareti artarken Almanya ile olan ticaretini azaltarak aslında tarafsız bir politika izlemiyordu. Almanya bu durumdan dolayı ABD  ticaret gemilerini batırdı ve Meksika’ya bir telgraf çekerek ABD’ye karşı savaşması durumunda destek vereceğini söyledi. Bu durumdan dolayı ABD 1. Dünya savaşına katılma kararı almıştır. ABD 2 milyon kişiyi Avrupa’ya göndermiştir. Müttefik devletlere silah, cephane ve mali kaynak desteğinde bulunmuştur.

ABD Başkanı Wilson devletler arasındaki savaşın önlenmesi için öneriler getirdi. Bunlar ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve müşterek güvenlik sisteminin kurulmasıdır. Milletler Cemiyetine katılma oylamasında

Senatodan hayır kararı çıkması ABD’nin tekrar yalnızcılık politikasına dönmesini sağlamıştır.

Dünya savaşları arasında kalan dönemde ABD dünyadaki üretimin yüzde 50’sinden fazlasını tek başına yapıyordu ve ticaretini 2 kat daha artırtmıştı. 2. Dünya Savaşının başlarında ABD tarafsız kalmıştır fakat İngiltere’ye de her türlü yardımı yapmıştır. ABD Başkanı Roosevelt ile İngiltere Başkanı Churchill savaşından başından itibaren görüşmeye başlamıştır ve savaş sonrası düzenin nasıl kurulacağı hakkında stratejiler belirlenmiştir. ABD, Japonya’nın yaptığı askeri saldırı sonucunda 2. Dünya Savaşına katıldı. ABD ve Sovyetler Birliği Almanya’ya karşı işbirliği yaptılar. Fakat daha savaş bitmeden iki ülke arasında derin görüş ayrılıkları ortaya çıktı. 2. Dünya savaşında sonra dünyada liberal değerlere dayalı bir düzen kurulmaya başlandı ve ABD’nin angajman stratejisi ile birlikte uluslararası örgütler kurulmaya başlandı.

ABD, Sovyetler Birliğinin yayılmasını önlemek amacıyla Avrupa’nın askeri ve ekonomik örgütlenmelerine destek verdi ve NATO’nun kurulmasına öncülük etti. ABD, yeni düzenin korunması  için hem gizli hem de açık birçok farklı niteliklerde operasyon yapmıştır. ABD ve Sovyetlerin yayılmaya devam etmek istemeleri Avrupa’da Hem ABD aleyhine hem de Sovyetler aleyhine tepkiler oluşmasına neden olmuştur. ABD ve Sovyetlerin silahlanma yarışına girmeleri dünyayı büyük bir riske atmıştı.

ABD’nin uyguladığı Vietnam politikası başarılı olmamış ve yüksek miktarda kayıplar verdirtmiştir Bu savaş sonrasında bazı ülkelerde Amerika sempatisi azalmaya başlamıştır.

Arapların uyguladığı petrol ambargosu ABD ekonomisine ciddi zararlar verdi. Bunun üzerine ABD İsrail’e baskılar yaparak Arap-İsrail  savaşının bitmesine yardımcı  oldu. ABD yönetimi, Arap devletleri ile ekonomik ve siyasi diyaloğunu geliştirerek ticaretini de hızla artırdı. ABD yönetimi Çin’e olan ilişkilerini geliştirerek hem Pasifikte hem de Araplarla olan ilişkilerini geliştirerek Orta Doğu’da yeni bir bahar havası yarattı.

İran Şah’ının yıkılması ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi ABD yönetimi zora soktu ve bir başka petrol krizi yaşandı. Bu durumdan sonra ABD askeri harcamalarını artırdı ve Basra körfezinde oluşabilecek tehditlere karşılık verileceğini ilan etti. Başkan Reagan askeri harcamaları iki katına çıkardı ve birçok ülkeye askeri müdahalede bulundu. Reagan, Sovyetlere karşı savaşan güçlere destek vererek Sovyetlerin yayılmacılığı engellemek istedi. ABD yönetimi Çin ve Japonya ile ilişkilerini geliştirmiş fakat ticaretleri açık vermeye başlayınca ticaretler askıya alınmıştır. Başkan Reagan’ın atak politikası Sovyetlerin çöküşünü hızlandırmıştır. Bunun sonucunda Sovyet lider Gorbaçev, ABD ile görüşmelere başlamış ve iki ülke arasında silahsızlanma antlaşması imzalanmıştır. Başkan Reagan 45 yıllık soğuk savaşı bitirerek yeni bir düzenin kurulmasına öncülük etmiştir.

Sovyetlerin dağılması ile birlikte ABD tek süper güç haline gelmişti ve yayılmacı politikasını daha da artırmıştı. Başkan Bush döneminden başlayarak ABD askeri gücünü yaygınlaştırmaya başladı. ABD dünyada olan sorunların Birlemiş Milletler aracılığı ile çözülebileceği gibi beklenti ortaya çıkarmıştı. Bu anlayış içerinde ABD birçok ülkeye askeri operasyonlar yapmıştır.

ABD yönetimi Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun görev tanımı değiştirdi. ABD, Rusya ile olan ilişkilerini geliştirdi. Komşu olan ülkeler ile serbest ticaret antlaşması imzaladı. Asya ülkeleri ile ticaret antlaşmaları imzaladı.

ABD’nin yapmış olduğu operasyonlarda kendi reel politik çıkarlarını düşünmesi, uluslararası boyutta anlaşmazlıklara neden oldu. ABD’nin operasyonları beklenen sonuçları veremedi ve daha büyük sorunlara neden oldu.

Clinton döneminde ABD diğer ülkeler ile olan işbirliğini ve diyaloglarını artırtmaya karar verdi. Bu politikası barışın oluşumunda büyük katkı sağladı. Başkan Clinton dönemimde küreselleşme süreci yaygınlaştı. Clinton Arap- İsrail ilişkilerinin düzelmesi için uğraşlar verdi.

ABD yönetiminde silah, petrol ve Yahudi lobilerinin etkilerini artırması ile birlikte bu lobiler Başkanlık seçimlerinde Başkan Bush’un oğlunu desteklediler. 11 Eylül 2001 krizi sonrasında ABD iç ve dış politikası radikal bir biçimde değişime uğradı.

ABD Başkanı Bush terörün doğduğu ülkelere karşı mücadele etmek istedi ve dünyaya “ya bizimlesin ya da terörle” şeklinde çağrı yaptı. Daha sonra Sırasıyla Afganistan ve Irak savaşları yapıldı. ABD askeri gücünü kullanarak tüm Orta Doğu’yu tekrar şekillendirmek istiyordu. ABD’nin Irak’a yaptığı askeri operasyon sonrasında dünya çapında saygınlığı azaldı. ABD çok büyük ekonomik ve askeri kayıplar verdi. Irak savaşı Orta Doğu bölgesinin karışmasına ve Arap-İsrail krizinin derinleşmesine neden oldu.

Başkan Obama döneminde Irak’tan askerler çekildi. Olumsuz olan imajın düzelmesi için politikalar oluşturulmaya başlandı. Obama dünya barışı için çalışmalar yaptı. El Kaide lideri Obama zamanında öldürüldü ve Obama’ya büyük bir prestij kazandırdı. İran ile diyalog kurarak İslam ülkeleri ile arasını düzeltmeye çalıştı. Obama döneminde ABD, Orta Doğu’da yaşanmakta olan Arap baharına müdahil olmayarak geri planda durmayı tercih etti. ABD, Irak’tan sonra başka bir ülkeye asker göndermemiştir.

 ABD DIŞ POLİTİKASININ TOPLUMSAL BOYUTU

Toplumsal Boyutun Önemi

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dış politikası, dünya toplumundan ve kendi toplumundan gelen etkilerle şekillenir. Dış politikanın toplumsal boyutunun önemine vurgu yapan uzmanlar, özellikle liberal ve sosyal inşacı teorisyenler, dış politikanın oluşumunda dıştan çok iç toplumun oynadığı role önem ve öncelik verir. Liberaller, realistlerden farklı olarak uluslararası ilişkilerde temel dinamiğin iç/ulusal etkenler olduğunu savunur.

Başka ülkelere göre daha ileri düzeyde çoğulcu olan ABD’de siyaset, kendi toplumsal dinamiklerinden bağımsız olarak anlaşılamaz. ABD dış politikasının yapımında genel olarak iki unsur etkilidir. Birincisi, ABD dış politikasının yapımını resmen ve doğrudan ifa ve icra eden devleti yöneten iktidardaki siyasetçiler, dış politika karar alıcıları, bürokratlar ve uygulayıcılardır.

Amerikan toplumunun ABD dış politikasında oynadığı rolün ikinci boyutu, ABD demokratik devlet mekanizmasının sağladığı imkânlar ve yollarıdır ki, bunların kabaca en genel ve tipik örnekleri; yerel veya genel seçimler, lobicilik faaliyetleri, medya kanalları, toplumsal hareketler ve toplantılar ve diğer ilgili siyasal yöntemlerdir. Böylece Amerikan toplumu, ABD  dış politika sürecine görüşlerini, tutumunu, tercihini doğrudan ve dolaylı araçları kullanarak katılmış olur.

ABD Toplumunun Dış Politika Potansiyeli

Demokrasi ile yönetilen ülkelerde halkın dış politika ile ilgili tercihlerinin ne olduğu bazen önemli ve etkili olurken, genelde yetersiz, etkisiz ve zayıf kalmaktadır. Zira dış politika kararları, uzman resmi karar alıcılar tarafından alınmakta ve uygulanmaktadır. Bu süreçte toplum görmezden gelinebilmekte veya dışlanabilmektedir. Bu durum ABD dış politika süreci ve toplumsal etkisi ile ilgili olarak da geçerlidir. Demokrasilerin “temsili demokrasi’’ özelliği nedeniyle, toplumunun dış politika sürecine katılımı ve etkisi ancak dolaylı ve gayri resmi yollardan gerçekleşir. Tüm demokratik toplumlarda olduğu gibi, ABD toplumsal grupların genelde siyasete ve özellikle dış politikaya ilgisi, katkısı, katılımı değişkendir; aynı oranda, her zaman ve eşit etkide değildir.

Amerikan toplumunun dış politika yapımına katılımı ve etkisi iki uçta veya bu iki uç arasında bir noktada gerçekleşir: Bir uçta (olumsuz) Amerikan toplumunun çoğunun veya genelinin ABD dış politikasına ilgisinin bile olmaması hali, diğer uçta (olumlu) ters orantılı olarak çok etkili katılım göstermesidir. Amerikan toplumunun dış politika konusundaki tipik tavrının olumsuz uca daha yakın olduğu, yani normal şartlarda dış politikaya katılımının ve etkisinin ya hiç ya da yok denecek kadar zayıf kaldığı söylenebilir.

ABD vatandaşları daha çok kendi özel hayatı, yerel birimleri ve ülke siyaseti ile ilgilenmeyi tercih ederken dünyanın başka ülkelerinde neler olup bittiği hakkında ancak kendilerini ilgilendirdiği kadar, belli amaçlarla ve zamanlarda merak duyarlar. Hele kendi yaşama şartları zaten olağan ve sorunsuz bir şekilde devam ediyorsa dış politikayla ilgilenmeye ihtiyaç duymaz.

Amerikalılar (örneğin birçok ülkede olduğu gibi) güncel siyasi konulara, siyasi partilere ve devlet işlerine yoğun bir ilgi ve zaman ayırmak yerine bireysel hayatını geliştirmeye ve yaşamaya odaklanır. Eğer siyasetle ilgilenecekse, kendi yaşamını doğrudan etkilediği için öncelikle yerel veya federal konulara ve sorunlara yoğunlaşır. Buna karşın, diğer eyaletleri ve genel olarak ülkeyi ilgilendiren iç ve dış politikalar, kendi yerel konularıyla ilgisi olmadığı durumlarda zaman harcamazlar. Bunun en önemli ve somut göstergelerinin başında seçimlere katılım oranları verilebilir. Amerikalılar için kendileri dışındaki uluslararası ilişkiler dünyanın tamamı değil, ancak tarihsel ve kültürel nedenlerle kendilerine yakın hissettikleri bölgeler olabilir ki, bunların başında Avrupa gelir.

Amerikan toplumunun ABD dış politikasına ilgisizliğinin nedenlerinin başında tarihsel, jeopolitik, sosyo-kültürel nedenler gelmektedir. İkincisi, Amerikalıların kendisine ve ötekisine yani dünyaya dair algısıyla ilgilidir. Bir yandan Amerikan İstisnacılığı’nın doğurduğu özgüven ve egosantrik duygu ve algılama diğer yandan ABD’nin iki yüz yıllık dünya politikasındaki etkileyici ve belirleyici rolü, Amerikan toplumunun dış politikaya ilgisini azaltır. Federal bir devlet olması, dış politika işlevinin Washington DC’ye emanet edilmesi ve her şeyin kontrol altında olduğu düşüncesi, toplumu dış politikadan uzak tutar. Bunda Başkanlık Sistemi ve Başkanın gücü de önemli bir rol oynar. Diğer yandan, ABD’nin kuruluşundan itibaren güçlenmesinde dış politika stratejilerinin ve uygulamalarının çok büyük rolü olmuştur. Halkın bu kadar başarılı bir politikadan endişe duymasına veya müdahale etmesine normal şartlarda gerek yoktur. Amerikan toplumu, devletin ve genel anlamda dış politika kurumlarının kendi çıkarlarını en iyi şekilde koruduğunu düşünür.

Buna karşın, Amerikan toplumunun dış politika süreçlerinin tamamen dışında kaldığını söylemek de doğru değildir. Amerikalılar, kendi hayatlarına ve yerel siyasetlerine tahrip edici sonuçlar doğurduğunda veya ABD’nin büyük krizlerle ve ya başarısızlıklarla karşılaşması halinde, dış politika oluşum sürecine daha çok katılarak etkilemeye çalışırlar.

Her demokratik ülkede olduğu gibi, Amerikan toplumunun dış politikaya katılımı ve etkisi de devlet sisteminin işleyiş kuralları gereği kaçınılmaz olarak mevcuttur. ABD toplumunun yürütmeyi (Başkan), yasamayı (Kongre) ve dolaylı olarak da yargıyı (Yüksek Mahkeme) seçimle belirliyor olması, aynı zamanda ABD dış politikasının ana stratejisinin ve/veya belli konularda ne yönde olmasını istediğini gösterir.

Amerikan toplumunun dış politikaya katkı vermesinin en önemli nedenlerinden biri de ABD dış politikasındaki sorunların ve/veya başarısızlıkların Amerikan halkını önünde sonunda bir şekilde etkiler haline gelmesidir. Bu etkilerin başında somut maddi yansımaların olmasıdır. Bu konuda, son yıllarda ABD’nin Ortadoğu müdahalelerinde Amerikan askerlerinin öldürülmesi sonucu oluşan “tabut sendromu” ya da savaş harcamalarının doğurduğu mali yükler veya ekonomik sorunlar örnek olarak verilebilir.

Dış politika yapımı sürecine resmen müdahil olmayan halk, neden dış politika yapıcıları tarafından dikkate alınır? Öncelikle adaylar, ama özellikle başkan adayları seçim propagandasında sadece iç politika konularına değil nispeten daha az da olsa dış politika konularına da yer vermekte, görüşlerini açıklamaktadır. Halk bu açıklamaları dikkate alarak oy kullanmakta ve seçilen başkan görüşlerini hayata geçirmektedir. Diğer yandan, ABD sistemindeki aktif siyasi partilerin, lobilerin, sivil toplum kuruluşlarının belirgin dış politika tercihleri halkın görüşlerini etkilediği için, halk bu kuruluşların tercihlerine göre hareket edebilmektedir.

Yasal olarak neredeyse hiçbir şekilde yargılanması mümkün olmayan başkan, bir daha seçilebilmek için sadece Amerikan halkıyla muhataptır. Demokratik güçler/erkler ayrılığı sisteminin sıkı bir biçimde uygulanması nedeniyle Amerikan siyasi kurumları birbirlerinin yetki alanına müdahale edememektedir. Başkan Kongre’ye müdahale edemediği gibi, Kongre de başkanın yetki alanına girmez. Amerikan başkanı yürütmenin gücü nedeniyle halk ile sürekli baş başadır. Benzer bir durum, dış politikada belirgin rolleri olan Kongre için daha az oranda geçerlidir.

Her ne kadar halk dış politika sürecine sınırlı düzeyde katılıyor olsa da dış politikadaki başarının derecesi, halkın dış politikayı onaylaması ile de ölçülmektedir. Hatta Amerikan dış politikasında başarı ya da başarısızlık, genelde halkın ilgili politikaya verdiği ya da vermediği destek ile belirlenmektedir. Örneğin Vietnam’da askeri olarak başarılı olamayan ABD yönetimleri, halkının Vietnam politikasına verdiği desteğin düşmesi sonucu Vietnam’dan  çekilmiştir.

Yürütme, yasama ve seçmenler arasındaki bu ilişki, Amerikan geleneğinde seçmenlerin “müşteri” olarak tanımlanmasına kadar giden bir durum ortaya çıkarmıştır. Zira Amerikan siyasetçileri ve başkan adayları, seçmeni memnun edebilmek ve oylarını alabilmek için, sanki bir müşteri çekme yöntemi izlemektedir. Seçim propagandası döneminde broşürler, reklamlar, reklam panoları kullanarak seçmeni ikna etmeye çalışmakta, daha sonra da iç ve dış politikaları aracılığıyla “müşterilerini” memnun etmeye  çalışmaktadırlar.

Amerikan toplumunun dış politika potansiyeli ile ilgili üçüncü nokta, Amerikan toplumu dış politika sürecine katılmak istese de istemese de, yani istemlerinden bağımsız olarak, kurumlar tarafından dış politika yapımına

dâhil olamayacağı anlayışıdır. Elitist dış politika olarak da isimlendirilebilecek olan bu anlayışa göre, Amerikan dış politikasını şekillendiren aktörler, dış politika ile ilgili kararların alınmasında Amerikan halkını resmen ve bilfiil dâhil etmek istemezler. Elitist dış politika, “yüksek politika” olarak bilinen güvenlik, egemenlik, istihbarat, dış politika, savaş gibi Realist teoriye yakın olan konularda geçerli olmaktadır.

ABD Toplumunun Yapısı ve Dış Politika Aktörleri

ABD, dünyanın en çoğulcu, renkli, dinamik ve katılımcı toplumsal yapıya sahip ülkelerinden biri ve hatta en başındadır. Amerikan toplumunda irili ufaklı binlerce sivil toplum kuruluşları (STK) ve oluşumları vardır. Bu kuruluşlar ve oluşumlar kendi ilgi ve çıkar konularına uygun işlemler yanında yoğun bir şekilde siyasal faaliyetler yapmaktır. Bunlardan bazıları somut olarak ve doğası gereği sadece dış politik konularına yoğunlaşırken bazılar sadece iç politika konularına bazıları da her ikisine de yoğunlaşırlar.

