Tarihte çeşitli insanlar ve medeniyetleri arasındaki harpler ve anlaşmazlıkları gereğinden çok duyarız, halbuki bunlar arasındaki işbirliği ve karşılıklı tesirlerden çok az bahsedilir. Bu anlaşmazlıklara bilhassa, birbirlerine iyi niyet ve anlayış gösterecekleri yerde, birbirleriyle sık sık çatışma halinde olan dinler arasında rastlarız. İki büyük din olan Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki münasebetlerin tarihi, düşmanlık ile o kadar bulandırılmıştır ki, bu dinlerin ortak özelliklerini, geçmişte nasıl sık-sık birbirleri üzerine faydalı tesirler yaptıklarını unutuveririz.
Hıristiyanlar kendi medeniyetlerini batı Asya’nın dinî gelenekleri (tek tanrılı Sâmî geleneği) ile birleştirilmiş olan eski Yunan ve Roma medeniyetine övünerek dayandırırlar. Fakat aynı düşünce, İslam medeniyeti için de doğrudur. Hatta belki daha doğrudur, çünkü batı medeniyeti kuzeyli ırkların zevk ve geleneklerine uydurulmaya çalışılmıştır. Hıristiyanlığın Roma imparatorluğunun en doğudaki eyaletlerinden birinde, fakat yine de bu imparatorluğun sınırları içinde ortaya çıktığı doğrudur; işte bu yüzden bu din daha çok batıya doğru yayılmış ve hiçbir zaman imparatorluğun doğu sınırlarından pek ileriye gitmemiştir. İslam dini ise, bu sınırların hemen dışında doğmuş, bu yüzden hem doğuya, hem de batıya yayılabilmiştir. Fakat Hazret-i Peygamber ve onu ilk takip edenler eski Roma dünyasının kalıntılarıyla sıkı sıkıya temas halinde idiler ve kısa bir zaman sonra İran tesiri altına girmelerine rağmen, Müslümanlığı yayanlar, eski hayat tarzını aslında batıdaki kuzeyli istilacılardan daha az bozmuşlardır.
Eğer Romalı biri orta çağda yeniden yaşasaydı, batıdaki herhangi bir Hıristiyan şehrinden çok, İslam şehirlerinden birinde kendi çevresini bulacaktı. Eski Roma imparatorluğunun hala devam ettiği İstanbul’da -ki biz buna genel olarak Bizans imparatorluğu adını veririz- kültür, batılı devletlerden çok İslam halifeliğininkine yakındı. Klasik öğrenim, Bizans’ta olduğu kadar, İslam dünyasında da hala tutuluyor ve inceleniyordu. Gerçektende orta çağın başlarında İslam ve Bizans devletleri Yunan-Roma kültürünün ortak varisleriydiler. Bunlardan Bizans, daha çok kendi içine kapalı kalmış ve batıdaki Avrupa kültürünün gelişmesinde daha az rol oynamıştır.
Eğer Müslümanlığın batı üzerindeki tesir derecesini hemen görmek isterseniz, batı Avrupa dillerinde bugün hala kullanılan ve kökü İslamî (çoğu zaman Arapça) olan sayısız kelimeleri aklınıza getirmeniz kafidir.
İngilizcede bunun pek çok örnekleri vardır. Bunların birçoğu, batılı tüccarlar tarafından ilk defa doğudan getirilmiş madde ve nesnelerin isimleridir. Bunlar arasından sugar (şeker), syrup (şurup), orange (portakal), lemon (limon) gibi yiyecek isimleri; spinach (ıspanak), arlikhokes (enginar) gibi sebze isimleri; saffron (safran) gibi baharat ve coffee (kahve) gibi içecek isimleri vardır. Bütün bunlar aslında Arapça kelimelerdir ve hangi memleketten alınmış olduklarını gösterir. Bunlara eşya isimlerini de katabiliriz; meselâ mat (hasır), maltress (şilte, uzun minder), sofa (sedir) ve isminden hemen menşei anlaşılan ottoman (divan) kelimesi. Cotton (pamuk) kelimesi Arapça bir kelimedir; bunun yanında isimlerini doğudaki şehirlerden alan birçok maddeler vardır -muslin (müslin) Musul’dan, damask (Damuscus) Şam’dan gelir. İngilizcede âdi benekli kedi ve bir çeşit hâreli ipekli için kullanılan tabby kelimesi Bağdat”n Attabiye mahallesinden gelir. ticaret nesnelerini gösteren bu gibi kelimeler bir kültür alışverişinden çok, belki de bir ticaret alışverişini belirtir.
