Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 1.Dönem » Avrupa Siyasi Tarihi -1

Avrupa Siyasi Tarihi -1

SİYASİ TARİH
MODERN AVRUPA’NIN DOĞUŞU
Orta Çağın Mirası
Orta Çağ, Roma İmparatorluğu’nun 395’te ikiye ayrılmasından II. Mehmet’in (Fatih), 1453’te İstanbul’u fethederek Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’na son vermesine kadar geçen döneme denir. Bazı Batı kaynaklarına göre ise Orta Çağ, Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika kıtasını keşfetmesiyle sona erer. Orta çağın ilk beş yüz yılı Karanlık Çağlar olarak adlandırılmaktadır. Bunun nedeni Frank kabileleri arasındaki savaş nedeniyle ticaretin durması, kentlerin yıkılışı, tarım alanlarının azalması, okuma yazma oranının düşmesi ve kanunsuzluğun yaygınlaşması, siyasi otorite ve düzenin olmamasıdır. Orta Çağın son beş yüzyılına ise Yüksek Orta Çağlar denilmektedir.
Orta Çağda şu gelişmeler yaşanmıştır:
Batı Roma’nın 476’da yıkılmasını takiben Kuzey Afrika ve İtalya’da kurulan Vandal ve Ostrogot krallıkları, Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen tarafından yıkıldı.
İspanya’da kurulan Vizigot Krallığı 8. yüzyılda Cebel-i Tarık Boğazı’nı geçerek Avrupa kıtasına çıkan İslam orduları tarafından yıkıldı.
Hristiyanlık, Batı Avrupa’daki putperest (pagan) kabileler arasında yayılmaya başladı.
751 yılından itibaren Roma kilisesi, İstanbul merkezli Doğu Roma İmparatorluğu etki alanından uzaklaşarak Franklarla siyasi ilişkiler geliştirmeye başlamıştır.
1054’te Roma ve İstanbul kiliseleri birbirinden ayrılarak Katolik ve Ortodoks Hristiyanlık kutuplaşmasının ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.
768’de Frank tahtına oturan Charlemagne Almanya, Kuzey İspanya ve İtalya’ya düzenlediği askeri seferlerle devletinin sınırlarını genişletmiş, Hıristiyanlığı kılıç zoruyla yaymış, halkın okuma yazma oranının artmasını sağlayarak Latin harflerinin unutulmasını engellemiştir. Ayrıca yönetimsel olarak âdemi merkeziyetçi bir yapı benimsenmişti bu dönemde. Bu durum kendisinden sonra ülkesinin çabuk dağılmasını kolaylaştırmış aynı zamanda bu yerel yönetime dayanan yapı daha sonraki yüzyıllarda görülen feodal devlet yapısının temelini oluşturmuştur.

Feodalizm ve Tarım Devrimi
Feodalizm, toprak yönetimi biçiminin zaman içinde siyasal bir anlam kazanarak, siyasal gücün paylaşılması, karşılıklı hak ve yükümlülükler ile yönetimde temsil unsurlarını içerir. Çin, Japonya, Pers ve Doğu Roma İmparatorluklarında da görülen feodalizm, Batı Avrupa’da Charlemagne Dönemi’nden itibaren yaygınlaşmıştır. Feodal yapının oluşumunu şöyle ifade edilebilir: Karolenj İmparatorluğu’nun 9. Yüzyıl’ın sonlarında dağılmasından sonra, kontlar toprak yönetimini ellerinde tutarak tarım alanlarını ellerinde tutmak amacıyla silahlı kişiler tutmuşlar ve zamanla bu kontların güçlü olanları lord unvanı almıştı. Bu lordlara bağlı kontlara Vassal denilmiştir. Bu süreç içinde karşılıklı yükümlülükler bulunuyordu. Lordlar, vassallara toprak yönetim izni veriyor, vassallar da savaş zamanı asker ve vergi veriyor ve lordun esir düşmesi halinde fidyesini ödüyordu. Lordlar, arasında etkili olanları da zamanla dük unvanı almışlardır. Bu feodal beyler yaşadıkları yerlerin etrafını surlarla çevirdiler. Hatta tehdit altında köylülerin de korunabileceği kaleler oluşturdular.
Kalelerin büyütülmesi, Batı Avrupa’da kent adı verilen yerleşim birimlerinin yeniden ortaya çıkmasına neden oldu.
Feodalizmin yaygınlaştığı dönemde veba salgını olmasına rağmen tarımsal üretim artmış, kuzeyden gelen istilaların azalması, sabanın icadı, yel değirmeni ve su kanallarının kullanımı, üçlü tarım sisteminin geliştirilmesi gibi faktörlerden dolayı nüfus artmıştır. Ayrıca fazla üretilen tarım ürünleri ticaretin gelişmesine ve bu gelişimde köleliğin toprağa bağlı köleliğe (serflik) dönüşmesine neden olurken, bölgeyi koruma ihtiyacına karşılık paralık askerlik ortaya çıkmış şövalyelik (atlı asker) ise yaygınlaşmaya başlamıştır.