ABD toplumunun dış politika tutumu ile ilgili temel nokta, toplumun heterojen olmasıdır. ABD’nin çoğulcu, çok etnikli, çok dinli bir toplum olduğu ve çok farklı gelire, eğitime, işe, statüye sahip insanlardan oluştuğu dikkate alındığında, dış politika konusunda farklı eğilimlerin olması anlaşılabilir bir durumdur. Hemen her ülkede olduğu gibi, Amerikan toplumundaki her kesim veya vatandaş toplumsal veya siyasal olaylara ve gelişmelere dönük aynı tutum içinde değildir; bilakis çok değişik ilgi ve eğilimler vardır. Bu açıdan bakıldığında, ABD kamuoyunu, kabaca ilgili/duyarlı ve ilgisiz/duyarsız şeklinde iki gruba ayırmak mümkündür. İlgili/duyarlı kamuoyu; dış politikayı çok yakından takip eder, aktif olarak katılır, politika yapıcılarını ve dış politikanın oluşumunu etkilemeye  çalışır. Buna karşın, ilgisiz/duyarsız kamuoyu, dış politikayla pek ilgilenmez, konuları yeterince bilmez, oldukça pasiftir, siyasi faaliyetlere genelde katılmaz ve dolayısıyla dış politika gelişmelerine etkisi ve tepkisi yoktur ya da çok zayıftır. Bu ikisi arasında yer alan üçüncü grup ya da sınıflandırma, yani ne çok ilgili ne de tamamen ilgisiz ama gerektiğinde duyarlı olan orta düzeyde ilgili/duyarlı kamuoyudur.

Amerikan toplumunun ABD dış politikası üzerindeki etkisi daha çok toplumsal kurum ve kuruluşlar aracılığıyla ve kolektif işbirlikleri yoluyla gerçekleşmektedir. ABD’nin çoğulcu toplumsal ve siyasal özelliği gereği binlerce sivil toplum kuruluşu ve hareketi bulunsa bile, bunlardan ancak bazıları öne çıkıp etkili olabilmektedir. Bunlardan bazıları ile bilgilere aşağıda yer verilecektir.

Kamuoyu

Kamuoyu; bir konuyla ilgili halkın genel düşüncesi, halkoyu, amme efkârı, efkârıumumiye” ya da “toplumsal yaşamın olay ve olguları konusunda toplumsal kümelerin ya da toplumun ortaklaşa yargısını yansıtan düşünce ve kavramların toplamı şeklinde tanımlanabilir.

Genelde tartışmalı olan kamuoyu kavramı, ancak somut veriler yardımıyla açıklığa kavuşturulabilir. Bu belirsizlik ve tartışma, ancak kamuoyunun objektif ve kesin olarak belirlenmesi ile giderilebilir ki, seçimler ve referandumlar bunun en  önemli araçlarındandır. Bu iki yol normalde soyut olan kamuoyunu somut hale getirebilir.

Amerikan toplumunun dış politikaya ilgisinin bir ucunda hiç ilgi duymamak ve diğer ucunda ise gerektiği durumlarda yüksek ilgi duymak şeklinde olduğu daha önce belirtilmişti. Bunlardan hangisinin geçerli olduğu büyük ölçüde dış politikanın Amerikan çıkarlarıyla ne kadar örtüştüğüne bağlıdır. Her ülkede olduğu gibi, Amerikan dış politikasının halkın çıkar, istek ve beklentileri dikkate alınarak belirlendiğini söylemek mümkündür.

Amerikan çıkar tanımları sabit veya değişmez değildir. Örneğin Amerikan kamuoyunun İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından uluslararası politika tercihi Birleşmiş Milletler’e destek olarak belirmiş, ancak kısa bir süre sonra bu örgütün ilkelerine rağmen oldukça müdahaleci bir tutuma dönüşmüştür. Amerikan halkı; bazen genişlemeci, bazen izolasyonist, bazen iyimser, bazen de kötümser olmuştur. Örneğin Vietnam Savaşı’nın ardından Amerikan halkı, başka ülkelerin ve bölgelerin işlerine müdahale fikrine artık karşı çıkar hale gelmiştir.

Amerikan karar vericilerinin özellikle uluslararası krizlerde kamuoyunun tercihlerine pek fazla önem vermedikleri bilinmektedir. Özellikle ABD’nin dâhil olduğu uluslararası krizlerin doğası gereği Amerikan ulusal güvenliğini doğrudan etkileme ihtimali nedeniyle, kamuoyunun karar alıcılara desteği genelde yüksektir. Bu nedenle onların görüşlerini almaya gerek bile duymazlar; hatta bunu yapacakları fırsat ve zamanları da yoktur.

Amerikan halkının veya kamuoyunun dış politika yapım sürecindeki doğrudan etkisinin ve rolünün gerçekten son derece sınırlı olmasının nedenlerinden biri, anayasal düzenlemeler ve siyasal şartlardır. Anayasal ve siyasal gücü nedeniyle başkanın dış politika alanında gerek Kongre gerekse de halka göre belirgin bir üstünlüğü bulunmaktadır. Amerikan halkının neredeyse en üst temsilcisi işlevine sahip olan Başkan, bu yönüyle dış ilişkilerdeki en önemli aktördür.

Amerikan başkanları gerektiği durumlarda Amerikan kamuoyunun görüşlerini dikkate alma gereği duyduğunda bunu genelde gazete ve kitlesel medya araçları kanalıyla yapar. Kamuoyunun eğilimlerini belirlemede en önemli ikinci kaynak, toplum temsilcilerinin sesi olan Amerikan Kongresi’dir. Kongre’nin Dış İlişkiler Komitelerinin gündemleri ve görüşmeleri, senatörlerin ve temsilcilerin görüşleri de başkanların dikkat ettiği ve önem verdiği kamuoyu unsurlarıdır. Ayrıca, halkın Beyaz Saray ve diğer yürütmeyle ilgili kurumlarla telefon, e-posta, mektup, telgraf, faks veya diğer sosyal medya araçlarıyla yaptığı iletişimler de başkana kamuoyunun görüşleri hakkında bilgi verir.

Kamuoyunun dış politikayla ilgisini gösteren önemli bir nokta, bir dış politikanın belirlenmesi ve uygulanması sonrasında Amerikan halkının gösterdiği tepkilerin düzeyi ya da şiddetidir. Bu tepkilerin eleştiri mi yoksa destek mi olduğu, dış politikanın meşruiyetini ve benimsenmiş olup olmadığını gösterir. Tepkinin az ya da çokluğu yönetim tarafından destek veya karşıtlık şeklinde anlaşılabilir.

Medya

Kamuoyunun oluşumu, ifadesi ve etkinliği bakımından en önemli araçların başında medya gelir. Medyanın işlevi, sadece haber, iletişim ve ifade özgürlüğü gibi temel ihtiyaçları karşılamak değildir, aynı zamanda bu işlevi üzerinden toplum, siyaset ve yönetim üzerinde etkiler oluşturmaktır. Bu konumu ve rolü o kadar önemlidir ki, medyanın yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü kuvvet olduğu iddia edilir. Resmi olarak dış politikada belli başlı kurumlar yetkili ise de, gayr-ı resmi olarak etkin olan medya kurumlarının ve gruplarının varlığı da inkâr edilemez.

ABD medyası, sadece halkı bilgilendirmez aynı zamanda ülkenin politikalarının oluşum sürecine katılır. ABD medyasının habercilik, yorum, gündem oluşturmak, yönetimin/başkanın lehinde veya aleyhinde olmak şeklindeki işlevleri nedeniyle ABD dış politikası üzerinde en etkili grupların başında geldiği söylenebilir. Çoğu Amerikalı, ABD dış politikası ile ilgili girişimleri ve gelişmeleri medya kanalı ile öğrenmektedir.

Amerikan medyasının haber ve yorum kaynakları teorik olarak tüm dünya olmakla birlikte, öncelikle Amerikan toplumunun çıkarlarını ilgilendiren ve ilgisini çeken ülke içindeki gelişmelerdir. Bu amaçla tüm ülkeye yayılmış bir medya ağı bulunmaktadır. Bunların başında öncelikli olarak Amerikan siyasetinin başkenti olan Washington DC ve ekonomik/mali/kültür başkenti olan New York gelir. Bu şehirler, tüm medya kanallarının aktif ve yoğun çalıştığı haber kaynaklarıdır çünkü siyasiler, diplomatlar, elçilikler, bürokratlar gibi devlet yönetiminin aktörleri yanında sivil toplum örgütleri, düşünce kuruluşları, akademisyenler, gazeteciler, elitler bu şehirlerde yoğundur.

Sivil Toplum

Amerikan dış politikasını etkileyen önemli toplumsal kaynaklardan bir tanesi de sivil toplum hareketleridir. Özünde ABD sosyal yaşamını ilgilendirmekle beraber dünyaya yansıması ve etkisi olan toplumsal hareketler arasında şunlar yer alır: Köleliğe ve ırkçılığa karşı mücadele, insan haklarının korunması, kadın hareketleri (feminizm), barış hareketleri, Wall Street’i İşgal Et gibi sosyal girişimler. Her biri sivil toplumun yaşama standartlarının gelişmesini amaçlayan bu sosyal hareketler, ABD dış politikasına da yansımıştır. ABD yönetimleri  bu  sosyal  sorunların  diğer  ülkelerde  ve uluslararası örgütlerde ele alınması için çaba sarf etmişlerdir. Her sorun ve ülkede olmasa bile ABD dış politikasının gündeminde yer almıştır. Amerikan tarihinde farklı problemlere tepki olarak doğan toplumsal hareketler belli ölçüde de olsa dış politikada karar verme süreçlerini etkilemiştir.

Amerikan tarihine damgasını vuran toplumsal sorunların başında kölelik ve bu sorunla mücadele gelmektedir. Kölelik sorunu Amerikan tarihinde o kadar önemlidir ki, bu sorun üzerine yaşanan anlaşmazlık ve ayrışmalar iç savaşa kadar tırmanmıştır. ABD, 1808 yılında İngiltere’yi takip ederek Afrika ve diğer sömürge ülkelerden köle ticaretini resmen yasaklamış olmasına rağmen, kölelik uygulamaları devam etmiştir. Zira bu yasak sadece yurt dışından köle ticaretini içermiş ama içerideki ticareti etkilememiştir.

Amerikan tarihine damgasını vuran toplumsal sorunların başında kölelik ve bu sorunla mücadele gelmektedir. Kölelik sorunu Amerikan tarihinde o kadar önemlidir ki, bu sorun üzerine yaşanan anlaşmazlık ve ayrışmalar iç savaşa kadar tırmanmıştır.

Köleliğe karşı gelişen toplumsal tepkiler uluslararası alana yansımıştır. Bu bağlamda öne çıkan gelişmelerden biri, bu dönemde ABD’deki on binlerce siyahi kölenin kuzeye yani Kanada’ya kaçmalarıdır.

Amerika’nın kölelikle mücadelesi, yirminci yüzyılda ABD dış politikasına ve uluslararası  ilişkilere de yaygınlaşmıştır. Köleliğe karşı mücadele BM içinde sivil toplum örgütlenmelerini motive ederek genişlemiştir. Ulusal Zenci Kongresi, 1946’da BM’ye başvurarak bu yöndeki ilk adımı atmıştır. Köleliğe karşı mücadele 20.yüzyılın ikinci yarısında (Soğuk Savaş döneminde) büyük ölçüde başarı kazanırken, bu kez farklı bir yönde yani ırkçılık ve renk ayırımcılığı şeklinde devam etmiştir.

Amerikan sivil toplum hareketlerinin sonuçlarından biri de ABD yönetiminin Amerikan toplumu ve gelişmeleri hakkında dünyayı bilgilendirmek amacıyla 1953 yılında kurduğu ve 1999 yılında resmen son verdiği Birleşik Devletler Bilgi Kurumu (USIA)’dur. ABD yönetimleri ırk ayırımcılığına karşı mücadele bağlamında yaptığı önemli işlerden bir diğeri, Amerikan devleti organlarında ve özellikle Dışişleri Bakanlığı’nda zenci vatandaşları istihdam etmesidir.

ABD toplumunda ayırımcılığa uğrayan sadece köleler, zenciler, Afrikalılar gibi etnik ve renk farklılığı olan insanlar değil, aynı zamanda tüm dünyada olduğu gibi kadınlar da dezavantaj ve ayırımcılığa tabi olmuştur. Bu durum, feminizm olarak da adlandırılan kadın hareketlerini ve düşüncesini doğurmuştur.

Amerikan dış politikasında savaş-barış-güvenlik konularında etkili olan veya olmaya çalışan toplumsal gruplardan biri de sivil barış grupları ve örgütleridir. Farklı siyasi konular ve sorunlar etrafında oluşan sivil gruplar, koalisyonlar şeklinde bir araya gelerek yönetim

üzerinde baskı uygulamışlardır. Savaş karşıtı eylemler, gösteriler, protestolar ve diğer baskı faaliyetleri yürütmüşlerdir.

Baskı ve Çıkar Grupları

Baskı ve çıkar gruplarının, siyasi partiler ve sivil toplum hareketleriyle çok  büyük  benzerlikleri bulunur. Özü itibarıyla bu grupların ve sivil toplum hareketlerinin, devlet organları ile organik bir ilişki ya da bağı yoktur. Sivil toplum alanına ait olup belli amaçları ve hedefleri gerçekleştirmeye çalışır ve çok farklı alanlarda faaliyetler gerçekleştirirler.

ABD hükümet ve toplumunun demokratik yapısı gereği, baskı ve çıkar grupları hem bir ihtiyaçtır hem de rolleri oldukça büyüktür. Demokrasinin yarışmacı karakteri ve seçimlerin belli aralıklara yapılması nedeniyle, sivil toplum grupları amaçlarını gerçekleştirmek için hemen her gün faaliyet yapmak ve hükümet organlarından ve yetkililerinden destek almak isterler.

Baskı ve çıkar gruplarının örgütlenme ve üyelik profili, siyasi partilerden, şirketlerden ve özel nitelikli gruplardan farklı bir özellik arz eder. Bu gruplar, belli bir konuda amaç ve hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştıkları için, kendilerine en uygun bölgede, şehirde veya noktada örgütlenerek ve yine ilgili kamuoyunun desteğini alarak faaliyetler  gerçekleştirirler.

Bu tür grupların amaçlarının ve çıkarlarının ekonomik değil daha çok sosyal, siyasal ve sağlık konularının olduğu görülmektedir. Diğer yandan, dini duyarlılığı ve amacı olan örgütler de kendilerini ilgilendiren eylem ve tercihleri üzerinde belirli bir etkiye sahip olmak için başkentte faaliyet gösterirler.

Baskı veya çıkar grupları, birkaç şekilde siyasi karar vericilerin davranışlarını etkilemektedirler. Kendi üyelerinin görüşlerinin siyasi figürlere ulaşmasını temin ederek grubun hangi noktada durduğu mesajını vermek bunlardan bir tanesidir. Daha önemlisi, Kongre komitelerine ulaştırılmak üzere belli konularda detaylı rapor veya analiz hazırlayabilmektedirler. Çoğu baskı grubunun Washington’da sürekli ofisleri bulunmaktadır. Burada temel amaç karar vericileri ile sürekli ve yakın temas kurabilmektir. Bazı gruplar ise bu amaçlarına ulaşabilmek için profesyonel lobicilik hizmetlerinden faydalanmaktadır.

Son olarak, belki de tüm Amerikan toplumunun çok çeşitli aktörler aracılığıyla yaptığı, literatürde ve günlük siyasette veya yaşamda çok popüler olan lobicilik olgusu ve faaliyetlerini zikretmek gerekir. ABD toplumunda etkili olan etnik, dini, yerel, ideolojik ve diğer kimlik grupları, ABD yönetiminde ve kongresinde yürüttükleri lobicilik faaliyetleri aracılığıyla iç ve dış politikada etkili olmaktadır. Bunlar arasında en çok öne çıkanlar; Yahudi lobisi, Yunan lobisi, Ermeni lobisi, İskoç lobisi, Arap lobisi gösterilebilir. Son yıllarda Türk lobisinin oluştuğu da söylenebilir.

ABD DIŞ POLİTİKASI KARAR ALMA SİSTEMİ

Dış Politikada Karar Alma Yaklaşımının Önemi ve Anlamı

Bir devletin dış politikasını ve uluslararası ilişkilerini anlaşılabilmesi için o devletin iç politika sistemine eğilmek, devlet sisteminde kararların nasıl alındığını veya belirlendiğini incelemek gerektiğini iddia eden teorisyen grubu “Davranışçılar” olarak isimlendirilmiş ve dış politikanın ve uluslararası ilişkilerin, devletin karar alma sürecine ve bu süreci etkileyen ulusiçi ve uluslararası faktörlere yoğunlaşarak açıklanabileceğini ileri sürmüşlerdir. 1960’ların başında ortaya atılan dış politika karar alma yaklaşımı, ilerleyen yıllarda Dış Politika Analizi olarak isimlendirilen bir alt disiplinin gelişmesini sağlamıştır.

ABD Devlet Sistemi

ABD devlet sisteminin temelinde, federal bir devlet ya da hükümet düzeni kuran ABD Anayasası vardır. 1789 yılında yürürlüğe girmiş olan ABD Anayasası, geçen zaman içinde bazı değişikliklere uğramış olsa da ABD için hâlâ geçerli olan, orijinal ve en üst hukuk metnidir. Önsöz, 7 Madde ve 27 Değişiklikten (amendments) oluşan ABD Anayasası, esas olarak üç kısımdan oluştur. Birinci kısım Önsöz ve 7 Maddeden oluşur. Önsöz ve 7 Madde’de devlet kurumları arasındaki görev ve yetki dağılımını düzenler. 1.Madde, Yasama işlevinin Senato ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan Kongre tarafından yapılacağını, 2.Madde, Yürütme işlevinin Başkan tarafından yapılacağını, 3.Madde, Yargı işlevinin Yüksek Mahkeme ve onun altındaki mahkemeler tarafından yapılacağını, 4.Madde, eyaletlerin konumlarını, 5.Madde, Anayasa değişikliklerinin nasıl yapılacağını, 6. Madde, Amerikan Borçlarını, Anlaşmaların üst hukuk oluşunu ve Yemin şartını, 7.Madde, Anayasa’nın Onaylama Şeklini düzenlemektedir. 2. Kısım Haklar Bildirisi olarak tanınan ilk 10 değişiklik maddesi olup Amerikan vatandaşlarının devlete karşı insan hak ve özgürlüklerini garanti altına almak için Anayasa’ya eklenmiştir. Üçüncü kısım, 1795 yılından 1992 yılına kadar geçen sürede yapılan 17 değişikliktir. Bu değişiklikler, ABD’nin karşılaştığı sorunlara veya olaylara çözüm bulmak amacıyla yapılmış olan düzenlemelerdir. ABD devlet sisteminde Anayasal düzenleme dışındaki unsurlar da belirleyici öneme sahiptir. Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti’nin hakimiyetinde işleyen siyasi parti sistemi, sivil toplum örgütleri, lobiler, baskı ve çıkar grupları, medya ve diğer oluşumlar da dış politikanın belirlenmesinde etkin roldedir.