Bizim doğudan aldığımız ticaret tabirleri çok önemlidir. Bunlar batılı tüccarların ticaret tekniğini doğudan öğrendiklerini gösterir. Bu terimlerin arasında traffic (trafik), tariff (tarife), cheque (çek), risk (riziko, tehlike), magazine (dükkan), calibre (çap) gibi çok kullanılan İngilizce kelimeler vardır. Gemicilikte kullanılan sloop (tek direkli yelkenli gemi) ve barque (üç direkli yelkenli gemi) kelimeleri bu iki gemi çeşidini de doğuya bağlar. Cable (kablo) kelimesinin de kaynağı doğudadır. Admiral (amiral) unvanı bile, ilk şekliyle, denizle bir ilgisi olmamasına rağmen, doğu menşelidir. Sanat alanında baroque (barok) kelimesi Arapça’dan gelmedir. Tambourine (tambur) ve guitar (gitar) gibi musiki aletlerinin isimleri Arapça’ya dayanır. Rönesans Avrupa’sında çok sevilen lute (lavta, ut) ise, Arapça al-ud dan gelir. Satrançta Farsça kelimeler kullanırız. Chek-mate kelimesi şahmat tan (yani şah ölmüştür den ) başka bir şey değildir. Astronomide en parlak yıldızların üçünün ismi -Aldebaran, Altair ve Belelgouse – Arapça’dır. Matematikte cypher (sıfır) kelimesi ve cebir ilmi Arapça’ya dayanır.
Fakat bazı kelimelerin yanlış kaynaklara dayandırıldığını da söylemem gerekir. Alcohol (alkol) kelimesinin kökünü İslam’da bulmak bizi şaşırtır, çünkü bu din alkol içmeyi yasak etmiştir. Fakat bu dayandırma Rönesans devrinde yaşamış Paracelsus adında İsviçreli bir kimyacının yaptığı bir hata yüzündendir. O, içkilerin kohl-collyrium (göz sürmesi) ile bir ilgisi olduğunu sanıyordu. Bütün bunlar nasıl olageldi? Bu olayın özetini alchemy (eski kimya ilmi) kelimesinde bulabiliriz. Bu ilmi, bu gün yarı sihirbazlık gibi görsek de, ortaçağda bu, çok önemli bir kimya ilmiydi. Bu kelime Arapça al harf-i tarifiyle Yunanca chimia (kimya)’nın bir birleşimidir. Chimia kelimesi de, Nil nehrinin getirdiği ve eski Mısırlıların tecrübelerinde kullandıkları siyah bir çamura verdikleri khem isminden gelmektedir. İşte burada bir sıra olayla karşı karşıyayız.
Klasik Yunan bilgisi eski doğudan alınmış ve Yunanlılar tarafından belli bir düzene sokulmuş, ortaçağda müslümanlar tarafından bu bilgi geliştirilmiş ve batı Avrupa’ya geçirilmiştir. Müslümanlar, tarihlerinin tâ başından beri Yunan felsefe ve ilminin her bir kolunu incelemenin ne kadar faydalı olduğunu anlamışlardı. Daha Emevi halifeleri devrinde bile hükümet işlerine yarayan birkaç Yunanca eser Arapça’ya çevrilmişti. Fakat büyük tercüme devri Abbasilerle, bilhassa IX. Yüzyılın ikinci çeyreğinde, el-Me’mun ile başladı. En önemli tercümanlar Nesturi-hıristiyanlardır, fakat halife onların yaptıklarını kontrol ediyordu. Onlara, kendi idaresi altındaki yerlerin kütüphanelerinden yazmalar toplattırıyor, eğer iyi nüshalar bulunmazsa, Bizans imparatorundan yazmalar istiyor veya Bizanslı alimleri Bağdat’a yerleşmeye iknaa çalışıyordu. Halifelerin bu himayesi sonucunda, IX. Yüzyılın nihayetinde Yunan ilmi, matematiği,mantık ve tıbbı üzerine hemen bütün önemli eserlerin tercümesi yapılmıştı. Bu sıralarda müslüman feylesof el-Kindi, Aristo’nun felsefî eserlerini tercümeye başladı. Diğer bazı çağdaşları da neo-platonik feylesofları tercüme ettiler.