Yüksek Orta Çağlar
Fransa ve İngiltere’de tahtın babadan oğula geçtiği “ulusal” monarşiler bu çağda görülmeye başlandı. Normanlar, feodalizmi İngiltere’de uygulamaya koymuşlardır. Takip eden yıllarda, İngiltere kralları, toprak sahibi soylular (aristokratlar) ve ruhban sınıfı (din adamları) arasında vergi toplama konusunda anlaşmazlık yaşanmıştır. 1215’te İngiltere Kralı John, Magna Carta Libertatum’u (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi) imzalamıştır. Bu sözleşme ile kralın yetkileri, soylular ve din adamları tarafından kısıtlandı. Bu sözleşme keyfi tutuklama ve ceza vermenin önüne geçtiği için Avrupa’nın ilk insan hakları belgesi olma özelliğini taşımaktadır. Bunun yanında feodalizm şartlarında sadece özgür insanların yararlandığı bu haklar, daha sonraki İngiliz kralları tarafından da tanınmıştır.
12.yüzyılda ticaretin geliştiği yerlerde toprak sahibi aristokratlar ile ticaretle uğraşanlar arasında anlaşmazlıklar meydana geldi. Feodal beylerin etkisinden kurtulabildikleri yerlerde tüccarlar, bağımsız kent devletleri ve cumhuriyetler kurmuşlardır. Bir yandan feodalizmin getirdiği kralın karar alırken soylulara danışacağı hükmü, diğer taraftan kentlerin gelişmesiyle birlikte yönetimde söz sahibi olmak isteyen yeni kesimlerin ortaya çıkması, Yüksek Orta Çağlarda Avrupa’nın birçok bölgesinde parlamentoların (konuşulan yer) yayılmasına neden olmuştur.

Haçlı Seferleri
Selçukluların 1015’ten itibaren Anadolu’ya kadar ilerlemeleri, 1071’de Sultan Alparslan’ın Malazgirt Savaşı’nda İmparator Diyojen’i yani Doğu Roma İmparatorluğunu yenmesi ve Hristiyanların Filistin topraklarına gidişinin zorlaşması üzerine Papa II. Urban tarafından 1095’te söz konusu toprakların ele geçirilmesi için kutsal savaş çağrısı yapıldı. Haçlılar 1099 da Kudüs’ü aldılar. Fakat 1187’de Selahattin Eyyubi Kudüs’ü Haçlılardan geri aldı. Kudüs’ü geri almak için yapılan Haçlı seferleri başarısızlıkla sonuçlanmış ve 4. Haçlı Seferi sırasında Haçlıların, Doğu Roma başkentini yani İstanbul’u yağmalaması Katolikler ile Ortodokslar arasında yüzyıllar boyu devam edecek güven problemini doğurmuştur. Haçlı Seferleri papaların Avrupa hükümdarların üzerindeki güçlerinin artmasına neden olurken bu yüzden çatışmaların yaşanmasına da neden olmuştur. Haçlı Seferleri sırasında Batı Avrupa’nın Doğu Roma ve İslam uygarlıklarına ait hem maddi hem kültürel ve bilimsel zenginlikleriyle tanışmaları Rönesans’ın temelini hazırlamıştır.

Yüzyıl Savaşları
1337’den 1453’e kadar İngiltere ve Fransa arasında geçen savaşlara Yüzyıl Savaşları denir. Savaşın kökenini, Normanların 1066’da İngiltere’yi istila etmelerine kadar götürebiliriz. Normandiya Dükü William, bu dönemde İngiltere Kralı II. Harold’u yenerek İngiltere tahtına oturmuştu. Gerçekte, Fransa’nın bir vassalı olan William’ın tahta oturmasıyla birlikte İngiltere kralları Fransa’ya tabi olmayı reddetmişlerdir. Daha sonra ise Fransa tahtına kimin oturacağına ilişkin bir veraset anlaşmazlığının yaşanması, İngiltere ile Fransa arasında uzun sürecek bir savaşı başlatmıştır. Savaş 1453’te Fransa’nın kesin üstünlüğü ile sona ermiştir. Bu dönemde feodalizm dönemi savaş biçimleri yerini yeni askeri yapılanma ve savaş stratejilerinin kullanıldığı bir döneme bırakmıştır. Ayrıca Fransa’da, feodal bir monarşiden ulusal monarşiye geçiş süreci başlamıştır. Ekonomik sıkıntıların yaşanması nedeniyle de iki -İngiltere ve Fransa- ülkedeki meclislerinin önemi artmış ve parlamento ve genel meclisin (Etats Generaux) klasik yapısı oluşmuştur.