ABD’de yürütme görevinin başında 4 yılda bir seçilen ABD başkanı bulunmaktadır. 15 ayrı bakanlık, başkana yürütme görevinde yardımcı olurlar. Bakanların dışında başkana bağlı başka birçok (CIA ve Milli Güvenlik Konseyi gibi) kurum ve kuruluşlar bulunmaktadır. ABD Dış İşleri Bakanlığı 15 bakanlıktan biri olup dış politika yapma, yürütme ve uygulama görevini yapar.

Yasama işlevi, Senato ve Temsilciler Meclisi ismindeki iki yasama organından oluşan Kongre tarafından yerine getirilir. Senato 6 yıllığına, Temsilciler Meclisi ise 2 yıllığına seçilir. Bir yasa teklifi, önce Senato ve/veya Temsilciler Meclisindeki ilgili alt ve ana komiteden geçmeli daha sonra Kongre Genel Kurulu’nda kabul edilmeli ve en sonunda başkan tarafından onaylanmalıdır. Dış politika bakımından bir yasa tasarısı söz konusu olduğunda da aynı şekilde, ilgili taslak önce Senato’da Dış İlişkiler Komitesi’nde (Foreign Relations Comittee) ve/veya ona bağlı alt komitede, Temsilciler Meclisinde ise Dış İşleri Komitesi’nde (Foreign Affairs Committee) ve/veya ona bağlı alt komitede görüşülüp kabul edilmeli, daha sonra Kongre Genel Kurulunda kabul edilmeli ve en sonunda başkan tarafından onaylanmalıdır. Her iki yasama organında da ABD dış politikasını ilgilendiren başka komiteler de bulunmaktadır. Örneğin, bütçe ve dış yardım konularıyla ilgili olan Tahsisler Komitesi, ABD dış politikası için çok önemlidir

Yargı işlevini yapan Yüksek Mahkeme, başkanın aday göstermesi ve Senato’nun onayıyla seçilen ve ömür boyu görevde kalma yetkisi olan 9 üst düzey yargıçtan oluşmaktadır. Yüksek Mahkeme, anayasal ve yasal konulardaki sorunlarla ilgilenir.

ABD Dış Politika Aktörleri ve Yetkileri

ABD’de bütün politikalar karar alma mekanizması içindeki aktörler tarafından düzenlenmektedir. Dış politika da bu duruma dahildir. ABD siyasetinin tüm kararları, Amerikan Yürütme gücü olan başkan, Bakanlıklar ve ilgili kurumlar ile Yasama gücü olan Kongre ve Yargı gücü olan Yüksek Mahkeme’nin içinde bulunduğu bir süreç içinde yapılmaktadır.

Amerikan dış politikası diğer politik başlıklar ile (ticaret, çevre vb.) iç içe geçmiş durumdadır. Amerikan dış politika karar alma sürecinde etkili olan ve rol oynayan resmî ve gayr-i resmî aktörler, kurallar ve faktörler bulunmaktadır. Ünitede resmi aktörler üzerine yoğunlaşılmıştır.

ABD’de devlet yönetiminde güçler ayrılığı ilkesi benimsenmiştir. Bunu sağlamak için sadece güçler ve yetkiler dağıtılmamış, aynı zamanda bu güçlerin birbirini kontrol etmelerini ve denetlemelerini sağlayacak bir düzen kurulmuştur. Türkçeye Denetim ve Denge (Check and Balance) olarak çevirebileceğimiz bu anlayışa göre, Yasama, Yürütme ve Yargı’nın görev ve yetkilerinin birbirini dengelemesi, denetlemesi ve böylece üç erkten herhangi birinin aşırı bir şekilde güçlenerek tüm sistemi kontrol altına alması önlenmeye çalışılmıştır.

ABD’de “dış politika kararlarını kim verir?” sorusuna bir yanıt olarak Papp ve diğerleri 3 model altında, 3 farklı yaklaşımı incelemişlerdir. Başkanlık Modeli’ne göre, ABD dış politikasında hakim ve etkin erk, başkan ve yürütme organlarıdır. ABD dış politikası bu aktör ve kurumlar tarafından yapılır. Kuruluşundan itibaren ABD dış   politikası   incelendiğinde,   ABD   dış   politikasının başkanların kontrolünde olduğu görülür. Kongre Modeli’ne göre, ABD dış politikasında Kongre etkin ve belirleyicidir. Anayasal Denge Modeli’ne göre ise ABD dış politikası Yasama ve Yürütmenin birlikte ve birbirini dengeleyerek yaptığı bir süreçte belirlenir.

Yürütmenin Gücü: Başkan

ABD Başkanları, görev yaptığı süreler ve partileri s.77- Tablo 3.1’de verilmiştir.

ABD Başkanının dış politika karar alma sürecindeki yetki, görev ve rollerini şu başlıklar altında açıklayabiliriz:

•          En üst yöneticidir/yürütücüdür.

•          Devletin başıdır.

•          Başkomutandır.

•          Antlaşmaları müzakere eder.

•          Üst düzey yöneticilerin seçimi için aday gösterir.

•          Diğer devletleri tanır.

•          Başkan tekeldir.

•          Kamuoyunu  şekillendirir.

•          Uluslararası   diplomatik   faaliyetler   yapar   ve yürütür.

•          Başkanlık doktrinleri yayınlar.

Başkanın en üst yönetici/yürütücü olması anayasal temelleri olan bir durumdur. Tüm ABD kurumları içinde en etkili kurum olan başkanın malikanesi, kod adıyla Beyaz Saray, ülkede çok büyük bir etkiye sahiptir. Özellikle Beyaz Saray’daki Oval Ofis, başkanın karar alma sürecinde sembolik ve medyatik bir öneme sahiptir. Başkanın dış politika bakımından baş yöneticiliğinde önemli nokta, dış politikanın yapımında birinci derecede rol oynayan ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD Savunma Bakanlığı ve diğer bakanlıklar, Merkezî Haber Alma Teşkilatı (CIA-Central Intelligence Agency), ABD Ticaret Temsilciliği gibi kurumlardaki tüm uzmanların, kariyer memurlarının en üst yöneticisi olması nedeniyle, başkanın onlardan gerekli tüm bilgi ve belgeyi alabilme ve onlara dış politikayla ilgili iş ve görev yükleyebilme yetkilerinin bulunmasıdır. Başkanın devletin başı olması hem kendi toplumu üzerinde hem de diğer ülkelere dönük dış politikada ABD’nin en üst temsilcisi, ‘başkanı’ anlamına gelir. Bu konum, başkana somut liderlik avantajı yanında sembolik ve imaj olarak üstünlük kazandırır. Başkan anayasa tarafından ABD silahlı kuvvetlerinin ‘başkomutanı’ olarak tanımlanmıştır. Bu yetkisi nedeniyle ABD Başkanı, ABD ordusunun ulusal ve uluslararası faaliyetleri ve konumuyla ilgili en üst karar vericidir. ABD Anayasası’nın 2. Madde’si 2.Paragrafı, başkana ‘antlaşma yapma’ yetkisi verir ancak bunun Senato’nun 2/3 onayıyla kesinleşeceğini belirtir. Yine Anayasa’nın 2. Maddesi gereği başkan tüm üst düzey yöneticileri ve büyükelçileri tayin etme ya da atama yetkisine sahiptir. Senato’nun atamaları 2/3 çoğunluk oyuyla onaylanması gerekir. ABD Anayasası’nın 2. Maddesi 3. Paragrafı’na göre, başkan ABD’ye atanmış olan büyükelçileri ve diğer kamu görevlilerini kabul eder, diplomatik dille belirtirsek ‘agreman-kabul’ verir. ABD Başkanı ülkedeki ‘tekeldir’,

yani onun kadar güçlü ve yetkili bir başka kişi daha yoktur. Örneğin, 100 tane senatör vardır 435 tane temsilci vardır, 9 tane üst düzey yargıç vardır ama bir tane başkan vardır. ABD Başkanı, sahip olduğu anayasal ve siyasal gücü sayesinde, ABD kamuoyu üzerinde etkileyici bir imaja sahiptir. Bu imajı, ona, ABD kamuoyunun özellikle siyasi konulardaki düşüncesinin belirlenmesinde, şekillenmesinde veya değişmesinde önemli bir avantaj sağlar. Başkan, ABD’nin en üst diplomatıdır, aynı zamanda. Her ne kadar kariyer diplomat olmak zorunda değilse de ABD adına diğer ülkelerle ilişkiler geliştirdiği veya istemedikleriyle geliştirmediği için diplomatik bir misyon ifa eder. BD Başkanının, ABD dış politikası üzerindeki belki de en güçlü belirleyici ve yönlendirici etkisi, başkan doktrinleridir. Her ABD Başkanı olmasa da birçok başkan, ABD dış politika hedeflerini köklü bir şekilde belirleyen doktrinler yayınlamışlardır. Bunlardan en çok bilinen ve uluslararası sistemin ve ABD dış politikasının şekillenmesi açısından en etkili olanlar şunlardır: Monroe Doktrini (1823), Truman Doktrini (1947), Eisenhower Doktrini (1957), Carter Doktrini (1979), Reagan Doktrini (1982), Bush Doktrini (2002)’dir. Bu doktrinler, ABD dış politikasında kritik dönüm noktaları olmuş, ABD dış politikasını farklı bir rotaya sokmuş, böylece uluslararası sistemde ciddi değişikliklere yol açmıştır.

Başkanın Yürütme Araçları: Bakanlıklar ve Diğer Kurumlar

ABD Başkanına yardım ve destek hizmeti veren birçok yürütme organı ve kurulu- şu yer almaktadır. Bazıları doğrudan başkana, bazıları da bakanlara veya diğer yürütme organlarına bağlı olan kurum ve kuruluşlar, Yürütmenin aktörleri olarak görülebilir. Birinci sırada, başkana en yakın konumda duran, parlamenter sistemlerdeki kabineye benzeyen İç Halkada yer alan, başkanın ‘atadığı’ kişiler vardır. İç halkanın ilk sırasında başkana en yakın danışmanlık ve yardımcılık yapan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve 15 bakan yer almaktadır. MGK üyeleri şunlardır: Asli üyeler: başkan, başkan yardımcısı, dışişleri bakanı, savunma bakanı. Asli Danışmanlar: CIA Başkanı ve genelkurmay başkanı. Özel danışmanlar: Silahların Kontrolü ve Silahsızlanma Dairesi Müdürü ve USIA (ABD Bilgi Kurumu) ve Başkanın Milli Güvenlik Danışmanı. Bakanlar da esasen başkana yardım etmekle görevli olmakla birlikte, aynı zamanda başında bulundukları bakanlığın tüm işlerinden sorumludur.

Bakanlıklar arasında ABD dış politikası bakımından en etkili ve yetkili olanlar doğal olarak Dışişleri Bakanlığı ile Savunma  Bakanlığıdır.

Dışişleri Bakanlığı, dört kısımdan oluşur. Bunlar:

•          Dışişleri Bakanı

•          1 Dışişleri Bakanı Vekili ve 4 müsteşar

•          Bakanlığa bağlı 24 daire

•          Dış elçilikler ve personel

ABD dış politikasında etki bakımdan diğer önemli bakanlık, ABD Savunma Bakanlığı (Department of Defense)’dır. Popüler ismiyle Pentagon, ABD savunma ve askerî politikalarının uzmanlık kurumudur. ABD’nin kuruluşundan beri her dönemde askerî güce başvuran bir ülke olduğu ve ABD’nin emperyal genişlemesinde ordunun çok önemli bir rol oynadığı göz önünde bulundurulduğunda, Pentagon’un rolü, önemi ve gücü de kendiliğinden ortaya çıkar.

Savunma Bakanı (Secretary of Defense), başkan tarafından atanır ve temel görevi savunma konularında Başkana hizmet etmektir. 1 Savunma Bakanı Vekili ve her biri bir birime atanan müsteşarlar ve bakan yardımcıları da Pentagon’un sivil yöneticilerindendir. Pentagon’da bu sivil yöneticilerden daha önemli birimler, silahlı kuvvetler kadrolarıdır. ABD savunma ve asker yapısı, Kara, Hava ve Deniz/Donanma olmak üzere üç kuvvete ayrılmış ve her bir kuvvetin başında bir kuvvet komutanı (Chief of Staff- Army, Air Force, Navy) ve ilgili müsteşar yer almaktadır. Kara, Hava ve Deniz kuvvetleri üzerinde de Genelkurmay Başkanı ve Yardımcısı yer almaktadır. Savunma Bakanlığının askerî kanadının en üstünde yer alan Genelkurmay Başkanı (Chairman of Joint Chiefs of Staff), hem kuvvet komutanları arasında koordinasyon sağlar hem de başkana savunma ve askerî konularda bilgi verir.

ABD dış politikasında rol oynayan diğer kritik bir yürütüme organı, istihbarat örgütleridir. ABD dilinde İstihbarat Topluluğu olarak bilinen bu sistem içinde çok sayıda ve alanda istihbarat teşkilatları bulunmaktadır: Merkezî İstihbarat  Teşkilatı (CIA),  Savunma İstihbarat Birimi, Kara Kuvvetleri İstihbaratı, Donanma İstihbaratı, Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Deniz Kuvvetleri (Marine Corps) İstihbaratı, Uzmanlaşmış Ulusal Dış İstihbarat, Federal İstihbarat Bürosu (FBI), Hazine Bakanlığı İstihbaratı, Enerji Bakanlığı İstihbaratı, Dışişleri Bakanlığı İstihbaratı.

Ama tüm yürütme organlarının dış politikanın oluşumuna katılımı ve katkısı, kısmen başkanla olan ilişkilerine bağlı iken kısmen de ABD Yasama gücü olan Kongre’nin yaptığı yasalarla ilgilidir

Yasama’nın Gücü: Kongre

Parlamenter sistemden farklı olarak, ABD’de devletin egemenliğini temsil eden erklerden diğeri Kongre’dir. Dolayısıyla ABD’nin tek bir egemenlik gücü yoktur, en azından iki egemeni vardır. Bunun nedeni, her iki organ temsilcilerinin de ABD seçmenleri tarafından doğrudan seçilmiş olmasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’nin iç ve dış politika egemenliği, bu iki gücün birbirini denetleme ve dengeleme mekanizması aracığıyla kullanılır. Buradan anlaşılması gereken, Kongre’nin ABD dış politikasında en az başkan kadar yetki ve görevlerinin olduğudur.

Kongre’nin temel işlevi ve rolü, yasa yapmaktır. Kongre, ABD hukuk düzenini ilgilendiren konularda yasal düzenlemeler yapmakla görevlidir ama doğası gereği aynı

zamanda siyasal bir organdır ve devletin yönetiminde rol oynar. Kongre bu iki görevini ya kendi inisiyatifi ile girişimlerde bulunarak ya Yürütme’nin yasama taleplerini yerine getirerek veya getirmeyerek ya da Yürütme organını sürekli denetim ve yönlendirme yaparak yerine getirir. Bu araçlar, ABD dış politika oluşum süreci için de geçerlidir. Kongre’nin bu rolü nasıl oynadığını görmeden önce, yapısı hakkına genel bir bilgi vermek gerekir. Senato ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan Kongre’de iki partili bir düzen, yani Cumhuriyetçiler ve Demokratların hakim olduğu bir yapı vardır. Nihayet Kongre’nin her iki kanadında da uzmanlık komiteleri vardır. Kongre’nin tüm işlevlerinde 100 üyeli Senato ile 435 üyeli Temsilciler Meclisi’nin Anayasa’da belirtilen görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Yasama faaliyetleri, bu yasama organlarının dahil olduğu bir süreçte gerçekleşir. Ancak her iki yasama kanadında da işlerin nasıl yürüyeceği ve özellikle Yürütme ve başkan ile ilişkilerin nasıl gelişeceği, parti gruplarının kompozisyonuna bağlıdır. Cumhuriyetçi ve Demokrat Partilerin Kongre içindeki ağırlığı, dış politika sürecine de yansır. Zira her parti, kendi siyasi ve ideolojik anlayışına uygun bir dış politika olmasını ister, bu yönde kararlar alır ve Başkanı etkilemeye çalışır. Bu noktada önemli bir faktör, Kongre çoğunluğu ile başkanın aynı partiden olduğu durumlarda Yasama-Yürütme dayanışması görülürken, farklı partilerden olması durumunda Yasama-Yürütme anlaşmazlığı ve hatta çatışması ortaya çıkabilir. Genel olarak belirtmek gerekirse Demokratlar, dış politikada daha liberal, özgürlükçü, ekonomik ve ticari iş birliği yanlısı ve barışa öncelik verirken Cumhuriyetçiler, dış politikada daha muhafazakâr, silahlı kuvvetlere dayalı ve zor kullanma ağırlıklı konulara ağırlık verir. İşte bu nedenle, Demokratların ve Cumhuriyetçilerin anlaşma içinde olduğu durumlarda aktif bir ABD dış politikası, çatışma içinde olduğu durumlarda daha düşük profilli bir ABD dış politikası oluşur. Ama bu demek değildir ki, Demokratlar ve Cumhuriyetler, ABD çıkarları için iş birliği ve danışma yapmazlar

Kongre’nin ABD dış politikasında sahip olduğu rol ya da görevler şunlardır:

•          Yasa Yapma Gücü

•          Cüzdan Gücü

•          Onaylama Gücü

•          Denetleme Gücü

•          Antlaşma Onay Gücü

•          Savaş İlanı Gücü

Kongre-Başkan Arası Denetleme: Savaş Yetkileri Yasası Örneği

Daha önce belirtildiği gibi, ABD dış politika yapımı, genel ABD siyasal sisteminin denetim ve denge mekanizması içinde başkan ve Kongre’nin iş bölümü ve görev dağılımı ilkesine uygun bir şekilde işlemektedir. Olaylar ve geliş- meler, ABD’nin dış politika hedeflerine ve çıkarlarına yarar   sağlayacak   şekilde   geliştiği   veya   sonuçlandığı sürece, bu dış politika yapımı sürecinde büyük bir sorun veya kriz doğmamıştır. Ayrıca, Kongre çoğunluğu ile başkan aynı partiden veya anlayıştan oluştuğu sürece de bu süreç gayet olumlu bir şekilde çalışmıştır. Vietnam Savaşı, ABD dış politikasının oluşumunda ciddi bir kırılma ve bunun sonucunda yeni bir düzenleme doğurmuştur: Savaş Yetkileri Yasası. Bu yasanın çıkmasında her ne kadar temel faktör Vietnam Savaşı olsa da başka nedenler de vardır. Snow ve Brown’a göre (1994; 157-162), bu yasanın kabul edilmesinde 4 neden vardır: Birincisi, Anayasa’da savaş kararı konusunda muğlak veya yoruma açık bir düzenlemenin olmasıdır. Bu muğlaklığın nedeni ise, Anayasa’nın hem başkanı ‘başkomutan’ olarak göstermesi ve ordunun ve askerî faaliyetlerin ‘başı’ yapması ama hem de temel görevi zaten savaşmak olan ABD ordusunun savaşa katılma yetkisini Kongre’nin kontrolüne ve yetkisine vermesidir. Burada temel sorun kaynağı, başkanın, ABD sistemi içinde ne kadar güçlü ve önemli olduğu ve yetkilerle donatıldığı gerçeği ile Kongre’nin Amerikan seçmenleri adına yasa yapma yetkisinin olduğu gerçeği arasındaki uyuşmazlıktır yani güçler mücadelesi ya da rekabetidir.