Bundan sonraki yüzyılda feylesof el-Farabî Aristo tercümesini tamamladı. Buna kendi yorumlamalarını da katarak, bu çalışmasıyla Aristo’yu İslam geleneğinin en önemli feylesofu haline getirdi. İslam dünyasında kuvvetli bir kültür birliği vardı ve bu birliğin içinde alimler ve eserleri rahatça dolaşabiliyordu. Böylece bu tercüme ve yorumlamaların etkisi kısa bir zamanda Hindistan’dan İspanya’ya kadar duyulmuş ve bunların yanında İslam alimlerinin önemli eserleri de görülmeye başlamıştı. el-Farabî’nin ölümünden otuz yıl kadar sonra, o zamanlar İslam devletinin doğu sınırında bulunan Türk topraklarında, Buhara’da, müslüman feylesofların en önemlisi ve bence en büyüğü olan İbn Sina doğdu. Ona batıda Avicenna denirdi. İbn Sina’nın felsefe sisteminde, batı yönlerden tamamen doğru olmamasına rağmen, çok kuvvetli ferdi bir görüş belirir ve bu, onun dünya tarihindeki en önemli feylesoflar arasında yer almasını sağlar. Kısa bir zaman içinde eserleri bütün İslam memleketlerinde, bilhassa İspanya’da okunup inceleniyordu.
Batı Avrupa ancak XI. yüzyılın sonunda İslam kültürüne iyice yakınlaşabildi. O zamana kadar batılılar İslam’dan korkuyor, onun siyasî kuvvetinden telaşlanıyor ve medeniyetlerinden şüphe ediyorlardı. İspanya’daki İslam okullarına girebilen bir iki batılı alim (mesela, sonradan Sylvester II adıyla papa olan Aurillac’lı Gerbert) memleketlerine döndüklerinde şüphe ile karşılanıyor ve ruhlarını şeytana sattıkları sanılıyordu. Fakat zamanla aradaki bağlar kuvvetlendi, aşağı yukarı dört yüzyıldan beri İslam hakimiyeti altında kalan İspanya’da birçok yerler, mesela, Toledo gibi İslam öğreniminin merkezi olan yerler, yeniden hıristiyanların eline geçti. İki buçuk yüzyıldan beri müslüman olan Sicilya’ya Fransa yoluyla İskandinavya’dan normanlar geldi. Aynı sıralarda, bilhassa Bizans donanmasının yardımıyla Akdeniz’deki korsanlığın önüne geçildi.
İtalyalı tacirler İslam limanlarıyla ticarete başladı. Nihayet on birinci yüzyılın sonunda batılıların Suriye ve Filistin’e akını, Haçlı seferleri diye tanınan olay görülür. Din düşmanlığına yol açtıkları için bu seferlerin zararı büyüktür, fakat yine de aradaki temasın artmasını sağlamışlardır. İşte bu sıralarda eski Yunan bilgisi müslümanların kattıkları ile o kadar zenginleştirilmişti ki, artık esas Yunan eserini İslam fikirlerinden ayırmak çoğu zaman güç oluyordu. Ve bu Yunan eserlerini zenginleştirmeye hâlâ da devam ediliyordu. İspanya’da İslam felsefesi hıristiyanların gelmesi ile son bulmadı. Burada XII. yüzyılda İslam geleneğini yaşatan Maimonides (Musa b. Maymûn) gibi Yahudi feylesofların yanı sıra, çok daha önemli birisi, batının Averrhoes diye tanıdığı İbn Rüşd de bulunuyordu. Bu alimin kendisi gibi müslüman olanlardan çok, batı hıristiyan düşüncesine etkisi olmuştur.