İspanya’nın Birliğinin Sağlanması
13.yüzyılda Anadolu’da Moğol istilası nedeniyle Selçukluların güçleri azaldığı için yerel beylikler ortaya çıkmıştır. 14. yüzyıl boyunca Osmanlı Beyliği gücünü arttırmış ve Doğu Roma İmparatorluğu için bir tehdit unsuru olmuştur. Osmanlılar, Balkanlarda Sırp ve Bulgarları kendilerine bağlamıştır. Fakat Osmanlılar, 1402 yılında Timur ile olan savaşı kaybedince sonraki 11 yıllık dönem fetret dönemi olarak ifade edilmiştir. Bu fetret döneminden sonra yeniden toparlanan Osmanlı Devleti 1453’te İstanbul’u fethederek Doğu Roma İmparatorluğu’na son vermiştir. Osmanlı’nın yani doğudaki Müslümanların Avrupa için bir tehdit olması durumu söz konusuyken, kıtanın en batısındaki Müslümanlarsa etkilerini kaybetmekteydiler. 13. yüzyılın sonunda Endülüs Emevi Devleti, topraklarını kaybetmeye başlamıştır. Bu süreçte İspanya’da bulunan toplumların Katolikleştirilmesi amacı güdülmüş bunu kabul edip eski inançlarını gizlice devam ettiren Müslüman ve Yahudiler, Papa 4. Sixtus’un emriyle kurulan engizisyon mahkemelerinde yargılanarak ve çoğunlukla yakılmak suretiyle idam edilmişlerdir. 1492’de Endülüs Emevi Devleti tamamen yıkıldı ve geride ki Müslümanlar Kuzey Afrika’ya sürgün edildi. Bu durum Yahudiler için de söz konusu oldu ve Sultan II. Beyazıt gönderdiği gemiler ile Yahudilerin bir bolümü Osmanlı topraklarına getirerek ticaret ve liman kentlerine yerleştirdi.

Kâşifler ve Keşifler
14.yüzyıldan itibaren Çin ve Hindistan’a kadar uzanan İpek ve Baharat Yolları’nın denetiminin Osmanlı Devleti’ne geçmesi, Avrupalıları, kendileri için önemli olan bu pazarlara ulaşmak amacıyla farklı yollar aramaya sevk etmiştir. Coğrafi keşifler bu sebeple başlamıştır denilebilir ancak bu yeterli bir açıklama değildir. Çünkü çok daha erken dönemlerde de – M.Ö. 4. ve 5. Yüzyıllarda Yunan ve Fenikeli kâşifler tarafından keşifler yapılmış, Çinli ve Müslüman coğrafyacılar tarafından da çeşitli coğrafi keşifler yapılarak kitaplar ve haritalar hazırlanmıştır. Bununla birlikte Batı ülkeleri tarafından 15.yüzyılın ortalarından itibaren yapılan coğrafi keşiflerin diğerlerinden temel farkı, denizaşırı sömürgeler kurmak amacı taşımasıdır.
Keşifler Portekiz, İspanya, Fransa, Hollanda ve İngiltere tarafından yapılmıştır. Portekizlilerin Ümit Burnu’nu keşfi, Osmanlı toprakları kullanılmadan Hindistan ve Çin’e ulaşılabileceğini Avrupa’ya kanıtlanmıştır. Cenevizli denizci Kristof Kolomb’un İspanya adına 1492’de Amerika’yı keşfetmesi Avrupa tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. 1529 yılında Portekiz ve İspanya arasında yapılan Zaragoza Anlaşması toprak taksimi üzerine dünya tarihindeki ilk antlaşmadır. Bu dönemde Osmanlı Devleti Kanuni Sultan Süleyman döneminde en güçlü kara ordusuna sahip olmasına rağmen, Portekiz ve İspanya donanmalarının ateş gücü karşısında 16. yüzyıldan itibaren gücünü kaybetmeye başlamıştır. Coğrafi keşiflerle birlikte dünyanın yuvarlak olduğu kesin olarak kanıtlanmıştır. 16. yüzyıldan itibaren Yeni Dünya’nın toprak zenginliklerinin Avrupa’ya taşınması için büyük bir yarış başlamıştır. Zenginlikler elde edilirken Aztek ve İnka Uygarlıkları istilacı Portekiz ve İspanyollar tarafından yok edilmiştir. Amerikan yerlileri – ki İndio (Hintli) olarak ifade edilirler – bu dönemde başta çiçek, kızamık, tifüs, difteri gibi hastalıklar olmak üzere çeşitli bulaşıcı hastalıklar nedeniyle Avrupalılar karşısında olağanüstü kayıplar vermişlerdir. Güney Amerika’nın altın ve gümüşleri ele geçirildikten sonra İspanyollar katliamlarda bulunmuş ve yerlilerin çok önemli bir bölümünü yok etmişlerdir. Sağ kalan yerliler için sistematik bir politika izlenerek dilleri ve dinleri değiştirilmiştir. Bu durum coğrafi keşif yarışının aynı zamanda politik tarafını da gözler önüne sermektedir. 1534’de Fransa’da aynı politika ile çeşitli koloniler elde etmiştir. 1585’ten önce İngilizler ve sonrasında Hollandalılar da Kuzey Amerika’da ticaret kolonileri oluşturmuştur. Doğu Amerika ve Kanada’da da 17.yüzyılda Hollanda, Fransa ve İngiltere’nin ticaret kolonileri kurulmuştur. Üç devletin – Fransa, İngiltere ve Hollanda – gemileri kendi ülkelerinin bayraklarıyla Karayiplerden Endonezya’ya kadar olan alanda faaliyet göstermeye başlamışlar ve daha çok çıkar elde etmek için yürütülen bu rekabet daha sonraki süreçte savaşları kaçınılmaz kılmıştır. 17. yüzyıldan itibaren İspanya ve Portekiz’in denizaşırı sömürge elde etme ve denizlerdeki üstünlüğü zayıflamış, İngiltere ve Fransa’nın bundan sonraki hegemonyası dünya siyasi tarihini derinden sarsacak gelişmeleri beraberinde getirmiştir.