İkincisi, başkanın savaş-barış konusundaki hakim konumu ve gücüdür. Snow ve Brown (1994; 160), ABD’nin kuruluşundan 1990’lara kadar toplam 200 üzerinde savaşa dahil olduğunu, bunlardan sadece beş tanesinin (1812 İngiltere Savaşı, Meksika Savaşı, Amerika-İspanya Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı) Kongre’nin savaş ilanı ile diğerlerinin ise başkanın kararı ile yapıldığını belirtiyor. Başkanın böylesi bir güç ve yetkiye sahip olmasının nedeni, kısmen devlet içindeki konumundan kısmen de uluslararası konjonktür içinde ABD çıkarlarına uygun hareket etmiş olmasından kaynaklanmıştır. Bu durum özellikle soğuk savaş döneminde çok belirgindi. Ancak soğuk savaş döneminde ABD’nin ilk büyük trajedisi olan Vietnam Savaşı, başkanın bu yetkisini kısıtlama ihtiyacı doğurmuştur.

Dolayısıyla Savaş Yetkileri Yasası’nın üçüncü nedeni, Vietnam Savaşı mağlubiyetidir. Aslında Başkan Johnson’un Vietnam’a asker göndermesi ve savaşa dahil olması, Kongre tarafından da onaylanmıştı. Kongre’nin Ağustos 1964 tarihli Tonkin Körfezi Kararı, Başkan Johnson’un Vietnam’daki yüksek sayıda ve yoğunlukta askeri operasyonlarını neredeyse oybirliği ile onaylamıştı. Bu onay, Başkana verilen ‘açık çek’ olarak görülmüştü. Ancak Johnson ve ardında Nixon yönetimlerinin Vietnam’da bir başarı sağlayamaması, Kongre’yi başkanın yetkilerini kısıtlama yönünde adım atmaya ikna etmişti.

Dördüncüsü, ABD politika yapım özelliğinden kaynaklanan nedenlerdi. Soğuk savaş boyunca, genel olarak dış politika konularında partiler üstü (bipartizanship) bir anlayış vardı. Yani dış politika söz konusu olduğunda Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, Kongre’de ve Başkanlıkta konsensüs içinde oldu. Bu konsensüs 1970’lerde değişmeye ve dış politikanın yapımı ve içeriği konusunda partiler arasında farklılıklar doğmaya

başladı. Bu farklılık öylesi bir noktaya geldi ki Nixon Yönetimi meşhur Watergate Skandalı olarak bilinen bir komplo ile karşılaşınca Kongre’deki Demokratlar, Cumhuriyetçi Nixon’a karşı daha sıkı tedbirler almaya karar verdi.

Savaş Yetileri Yasası, Nixon Yönetimi ve diğer başkanlar tarafından hoş karşılanmamış ve uygun bulunmamıştır. Her ne kadar başkanlar bu yasayı beğenemeseler de uymak zorunda oldukları için, asker gönderme ve savaşa dahil olma durumlarında Kongre ile ‘danışma, rapor verme ve durdurma’ sorumluluklarını yerine getirmek için işlemler yapmışlardır. Savaş Yetkileri Yasası, başkanın savaş ve askerî gücünü önemli ölçüde ‘denetim’ altına almıştır. Ancak bu demek değildir ki, başkanlar tamamen Kongre’nin denetimine uygun hareket etmişlerdir. Bilakis, başkanlar yasanın içindeki muğlak noktaları kullanarak Kongre’den bağımsız bir şekilde hareket etmeye devam etmişlerdir. Örneğin, ‘danışma’ şartı ‘onay’ anlamına gelmediği için başkanlar askerleri çatışmaya göndermeden önce Kongre ile görüşmüşler, bir konsensüs sağlamışlar ve savaş dahil olmuşlardır.

Sonuç olarak, Savaş Yetkileri Yasası, Başkanın/Yürütmenin savaş ve çatışmaya dönük politikasında mutlak ve tam olmasa da, kısmen sınırlama ve kontrol sağlamıştır.

Kongre’nin başkan ve Yürütme üzerinde mutlak bir denetleme ve dengeleme sağlayamamasının nedenleri, sadece başkanın çok güçlü olmasından değil, kısmen de Kongre’nin kendi yapısındaki sorunlardan kaynaklanıyor. Snow ve Brown’a göre, Kongre’nin dış politikada etkin olamamasının üç nedeni vardır:

•          Kongre’nin ‘dar görüşlü’ olması, yani Kongre üyelerinin dış politikaya kendi iç politika ve hatta seçim bölgelerinin kaygıları veya tercihlerinin etkisi altında bakmaları ve davranmaları

•          Kongre’nin örgütsel zayıflığı (Tek sese karşılık 535 ses)

•          Kongrenin dış politikada yürütme kadar uzmana sahip olmaması.

ABD DIŞ POLİTİKASI YAKLAŞIMLARI

Devlet Kültür ve Dış Politika

Her devletin dış politikasında öncelikle ilgili devletin ait olduğu sosyal-siyasal kültür ve benzeri içsel faktörlerin etkisi vardır. Uluslararası İlişkiler teorilerinden biri olan İnşacılık’ın (Konstrüktivizm) belirttiği gibi, dış politika bir sosyal inşa sürecinde oluşur ve sosyal değerler üzerinde yükselir. Elbette dış politikanın sınırlar dışından/uluslararası sistemden kaynaklanan girdileri, kaynakları veya etkileyicileri de vardır ancak bu dışsal faktörler bile dış politikaya siyasal kültür kodları ve anlayışları aracılığıyla yansır. Zira uluslararası/dışsal faktörler, aynı uluslararası sistem içinde bulunan devletler için aynı dış politika çıktıları üretmez/doğurmaz; ulusal, toplumsal-siyasal-kültürel yapılarına bağlı olarak farklı dış politika tercihleri veya davranışları ortaya çıkarır.

Bu durum, özellikle büyük ve süper devletler için daha çok geçerlidir. Zira büyük ve süper güçlerin dış politikaları büyük oranda kendi sosyal-siyasal kültürlerine dayanarak oluşur ya da tersinden belirtirsek büyük ve süper güçlerin toplumsal-siyasal kültürleri kendi dış politikalarında daha çok belirgin ve etkindir. Çünkü uluslararası/dış faktörlerin büyük devletler üzerindeki etkisi ve rolü, küçük ve orta büyüklükteki devletlere göre nispeten daha azdır veya kontrol edilebilir. Daha açık bir ifadeyle, büyük güçler dış etkilerden daha az etkilenir ve dolayısıyla kendi kültürlerine uygun bir dış politika uygulamakta daha başarılı olur. İşte bu nedenledir ki, büyük devletlerin kültürlerini yansıtan dış politikalar, dünyayı daha çok şekillendirebilmekte veya etkisi altına alabilmektedir. ABD’nin ve genel olarak Batılı büyük devletlerin (İngiltere, Fransa, Almaya gibi) sahip olduğu toplumsal, siyasal ve hatta geleneksel kültürlerinin kendileri dışındaki bölgelere yayılması bununla ilgilidir. Daha somut belirtirsek demokrasi, piyasa ekonomisi, kapitalizm, liberalizm ve diğer değerler, ABD ve Avrupa ülkelerinin sahip olduğu kültürel özellikler olup bu ülkelerin dış politikaları aracılığıyla diğer ülkelere yayılmıştır. Ama bu değerler elbette ki her ülkede aynı uygulamalar ve sonuçlar doğurmamaktadır çünkü diğer ülkeler söz konusu değerleri kendi kültürel özelliklerine uydurarak kabul etmekte ve uygulamaktadır. Dolayısıyla, diğer ülkelerin bu Batılı değerlere ve dış politikalara tepkisi de ilgili ülkenin kendi kültürel özelliklerine göre şekillenmektedir.

Bu nedenle, ABD dış politikasının hem içeriğinin hem de uygulamasının Amerikan kültürel kodlarına dayandığı söylenebilir. ABD kültürü ise kısmen ABD’nin tarihsel tecrübesinden kısmen de değerlerinden ve inançlarından oluşur. Bu bölümde, ABD dış politikasının dayandığı kültürün özelliklerine, yani ABD’nin toplumsal ve siyasal özelliklerine, inançlarına, değerlerine, anlayışlarına ve bunların ürettiği dış politika ilkelerine ve en nihayetinde politika ve teorilerine yoğunlaşılacaktır.

ABD Dış Politikasının Kültürel Temelleri

ABD’de hakim olan sistem, Avrupalıların ama özellikle İngiltere ve Fransa’nın etkisi altında, Avrupa modernizminin bir ürünü olarak, kısmen Avrupa’nın sorunlarından kaçan kısmen de daha iyi bir dünya kurma arayışı içinde olan göçmenlerin kurduğu sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel bir sistemdir. Bu göçmenlerin çoğu Anglo-Sakson (İngiliz-İskoç) orijinli olmasına rağmen, içinde Almanların, Fransızların, İspanyolların, İtalyanların ve diğer Avrupalıların da olduğu biliniyor. ABD’nin toplumsal kompozisyonunda Amerikalı yerli halkların varlığı da sınırlı bir etkiye sahiptir. ABD’ye göç eden Avrupalıların amaçları ve gelenekleri daha üstün ve hakim olmuştur. Avrupalı göçmenlerin Amerika kıtasına göç etmelerinin ekonomik, siyasi, dini, kültürel, bireysel ve diğer pek çok amaçları olsa da hepsinin ortak amacı, Avrupa tecrübesine dayanan, ancak kendilerine özgü, ‘yeni ve farklı’ bir dünya veya ülke kurmaktı. Bu amacın ürünü Amerika Birleşik Devletleri (ABD) oldu. Bu özgün kültürün en çok yansıdığı alanlardan biri, ABD dış politikası olmuştur. Bu yansımayı hem ABD dış politikasıyla ilgili kavram ve teorilerde hem de ABD dış bağımsızlığını kazanması arkasından da Avrupa devletlerinden farklı ve ilk olma özelliğine sahip bir anayasa ile federal devlet kurması, en nihayetinde izleyen yüzyıl içinde askeriye, ekonomi, sanayi, teknoloji, sanat, edebiyat ve diğer alanlarda çok önemli başarılar elde etmesi hem Amerikalıların kendilerine özgüvenini artırmış hem de kendilerini diğerlerinden daha ‘başarılı’ bir aktör olarak görmelerine yol açmıştır. Amerikalıların, kısa bir sürede hızla ilerlemesi ve büyük bir güç haline gelmesi, ABD’yi dünyada daha çok rol oynaması yönünde motive etmiştir. Amerikan başarıları Amerikan dış politika kültürüne de yansımıştır. Amerikan savaşçılığı ve ilerlemeciliği büyük bir özgüven doğurmuştur.

Bu özgüven, Amerikan İstisnacılığı (Amerikan Exceptionalizm) şeklinde ifade edilen bir bilincin, yani Amerikalıların diğer uluslardan ve ülkelerden farklı ve ayrıcalıklı oldukları inancının ya da algısının doğmasına yol açmıştır. Bu algılamanın, Amerikan toplumunun sahip olduğu kısmen Avrupa kaynaklı ama daha çok yeni bir ülkede (coğrafyada) yeni bir devlet/aktör olarak geliştirdikleri düşüncelere dayandığını söyleyebiliriz. Bu düşüncelerin başında Amerikan liberalizmi gelir. Her ne kadar liberalizmin kökenleri İngiltere’ye ve Anglo-Sakron değerlere dayansa da, liberalizm, ABD’nin oluşumunda ve gelişiminde Amerika’ya özgün bir nitelik kazanmış ve çok daha etkili hâle gelmiştir. Liberalizmin temel değerleri, Amerika’nın hem iç politikasında hem de dış politikasında yeni formlar  ve  özellikler  kazanmıştır.  Liberalizmin bireyselcilik, özgürlük, ekonomik girişimcilik, piyasa ekonomisi, sosyo-kültürel çeşitlilik, siyasal çoğulculuk, demokratik katılım, hukuka bağlılık gibi özellikleri ABD uygulamasında daha belirgin, etkin ve güçlü hâle gelmiştir. Bunun görüldüğü ilk ve en önemli yer, ABD kuruluş felsefesinin temeli olan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve ABD Anayasası’dır. John Locke gibi İngiliz liberal filozofların düşüncelerinden esinlenerek yazılan Bağımsızlık Bildirgesi ve Anayasa, ABD’nin hem İngiltere’den bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini şekillendirmiş hem de ABD sisteminde çok milletli, çok kültürlü, çok dilli ve demokratik bir toplumsal ve siyasal düzenin kurulmasını sağlamıştır. ABD hem diğer devletlere dönük olarak hem de uluslararası sistemde yeni bir düzen kurulması sürecinde liberal değerleri savunmuş ve uygulamaya çalışmıştır

Amerikan kültürünün özgün temelleri arasında dindarlık önemli bir yer tutar. Bu durumda Püritenlerin etkisi büyüktür. Püritenizm: 16.-17. Yüzyıllarda İngiltere’de Kraliçe Elizabeth’in Kilise reformuna karşı çıkan bir Protestanlık koludur. Dini ibadet ve düşüncenin ‘saf olmasını’, yani Kilise şekilselciliği yerine bireysel özcülüğe önem verilmesini savunur. Kilise’yi ve onu kontrol eden kraliçe veya kralı eleştirmişlerdir. Bu muhalefetleri nedeniyle Püriten Hıristiyanlar İngiltere’de baskı görmüş ve cezalandırılmışlardır. Bu baskıdan kaçan Püritenler, Amerika’ya göç etmişler ve ABD’nin kuruluş sürecinde önemli bir rol oynamışlardır. Püritenizm, ayrıca dindarların ekonomik faaliyete önem vermesini önerir ve kâr-zenginlik ile dini bağdaştırır. Bu yönüyle Amerikan kapitalizminin ve liberalizminin doğuşunda etkili olmuştur.

Amerikan liberal değerleri ile Amerikan dinî inancını uzlaştıran Amerikan İtikadı (American Creed) kavramını ayrıca açıklamak gerekir. Buna göre, ABD’nin bireysellik, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve piyasa ekonomisi gibi değerleri, ABD’nin ulusal kimliğini ve itikadını oluşturan unsurlardır.

Amerikan İtikadı’nın ortaya çıkardığı önemli bir anlayış, ABD’nin güçlenmeye başladığı 19. yüzyılda ortaya çıkan Kutsal Misyon (Manifest Destiny)’dur. Bu görüşe göre, 13 koloniden kurulmuş olan ABD’nin burada sınırlı kalmayıp Amerika kıtasında yayılması onun ‘kutsal’ bir görevidir. ABD bulunduğu kıtada doğal yayılma hakkına sahiptir, Tanrı’nın bahşettiği bu hakkı, onun elinden almak Tanrı’ya isyan etmek demektir. Kutsal Misyon anlayışı, ilerleyen yıllarda ve özellikle 20. yüzyılda ABD’nin dünyanın diğer bölgelerini özgürleştirmesi için görevlendirildiği inancını doğurmuş ve bir anlamda ABD yayılmacılığının temelini oluşturmuştur

ABD iç ve dış politikasında dinin etkisiyle ilgili bir örnek, Başkan George W.Bush’un (2001-2009) 11 Eylül saldırıları sonrasında izlediği ‘teröre karşı savaş’ politikasını dinî söylemlerle desteklemiş olmasıdır. Bush, Evanjelik kilisenin etkisi altındadır. Evanjelizm: İsa- Mesih inancı ve İncil’in, yani Hıristiyanlığın, Hıristiyan olmayanlara ve özellikle tüm dünyaya yayılması gerektiğine inanan ve bu amaçla faaliyetler yapan bir Protestanlık mezhebidir. Dolayısıyla Evanjelizm’de misyonerlik çok önemlidir. Bu nedenle Evanjelikler, Hıristiyanlığın yayılması için çok değişik yöntemler ve

araçlar kullanırlar. Son dönemde en çok kullandıkları araçlar arasında medya kanalları (uydulardaki televizyonlar, Internet, kitaplar, çok geniş katılımlı konferanslar, vb.) yer almaktadır. Bush ‘teröre karşı savaş’ stratejisini “haçlı seferi (crusade)” olarak tanımlamış ve kendisinin Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanmıştır. Bush, kamuoyuna yaptığı birçok konuşmasında İncil’den ayetler okuyarak, ABD’nin dış politikasında dinin rolünü vurgulamıştır. Bu durum ABD dış politikasında dinin en azından bazı dönemlerde çok belirgin rol oynadığını göstermektedir. ABD siyasilerinin ve bürokratlarının misyonerlik gibi bir faaliyet ve görevleri olmasa da en azından Amerikan misyonerlerinin çalışmalarını özgürce yapabilmeleri konusunda destekleyici politikalar izlediklerini söyleyebiliriz. ABD’nin dinî özgürlüklere verdiği önem, aynı zamanda anti-demokratik yönetimlerin olduğu ülkelere dönük dış politikasına yansır. Bu bağlamda önemli bir ABD dış politika aracı, her sene yayınladığı Uluslararası Dini Özgürlükler Raporları’dır. Hangi ülkede ne kadar dinî özgürlüğün olduğunu veya sınırlandığını ortaya koymak üzere yayınlanan bu raporlar, ABD’nin dış politikasında dinî hassasiyetin önemini göstermektedir. Amerikan kültürünün, siyasi kurumlarının ve düzeninin oluşumunda jeopolitikanın etkisini göz ardı etmemek gerekir. Amerikan  coğrafyasının  Atlantik  ve  Pasifik Okyanuslarıyla dünyanın büyük bir kısmından izole ve çok geniş bir ülke olması Amerikalıların hem kendi hayatlarını hem de dünyaya bakışlarını etkilemiştir. Bu coğrafya, öncelikle Amerikan vatandaşlarının geniş arazilerde çiftlikler kurarak Avrupalılara göre birbirinden nispeten daha ayrı ve bağımsız yaşamasına imkan tanımıştır. Geniş çiftlikler üzerinde saray gibi villalar, hızla artan üretim ve sanayileşme, mükemmel altyapı, fiziksel, sosyal ve kültürel gelişmişlik düzeyi Amerikan vatandaşlarının hayatını kolaylaştırdıkça Amerikan toplumunda bireyselciliği artırmıştır. Amerikan bireyselciliği ve kapitalizmi, Amerikan toplumunun diğer toplumlardan ve hatta Avrupa’dan daha üstün ve ayrıcalıklı olduğu hissini kuvvetlendirmiştir. ABD’nin coğrafi özelliğinin üçüncü yönü, Snow ve Brown’un belirttiği ‘tarih (-i düşmanlık) yokluğu- ahistoricism’ nedeniyle tarihi düşmanlarının ve düşmanlıklarının olmamasıdır. ABD’nin kozmopolit bir toplum olması, onun ‘uluslararası’ ilişkilere bakışını etkilemiştir. . ABD’nin dünyaya kendi penceresinden bakması ve kendisi gibi olmayanları kendisine benzetebileceği inancı, ABD dış politikasının yayılmacı, dönüştürücü ve düzenleyici olmasına yol açmış ama bu durum bazen de ABD açısından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bunun en önemli iki örneği, 1960’larda Vietnam işgali ve 1990- 2000’lerde Irak ve Afganistan işgallerinin olumsuz sonuçlarıdır. Amerikalılar, iyinin yanında kötünün de olduğunun, özellikle uluslararası sistemde iyi devlet-kötü devlet ayırımının farkındadırlar ve inandıkları değerler çerçevesinde ‘iyi devletlerden yana’, ‘kötü devletlere karşı’ olmak isterler. İyi-kötü ayırımının ölçüsü, ABD değerlerine ve ilkelerine uygun olup olmamaktır. Yani liberal, demokratik, kapitalist ve iş birliği yanlısı devletler ‘iyidir’, böyle olmayanlar ise uygulamada değilse bile potansiyel olarak ‘kötüdür’.