Böylece İspanya’yı ele geçiren hıristiyanlar burada en parlak devrini yaşamış olan canlı bir İslam felsefesi okuluyla karşılaşmışlardı. 1085’te Toledo’yu ele geçiren Kastilyalı Alfons VI yeni müslüman tebeasına o kadar önem verdi ki, hıristiyan din adamlarının hoşuna gitmemesine rağmen, kendisini “iki dinin imparatoru” olarak tanıttı. Avrupa’da ilk doğu bilimleri okulunu yine bir hıristiyan rahip, Toledolu Raymond, XII. yüzyılın ortasında kurdu. Hıristiyanlara İslam düşüncesini tanıtmayı o kadar gerekli buluyordu ki, birçok memleketlerden çağırttığı alimlere Arapça öğrettirdi ve onlara Arapça eserleri tercüme ettirdi.
Bundan sonraki bir buçuk yüzyıl içinde Toledo’da birçok tanınmış Avrupalı çalışmış, müslüman yazarların eserlerini inceleyip, tercüme etmişlerdir. En önemli ve verimlileri Cremonalı Gerard idi. Bu İtalyan alim 1287’de öldüğünde seksen eser tercüme etmişti. İngiltere’den de buraya alimler geliyordu. Mesela en eskilerinden biri olan Bathlı Adelard’ın matematik eserleri üzerine ihtisası vardı. Adelard batılı alimlere kendi okullarını bırakıp, müslümanların yanında çalışmalarını açıkça tavsiye ediyordu. Bunların arasında Kuran’ı ilk kez tercümeye teşebbüs eden Robert Anglicus da vardı. Kendisi Kuran’ı dikkatle Latince’ye tercüme etti. Bunların belki de en önemlileri Michael Scot adında bir İskoçyalı idi. Felsefe ilmi ve müziğe büyük bir merakı olan bu alim İbn Rüşd’ün eserlerini daha bu büyük filozof hayattayken tercüme etti. İspanyollardan keşiş Gundisalvus’un felsefe sistemi İbn Sina’nınkine açıkça dayanmakta idi.
XIII. yüzyılda iki önemli alim görülür: Kuran ve hadisler üzerindeki geniş bilgisiyle bu güne kadar kimsenin yarışamamış olduğu Raymond Martin ve kendisinden önce veya sonra gelen bütün alimlerden daha çok eser vermiş olan Mayorkalı Raymond Lull. Bu ikinci alim, koyu bir hıristiyan misyoneri olmasına rağmen, kendi çalışmaları için İslam kültürünü iyice bilmesi gerektiğini anlamıştı. İspanyol okulunda bilhassa felsefe ve soyut ilimler ağır basıyordu. Normanların idaresindeki Sicilya’da ise daha çok tatbikî ilimlere önem veriliyordu. Kralların müslüman tebeası genişti ve onlara karşı iyi davranıyorlardı. XII. yüzyılın ortasında Sicilya’yı ziyaret eden seyyah İbn Cubayr, buradaki müslümanların din bakımından tamamen bağımsız olduklarını ve hükümet işlerine bile karışabildiklerini memnuniyetle gördü. Norman sarayında biraz Arapça da konuşuluyor ve Arapça şiirler tutunuyor, müslüman mimarlar korunuyordu.
Sicilya’daki Norman mimarisi Fransız, Bizans ve İslam üslûplarının acayip, fakat çok başarılı bir karışımıdır. Bu mimarideki süslemeler, tamamen İslam geleneğindendir. Tıp daha çok Norman idaresi altındaki İtalyan topraklarında ilerlemişti. Salerno şehri, Bizans devrinden beri bir tıp araştırmaları merkezi idi. XI. yüzyılın sonunda Afrikalı Konstantin diye tanınan Tunus’tan kaçmış birisi Salerno’ya yerleşti ve taraftarlarının yardımı ile eline geçen bütün Arapça tıp kitaplarını tercümeye başladı. Konstantin, tercümelerini pek güzel yapmamakla beraber, batılı tabiplere eski Yunan tabipleri Galen ve Hipokrates’in eserleriyle birlikte müslüman tabiplerin birçok fikirlerini de tanıttı. Böylece Salerno’daki tıp üniversitesi, batının en belli başlı tıp okulu oldu. Mamâfih sonraları bazı alimler, burada kullanılmak üzere çok daha iyi tercümeler de yaptılar.