Coğrafi Keşiflerin Sonuçları ve Ticaret Devrimi
Coğrafi keşiflerin sonuçları şu şekilde özetlenebilir:

• Denizaşırı sömürge imparatorlukları kurulmuştur.
• İmparatorluklar arasında rekabet artmıştır.
• Avrupa’nın dünya hakkındaki bilgisi artmıştır.
• Rönesans’ın gelişimine katkı sağlamıştır.
• Katolik kilisesinin gücü azalmıştır.
• Reform sürecinin gelişimine katkı sağlamıştır.
• Keşifler sonrasında elde edilen yer altı ve yer üstü kaynaklar Avrupa’da zenginlik yaratmış ve iktisadi bir değişime neden olmuştur. Böylelikle ticaret burjuvazisi kendi ülkelerindeki yönetimde daha çok söz sahibi olmak istemişlerdir.
• İktisadi liberalizmin temelleri atılmıştır.
• Kent merkezi iktisadi sistem yerini ulusal ekonomilere bırakmıştır.
• Ulusal bir ekonomik modelin gelişmeye başlaması, ülkelerin iç siyasal bütünleşmelerine ve ulusal monarşilerin ortaya çıkışına ivme kazandırmıştır.
• Avrupa’ya zengin maden kaynaklarının aktarılması nedeniyle fiyat devrimi gerçekleşmiş ve alım gücü düşmüştür. Aynı zamanda 16. yüzyılın ikinci yarısından 17. yüzyılın başına kadar (1550 – 1600 yılları) fiyatlar ortalama %100 artış göstermiştir. Bu tür hareketlerin etkileri siyasi yönetim üzerinde de görülmüştür.
• Savaş nedeniyle fazla vergi alınması halkın tepkisine neden olduğu için anayasa hareketlerinin düzenlenmesine ihtiyaç duyulmuştur.
• Sınıf ayrılıkları kentsel enflasyon sonucu oluşmuş ve belirgin bir özellik kazanmıştır.
• Osmanlı İmparatorluğu, coğrafi keşiflerden olumsuz yönde etkilenmiş ve Celali İsyanlarının tetikleyen önemli faktörlerden biri olmuştur.
• Daha fazla ücret isteyen kuruluşların grev yapması işçi sendikalarının tohumlarını atmıştır.
• Mali bunalımlardan korunmak için Avrupalı ülkeler, daha az mal satın alıp, çok mal satmaya dayalı bir ticaret politikasını yani merkantilizm politikasını ortaya çıkarmışlardır. Fakat bütün ülkelerin bunu uygulaması nedeniyle Merkantilist politika istenilen başarıyı gösterememiştir.
Rönesans ve Reformasyon
14. yüzyıldan itibaren İtalyan kent devletlerinde Orta Çağ’da yaygın hale gelen Roma Kilisesi merkezli dogmatik düşünce yerini yeni bir yaklaşıma bırakmıştır. Bu yeni ve yapıcı yaklaşımda, Kilisenin yüzyıllar boyunca yasakladığı, insanı merkeze alan eski Yunan ve Roma düşüncesine yeniden ilgi duyulmuştur. İtalya kent devletlerinde başlayan Rönesans akımı daha sonra günümüz sınırlarındaki Fransa, Almanya, Hollanda ve İngiltere’ye kadar olan coğrafyaya yayılmıştır. Rönesans Fransızca da yeniden doğuş anlamına gelmektedir. Osmanlıların İstanbul’u fethetmesinden sonra klasik Yunan dönemine ait el yazmalarını yanına alarak İtalya’ya giden bilim adamı ve sanatçıların Rönesans’ın ortaya çıkmasında önemli rol aldıkları ileri sürülmektedir. Rönesans döneminde, – 1450’de – matbaanın icat edilmesiyle yazılı eserlerin Avrupa’da geniş kitlelere ulaştırılması söz konusu olmuştur. 15. ve 16. yüzyıllarda bizzat Katolik Kilisesi içindeki dini liderler, dini sorgulanmaya başlamış ve kilisenin yeniden biçimlendirilmesi anlamına gelen Reform hareketi ortaya çıkmıştır. Reform Hareketi ilk olarak Almanya topraklarında ortaya çıkmakla birlikte kısa süre içinde tüm Katolik dünyasını sarsmıştır. Çoğu kaynak Reform hareketinin başlangıcını, Katolik din adamı Martin Luther’in, 1517’de kilisenin bazı uygulamalarını sorguladığı 95 Tez’ini ilan etmesi olarak verir. Luther’in temel eleştirisi, Endülüjans uygulamasına yönelik olmuştur. Katolik papazların cennetten arsa satmaları şeklinde yorumlanabilecek bu uygulama henüz işlenmemiş günahları da