ABD Dış Politikası İlkeleri ve İkilemleri

Her devlet gibi ABD’nin de dış politikasının temel hedefi, ABD’nin çıkarlarını elde etmek, geliştirmek ve genel olarak güçlendirmektir. ABD’nin hem toplumsal kültüründen kaynaklanan hem de çıkarlarını gerçekleştirme yöntemi olarak geliştirdiği bir dizi ilkeler bulunmaktadır. ABD dış politikasına kılavuzluk eden bu ilkeleri, uygulamada görüldüğü şekliyle şu şekilde sıralayabiliriz: Yalnızcılık (Isolationism), Moralizm (Moralism), Yayılmacılık (Expansionism)/Angajman (Engagement), Çıkarcılık (Egoism), Pragmatizm (Pragmatism), Çoktaraflılık (Multilateralism), Tektaraflılık (Unilateralism). Bu ilkeler, ABD dış politikasının her zaman ve her şartta geçerli kılavuzları değil, farklı zamanlarda farklı şekillerde kullanılan değişkenlerdir. Çünkü bu ilkeler, aslında çoğu zaman birbiriyle çelişir veya çatışır. Bu ilkeler birbiriyle rekabet veya tezat içinde olduğu için sürekli ikilemler ortaya çıkarmıştır. Aşağıda liste halinde bazı ikilemlerin açıklamaları  verilecektir:

•          ABD dış politikası yalnızcılık ve yayılmacılık/angajman arasında gidip gelmiştir. Bunun temel nedeni, ABD’nin, kendi çıkar algılamalarına veya değerlendirmelerine göre pozisyon değiştirerek hareket etmiş olmasıdır. ABD, çıkarlarını gerçekleştirmek için, gerektiğinde yalnızcılık ilkesine göre hareket etmiş, gerektiğinde de dünyaya angaje olmuş, yayılmıştır. Bu iki ilke karşılaştırıldığında yayılmacılık ilkesinin daha baskın ve yaygın olduğu görülür. Özellikle soğuk savaş dönemi ABD başkanları, yayılmacılık ilkesine öncelik vermiştir.

•          ABD çıkarlarının gerçekleşmesinde moral ya da etik değerlerin rolü var mıdır, varsa ne kadar olmalıdır? Bu tartışma ABD’nin kuruluşundan beri devam etmektedir. Aslında ABD değerlerinin dünyaya yayılması konusunda Amerikalılar arasında her zaman konsensüs olmuştur ancak bu sürecin nasıl gerçekleşeceği, ne pahaya yapılacağı ve ülkenin reel çıkarlarıyla örtüşüp örtüşmediği konusunda her zaman uzlaşma yoktur. İdealistler ABD’nin barış, refah, özgürlük, düzen, istikrar gibi değerleri yaymak için çalışması gerektiğini savunurken realistler savaş, çatışma, güvenlik ve güç mücadelesi gibi gerçeklerin daima göz önünde bulundurulması, değerleri yaymak uğruna çıkarların feda edilmemesi gerektiğini savunurlar.

•          ABD toplumsal değerlerinin bir yönü de pragmatizmdir. Pragmatizm, ABD’de yaygınlaşmış olan bir yaklaşım olup ideal düşünce ile pratik eylemin fayda kriterine göre

değerlendirilmesi anlamına gelmektedir. Yani, bir düşünce ancak yararlı/faydalı bir sonuç doğuracaksa iyidir ve eyleme dönüşmelidir. ABD dış politikasının ‘tutarlı’ değil ‘pragmatist’ olduğuna ilişkin pek çok örnek gösterilebilir. 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgalini durdurmak için gayet ‘idealist ve moralist’ bir politika uygulayan (eylemler yapan) ABD’nin, İsrail’in Filistin ve Arap topraklarını ve Sırbistan’ın Bosna-Hersek topraklarını işgaline sessiz kalması, ABD dış politikasının pragmatik özelliğini ortaya koyan anlamlı örneklerdir.

•          ABD, dış politika amaçlarına ulaşmak için uluslararası aktörlerle iş birliği ya da koordinasyon yapmalı mıdır? ABD, çıkarlarını tek başına yani tektaraflı olarak mı, yoksa diğer aktörlerle iş birliği ile yani çoktaraflı olarak mı daha iyi gerçekleştirebilir? Bu sorular ABD dış politika yapımında sürekli gündemde olagelmiştir. ABD dış politika tarihinin gelişimine baktığımızda, uluslararası sisteme angaje olması ya da yayılmacılık durumunda genelde çok taraflılığı tercih ettiğini söyleyebiliriz.

•          ABD dış politikasını yönlendiren ve birbiriyle çelişki ve çatışma içinde olan üç ilke daha bulunmaktadır. ABD’nin temel hedeflerinden birinin, özgürlük ve demokrasinin yaygınlaştırılması olduğunu vurgulamıştık. Ancak gerek uygulama gerekse anlayış olarak, ABD’nin her zaman bu ideal-liberal değerlere önem verdiği iddia edilemez. Bilakis, bu değerlerin ABD çıkarları ile çelişmesi durumlarında, ABD’nin statükoyu tercih ettiği ya da emperyalizme yöneldiği görülür. Burada statükoculuk, mevcut durumun ve dengelerin korunması yani değişmemesi anlamına gelir. ABD kendi çıkarları veya uluslararası dengelerin gerektirdiği durumlarda özgürlük ve demokrasi yönünde değişimi değil statükonun devamını savunmuştur.

ABD Dış Politikası Teorileri

ABD dış politikasını şekillendiren veya yönlendiren, daha önce belirtilen tüm unsurların çerçevesi niteliğinde teoriler vardır. Bunlardan biri siyasal realizmdir. Siyasal realizmin Morgenthau tarafından ortaya koyulan 6 ilkesi aşağıda sıralanmıştır:

1-         iyaset ve genel olarak toplum, kökleri insan doğasında yerleşik olan objektif kanunlar tarafından yönetilir. İnsan doğası kötüdür, diğer insanları kontrol etmek ister ve bu durum çağlar boyunca değişmemiştir. Dolayısıyla, siyaset bu insan doğası çerçevesinde analiz edilebilir.

2-         iyasal Realizm’in en önemli mihenk taşı, devlet, güç ve çıkar kavramlarıdır. İyi bir dış politika faydayı artırır ve riski  azaltır.  Dış  politika,  devlet  adamının  ideolojisine veya güdülerine dayanamaz, ulusal çıkarlara ve güce dayanır. Güç ise insanın insan üzerindeki kontrolüdür.

3-         Güç ve çıkar, her ne kadar evrensel geçerliği olan objektif doğrular olsa da anlamları farklı yorumlanabilir. Dış politikanın yapıldığı kültürel ve siyasal şartlara bağlı olarak değişkenlik gösterir.

4-         iyasal Realizm, dış politikanın moral-ahlaki boyutunu kabul eder ancak bunun zaman ve şartlara bağlı olduğunu, soyut evrensel hâliyle devletin davranışlarına uygulanamayacağını savunur. Devletin varlığını korumak, moral ahlaki değerleri savunmaktan daha önemlidir.

5-         Evrensel moral kanunlar, her bir ulusun moral değerleri için farklıdır.

6-         Siyasal Realizm ile diğer konular (ekonomi, din, vd.) arasında derin ve ciddi fark vardır. Siyasal Realizm, diğerlerinden daha özgün ve üstün bir özelliğe sahiptir.

Önleyici darbe/savaş da siyasal realizmin unsurlarından biridir. Bush Doktrini olarak da bilinen bu stratejiye göre, ABD, kendine potansiyel tehdit olarak gördüğü bir ülkeden gelebilecek potansiyel bir tehlikeyi önlemek için henüz saldırı olmadan önce tehdit oluşturan ülkeye önleyici saldırıda bulunabilecek ya da savaş açabilecektir. ABD, Irak’ı bu anlayışa dayanarak işgal etti.

Bir diğer teori idealizmdir. Her ne kadar idealist teorinin ortaya çıkışı I. Dünya Savaşı’ndan sonra Başkan Wilson’un geliştirdiği 14 İlke’ye ve dış politikaya dayansa da İdealizmin özünde esasen Liberalizm vardır. Yani İdealizm ve Liberalizm aslında aynı felsefeye dayanmaktadır. ABD’nin veya genel olarak liberal-idealist dış politikanın hedefi, 20. yüzyıl tecrübesinde de görüldüğü gibi, temel olarak şu ilkeler üzerine dayanmıştır:

1.         İnsan doğası temelde iyidir, insanlar birbiriyle yardımlaşmayı ve iş birliğini tercih eder, çatışmayı değil.

2.         Savaşlar, insan doğasının değil, yanlış kurum ve kuralların ürünüdür. Dolayısıyla, doğru uluslararası örgütlerin olması durumunda savaş ve çatışmalar önlenebilir.

3.         Uluslararası barışın gelişmesi ve kalıcı hale gelmesi için uluslararası güç dengesi rekabeti yerine uluslararası örgütler ve hukuk içinde hareket edilmesi, uluslararası sorunların diplomasi, müzakere ve diyalog gibi barışçı yöntemlerle çözülmesi, müşterek güvenlik sisteminin geliştirilmesi, uluslararası ekonomik iş birliğinin ve hatta karşılıklı bağımlılığın geliştirilmesi gerekir.

4.         Etik, moralizm ve insani yardım hem iç hem de uluslararası politikada önemlidir.

5.         Uluslararası barış için, devletlerde demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün olması gereklidir.

Liberalizm’in ABD iç ve dış politikasında bir mihenk taşı olduğunu tekrar vurgulamak gerekir. Liberalizm’in ABD dış    politikasına    etkisi,    liberal    değerlerin    dünyaya

yaygınlaştırılması sürecinde görülebilir. Bu bağlamda, bireysel özgürlük, sınırlı devlet, demokratikleşme, kapitalizm, çoğulculuk gibi değerler, ABD’nin dış politika hedefleri haline gelmiştir. Bu değerlerin ABD dış politikasına somut yansımalarını ise şu başlıklar altında özetleyebiliriz:

1.         İnsan hakları ve özgürlüklerin savunuculuğu: Bireyler özgürdür ve doğuş- tan sahip oldukları temel hakları vardır. Bu haklar ve özgürlükler, doğal hukukun ilkeleri çerçevesinde tüm dünyada korunmalı ve geliştirilmelidir. Bunu yapmayan veya ihlal eden ülkelere karşı mücadele edilmelidir.

2.         Demokrasinin yaygınlaştırılması: İnsanların kendi kendini yönetme hakkı olan demokrasi hem tekil bireylerin hem de tüm insanlık aleminin gelişmesi, barış ve istikrarın sağlanabilmesi için en elverişli rejimdir.

3.         Küreselleşmenin gelişmesi: Piyasa ekonomisi ve kapitalist model sadece ülke düzeyinde değil, tüm ‘yer kürede’ yaygınlaşmalıdır. Kısaca küreselleşme olarak isimlendirilen bu süreç ve yapı, dünyada refah ve barışa katkı yapacaktır.

4.         Neoliberal dünya sisteminin kurulması: Uluslararası ilişkilerin, demokrasinin, insan haklarının ve küreselleşme sürecinin, yani liberal değerlerin istikrarlı ve doğru bir yönde gelişebilmesi için, dünya çapında kural, kurum ve prosedürlere ihtiyaç vardır. Bu amaçla kurulan uluslararası kuruluş ve kurallar güçlendirilmeli ve geliştirilmelidir.

5.         İnsani müdahalecilik (humanitarian intervention): İnsan haklarını şiddetli bir şekilde ihlal eden ve bunun sonucunda uluslararası güvenlik sorunu yaratan devletlerin ve hükümetlerin içişlerine ‘tamamen insan haklarını korumak amacıyla’ müdahale edilebilir.

Yeni muhafazakârlık, ABD’li liberal entelektüellerin öncülüğünde soğuk savaş döneminde etkili olmuş, Sovyetlerle mücadele üzerine yoğunlaşmış olan muhafazakârlık’ın değişik bir formudur. ABD dış politikasında asıl etkili olduğu dönem, Soğuk Savaş sonrasında özellikle (oğul) Başkan George W. Bush dönemidir.

Yeni muhafazakarlık temel olarak Amerika’nın tehlikede olduğu varsayımıyla askeri harcamaların arttırılması ve ordunun aktif biçimde kullanılması gerektiğini savunan bir siyaset teorisidir.

ABD’NİN TRANSATLANTİK POLİTİKASI

Transatlantik İlişkileri Tanımlamak

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Avrupalı müttefikleri arasındaki ilişkiler literatürde transatlantik ilişkiler olarak da adlandırılmıştır ve ilişkilerin ekonomik, kültürel ve güvenlik/dış politika olmak üzere çeşitli boyutları vardır.

Transatlantik ilişkiler hem ABD ile Avrupalı devletler arasındaki ikili ilişkileri hem de ABD ile Avrupalı devletlerin kurdukları uluslararası örgütler arasındaki ilişkileri kapsamaktadır. ABD’nin transatlantik ilişkilerinin en önemli zemininin NATO olduğu konusundaki ısrarı NATO’nun öncelikli konumunu pekiştirmektedir. Transatlantik ilişkilerinin sağlamlığı, ABD ve Avrupa kıtasındaki müttefikleri arasında ortak bir Batı cemiyetinin var olduğu yönündeki algıyı kuvvetlendirilecektir.

Ekonomik açıdan bakıldığında ABD ve Avrupalı müttefikleri birbirlerinin en büyük ticaret ortaklarıdır. Her iki taraf da serbest piyasa ekonomisinin temel prensiplerine inanmakta, açık ticaret anlayışını benimsemekte ve devletin ekonomideki rolünü ekonomik aktörler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesiyle sınırlandırmaktadır.

AB ülkelerinde uygulanan liberal ekonomi modeli, devletin sosyal fonksiyonlarını daha fazla önemsemektedir. ABD’de ise devletin genel  ekonomik işleyişe müdahale etmesi pek olumlu karşılanmamaktadır. Demokrat Başkan Obama’nın uygulamaya çalıştığı ekonomik program ABD’yi Avrupa’ya yakınlaştırmıştır.

Sosyal ve kültürel ilişkiler alanındaki etkileşimler ABD ile Avrupa’nın ilişkilerini farklı bir güç katmaktadır. ABD’yi kurunlar Avrupa’dan gelen göçmenler olmuştur. Ortak dil, kültür ve din anlayışı ABD ile Avrupa ilişkilerini çok etkilemiştir.

ABD ile Avrupa’nın ortak geçmişi olması rağmen Avrupalılar kendi kültürlerinin daha sağlam temellere dayandığını düşünmektedirler ve kendilerini Amerikalılara göre daha entelektüel olarak görmektedirler. Buna karşın Amerikalılar kendilerinin daha eşitlikçi ve katılımcı bir toplum olduğunu savunmakta ve farklı etnik kökenlerden gelen insanların daha kolay ortak bir kimliği benimseyebildiklerini iddia etmektedirler. Çok kültürlü toplum yapısı Amerika’da Avrupa’ya nazaran başarılı bir şekilde  uygulanmaktadır.

Amerikan yönetiminde beyaz, Angola-Saxon ve Protestan kimselerin bulunduğu dönemlerde ABD ile Avrupa ilişkileri hep iyi olmuştur.

Soğuk savaş sonrasında Amerika içerisindeki toplumsal kimlik yapısının değişmesi ile birlikte Transatlantik ilişkilerde var olan ortak kader duygusunda zayıflama meydana getirmiştir.

Soğuk Savaş Döneminde ABD’nin Transatlantik Politikası

Batı Avrupalı devletlerin küresel güçlerindeki azalmaya rağmen ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki ideolojik ve askerî mücadelenin kazanılmasında Batı Avrupalı devletlerin konumu her zaman önemli olmuştur. ABD’nin Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan tehditlerle mücadelesinde Avrupa kıtası en önemli jeopolitik rekabet alanına dönüşmüştür. Batı Avrupalı müttefikler, güvenlik ve dış politika çıkarlarını ve bunları elde etmek için kullanacakları araçları ABD’nin onayı ve desteği olmadan kararlaştıramamışlardır.

Soğuk Savaş boyunca ABD’nin Avrupa kıtasında takip ettiği en temel dış ve güvenlik politikası, hâkimiyet ve hegemonya kurma politikasıdır. Batı Avrupa’nın siyasi kaderini ABD’nin belirlemesi anlayışına dayanan bu politika, zaman zaman ABD ile batı Avrupa’daki müttefiklerini karşı karşıya getirmiştir.

NATO’nun varlığı bir yandan ABD’nin Avrupalı müttefiklerinin güvenliğine yaptığı katkıyı sembolize ederken diğer yandan da ABD’nin Avrupa’daki askerî varlığını ve hegemonyasını kolaylaştırmış ve meşrulaştırmıştır.

İngiltere ve Fransa’nın Avrupa Birliği’ni ABD ve Sovyetler Birliği’nin dışında üçüncü küresel güce dönüştürememeleri, NATO’nun hakim konumunu pekiştirmiştir. ABD, NATO içindeki toplam askerî harcamaların yarısından fazlasını tek başına yapmıştır.

ABD’nin takip ettiği ikinci en önemli strateji, Batı Avrupalı müttefiklerin arasındaki ekonomik bütünleşme çabalarını desteklemek olmuştur. Avrupa Birliği’nin kurulmasında ve Almanya ile Fransa arasındaki ilişkilerin karşılıklı ekonomik bağımlılık temelinde yürütülmesinde ABD’nin verdiği güçlü destek ve NATO’nun Avrupalı üyelerine sunduğu güvenlik garantisi etkili olmuştur. NATO sayesinde Batı Almanya Batı Avrupa kurumlarına başarılı bir şekilde entegre edilmiştir.

ABD Batı Avrupalı ülkelere ciddi kaynak aktarımında bulunmuştur ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi örgütler kurulmasına yardımcı olmuştur.

ABD, Soğuk Savaş sırasında transatlantik ilişkilerdeki liderlik konumu kaybetmek istememiştir. Bunu aşındırabilecek Avrupalı çabalara hep kuşkuyla yaklaşmıştır. Bir yandan NATO’nun komuta ve kontrolünün kendisinde olmasını isterken diğer yandan da NATO’nun stratejilerinin belirlenmesinde son sözü kendisi söylemek istemiştir.