XIII. yüzyılda Norman krallığı, veraset yolu ile, batılı imparator Fredrik II ye,Hohenstaufenli Fredrik’e geçti. Çağdaşları ona “dünyanın hayran olduğu kimse” unvanını vermişlerdi. Fredrik Arapça öğrendi ve İslam kültürüne çok merak sardı. Hiç dindar değildi; hatta onun İsa’yı ve Peygamberi sahtekar saydığını söylerler. Fakat aslında, o, İslamiyet’i hıristiyanlıktan daha çok beğeniyordu. Muhafız askerleri müslüman olduğu gibi, birçok müslüman arkadaşları da vardı. Doğuya yaptığı Haçlı seferinde müslüman elçiler ve alimlerle uzun uzadıya ve dostça konuşmuş, bu hareketi hıristiyanları çok şaşırtmıştı. Doğancılık konusunda şimdiye kadar kaleme alınmış en iyi eseri o yazmış ve bunun için İslam kaynaklarından faydalanmıştı. Ancak Fredrik, alim Michael Scot’u tercümelerini tamamlaması için, Toledo’dan Napoli’ye getirmişti. Bu hükümdar, gözleri zayıf olduğu için, ışık ilmine ve göz tedavisine de merak sarmıştı. O sıralarda Kahire’de yaşayan bir müslüman yazar, bize, imparatorun Kahire’deki alimlerden şu üç meselenin açıklanmasını istediğini anlatır: Kürekler suya sokuldukları zaman niçin bükülmüş görünürler? Yıldızlar ufka yakın oldukları vakit neden daha büyük gözükürler? Gözlerine perde inmeye başlayanların veya başka bir göz hastalığına tutulanların önlerinde benekler görmelerinin sebebi nedir?
Fredrik, bu gibi, meselelerin halli için İslam kültür merkezlerine başvurulması gerektiğini hissediyordu. Fredrik’in hanedanı iktidardan düştükten sonra da, İtalya’daki devlet adamları, İslam kültürünü, bu arada bilhassa tıp konusunu tanıtma geleneğini devam ettirdiler. Artık kuzey İtalya’da da birçok tercüman çalışmaktaydı. İtalya’daki bilginler, bilgilerinin büyük bir kısmını, İslam limanlarında hasta düşmüş ve oradaki doktorlar tarafından tedavi edilmiş tüccarlardan ediniyorlardı. Bu tüccarlar, memleketlerine döndükleri zaman müslümanların tıp sahasındaki çalışmalarını tanıtmakta büyük rol oynuyorlardı.
Bunun yanında tüccarların yaptığı en önemli yenilik, batının hayat şartlarını geliştirmeleri idi. Bunlar, şeker gibi faydalı ve çok kullanılan bazı gıda maddelerini tanıtmışlar, ev hayatını rahatlaştırmışlardır. Böylece yerde halılar görülmeye başlamış, sıraların yerini iskemleler almıştır. Bu sayede giyimde de büyük bir inkılap olmuştur: O zamana kadar batıda sadece yünlü kumaşlar kullanılıyordu; ancak büyük zenginler Bizans ipeklileri de alabiliyorlardı. Fakat, artık pazarlarda pamuklu ve ketenler görüldüğü gibi, çok daha bol miktarda ipekliye de rastlanıyordu. İlim ve kültüre pek tesiri olmamakla beraber, bu ticarî münasebetlerin batının maddî yönden ilerlemesinde rolü büyük olmuştur. Bu tüccarlar, Avrupa edebiyatına bariz bir tesir icra ettiğini gördüğümüz Arap edebiyatı şekillerini de tanıtmışlardır.
Haçlı seferlerinin batının ilerlemesinde pek önemli bir rolü olmamıştır. Sadece batılı askerler ve haçlılar, tıpkı tacirler gibi, müslüman doğunun adetlerini ve hoş taraflarını görmüş, bunları Avrupa’da tanıtmaya çalışmışlardır. “Sivri kemer” in böyle seyahatler sonucunda batı mimarisine girmiş olması mümkündür. Nitekim bu tarz kemerin en eski örnekleri Haçlı seferinden dönmüş birinin, Boulogne Kontunun topraklarında bulunmaktadır. Ayrıca doğuya yerleşen batılılar, kısa zamanda onun yaşayış tarzını benimsediler. Fakat haçlılar tarafından kurulan devletlerde çok az alime rastlanmaktaydı. Bu arada anılabilecek tek önemli alim, Sur başpiskoposu William idi. Bu zât okumak için Fransa’ya gitmiş olmakla beraber, Filistin’de doğmuş ve Arapça’yı orada öğrenmişti. Orta çağın en büyük tarihçilerinden biri idi ve eserleri arasında Arap kaynaklarına dayanarak yazdığı bir Arap halifeleri tarihi vardı. Ne yazık ki bu eser kaybolmuştur.