kapsamaktaydı. Luther’in bu çıkışı Endülüjans satışlarında önemli bir düşüşe sebep olmuş ve Luther, Papa tarafından Aforoz edilmiştir. Ancak, Luther’in görüşleri Alman prenslerinin bir kısmı tarafından da kabul edilmiş ve destek görmüştür. Luther, İncil’i Almanca ’ya tercüme ederek Batı Avrupa’da ayin dilinin Latince olması uygulamasına son vermiş ve Luther’in düşünceleri etrafında Luteryen Kilisesi kurulmuştur. Reform sürecinde ortaya çıkan diğer yeni kiliselerle birlikte bütün hepsine Katolik kilisesini protesto edenler anlamında “Protestanlar” ismi verilmiştir. Bu süreçte Protestan Kiliselerinin Avrupa’da yaygınlaşması yeni kiliselere direnen Katolik Kilisesi ve onunla ittifak halinde olan devletlerin tepkisi ile karşılaşmıştır. Avrupa’da birçok ülkeye egemen olan veya Katoliklerin çoğunluğundaki ülkelerde önemli azınlıklar oluşturan Protestanlara karşı olan şiddet eylemleri artmış, ardından da XV. yüzyıl ortalarından başlayarak özünde mezhep ayrılığına dayalı siyasi yetki mücadelesi yatan bir dizi savaşın yaşanmasına neden olmuştur. Yine bu tarihlerde, bazı Avrupalı ülkelerin coğrafi keşifler yoluyla zenginleşmeye başlaması, Avrupa’nın sınırlarını aşan küresel çapta çarpışmaların da ilk örneklerini oluşturmuştur.

AVRUPA’DA GÜÇ MÜCADELESİ VE WESTPHALİA DÜZENİ
Otuz Yıl Savaşları Öncesinde Fransa ve İngiltere’de Siyasi Durum
Fransa’da Mutlakiyetçiliğin Ortaya Çıkışı
Yüzyıl savaşlarından İngiltere’ye karşı güçlenerek çıkan Fransa’da tahta XI. Louis çıkmış, toprak sahiplerinin gücü azalmış ve mutlakiyetçi adımlar atılmaya başlanmıştır.
1498-1515 XII: Louis döneminde devlet maliyesi ve hukuk alanında reformlarla Fransa’da yönetim yenilenmiş, İtalyan kent devletlerine hâkim olma çabaları başlamış, bu durum I. François (Fransuva) döneminde hız kazanmış ve Osmanlı İmparatorluğu da Fransa’yı desteklemiştir.
I. François 1515’te Milano’yu ele geçirdikten sonra 1525’te Pavia Savaşlarında V. Charles’a esir düşmüştür. Osmanlı İmparatoru Kanuni Sultan Süleyman ise Fransa’ya destek vermiştir.
1526’da imzalanan Madrid Anlaşması’yla V. Charles’a verilen tavizler karşısında I. François serbest bırakılmasına rağmen I. François’in İtalya’da güç gösterisi yapmasıyla Fransa ile Kutsal Roma İmparatorluğu arasındaki mücadele İtalya’da yoğunlaşmış, tüm bu yaşananların sonunda V. Charles 1544’te Crepy Antlaşması’nı imzalayarak barış yolunu seçmiştir.
I. François Fransa içinde monarşiyi kararlılıkla devam ettirdi ve 1530’da Latince’yi yasaklayarak Fransızca’yı milli dil haline getirdi.
Fransa’daki Protestan dinsel önderlerinin kendisini de hedef alan eylemleri üzerine 1534’ten itibaren çok sert bazı tedbirleri yürürlüğe soktu.
St. Bartholeme katliamında Fransa’da on binlerce Fransız Protestan’ı (Huguenot’lar) katledilmişlerdir.1540’ta, Fontainbleau Fermanı’nı yayınlayan I. François Protestanları” İnsanlığa ve Tanrı’ya karşı ihanet içinde olan kafirler” olarak nitelendirmiş, I. François’ten sonra 1561’deki Orleans ve 1562’deki Saint – Germain Fermanları, Protestan haklarını ilk kez olarak devlet tarafından tanınmasını sağlamışsa da Batı Avrupa’da etkili olan din savaşları, Protestanlar üzerindeki baskıyı tekrar arttırmış ve – İngiltere’de olduğu gibi- Protestanlar Fransa’dan Amerika’ya göç etmeye başlamışlardır.
Tudor’lar Döneminde İngiltere
Yüzyıl Savaşlarının ardından Güller Savaşı’yla siyasi çalkantılar geçiren İngiltere’de Tudor ailesinden VII. Henry’nin başa geçmesiyle güçlü adımlar atılmış, Kraliyet Konseyi oluşturularak ülkede ilk hükümet deneyimi başlamıştır.