NATO, Avrupa Birliği ve Türkiye

Türkiye’nin Kore Savaşına asker yollaması kendi güvenliğini yakından ilgilendirmese de Türkiye’nin kendi güvenlik çıkarlarını Batı’nın güvenlik çıkarlarından ayrı tanımlamadığını göstermiştir. Bu olay Türkiye’nin NATO üyeliğini hızlandıran bir gelişmedir. Türkiye’nin NATO üyesi olmak istemesinde hem güvenlik çıkarları hem de batı yanlısı kimlik algılamaları belirleyici olmuştur.

ABD Türkiye’yi NATO içinde değerli gördüğü gibi aynı zamanda Türkiye’nin diğer Batılı kurumlara entegrasyonunu da desteklemiştir. Bu bağlamda ABD’nin, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine verdiği destek önemlidir. Jeopolitik konumu ve askerî kapasitesi Türkiye’yi ABD’nin gözünde değerli kılan en önemli sebeplerdir.

ABD Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini kendi güvenlik çıkarları adına desteklerken, Avrupalı müttefikler ABD’nin bu politikasına genelde tepkiyle yaklaşmışlardır.

Türkiye ile AB arasındaki güvenlik ilişkisi, AB ile NATO arasındaki ilişkiyi yakından etkilemektedir. Avrupa Birliği’nin kendisine ait güvenlik kurumları ve yetenekleri oluşturmak istemesi, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde kriz doğurmuştur. Türkiye, Avrupa kıtasının güvenliğinin sağlanmasında NATO’nun öncelikli  konumunun korunmasını istemiş ve Avrupalı müttefiklerin askerî imkân ve yeteneklerini NATO içinde geliştirmelerini arzu etmiştir.

1994 yılında kurulan Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği teşkilatı NATO’nun müdahil olmak istemediği durumlarda askeri operasyonlar düzenlemesini amaçlanmıştır. Türkiye’nin bu teşkilata katılması büyük bir sorun oluşturmuş ve NATO ve AB arasında yapılan anlaşma ile çözülmüştür. Bu anlaşmaya göre, Türkiye’nin, AB’nin NATO’nun askerî imkânlarını kullanarak yapacağı askerî operasyonlara katılımı Türkiye’nin isteğine bağlı olurken AB’nin kendi imkânlarına dayanarak yapacağı operasyonlara katılımı AB’nin davetiyle mümkün olabilecekti.

Türkiye’nin 2002 yılından bu yana dillendirdiği en temel görüşlerden birisi Güney Kıbrıs’ın hiçbir şekilde NATO ve AB arasındaki resmî toplantılara, konu ne olursa olsun, katılmamasıdır.

1990’lı Yıllarda ABD Dış Politikasında Transatlantik İlişkiler

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ABD ile Avrupalı müttefiklerini karşı karşıya getiren gelişmelerin sayısında bir artış olduğu gibi, iki taraf arasındaki ilişkilerin niteliğinde de yapısal değişiklikler ortaya çıkmıştır.

Sovyetler Birliği’nden gelen geleneksel tehdit algısı değişmesi NATO daha çok küresel düzeyde hareket etmeye başlayan bir müşterek güvenlik örgütüne dönüşmesine neden olmuştur. Bunun dışında ittifak, Ukrayna gibi üçüncü ülkelerle stratejik ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. NATO’nun, Akdeniz Diyaloğu ve İstanbul inisiyatifi çerçevesinde, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu bölgelerinin güvenliğindeki rolü ve katkısı kurumsallaşmaya başlamıştır. Küresel ölçekte bakıldığı zaman NATO özellikle Uzak Doğu Asya’da bulunan ve

demokrasi ile yönetilen Avusturalya, Güney Kore, Yeni Zelanda ve Japonya gibi ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. İttifakın hayatta kalmak adına yaşadığı dönüşüm süreci ve edindiği yeni misyonlar, Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemde müttefiklerin farklı tehdit algılamalarına ve stratejik vizyonlara sahip olmasına neden olmuştur.

ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında ittifakın Rusya’ya doğru genişlemesi bağlamında da görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. ABD, Rusya’yı potansiyel bir tehdit olarak görüp Rusya’nın yakın çevresinde Soğuk Savaş zamanındaki gibi nüfuz alanları kurmasını engellemeye çalışırken Avrupalı müttefikler Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası Avrupa güvenlik mimarisinin meşru bir  aktörü olması gerektiğini dile getirmişlerdir

ABD, 1990’lı yıllar boyunca Avrupalı müttefiklerinin NATO’dan bağımsız hareket etmek istemesine genelde olumsuz yaklaşmıştır. NATO’nun 1990’lı yılların başından bu yana yaşamakta olduğu belli başlı siyasi, askerî ve operasyonel dönüşümlerin hepsinin, genelde ABD’nin çıkarları doğrultusunda yaşandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Başkan Bush ve ABD’nin Transatlantik Politikası

Cumhuriyetçi George W. Bush’un ABD başkanı oldugu 2001 yılından kendisinin ikinci başkanlık döneminin ortalarına kadar ABD ile Avrupalı müttefikleri arasındaki ilişkiler olumsuz seyretmiştir. Bu sonucun ortaya çıkmasının en önemli nedeni yeni muhafakarlar olarak bilinen entellektüel çevrenin Bush’un dış politikalarını etkilemesidir. ABD için önemli olan, istekli ülkelerin katılacağı ve ABD’nin liderliğini sorgulamayan liberal uluslararası gönüllüler koalisyonları oluşturmaktır.

ABD ile Avrupalı müttefikleri arasındaki görüş ayrılıkları Afganistan savaşı sırasında da gün yüzüne çıkmıştır. Ayrıca ABD Avrupalı müttefiklerinin düşüncelerini 2003 yılında yaşanan Irak savaşında da dinlememiştir.

ABD, NATO’nun kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmesini ve hizmet etmesini sağlamak amacıyla NATO Dönüşüm Komutanlığını kurmuştur. Bu dönemde Avrupa’da olan NATO üyesi ülkelerde İttifaka olan bağlılıklarında azalma yaşanmıştır.

ABD’nin politikalarının Avrupalı müttefiklerinin gözündeki imajını ne kadar olumsuz etkilediğini gösteren örneklerden bir başkası, Almanya’da yapılan parlamento seçimlerini Sosyal Demokrat lider Schroder’in Amerika karşıtlığı üzerine inşa ettiği seçim kampanyasıyla kazanmasıdır. Bu Almanya tarihinde bir ilktir.

Başkan Obama Döneminde ve ABD’nin Transatlantik İlişkileri

ABD’nin Transatlantik ilişkilere olan bakışı Başkan Bush’un ikinci başkanlık dönemiyle birlikte daha olumlu bir mecraya girmeye başlamıştır. Demokrat Başkan Barack Hussein Obama’nın yönetime gelmesinden sonra bu olumlu gidiş ivme kazanmıştır. Obama’yla birlikte ABD NATO’ya daha fazla önem vermeye başlamıştır.

Obama döneminde NATO’nun kapsayıcı güvenlik anlayışı etrafında dönüşümünü desteklemeye başlamıştır

AB’nin siyası ve askeri olarak ABD’ye rakip olma ihtimali çok düşük olduğundan Obama yönetimi ilişkileri geliştirmeye devam etmiştir. AB’nin 2000’li yaşadığı ekonomik kriz ABD’ye bir kez daha AB’nin kendisine rakip olamayacağını göstermiştir.

Başkan Obama ile birlikte ABD strateji değiştirmiş ve Küresel hâkimiyet fikrinden kıyısal dengeleme stratejisine geçmeye başlamıştır.

ABD dış politikada ilgisini Uzak Doğu’ya kaydırmaya başlamıştır ve bu nedenle Avrupalı müttefiklerinin kendi güvenliklerini sağlaması ve AB’nin güçlenmesi ABD için arzu edilen bir durum haline gelmiştir. Bu nedenlerden dolayı ABD’nin Avrupa’da bulundurduğu asker sayısının fazla olması anlamı yitirmektedir.

ABD’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI

ABD’nin Orta Doğu Politikasının Hedefleri ve Stratejileri

Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Orta Doğu’da birbiriyle örtüşen, çatışan veya tutarsız olan çok yönlü ekonomik, siyasi ve stratejik çıkarlara sahiptir. Ayrıca her türlü Amerikan  çıkarlarının karışımı, zaman  içerisinde, yönetimlerin ve bireysel aktörlerin yaklaşımları çerçevesinde değişmiştir. Amerika’nın başlıca hedefleri aşağıda sıralanmıştır:

•          Sovyet yayılmacılığını sınırlandırmak

•          Orta Doğu petrollerinin dost ülkelerde olmasını sağlamak

•          İsrail’in güvenliğinin sağlanması

•          Enerji güvenliğinin sağlanması

•          Arap ülkeler arasındaki ilişkilerin zayıflatılması

Amerika, 1948-1960 arasındaki yıllarda bölgedeki Arap ülkeleriyle yakın ilişkiler kurmaktaydı ve onları müttefik olarak görmekteydi. 1967 yılına kadar Arap milliyetçiliğine desteklerde bulundu ve 1967 Arap-İsrail savaşından sonra bölgede olarak Hem İsrail hem de Arap devletleriyle ilişkiler sıkı tutuldu.

ABD, 1956 yılındaki Süveyş Krizi’nden itibaren izlediği politikalarla Avrupalıların Orta Doğu’daki etkisini azalttı ve bölgeyi kendisinin belirleyici olduğu bir alan hâline dönüştürdü. Bölge Avrupa Birliği üyelerinin güvenlikleri ve ekonomileri bakımından hayati önem taşıyan bir bölge olmasına rağmen Amerikalılar bölgeye yönelik politikalarında bu ülkelerden fikir ve destek alma yoluna gitmediler. Sovyetler ile Amerika arasında silah satma yarışı ve Arap ülkelerinin kaynaklarını siyasi ve kültürel alanlara yatırmaması bölgeye büyük zararlar vermiştir.

Amerika’nın Orta Doğu politikasında İsrail’in güvenliğine çok büyük önem vermektedir ve bu neden dolayı Filistin sorunun çözümünde inisiyatif almayarak ve duyarsız kalarak sorunun devam etmesinde etkili olmuştur.

Bölgedeki Arap milliyetçiliğini baskı altında tutmak konusunda hiçbir zorluk yaşamayan ABD yönetimi 1979 yılından itibaren radikal İslamcı aktörleri etkisizleştirmeyi bir politika haline getirdi. Bu politikalar İran’ın ılımlaşmasını engellemiştir. Ayrıca bölgede Hamas ve Hizbullah’ın etkinliğinin artmasına neden olmuştur.

ABD’nin Orta Doğu Politikasını Etkileyen Faktörler

ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik politikası üç karar verme düzeyini içermektedir :

•          Küresel

•          Bölgesel

•          Bölge içi

ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik genel politikasının ve bölge içi sorunlara yönelik özel politikalarının belirlenmesinde önemli olan faktörlerin bazıları şunlardır:

•          Başkanın düşünceleri

•          Tavsiye veren kimseler

•          Petrol şirketleri

•          Lobiler

•          Kongre

•          Misyonerler

Amerikan Yahudileri ve onların kurdukları örgütler, bölge içi bir sorun olan Arap-İsrail çatışmasında doğrudan çıkara sahiptirler. Onların politikacılara ve yöneticilere verdiği destek, daha çok Yahudi varlığını sürdürme kaygısıyla ilgili olan dinî ve kültürel kökenlere sahiptir. İsrail yanlısı gruplar Amerikan çıkarlarını gerektiğinde İsrail çıkarları ile paralel bir hale getirmektedirler.

İsrail lobileri Amerikan başkanlık seçimlerinde çok önemli bir etkiye sahiptirler. Bu yüzden başkanlar seçim döneminde destek alabilmek için lobilerin etkisi altında kalarak hareket etmektedirler. Amerikan halkı Yahudi halkının bir devlet kurma fikrine hep sempati ile bakmış ve desteklemiştir. ABD’de bazı din adamları da Yahudilerin devlet kurması savunmaktadır.

Arap ülkeleri de sahip oldukları petrol kaynakları sayesinde Amerika’da para ile lobicilik faaliyetleri yapmaktadırlar ve bazı Amerikalı diplomatlar ile iyi anlaşabilmektedirler. Genel olarak Amerika’nın Orta Doğu politikasının belirlenmesinde İsrail büyük rol oynamaktadır.

ABD’nin Orta Doğu’ya İlgisinin Tarihsel Arka Planı

19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başlarında Amerika doğu halklarına Hristiyanlığı ve uygarlığı götürmeyi amaçlamıştır. Bu faaliyetleri misyoner okulları açarak desteklemiştir.

19. yüzyılın sonralarına doğru ABD’ye yerleşen Yahudiler Amerikan politikalarının oluşmasında etkin olmuşlarıdır. 1917 yılında İngilizlerin yayınlamış olduğu Balfour deklarasyonuna ABD başkanı Wilson onay vermiştir. 1930’lu yıllarda başkan Roosevelt Araplardan para karşılığında toprak alınabileceği fikrini sıcak bakıyordu.

ABD 2. Dünya Savaşından sonra petrolün önemini daha iyi anlamış ve bölgedeki Suudi Arabistan ile iyi ilişkiler kurup petrol akışının devam etmesi konusuna çok önem vermiştir.

ABD’nin Arap-İsrail Çatışmasına Yönelik Tutumu Ve İsrail’le İlişkileri

2. Dünya savaşı sonrasında Amerikan Başkanı Truman Yahudilerin Filistin’e göç etmesini desteklediğini ilan etti ve Yahudi devletinin kurulmasını destekledi. 1947 yılında Birleşmiş  Milletler  İsrail  devletinin  kurulmasını  kabul etmiştir. Başkan Truman İsrail devletinin ABD’ye faydalı olacağını düşünmüştür.

Amerikan yönetimi Orta Doğu bölgesinde milliyetçi devletlerin olmasına sıcak bakıyordu ve böylece Sovyetlerin yayılması politikasının Arap  devletleri tarafından engelleneceğini düşünüyordu. 1950’li yıllarda ABD Arap devletleri iyi ilişkiler kurarak özelikle Mısır ile anlaşma yollarını aramaya başlamıştı. Fakat İsrail lobisini bu durumu değiştirmeyi başarmıştır.

Süveyş kanalının kontrolünü elinden kaybeden İngiliz ve Fransızlar Mısır ‘a askeri operasyon yapmışlardı. ABD ise bu duruma sıcak bakmayıp bu ülkelere karşı petrol ambargosu uygulamaya başladı ve bu operasyon sona erdi. İsrail yönetimi de ABD’nin isteği ile Mısır’da işgal ettiği topraklardan geri çekildi.

Sovyetler Arap-İsrail savaşı sırasında Mısır ve Suriye’ye çok sayıda uçak satmıştı ve Amerikan yönetimi bu durumdan dolayı İsrail’e çok sayıda uçak satmayı kabul etmiş ve 50 tane bombardıman uçağı satmıştır.

1960’lı yıllarda İsrail artık ABD’nin müttefiki haline gelmişti ve hiç bir ABD başkanı İsrail’in yok edilmesine izin veremezdi. Başkan Nixon İsrail’i bölgede çok önemli bir devlet olarak görüyordu ve diğer ABD başkanlarına nazaran daha fazla İsrail’e yardımda bulunuyordu.  1973 Arap-İsrail Savaşında İsrail hiç olmadığı kadar büyük bir tehdit altındaydı, dışarıdan yardım almadan ayakta kalması mümkün değildi. Bu yardımı uçak, tank ve füze olarak yapabilecek tek ülkenin ABD olduğu açıktı. Bu savaştan ABD ile İsrail daha da yakınlaşarak çıkmışlarıdır.

Savaş sonrasında Arap ülkeleri ABD’ye karşı petrol ambargo ilan etmişlerdi . Bu durum ABD’yi etkiledi ama İsrail’e karşı olan tutumunda bir değişikliğe yol açmadı. Başkan Carter döneminde ABD yönetimi Kudüs ve çevresinde barışı hedefleyen bir Orta Doğu politikası izlemeye başladı ve Mısır ile İsrail arasında barışın sağlamasında ara buluculuk çalışmalarına hız verdi. İki ülkenin Camp David’de bir anlaşma imzalamasından sonra ABD yönetimi her iki ülkeye de yaptığı yardımları arttırmaya başladı.

Amerikalı yetkililer İran devriminden sonra İsrail’i bölgedeki güvenilebilecek tek ülke olarak görüyorlardı. A İsrail’in savaşa hazır bir ordusu vardı. ABD yönetiminde İsrail’in yapılabilecek operasyonlarda kullanılabileceği düşüncesi ağırlık kazanmaya başlamıştı. ABD yönetimi İsrail’e askeri alt yapısını kullanma imkanını sağlamıştı. İsrail yönetimin tehdit olarak gördüğü Filistin Halk Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Lübnan’daki üslerinin etkisiz hale getirilmesinde ABD yönetimi katkı vermeye karar vermişti. ABD’nin bu kararının ılımlı Araplar üstende kötü etki bırakmaması için Filistinlilere batı yakısında yeni yerleşim kumaları istedi fakat İsrail kendisi için yeni yerleşim alanları açmaya devam etti. İsrail uluslar arası arabulucular ile birlikte toprak sorunun çözümü için önerilen her planı reddetti.

ABD yönetimi İsrail’in daha uzlaşmacı politikalar üretmesi için baskılar yapmaya başladı ve İsrail’in FKÖ ile temas etmesini ve bazı kentlerde yerel seçimler yapmasını istedi. Buna karşın İsrail Rusya’dan gelen Yahudilere yeni yerleşim birimleri kurarak ABD isteklerini göz ardı etti.

Başkan Bush dönemimde ABD yönetimi İsrail’in Büyük İsrail projesinden vazgeçmesi istedi ve BM genel kurulanda İsrail’in kınanması için yapılan oylamada iki kere olumlu oy kullandı. ABD yönetimi bu dönemde İsrail-Arap savaşının çözümlenmesine çok önem veriyordu.

Başkan Clinton döneminde FKÖ ile İsrail arasında bir ilkeler anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre İsrail işgal ettiği bazı toprakları Filistin’e geri verecek ve bu bölgede seçimler yapılacaktı. Bu ilke anlaşmasının uygulanması çok yavaş ilerliyordu ve İsrail’de Netanyahu’nun başbakan seçilmesi ile birlikte İsrail askerlerin geri çekilmesi gerçekleştirmiyordu ve İsrail yeni yerleşim birimleri açmaya devam ediyordu. Bu durum karşısında başkan Clinton tekrar taraflar üzerinde baskı kurarak aralarında anlaşmayı yeniletti.

George W. Bush döneminde de ABD yönetimi İsrail yanlısı olan tutumunu devam ettirdi. Amerika İsrail’e askeri ve ekonomik yardımlarda bulundu. İsrail’in nükleer çalışmaları konusunda da sessiz tavır takındılar.