Doğuda doğmuş haçlı lordlarının birçoğu Arapça’yı iyi konuşurlardı. Mesela İngiltere kralı Aslan yürekli Rişard’ın tercümanı olan, Toronlu Humphrey ve Salahaddin Eyyubi’ye esir düştüğü zaman geniş Kuran bilgisiyle müslümanları hayrette bırakan Sidonlu Rainald bunlardandır. Bu sonuncunun bilgisine, müslümanlar o kadar hayran kaldılar ki, kendi dinlerine gireceğini düşünerek hayatını bağışladılar. Fakat Haçlı seferlerinin, genel olarak, faydalarından çok zararları olmuştur. Bununla beraber bu hareket, askerî yönden başarısızlığa uğradığı ve batılı devlet adamları tarafından yeniden canlandırılmaya çalışıldığı zaman, batılılar doğuyu ve fikirlerini daha iyi kavramaları gerektiğini anlamaya başlamışlardı. Böylece, ortaçağda batılı tacirler ve zenginlerin İslam medeniyetinin maddi yönünden, batılı alim ve aydınların ise, bu medeniyetin kültürel yönünden faydalanmak istedikleri görülür. Bütün bunların Avrupa medeniyetine olan tesiri nedir?
Medeniyeti sert ve sıkı bir ölçüye tabi tutmak mümkün değildir. Maddi hayat şartlarının bu sayede çok geliştiğini rahatça söyleyebiliriz. Nitekim Arapça’dan Avrupa dillerine geçen kelimeler bunu gösterir. Kültür alanındaki yenilikleri kesin olarak belirtmek daha güçtür. Fakat birkaç örnek bize bunun da ne kadar yaygın olduğunu gösterecektir. O zaman batının en fazla ilgisini çeken doğu sanatı müzikti. Fakat sonunda bu müziğin tesiri pek büyük olmamıştır. Müzik teorisi, Arap yazarlarının çalışmaları ve Yunan teorisi üzerindeki incelemeleriyle zenginleştirilmiştir. Fakat batı müziği, İspanya ve Sicilya gibi uzun zaman İslam hakimiyeti altında kalmış yerlerdeki müzik hariç, doğu müziğinden apayrı bir yönde gelişmiştir. Mimaride ise, tesirler daha kesin görülür. Söylemiş olduğum gibi, sivri kemer tarzı, batıda, bambaşka bir şekilde kullanılmakla beraber, doğudan kopya edilmiştir. Müslümanların Sicilya mimarisine çok şey kattıkları, batıda, bilhassa İtalya’da biliniyordu.
Ayrıca İspanya’daki İslami yapıların ve İtalyan tacirlerin doğuda gördükleri yapıların tesiri Gotik ve Rönesans yapılarında görülür. Mesela Tudor İngiltere’sindeki birçok karışık kemerler, Kahire’de yapılmış daha eski kemerlere çok benzer. Avrupa’daki bu kemerler, belki de, Venediklilerin Mısır’dan getirdikleri desenlere dayanır. Bunun gibi benzerliklere birçok süsleyici motiflerde, mesela süs için yapılmış mangallarda rastlarız. İtalyan mimarlar, bilhassa XVII. yüzyılda, İspanya’da gördükleri İslam yapılarının kubbelerini kopya ettiler ki, bunları da diğer Avrupalı mimarlar taklit etti. İtalya’da geç orta çağ ve Rönesans’ta yapılan kulelerle Kahire’deki ve daha doğudaki kuleleri karşılaştırırsak, daha büyük benzerlikler de ortaya çıkar. Bu hususta da yine İtalyanlar bu örneği Avrupa’nın diğer yerlerine yaymışlardır. XVII. yüzyılın sonunda, büyük İngiliz mimarı Sir Christopher Wen’in Londra’daki kiliseleri için yaptığı kulelerin örneğini tâ cami minarelerinde bulmak mümkündür. Daha muahhar bir devirde, batılılar tarafından tanındığı zaman, büyük Türk mimarı Sinan’ın da batı üslubu üzerinde tesiri olmuştur.