VII. Henry, ülkesini Avrupa güç dengesinin dışında tutmayarak, 1489’daki Medina del Campo Antlaşması’yla, birliğini sağlayan İspanya Krallığı’nı tanımış, aynı zamanda 1502’de oğlu Arthur’u, Ferdinand ve İsabella’nın kızı Catherina ile evlendirerek İspanya ile akrabalık bağı kurmuştur.
İngiltere 1502’de İskoçya ile Sürekli Barış Anlaşmasını imzalayarak iki yüz yıldır devam eden savaşı sona erdirmiş, ancak bu barış antlaşması sürekli olamamış, iki ülke XVII. Yüzyılda defalarca savaşmışlardır. Hollanda ve İngiltere arasında İngiltere’nin sıkı Merkantilist politika örnekleri vermesinden dolayı başlayan ticari sorun, 1496’da İngiltere, Hollanda, Venedik, Floransa ve Hansa Birliği (Alman devletlerinin kurduğu ticaret birliği) arasında Büyük Anlaşma’nın imzalanmasıyla, İngiltere’nin lehine çözümlenmiştir.
VII. Henry’nin elde ettiği büyük ekonomik başarılar, 1509’da tahta çıkan VIII. Henry zamanında Portsmouth Tersanesine yapılan büyük harcamalar sonucunda sürdürülememiş ve İngiltere maliyesi 1520’de iflasın eşiğine gelmiştir.
Anglikan Kilisesi’nin kurulmasına ve İngiltere’nin Katolik dünyasından ayrılmasına yol açacak olan VIII. Henry- Papa gerginliği, Kraliçe Catherine’in sağlıklı bir erkek çocuk doğurmamasıyla ilgilidir. Kraliçe Catherine’in kızı Kanlı Mary babası VIII. Henry’nin reform hareketini tersine çevirdi. Protestanlara şiddet uygulamaya başlayan Mary, yüzlerce Protestan din adamının engizisyon mahkemelerine benzer mahkemelerde yargılanmasına ve “Zındık” olmak suçundan ölüme mahkûm edilmesine sebep olmuştur.
VIII. Henry’nin ikinci eşi Anne Boleyn’den olan kızı I. Elizabeth 1558-1603 yılları arasında hükümranlık sürmüş ve onun döneminde İngiltere, Avrupa’nın en güçlü devletleri arasında yerini almıştır. Bu özelliğinden dolayı bu dönem “Altın çağ” olarak ifade edilmiştir.
V. Charles Döneminde Kutsal Roma İmparatorluğu ve İspanya
İspanya – Fransa Mücadelesi
Kastilya Kraliçesi Isabella’nın, 1504’te ölümü üzerine kızı Joanna Kastilya Kraliçesi unvanını almış, daha sonra babası Ferdinand’ın ölümü üzerine Aragon Kraliçesi unvanını da alması nedeniyle İspanya Krallığı ortaya çıkmıştır. Joanna’nın oğlu Charles, dedesi I. Maximillien’in ölümünün ardından, elektörler kurulu tarafından yeni – V. Charles unvanıyla – Kutsal Roma İmparatoru seçilmiş, Katolik Kilisesi’yle ortak hareket ederek Ortaçağa benzer bir imparatorluk kurmaya çalışan son Avrupa hükümdarı olması açısından da önem taşımaktadır.
XVI. yüzyılda artık devletlerarası ilişkilerde, din kardeşliği değil, “ulusal çıkarlar” önem kazanmaya başlamıştır.
1559’da İspanya, Fransa ve İngiltere arasında Cateau- Cambresis barış antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre;
• Fransa Savoy ve Piemonte’yi Savoy Dükalığı’na, Korsika adasını da, Ceneviz Cumhuriyeti’ne terk etti.
• İspanya, Milano, Napoli, Sicilya ve Sardinya’nın hâkimi olmaya devam etti. Ayrıca Toscana ve Ceneviz de dolaylı yoldan İspanya’nın kontrolü altına girdi.
Kanuni ve V. Charles
V. Charles’ın tahta bulunduğu dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda Belgrad’ı, Rodos’u fetheden, Macar Kralını yenen Kanuni Sultan Süleyman dönemine denk gelmektedir.
V. Charles Kanuni çekişmesinin diplomasi tarihi açısından önemli bir özelliği Osmanlı İmparatorluğu’nun Kutsal Roma İmparatorluğu’na karşı Fransa’yla, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Osmanlılara karşı Safevilerle ittifak içine girmesidir. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun dolayısıyla da V. Charles’in, Safevilerle yakın ilişkiye girmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nu “ iki cepheli” savaşa sürüklemek, yani Osmanlı Ordusunun hem doğu hem de batı cephesinde savaşarak, kuvvetlerini ayırmasını ve bunun sonucunda da Osmanlı’yı Avrupa’dan (Balkanlardan) atma düşüncesi etkili olmuştur.