ABD’nin Araplarla İlişkileri

ABD’nin en büyük korkusu Sovyetlerin petrol bölgelerini ele geçirmesi durumuydu. İran’da bulunan Sovyetlerin 1946 yılında bölgeden ayrılmaları için baskı uygulaması olumlu sonuç vermişti ve Amerikan yönetimi Sovyetlerin bu gibi girişimlerde bulunmaması amacıyla hep hazır bulunması gerektiğine karar vermişti.

İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’a daha fazla yardım edemeyeceğini ABD’ ye bildirdiği zaman Sovyetlerin bu ülkeler üzerinden Akdeniz’e inmemesi için Başkan Truman kongreden yetki istedi. Bu yetki iki ülkeye yapılacak her türlü saldırı için yardım edebilme imkanını içermekteydi.

Bölgedeki Arap ülkelerinde bazı geleneksel liderler ABD ile yakın ilişkiler kurmayı planlıyordu. Diğer ülkeler ise bağlantısız kalmayı istiyorlardı. Bölgede kurulan bazı ittifaklar da Arap ülkelerini karşı karşıya getirmiştir. Türkiye, Irak, İran ve İngiltere Bağdat Paktı ile bir araya gelmişlerdi. Buna karşı Mısır ve diğer Arap ülkeleri paktın karşısında bir pozisyon belirlemişlerdi. ABD yönetimi bu durumda Mısır ve Suudi Arabistan ile olan ilişkilerini bozmamak ve İsrail kızdırmamak amacıyla pakta üye olmamıştı ama her fırsatta paktı desteklediğini belirtmişti.

ABD yönetimi Arap yanlısı politikalar izlemek istemişti ve Mısır’a yardım yapıp kendisinden silah almasını sağlayacaktı   fakat   bu   yardımın   kendi   aleyhlerinde kullanılacağı ihtimaline karşın yardım yapılmadı. Bunun üzerine Mısır Çek silahları almak istedi ve ABD yönetimi bunun bir silahlanma yarışına önlemek için Mısır ve İsrail arasında bir barış anlaşması imzalanmasını istedi ama başarılı olamadı. Mısır’ın Çin’i tanıması ABD’nin Mısır’a yapmış olduğu baraj projesini bitirmesi ile sonuçlandı.

Irak’ta yapılan darbe sonucunda Irak Bağdat Paktından çekilme kararı almıştı. Bu karar ABD’nin Orta Doğu politikasının ifası anlamına geliyordu. Bu durumdan dolayı ABD İran, Türkiye ve Pakistan’a güvence veren anlaşmalar  imzalamıştır.

Amerika petrol üreten devletler ile ılımlı ilişkiler sürdürmeye devam ederken, 1967 yılında meydana gelen savaşta İsrail’in çok büyük oranda toprak elde etmesine sessiz kalması Arap devletlerinin tepkisine çekmesine neden olmuştur.

Amerikan yönetimi Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik yapmış olduğu askeri müdahale sonucunda ambargo uygulamaya başladı. ABD yönetimi Arap devletlerini İsrail ile barış anlaşması imzalamaya ikna edemeyince onlarla olan ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdi. Arap ülkelerinin tavırları ve İran İslam devrimini aynı döneme denk gelince ABD yönetimi Türkiye ile olan ilişkileri iyileştirmeye karar verdi.

Irak yönetimin Kuveyt’i işgal etmesi Amerikan istihbarat servisini tahmin edememişti. Irak’ın bundan sonraki politikasının Suudi Arabistan petrollerini ele geçirmesi olduğu konusunda Amerikan yönetimine istihbarat bilgileri ulaştırıldı. Böyle bir durum petrol kaynaklarının güvenliğini tehlikeye düşüreceği için ABD yönetimi Irak’a karşı bir hareket yaptı. Irak’ın askeri gücünün büyük bir bölümü yok etti ve Irak askerlerinin bir kısmının kuzeye doğru kaçmalarına izin verdi.

Amerikan yönetimi İran’a karşı askeri olarak Irak’ın ayakta durabilmesini tercih etti. ABD, Irak’ın kuzeyini güvenli bölge ilan etti. Amerikan yönetimi Türkiye topraklarını kullanarak Irak içerisinde istedikleri alanları bombaladı. Bu durumdan dolayı Irak’ın kuzeyinde devlet varlığının olmaması Türkiye’nin güveliğini tehlikeye sokuyordu.

ABD’nin İran’la İlişkileri

İran’ın 1951 yılında petrollerini millileştirmek konusunda İngilizler ile mücadeleye başlamıştı. Amerika, Irak Başbakanı Musaddık’ın tavırları Sovyetlere karşı olumlu buluyordu. Amerika yönetimi Irak başbakanını devrilerek Şah’ın tekrar İran’a dönmesine yardımcı oldu. Şah’ın Amerika yönetimi olan yakın ilişkileri halkın tepkisine neden olmuştu. İran yönetimi bölgede İsrail ile birlikte ABD’nin en yakın müttefikiydi. İran çok sayıda askerini Amerika’da eğitim almaya göndermiştir. Halkta oluşan Şah karşıtı görüş onun devrilmesinde çok etkili olmuştur. Şah Amerika’ya gitti ve İran’da mollalar iktidara geldi. 1979 yılında bir grup İranlı genç Şah’ın geri gelme ihtimaline   karşı   Amerikan   büyükelçiliğini   bastı   ve

insanları rehin aldı. Bu duruma karşı ABD yönetimi İran’ın Amerikan bankalarında bulunan varlılarını dondurma kararı aldı. ABD yönetimi rehineleri kurtarmak için bir operasyon düzenledi ama operasyon başarısızlıkla sonuçlandı. ABD yönetimi rehineler karşılığında silah vermeyi kabul etti ve bu anlaşma basına sızdı. Amerika Irak’a İran hakkında gizli bilgileri vererek İran’a karşı hazır olmasını istemekteydi. İran Kuveyt’in petrol tankerlerine uzun bir süre saldırı yapınca Amerika gemilere Amerikan bayrağı takarak gemileri ABD güvenliği altına aldılar.

Körfez Savaşı sonrasında Amerika bölge ile ilişkilerini normalleştirme kararı aldı İran ile olan ilişkilerde bazı adımlar attı. İran’ın bir miktar petrol satmasına izin verildi ve bazı mali konuşlarda anlaşmalar sağlandı. Amerikan yönetimi İran’ın nükleer çalışmalarını önlemek için çaba göstermeye devam etmiştir.

11 Eylül 2001 Sonrası ABD’nin Orta Doğu Politikası

11 Eylül 2011’den daha sonra Amerikan yöneticileri Orta Doğu’da oluşan “radikal İslam Akımını” temel tehdit olarak algılamaya başladı. ABD’ye göre 11 Eylül ve benzeri saldırıları gerçekleştiren güçler Batı medeniyetini hedef alan güçlerdi. Amerikan yöneticileri kendilerinin İslam’a karşı olmadıklarını söylediler fakat Amerikan yönetiminin yapmış oldukları açıklamalar onlar için Müslümanların potansiyel terörist oldukları izlemini verdiler.

ABD’nin Afganistan ve Irak’a yapmış oldukları müdahale ile yeni stratejilerini uygulamaya başladı. Bu müdahalenin asıl amacı Orta Doğu’daki petrol kaynaklarını kontrol ederek bölgeye yeniden şekil vermekti. Amerikan yönetimi Irak’ta istediği sonuçları elde edemedi ve arkalarında bir enkaz bırakarak bu ülkeden çekildiler. Amerika yönetimi bölgede uygulamak istediği Büyük Orta Doğu projesi gerçekleşemeden ortadan kalktı.

Amerikan yönetiminin esas tehdit algılamalarından birisi de bölgede ki totaliter rejimlerin kitle imha silahına sahip olma çabalarıydı. Irak’a müdahale edilmesi sürecinde durum önemli rol oynadı.

Amerikan yönetimi İran’ın nükleer programlarına olumsuz baktı ve İran’a karşı askeri ve ekonomik her türlü seçeneğin masada olduğunu söylediler. Günümüzde hala Amerikan yönetimi nükleer güç olma konusunda İran’a karşı olan baskılarına devam etmektedirler.

ABD’NİN ASYA-PASİFİK POLİTİKASI

ABD ve Asya-Pasifik Politikası

ABD’nin dünyada hakim bir devlet olması kademeli bir süreç sonunda gerçekleşmiştir. İlk kademe İngilizlerden bağımsızlığı kazanmak olup bu kademeyi Latin Amerika’da kurulan hakimiyet izler. Bir sonraki aşamadaysa birçok  rakiple karşılaşan  Amerika  Birleşik Devletleri Pasifik’te ve Asya’da hakim ve önemli bir devlet haline gelmeyi başarmıştır. Bağımsızlık sonrasında ABD’nin izlediği dış politikası “barışçı ve yalnızcı” olarak tanımlanmaktadır. Buradaki barışçılık ve yalnızcılık, Avrupalı büyük güçlerin savaşlarına ve ittifaklarına karışmama şeklinde anlaşılmalıdır. Bu dönem için ABD’nin dört ana ilkesinin olduğu söylenebilir :

•          Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı

•          ABD’nin   Amerika   kıtasındaki   genişlemesini sürdürmesi

•          Açık denizlerde serbestlik

•          Uluslararası ticaretin gelişmesi

ABD sınırları henüz Pasifik kıyılarına ulaşmadığı dönemde dahi ABD’nin dünyanın bu bölümündeki ülkelerle ilişkisi mevcuttu. Bu ilişkiler daha çok ticari olarak sürdürülüyordu. Özellikle Afyon Savaşlarından sonra İngiltere’nin dışa açılmaya zorladığı Çin de ABD’nin ticareti geliştirmesi için bir araç olmuştur. Amerikan politikası bazı noktalarda Avrupalılardan farklılık arz ediyordu. Avrupalı devletlerin aksine ABD’nin Asya’da sömürge bulmak gibi bir niyeti yoktu ve sadece serbest ticaret fırsatlarından yararlanmak istiyordu. Bu yüzden tüm devletlerin aynı ticari hak ve ayrıcalıklara sahip olduğu açık kapı politikası (open door policy) ABD için yeterliydi. 1900’lere doğru bazı Avrupa devletleriyle Rusya’nın Çin’i bölme çalışmalarına da karşı çıkan ABD, o dönemde 400 milyonluk Çin pazarını kaybetmemeye büyük önem vermiştir.

1898 İspanya Savaşı ve ABD Sömürgeciliği

ABD, Başkan Benjamin Harrison döneminde yayılmacı bir politikayı benimsemiştir. Yeni yayılmacılık politikasının ilk halkasını Hawaii adaları oluşturmuştur. Hawaii adaları Amerika kıtasına oldukça yakındı ve 1776’dan beri ABD’nin bu adalar üzerinde yakın ilgisi mevcuttu. ABD, 1887’de Hawaii’yi vesayeti altına almış sonra da Pearl Harbor’u gelecekteki donanma üssü olarak yapılandırmaya başlamıştır.  19. Yüzyılın  sonlarına doğruysa İspanyol sömürge imparatorluğunun yıkılmak üzere olduğunu gören ve tüm Avrupalı güçleri Amerika kıtasından atmak isteyen ABD, eskimiş ve yetersiz İspanyol donanmasına karşı modern ve eksiksiz donanmasıyla kısa sürede zafer kazanmıştır. 1898 Paris Barış Antlaşması’yla İspanya, Karayipler’deki Küba ve Porto Rico ile Pasifik’teki Filipinler ve Guam adalarındaki egemenlik hakkını ABD’ye devretmiştir. ABD ilk defa yeni kazandığı ülkelerin halklarına vatandaşlık garantisi vermemiştir. Böylece ABD kendi ana ülke topraklarına toprak eklemeyip yeni sömürgeler edinmiş oluyordu. Bu da ABD’nin hukuken sömürgeci bir devlet hâline gelmiş

olduğunun göstergesiydi. Daha sonra Filipinler’i bağımsız bir ülke olmak yolunda destekleme görüntüsü altında boyunduruk altına alan ABD, bu ülkede çıkan isyanlar sonucunda resmi kaynaklarına göre 4000, diğer kaynaklara göre 200.000 kişinin hayatını kaybettiği bir isyan bastırma harekatına girişmiştir. Bu tarihten sonraysa, 1898 İspanyol-Amerikan Savaşı, ABD’yi bir anda “dünya gücü” konumuna  yükseltmiştir.  ABD,  1900’lere gelindiğinde Kaliforniya sahillerinden Filipinler’e kadar uzanan pek çok stratejik noktayı ele geçirmiş oluyordu. Fakat ABD’nin böylesi başarılarla bu denli etkin bir ülke konumuna geldiği o günlerde Avrupalı devletler Asya pazarına zaten hakim bir durumdaydı. ABD bu dönemde hala Çin’de açık kapı politikasını uygulamaktayken bu politikaya yönelen tehditler de giderek önlem alınması gereken bir hal almıştı. Rusya ve Japonya ile girişilen rekabet daha sonra vahim sonuçları olan bir tabloya dönüşecekti.

İki Savaş Arası Dönem (18-45)

ABD I. Dünya Savaşında İngiltere ve Fransa’nın yanında Almanya’ya karşı savaşa girmiştir. Savaştan sonra Amerikan Kongresi Almanya’ya imzalatılan Versay Antlaşmasını onaylamayı reddetmiş ve ABD yeni kurulan Milletler Cemiyeti’ne de üye olmamıştır. Başkan Warren Harding Avrupa ittifak sistemlerine girmemeye dayalıABD’nin geleneksel Yalnızcılık dış politikasına geri dönmüştür. Savaş sonrası ABD’de zaten mevcut olan ırksal ve etnik gerilimler çok daha fazla tırmanmış, Amerika yerlilerine, Afrikalılara, Doğu Avrupalılara, Japonlara yönelerek güçlenmiştir. 1920’lerde ise siyahilere karşı ortaya çıkan Klu Klux Klan hareketi gücünün zirvesine ulaşmıştır. 1921 Washington Konferansı’yla ABD büyük bir diplomatik başarı elde etmiştir. Bir taraftan kendisine engel olarak gördüğü İngiliz-Japon ittifakının yenilenmesini engellerken diğer taraftan deniz silahlanması konusunda Japonya’yı sınırlandırmayı başarmıştır. Japonya ayrıca Çin’in Shantung ve Rusya’nın Sibirya bölgesinden çıkmayı kabul etmiştir. Üstelik ABD bütün bunları da Japonya’nın fazla tepkisini çekmeden yapmıştır. ABD, Japonya’nın Mançurya’da kurdurduğu kukla Mançuko devletini tanımayacağını belirtmiş ve tanımazlık doktrinini ortaya atmıştır. Çünkü Mançurya’nın işgaliyle birlikte hem Çin’in toprak bütünlüğü tehlikeye girmiş hem de ABD’nin ticari çıkarları açısından çok önem verdiği “açık kapı politikası” zarar görmeye başlamıştır. 1936 yılına gelindiğinde II. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulmaya başlanmıştır. Almanya’yla Sovyetler Birliği’ne karşı imzalanan Anti-Komintern Pakt ve daha sonra kurulan Berlin-Roma-Tokyo Mihveri, Japonya’nın elini ABD karşısında biraz daha güçlendirmiştir. Japonya, 1937 yılında Çin’i işgale başlamıştır. ABD, Çin-Japon Savaşı’nda tarafsız kalmaya gayret göstermiştir. ABD açısından öncelikli konu savşla doğrudan taraf olmaksızın Çin’deki Amerikan vatandafllarını ve çıkarlarını korumak olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’na kadar ABD sorunlara doğrudan müdahil olmamak ve uzaktan izlemek gibi bir yaklaşımı benimsemiş ve açık kapı politikasıyla birlikte bu yaklaşımı çıkarları açısından verimli bir araç olarak kullanmıştır. Fakat savaşın hemen öncesindeki dönemde ve savaş sırasında özellikle Japonya ve Almanya’nın yayılmacı ve düşmanca hareketleri ABD’nin açık kapı politikası dahil olmak üzere dış politikasının önemli araçlarını devre dışı bırakarak ABD’yi savaşa dahil olmaya itmiştir. Savaşın başlangıcında İngiltere’ye büyük ölçüde ekonomik ve askerî malzeme yönünden destek sağlayan ABD, Aralık 1941’deki Pearl Harbor baskınından sonra Japonya ve Almanya’ya karşı savaş ilan etmiştir. ABD II. Dünya Savaşı’na girince kendisine Asya’da müttefik olarak Çin’i seçmiştir. ABD, Çin’i sadece Japonya’ya karşı savaşta bir destek unsuru olarak görmüyordu. Büyük devlet statüsüne erişen Çin,  savaş sonrası dönemde Asya’daki güç dengesini sağlamada önemli bir rol oynayabilirdi. 1943 yılında ABD ve İngiltere Çin’le imzaladıkları yeni antlaşmalarla geçmiş dönemden kalma ve merkezi Çin hükümetini zayıflatan siyasi, iktisadi ve toplumsal her türlü imtiyaz ve muafiyetlerden vazgeçmişlerdir. 1905-1945 arası dönemde ABD’nin Pasifik’teki en önemli rakibi Japonya, II. Dünya Savaşı sonrasında kayıtsız şartsız teslim olmuştur. Savaş sonrasında ABD’nin filli işgali altına giren Japonya, bu dönemde uluslararası sistemde ortaya çıkan köklü değişikliklerle birlikte Washington için bir düşman olmaktan çıkıp bir müttefik hâline gelmeye başlamıştır.

Soğuk Savaş Dönemi (1945-1990)

ABD’nin II. Dünya Savafl› sonrası Asya-Pasifik bölgesinde iki  büyük önceliği  olmuştur. İlk olarak, Japonya’nın tekrar ABD’ye rakip olmayacak bir konuma sokulması gerekiyordu. İkinci olarak, patlak veren Soğuk Savaş’ta Asya’da komünist rejimlerin yayılmasını engellemek büyük önem kazanmıştır. ABD bu tarihlerden sonra Japonya’daki bazı reformlara doğrudan katkı sağlayarak Japonya’yı kendi arzu ettiği bir noktaya getirmekte de muktedir olmuştur. ABD ve Japonya arasında 1951’de San Francisco Antlaşması ve 1952 yılında ise Amerikan-Japon Güvenlik Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre Japonya tüm ülkeyi Amerikan ordusuna açacak ve karşılığında ise hiçbir savunma harcaması yapmayacaktı. Bu koşullar altında Başbakan Yoshida Shigaru önderliğindeki Japonya, ABD’nin siyasi ve askerî alandaki üstün konumunu kabullenerek tüm dikkatini ekonomik kalkınmaya yöneltmiştir. Artık Japon dış politikası, ekonomik dış politika ile eşdeğer anlama gelmiştir. ABD’nin Asya’da komünizmin yayılmasını engelleme stratejisi ilk olarak 1950’de patlak veren Kore Savaşı’nda uygulanmıştır. Başkan Henry Truman ABD`nin Asya’daki rolü ve Japonya ve Filipinler’deki üslerin güvenliği açısından Güney Kore’yi savunmaya karar vermiştir. ABD’nin Pasifik ve Asya’daki mücadele verdiği diğer alanlar ise Rusya ile yaşanan gelişmeler, Tayvan’ın bağımsızlığının korunması meselesi, Vietnam’daki çatışmalar olmuştur. ABD, bununla birlikte Asya’daki komünist yayılmaya karşı NATO’nun Asya versiyonu olarak adlandırılabilecek SEATO’yu kurmuş ve

ABD, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Tayland ve Pakistan bu güvenlik örgütüne üye olmuşlardır.