Küçük sanatlara gelince, cam işçiliğinin batıda yayılmasına sebep olan Venedik camcılığı doğrudan doğruya doğu tezgahlarından ilham almıştır. Maden-kakma işçiliği için kullanılan damascene kelimesinden de anlaşıldığı gibi, bu işçiliğin birçok çeşitleri Avrupa’ya doğudan gelmiştir. İran ve Türk çinileri birçok Avrupa çinilerine örnek olmuş, Avrupa halıcılığı da, ilhamını yine İran ve Türkiye’den almıştır. Pek ihtimal verilmemesine rağmen, edebiyat alanında da İslam tesiri çok büyük olmuştur. Geç orta çağda, Avrupa’da görülen romantik edebiyatın yerli bir verim olduğunu sanırız. Halbuki bu edebiyat incelendikçe, doğu kaynaklarına inen özellikleri de o nisbette ortaya çıkar. Aşk hikayesi aslında Avrupalılardan çok doğuluların bir buluşudur.
Kral Arthur’a dair hikayelerden çoğunun doğu kaynaklarına dayandığını bugün artık gösterebiliyoruz. Bir orta çağ Fransız aşk hikayesi olan Floire et Blanchefleur bir doğu hikayesidir. En güzel ve tanınmış Avrupa aşk hikayelerinden birinde, Aucassin el nicolete ‘te ise, doğu ile olan ilgi hemen belirir. Erkek kahramanın adı el-Kasım’dır, kadın kahramanın ise, Tunuslu bir prenses olduğu söylenir. Orta çağ Avrupa şiirindeki kafiye kullanış şekli de Arap örneklerine dayandığı gibi, bu şiirlerde birçok Arap vezinleri de tekrarlanmıştır. Arapça şiirler, muhtemelen bunlardan yapılmış tercümeler, XIII. ve XIV. yüzyıl İtalya’sında o kadar tutunmuştu ki, İtalyan şairler bundan şikayet ediyor, kendilerine haksızlık yapıldığını söylüyorlardı. Bizim Bin bir gece masalları dediğimiz masallar topluluğu Avrupa’da tanınmazdan çok daha önceleri İslam aşk hikayeleri ve şiirleri Avrupa edebiyatına tesir yapmaya başlamıştı.
Dante gibi önemli yazarlar bile İslam tesiri altında kaldılar. Bütün bunlar müslümanların batı kültürüne, felsefe ve ilmine kattıkları önemli yeniliklerden ileri geliyordu. Orta çağda yaşamış çok bilgili bir İngiliz alimi olan Oxford’lu Roger Bacon eserlerinden birinde şöyle der: “Felsefe Arap yazarlardan öğrenilmelidir ve doğu dillerini öğrenmek zahmetine katlanmayan bir kimse bu konuyu kavramaya kalkışmamalıdır.” Bu fikirde olan sadece Bacon değildi. Mesela onun çağdaşı ve yurttaşı olan Salisbury’li John, okuyucularına durmadan İslam filozoflarına olan şükranını hatırlatır. Bu fikri mübalağa etmemek gerekir. Aristo’nun bazı eserleri ve Plato’nun hemen bütün eserleri batıya doğrudan doğruya Bizans’taki Yunanlılar yolu ile gelmişti. Fakat batı düşüncesi üzerinde en önemli rolü oynayan felsefî eserler Arapça’dan yapılan tercümelerdir. Bunlar İslam alimlerinin fikirleriyle zenginleştirilmişti. Hatta bu o derece ileri götürülmüştü ki, birçok batılı alim İbn Sina ve İbn Rüşd’ün ortaya attığı teorileri Aristo’ya atfediyorlardı.