Kanuni ve I. François V. Charles’a karşı birleşmiş, bu birleşim Fransa’nın Kutsal Roma İmparatorluğu tarafından yutulmasının Osmanlılar sayesinde engellenmesi ve Almanya’da Protestanlığın daha kolay yayılması ile sonuçlanmıştır. V. Charles ile Kanuni arasında Akdeniz’deki rekabet kesin biçimde Kanuni lehine sonuçlanmış, 1538’de Preveze’de Andrea Doria komutasındaki Haçlı Donanması Barbaros Hayreddin Paşa tarafından yenilgiye uğratılmış ve 1538’den 1571’e kadar olan dönemde Akdeniz’de Osmanlı’nın mutlak bir üstünlüğü söz konusu olmuştur. Ancak İnebahtı Deniz Savaşıyla birlikte Osmanlı’nın bu üstünlüğü sona ermiştir.
Alman Coğrafyasında Din Savaşları
V. Charles Döneminde Kutsal Roma İmparatorluğu’nun en ciddi sorunlarının biri de Protestanlığın yayılması ve çok sayıda Alman devletinin bu yeni dinsel akımı benimseyerek İmparatorluğa başkaldırmasıdır.
Protestan Alman prensleri Kutsal Roma İmparatorluğu’na karşı birlik oluşturmuşlar, 1546 – 47 yıllarında V. Charles’e karşı savaşan Protestan Alman Prenslikleri, Scmalkaldik Savaşları’nda yenilgiye uğramışlardır. Fakat toparlanan Protestan devletler, 1552’de V. Charles’i yenilgiye uğratmışlar ve taraflar arasında Passau Barışı imzalanmıştır. Üç yıl sonra da Kutsal Roma İmparatorluğu ile Protestan devletlerarasında 20 yıl süren çatışmayı sonlandıran “Ausburg Antlaşması” imzalanmıştır. Ausburg düzenlemeleriyle Kutsal Roma İmparatorluğu’nun hukuken bölünmüşlüğü kabul edilmiştir. Ausburg Antlaşması’nda sadece Luteryenlerin tanınması ve diğer protestan kiliseler olan Kalvinistler ve Anabaptistlerin adlarının anılmaması ortaya büyük sorunların çıkmasına neden olmuştur. Antlaşmayla korunamayan bu Protestanlar, hem Katoliklerin hem de Luteryen hükümdarların baskısı altında kalmışlardır.
‘Yeni Dünya’nın İspanya’ya Bağlanması
V. Charles döneminde İspanyolların Amerika kıtasındaki ilerleyişi bütün hızıyla sürmüş, Güney Amerika yerlileri “köleleştirilme” (Encomienda sistemi) tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bu durum karşısında V. Charles 1542’de çıkardığı yasayla (Yeni Yasalar) “encomienda” sisteminin kademeli olarak kaldırılması ve yerlilerin köleleştirilmesinin yasaklanması düzenlemiştir. Bu düzenlemeye göre, yerliler bundan böyle zorla tarlalarda ve madenlerde çalıştırılmayacaktı.
Tarihin gördüğü en geniş ülkelerden birine hükümdarlık eden V. Charles 1555’te kendi rızasıyla tahttan feragat ederek bir manastırda inzivaya çekilmiş ve kendi imparatorluğunun topraklarını, oğlu II. Philip ile kardeşi Avusturya Arşidükü Ferdinand’a bırakmıştır.
Kesintisiz Savaşlar Dönemi
Seksen Yıl Savaşları ve Hollanda’nın İspanya’dan Bağımsızlığı
XV. yüzyıl sonlarında “On yedi Bölge” adıyla gevşek biçimde bir araya gelen Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve kuzey Fransa’daki feodal birimler, Kutsal Roma İmparatorluğu’na vergiyle bağlıydılar. V. Charles döneminde uygulanan yüksek vergi politikası 1555’te İspanya Kralı unvanıyla bu toprakların yönetimini ele geçiren II. Philip tarafından da sürdürülmüştü.
II. Philip Hollanda’da Katolikliği yeniden güçlendirmeye çalıştı ama başarısız oldu. Hollandalılar ile İspanyollar arasında 1609’da imzalanan ateşkes anlaşmasıyla, İspanya Hollanda Cumhuriyeti’ni resmen tanıdı. Hollanda Cumhuriyeti aslında içişlerinde son derece bağımsız olan yedi birimin bir tür konfederasyonu şeklinde vücuda gelmişti. Bu birimler bir araya gelerek Federal Hükümet’i (Staaten Generaal) oluşturmuşlardır.
Hollanda’ya ait Doğu ve Batı Hindistan kumpanyalarının (şirket) küresel ticareti denetlemeye başlaması, Cumhuriyet Hollanda’sını zenginleştirmiş bunun sonucunda da 1602’de Rotterdam’da Avrupa’nın ilk menkul kıymetler borsası kurulmuştur. Hollanda’nın zenginleşmesine eşdeğer bir şekilde Hollanda güçlü bir donanmaya sahip olmuş ve böylece ticaret gemilerini İspanya, Fransa ve bazen de İngiltere’den korumaya başlamıştı. Kısa süreli barış döneminden sonra Hollanda’nın 1618’de başlayan Otuz Yıl Savaşları’na dâhil olmasıyla, İspanya ile ara verilen Seksen Yıl Savaşları yeniden başlamış, bu savaşlar “Westphalia” Antlaşmaları ile 1648’de son bulmuştur.