Soğuk Savaş Sonrası Pasifik’te ABD

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD hala Pasifik ve Asya’da belirli bir politkayı gütmeye devam etmiş olsa da bu bölgelerde bulunan devletlerle ortak bir oluşumda bulunma zemini oluşmamıştır. 1993 yılında bölgenin hükümet ve devlet başkanlarının katıldığı bir toplantıda Başkan Bill Clinton Pasifik Topluluğu teklifini sunarak yeni bir açılım getirmiştir. Fakat Avrupa’da olduğu gibi işbirlikçi bir yaklaşımın yerine daha çok rekabetçi ve  mesafeli bir anlayışın benimsendiği Asya’da gerçek bir buluşma mümkün olmamıştır. Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenliğini ABD’ye emanet eden Japonya, değişen dengeler ve büyüyen bir Çin ve Rusya tehlikesi karşısında, tarihi tecrübeleri ve ABD’nin coğrafi konumunu da göz önüne alarak bu duruşunu daha fazla koruyamamıştır. Savunma harcamalarına daha büyük önem vermeye başlayan Japonya zamanla dünyanın üçüncü büyük savunma bütçesini kullanan ülke haline gelmiştir. ABD, 1989 yılında kurulan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü’nde (APEC) öncü bir rol oynamaktadır. Soğuk Savaş sona ermek üzereyken  12 ülkenin bir araya gelmesiyle kurulan APEC’in amacı Pasifik ekonomileri arasında iş birliğini derinleştirmek ve kurumsallaştırmaktı. Bugün itibariyle 21 üyeli bir yapıya kavuşan APEC, dünya nüfusunun yüzde 40’ını, dünya ticaretinin ve gayri safi milli hâsılasının (GSMH) yüzde 50’den fazlasını kapsamaktadır. APEC’in temel amacı üye ülkeler arasında ticaret ve yatırımda serbestleşme ve iktisadi alanda iş birliğini artırmaktır. Bunun yanı sıra, komünist blok dışında kalan Güneydoğu Asya ülkelerinin 1967 yılında kurduğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) Asya’daki en başarılı bölgesel örgüt niteliğini taşımaktadır. Endonezya’nın liderliğini yaptığı ASEAN, tüm Asya kıtasını kapsayacak bir şemsiye örgüt haline gelme yolunda adımlar atmaktadır. 1999 yılında kurumsallaşan ASEAN Artı Üç oluşumu Güneydoğu Asya ülkeleriyle Çin, Japonya ve Güney Kore aras›ndaki iş birliğini derinleştirmektedir. İlki 2005 yılında yapılan Doğu Asya Zirveleri ise 10 ASEAN ülkesiyle birlikte Çin, Japonya, Güney Kore, Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı bir araya getirmekteydi. 2011 yılında ABD ve Rusya’nın katı- lımıyla birlikte üye sayısı 18’e çıkmıştır. Yine ASEAN’ın himayesinde 1994 yılında oluşturulan ASEAN Bölgesel Forumu tüm Asya-Pasifik ülkelerinin yanı sıra Avrupa Birliği üyelerini bir araya getirmektedir. Bununla birlikte Asya ülkeleri, aralarındaki güven eksikliğinden dolayı siyasi entegrasyon konusunu ağırdan almaktadırlar. Bu açıdan Başkan Bill Clinton’un Pasifik Topluluğu kurulması fikri bir ilgisizlikle karşılanması beklenen bir durumdu. Asyalı devletler ABD’nin ne tamamen Asya’dan çekilmesini ne de yoğun bir şekilde bölge işlerine karışmasını istemektedirler. Böyle bir ortamda ABD’nin olaylara yön verebilme kabiliyeti, Asya’nın belli başlı ülkeleriyle kurduğu ikili ilişkilere bağlı olacaktır. Bu açıdan ABD’nin Çin, Japonya ve Hindistan ile kuracağı ikili ilşkiler büyük önem taşımaktadır.

ABD’NİN LATİN AMERİKA VE AFRİKA POLİTİKASI

ABD Dış Politikası ve Latin Amerika

Dünyanın her yerinde olduğu gibi ABD ve Latin Amerika arasındaki ilişkiler de asla durağan bir süreç izlemezler. Çeşitli dinamiklerin etkisiyle farklılık geçiren bu ilişkiler günümüzde bulundukları ilginç konuma bazı aşamalardan geçerek ulaşmışlardır. ABD ile Latin Amerika’nın ilişkilerinin gelişimine baktığımızda iki ayrı dönemi net olarak gözlemleyebiliriz : Birincisi Soğuk Savaş dönemidir ki bu dönemde Latin Amerika ülkeleri ABD baskısını ciddi şekilde hissederek bağımsız kararlar alma yoluna gidememişlerdir. İkinci dönemse Soğuk Savaş sonrası dönemidir. Bu dönemde Latin Amerika ülkeleri, “soft balancing” de denilen, ABD’nin çıkarlarıyla birebir örtüşmeyen kararlar almaya başlamışlardır. Bu duruma örnek olarak 2003 yılında bazı ülkelerin Birleşmiş Milletler’de yapılan Irak Savaşı oylamasında ABD’ye karşı oy kullanması ve İran’a yönelik yaptırımlarda Brezilya’nın Türkiye ile birlikte ABD’ye karşı oy kullanması gösterilebilir. Bazı önemli ekonomik ve siyasi kozlarla donanmış olan Latin Amerika ülkeleri giderek ABD’ye karşı pozisyon alabilen ülkeler haline gelmektedirler. ABD ile Latin Amerika’nın ilişkilerine daha derinlemesine bakacağımız zaman kolonileşme dönemine gitmemizde yarar vardır; zira, ilişkilere yön veren temel dinamikler bu dönemde şekillenmiş olup hala bu dönemin etkilerini taşımaktadırlar. Kuzey Amerika’yı İngiltere, Fransa, Hollanda ile İskandinav ve Kuzey Avrupa ülkeleri kolonileştirirken, Güney Amerika’da etkili olan devletler İspanya ve Portekiz olmuşlardır. Bu da kıtanın iki tarafında farklı politikalar ve zihniyetlerin hüküm sürmesine neden olmuştur. İdari yapı açısından bakıldığında Kuzey Amerika daha bağımsız ve gücün yerele dağıtıldığı yerlerin bulunduğu bir kıta parçası haline gelirken Güney Amerika’da kuvvetli bir merkeziyetçilik ve hiyerarşi hüküm sürmüştür. İki tarafta bulunan baskın dünya görüşüne bakılacak olursa da güneyde skolastik, klasik, daha tahammülsüz bir yaklaşım yerleşirken kuzeyde bunun aksine Aydınlanma doktrinlerinden etkilenmiş daha özgürlükçü bir yapının ortaya çıktığı öne sürülebilir. Üretim biçimleri optiğinde incelendiğinde Latin Amerika, korumacıdır, üretim büyük çiftliklerde yürütülür ve gelir dağılımı oldukça eşitsizdir. Buna karşılık Kuzey Amerika’da küçük aile çiftliklerinde yürütülür, gelir dağılımı daha eşittir ve liberal bir tutum benimsenir. Yerli nüfusun durumuna bakıldığında şu fark edilir : Latin Amerika’da yerli nüfus fazladır ve asimilasyon sistemi uygulanır. Kuzey’e gelindiğinde ise yerli nüfus azdır ve yerleşik değil, göçebedir. Bu yüzden Kuzey Amerika’da yok etme sistemi uygulanır. Son olarak, sosyal yapıyı inceleyelim. Latin Amerika’da asimilasyona uğramış topluluklarla İberya’dan gelenler karışarak melez bir toplum oluştururlar. Kuzey Amerika’da ise Avrupa’dan gelenler aileleriyle geldiklerinde herhangi bir melezleşme söz konusu olmuyor ve tüm aileler farklı cemiyetler oluşturarak ırkların net bir çizgiyle birbirinden ayrılmalarına sebeb oluyorlar.   Erken   kolonileşmenin   Latin   Amerika’da yarattığı önemli bir sıkıntı, Avrupa’daki yenilikçi fikir akımlarından çok geç haberdar olmalarıydı. İspanyollar ve Portekizliler 1490’larda yeni kıtaya adım attıklarında, İber Yarımadası hala Orta Çağ’ı ya- şamaktaydı. Kuzey Amerika ise, geç kolonileşmenin avantajlarını yaşadı. Avrupa’da yeşeren aydınlanma fikirleri, dinde reform, farklılıklara tolerans, fikir hürriyeti ve kendi kendini yönetme gibi kavramlar, yeni kıtadaki yerleşimcilere çok çabuk ulaştı. Yeni kıtadaki kolonilerden elde ettikleri zenginlikleri din savaşları ile ziyan eden Katolik İspanyolların aksine, Protestan İngilizler serbest ticaretin nimetlerinden faydalanmaya başlamışlardı.

Amerikan İstisnacılığı (American Exceptionnalism), Emperyal Zihniyet

ABD’nin geç kolonileşmeyle kazandığı avantajlar farklı bir durumu gündeme getirdi. Aydınlanma fikirleriyle açık bir toplum kuran ABD, kısa zamanda kendi sisteminin en iyi sistem olduğuna tamamen inanarak bir çeşit üstünlük kompleksine girdi. Buna göre, ABD’nin benimsediği sistemi uygulayan tüm devletler müreffeh olacak ve mutluluğa kavuşacaktı. Öyle ki ABD, Latin Amerika’da demokratik olarak göreve gelen bir çok ülkeye bile darbelere destek vermek suretiyle müdahalede bulunmuştur. ABD, Kuzey Amerika’nın sunduğu zenginlik fırsatlarını kullanmış ve giderek yayılmacı bir politika benimsemeye başlamıştır. Bu yayılmacı yaklaşım Fransa ve İspanya’dan satın alınan topraklarla birlikte fiili bir duruma dönüşmüştür. 1810-1820 arası, Latin Amerika’nın İspanya’dan bağımsızlığını ilan ettiği yıllar oldu. Ancak bağımsızlıktan sonra eski koloniler birlikte bir yönetim kuramadılar. Yerli elitler arasındaki iktidar mücadelesi sonucu Meksika, Kolombiya, Şili, Venezuela gibi pek çok bağımsız devlet ortaya çıktı. Sadece Portekiz kolonisi olan Brezilya bölünmedi. Bunun sebebi de Brezilya’nın Portekiz’le savaşarak değil, Portekiz Kralı ve oğlunun arasındaki bir uzlaşma ile bağımsız olmasıdır.

ABD’nin Bazı Doktrinleri

•          1823 yılında ABD Başkanı James Monroe’nun ismi ile anılan Monroe Doktrini, ‘Amerika Amerikalılarındır.’ şeklinde özetlenebilecek sloganıyla Batı Yarımkürede Amerikan Dış Politikasındaki Avrupa etkisine son vermeyi amaçlıyordu. Kısmen ABD’nin izolasyoncu doktriner yaklaşımına örnek teşkil eden Monroe Doktrini, başlarda Latin Amerika ülkelerinden de sempati gördü.

•          Fakat Roosevelt ile birlikte ABD hegemonyası bir hayli güç kazandı. ABD hegemonyasının en açık örneklerinden bir diğeri, Başkan Theodore Roosevelt’in ortaya attığı ‘İri Sopa Diplomasisi’ (Big Stick Diplomacy) kavramıdır. Bununla ABD, gerekirse güç kullanmaktan çekinmeden Batı Yarımküreyi dilediği gibi düzenleyeceğini ve     Avrupalı güçlere bu bölgede meydan okuduğunu da ifade etmektedir. 20. yüzyıl başındaki bu müdahaleci doktrinler, 1929 Büyük Buhranı sonrasında yerini daha mütevazi olanlara bırakmıştır. Başkan Hoover tarafından ilk defa kullanılan ama daha çok sonrasında gelen Başkan Franklin Roosevelt ile özdeşleştirilen İyi Komşuluk Siyaseti (Good Neighbor Policy) doktrini bu duruma örnektir. Roosevelt, kendisine saygısı olan bir ülkenin komşularına da aynı saygıyı göstermesi gerektiğini vurgulamıştır.

Soğuk Savaş, ABD ve Latin Amerika

Soğuk Savaş döneminde ABD ve Latin Amerika ülkelerinin ilişkileri gözlemlendiğinde varılan en önemli yargı, bu dönemde Rusya’yla girilen mücadele sonucunda ABD’nin rasyonel hesaplar ve kar-zarar tahminlerinin yerine son derece ideolojik bir yaklaşım benimsemiş olmasıdır. ABD, Latin Amerika’da sola yakın bütün oluşumları bir tehdit olarak algılamaya başlamış ve son derece otoriter ve özgürlük karşıtı olsa bile çeşitli Latin Amerika ülkelerindeki sağ hareketleri tüm gücüyle desteklemiştir. Bu yüzden bu dönem için ABD’ye baskıcıların dostu yakıştırması bile yapılmıştır.

•          Küba, General Batista döneminde son derece ABD yanlısı bir ülke görünümü vermişse de Fidel Castro ve        silah arkadaşlarının ülkede yönetimi devralmasından sonra yapılan kamulaştırmalar ve ABD’ye mesafeli politikalar bu ilişkileri değiştirmiştir. Önceleri milli bir kimliği olan yönetim, ABD’nin sert tepkileri sonucunda Sovyetler himayesine girerek cepheden ABD karşıtı bir hal almıştır. Bunda Domuzlar Körfezi çıkartmasının da etkisi vardır.

•          Şili’de ABD desteğiyle darbe yapan General Pinochet devrinde ilişkiler önemli bir düzeye gelmiştir. Fakat bundan yıllar sonra kamuoyu baskısıyla açıklanan belgelerde bu ülkeye doğrudan müdahale edildiği ortaya çıkarılmıştır.

Soğuk savaşın ardından ilişkilerde de bazı değişimler gözlemlenmiştir. 1980’lerden itibaren gerek Latin Amerika’da gerekse diğer gelişmekte olan ülkelerde ithal ikamesi stratejisinin yerini serbest piyasa stratejisi almaya başladı. Neoliberal kalkınma modeli de denilen bu strateji, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fond -IMF) gibi uluslararası finans kuruluşları ve ABD tarafından da desteklenmekteydi. Dünya Bankası ve IMF’nin merkezleri ABD’nin başkenti Washington DC’de olduğundan, bu iki kuruluş ve onların önerdikleri ekonomik program Washington Konsensüsü olarak anıldı. Washington Konsensüsü (ya da neoliberal ekonomik model), ekonomik krizle karşılaşan ülkelerin hemen hepsine aynı kurtuluş reçetesini sunmaktaydı:

•          Devletin ekonomideki rolünün azaltılması,

•          Verimsiz ve bütçe açığı yaratan kamu iktisadi teşebüslerinin  özelleştirilmesi,

•          Serbest piyasa ekonomisine geçiş yapılması,

•          Sağlık, eğitim gibi sosyal harcamaların kısılması, bütçe açıklarının kapatılması,

•          Ekonomik kalkınmada öncü rolün özel sektöre verilmesi,

•          Dışarıdan gelecek sermaye ve yatırımların önündeki engellerin kaldırılması,

•          Gümrük vergilerinin azaltılması veya kaldırılması,

•          İhracata           dayalı  bir        büyüme           stratejisinin benimsenmesi.

ABD ve Afrika

ABD ve Afrika’nın ilişkilerinden bahsederken genellikle kastedilen Sahra-altı Afrika’sıdır. Çünkü kuzeydeki Arap ve Müslüman bölgeler genellikle incelemeler sırasında Orta-Doğu bölümüne konulurlar. Sahra-altı Afrika ile ilişkilerde Liberya önemli bir yer tutar. Bu ülke, ABD’den dönen, özgürlüğünü kazanmış eski kölelerin kurduğu bir ülkedir. Hatta kurucular kendilerine sunduğu desteğe bir teşekkür olarak, Başkan Monroe’nun isminden esinlenerek ülkenin başkentinin adını Monrovia olarak koymuşlardır. Avrupa’nın Afrika’da giriştiği sömürgeleştirme yarışına ABD girmemiştir. Buna iki sebep sunulabilir : Öncelikle kıta zaten İngiltere, Fransa, İspanya gibi Avrupa ülkeleri tarafından büyük oranda paylaşılmış bulunuyordu. Yine bundan kaynaklanan ikinci sebepse ABD’nin hakimiyet kurabileceği geniş bölgelerin zaten Kuzey Amerika ve Güney Amerika’da bulunmasıydı. Ancak, II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan Soğuk Savaş atmosferi, ABD’nin ilgisini bir kez daha Sahra-Altı Afrikası’na çekmeyi başardı. Soğuk Savaşın ilk yılları, Afrika kıtasındaki bağımsızlaşma (de-kolonizasyon) dönemi ile üst üste geldi. Sovyetler Birliği ile girdiği güç dengesi yarışında saha kaybetmek istemeyen ABD, bağımsızlığını ilan eden Afrika’nın yeni devletlerindeki sol hareketlere karşı çok sert davrandı. ABD, Güney Afrika’da hüküm süren ırkçı rejimi Sovyetler karşıtı olduğu için destekledi. Angola ve Mozambikte yaşanan ve on yıldan fazla süren iç savaşlarda ABD ve Sovyetler rakip gerilla gruplarını desteklediler. Soğuk Savaş iki süper güç arasında sıcak çatışmaya dönüşmese de, Afrika ülkelerinde yaşanan sivil savaşlarda çok kan döküldü. Bu ülkeler hala üstesinden gelemedikleri kayıplar verdiler, derin yıkımlar ve iç bölünmeler yaşadılar. Soğuk Savaş sona erdikten sonra, Sahra-Altı Afrika adeta ABD’nin gözünde stratejik önemini tamamen kaybetti. Ancak 1990’lardan itibaren kıtada bir soykırım problemi başgösterdi. Koloniyal dönemden kalma suni sınırlar ve Avrupalı yöneticilerin taraflı yönetme biçimleri, halklar arasındaki güvenin yokolmasına sebep olmuştu. Modern silah ve teçhizatlarla birleşince, iç çatışmalar pek çok yerde kanlı kıyımlara dönüştü. ABD’nin, problemin iç yüzünü anlayacak kadar Afrika hakkında bilgisi yoktu. Ancak, Soğuk Savaş sonrası dünyanın yegane süper gücü olarak ABD, Afrika’da yaşanan insanlık dramlarına müdahale etme gereği duydu. Bazı uzmanlar bu müdahalenin sebebini açıklarken ‘CNN etkisi’ tabirini kullanmışlardır. iletişim ve medyadaki gelişmeler doğrultusunda Afrika’da yaşanan açlık, kıtlık, sivil savaş gibi felaketler, ABD’deki vatandaşların televizyon karşısında bizzat gözlemledikleri dramlar haline gelmişti. Bunun sonucunda hümaniter amaçlı müdahalelere sıcak bakan geniş bir kamuoyu oluştu.