Ancak daha sonraları, batılılar eski Yunan feylesoflarının eserlerini yazdıkları dilde okumaya başladıkları zaman, İslam düşüncesinin ne kadar çok tesiri altında kalmış olduklarını anladılar. Fakat artık, birçok İslamî düşünceler batı hıristiyan düşüncesine girmiş bulunuyordu. Orta çağda en büyük hıristiyan feylesofu ve din adamı Thomas Aquinas idi. Onun eseri hala katolik kilisesi felsefe doktrininin temelidir. Thomas Aquinas, İslam felsefesini Aristo’nun felsefesinden ayıklamaya çalışmış, Plato’yu aslından incelemek yolu ile kazandığı bazı unsurları da kendi sistemine katmıştır. Fakat Thomas Aquinas’ın gerek metodunda, gerekse teorilerinde hep İslam tesiri görülür. Bilhassa din ve akıl arasındaki karşılıklı tesir üzerine kurduğu teori İbn Rüşd’ünkinden kopya edilmişe benzer. Onun İncil’e karşı davranışı İbn Rüşd’ün Kuran’a karşı davranışının aynıdır. Her ikisi de Allah’ın sözünü en büyük gerçek olarak görür, fakat bunun Aristo’nun felsefe terimleriyle açıklanabileceğine ve açıklanması gerektiğine inanırlardı.
Bugün hıristiyan fikir adamlarının çoğu hala İslam filozoflarının ortaya atmış oldukları din-felsefe bağıntısını kabul etmektedir. Elbette bugünün felsefesi orta çağda yaşamış bir müslüman veya hıristiyanın anlayamayacağı bir seviyeye yükselmiştir. Fakat birçok İslam alimi tarafından ortaya atılmış olan atom teorisinin bugünün ilim felsefesinde bir rolü olduğu fikri önemle belirtilecek bir noktadır. İlim ve riyaziye alanlarında müslümanların rolünü inceden inceye belirtmek çok uzun sürer. Bu alanda müslümanların ileri sürdüğü en önemli ve en esaslı fikir, ilmin din ile bağlaşabileceği fikridir. Bütün cebir ilmini müslümanlara borçluyuz. Avrupa matematiğinde çok büyük bir devrime yol açmış olan sözde Arap sayıları müslümanlardan alınmıştı. Fakat bu sayılar aslında Araplar tarafından hiç kullanılmamıştı.
Müslümanlar geometri ve trigonometri alanlarında eski Yunan bilgisine çok şey katmışlardı. Astronomi ilmi orta çağdan bu yana çok ilerlemiş olmasına rağmen, müslümanlar bu alanda da büyük ve esaslı yenilikler yapmışlardı. Aynı şeyi coğrafya ve zooloji, botanik, madencilik, kimya gibi tatbikî ilimler için de söyleyebiliriz. İslam tıp alimleri, eski Yunan metot ve teorilerini batıya tanıtmışlar, bunun yanı sıra kendi ilave ve yeniliklerini de göstererek, batının tıp alanında hızla ilerlemesini sağlamışlardı. Müslümanlar hastalıkların tasnifini ve teşhis edilmesini öğretmişlerdir. Onların tıbbî teorilerinin çoğunun şimdi belki modası geçmiştir, fakat zamanında bu teoriler büyük bir ilerlemenin işareti idi, bunlar tıp çalışmalarının gelişmesinde belli ve önemli bir yer alırlar. Batılıların aşı yapmasını da İslam topraklarında Osmanlı’da öğrendiklerini burada belirtmek yerinde olur.
Bu batı Avrupa medeniyetinin müslümanlara olan borcunun çok kısa bir özetidir. İslam tesirinin ne kadar kuvvetli ve önemli olduğunu göstermeye çalıştım. Gerçekten de bu tesirin Avrupa’da ilim ve fikir hayatının gelişmesinde rolü büyük olmuştur. Bütün bunlardan alacağımız ders şudur: Büyük dinler ve büyük medeniyetler kendi başlarına apayrı yaşamazlar. Din veya fikir ayrılıklarından doğan harplerle veya milliyetçiliğin yarattığı engellerle kültür ilerleyemez. Hiçbir dinin taraftarları, hiçbir memleketin sakinleri dünyadaki diğer insanlara önem vermeyecek veya onları reddedecek kadar mükemmel değildir. Çeşitli medeniyetler ancak birbirlerini anlama gayreti ve dostça bağlarla birbirlerine yardım edebilirler. Orta çağda bu böyle idi, bugün de hâlâ böyledir.
1958’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde verilmiş bir konferanstan Nûşîn Asgarî tarafından çevrilmiştir. [“Avrupa Medeniyetinin Gelişmesi Üzerindeki İslami Tesirler”, çev. Nûşîn Asgarî, Şarkiyat Mecmuası, C.III, (İstanbul) 1969, s. 1-12] kaynağından alınmıştır.