Otuz Yıl Savaşları
Avrupa’da devam eden din savaşlarının son halkasını oluşturan Otuz Yıl Savaşları esas olarak Almanya topraklarında Katolikler ve Protestanlar arasında yürütülmüştür. Ayrıca, 1618 – 1648 döneminde devam eden savaşlar aynı zamanda Habsburg Avusturyası ile Burbon Fransa’sı arasında Avrupa’da süren siyasi hâkimiyet mücadelesinin bir yansımasıdır.
1555 tarihli Ausburg Barışı’nda Kalvinistlerin haklarının tanınmamış olması siyasal gerilimi tırmandırdı.
Kısa bir süre için Osmanlı İmparatorluğu da Otuz Yıl Savaşlarının taraflarından biri oldu. Ancak, II. Osman’ın bizzat komuta ettiği Lehistan Seferi’nin başarısızlığa uğraması ve bu seferin başarısızlıkla sonuçlanmasında rol oynayan Yeniçeri Ocağı, padişahın bizzat tepkisini çekmiş ancak 1622’de II. Osman bir ayaklanma sonucu öldürülmüştür.
Habsburgların, Protestan isyanı karşısında zorlandığını gören İspanya, 1620’de Katolik Ligi devletlerin de desteğini Beyaz Dağlar Savaşı’nda Bohemya Ordusunu yok etmiştir. Erdel Prensi Gabor ile İmparator arasında, Erdel’e bazı Macar topraklarını bırakan “Nikolsburg Antlaşması’”nın 1621’de imzalanmasıyla, Otuz Yıl Savaşlarının “Palatinat Savaşı›” olarak adlandırılan ilk dönemi, Katolik Habsburgların ve İspanya’nın üstünlüğüyle sona ermişti.
İngiltere Kralı I. Charles, Huguenotların (Fransız Protestanlar) Fransa’ya karşı ayaklanmasını desteklemeye başlaması Fransa-İngiltere Savaşı’na yol açmış, 1629’da Fransa’yla ve 1630’da da bir süredir savaş halinde olduğu İspanya’yla barış antlaşmaları yaparak İngiltere, Otuz Yıl Savaşlarının dışında kalmıştır.
İsveç ve Danimarka’nın katılımıyla Otuz Yıl Savaşları Avrupa’nın kuzeyine de yayılmıştır. Büyük ölçüde İsveçlilerin, askeri başarıları sayesinde Katolik Alman devletleri 1645’ten itibaren gerilemeye başlamışlardır. 1648’de İsveç ve Fransa orduları imparatorluk (Kutsal Roma) ordularını yenmiştir. İsveç’in bir kez daha İmparatorluk ordusunu yendiği “Prag Muharebesi”, Otuz Yıl Savaşları’nın son savaşı olmuştur.
Westphalia Barışı
Otuz Yıl Savaşları’nın ardından yapılan Westphalia düzenlemeleri tek bir barış antlaşmasından oluşmaz. Westphalia’da (Almanya) Otuz Yıl Savaşları’nı ve İspanya ile Hollanda arasındaki Seksen Yıl Savaşları’nı sona erdiren üç antlaşmaya birden “Westphalia Antlaşması” denir. Papa’nın bu anlaşma sırasında bulunmaması anlaşmaya ilk seküler anlaşma olma özelliği kazandırmıştır. Westphalia görüşmeleri esnasında, dünya tarihinin o güne kadar şahit olduğu en fazla sayıda diplomatik heyetler bir araya gelmiştir.
Westphalia antlaşması ile
a. Hollanda ve İsviçre’nin Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan bağımsızlık kazanması onaylanmıştır.
b. Alman devletlerinden Bremen ve Verden’in İsveç’in vassalı durumuna gelmeleriyle, İsveç kralı İmparatorluk Diet’inde oy hakkına sahip olmuştur.
c. Savaş sırasında uygulamaya konulan bazı ticaret engelleri kaldırılmış ve Ren Nehri’nde seyrüsefer serbestisinin önü açılmıştır.
d. Bavyera ve Palatinat’ın (Ren Palatinat›) Kutsal Roma İmparatoru’nu seçen Elektörler Konseyi’nde üye olmaları kabul edilmiştir.
e. Tüm devletlerin kendi ülkeleri, halkları ve yurt dışındaki temsilcileri üzerindeki münhasır egemenlik yetkisi teminat altına alınmıştır.
Westphalia’yla getirilen en önemli düzenlemeler ise Otuz Yıl Savaşları’nın çıkışlarının asıl nedeni olan dinsel alanda olmuştur. Tüm tarafların 1555 tarihli “ Ausburg Barışı”nın ilkelerini aynen kabul ettikleri Westphalia düzenlemeleri ile Katolik ve Luteryenler gibi Kalvinistler de kendi dinlerini serbestçe yaşayabilme imkânına sahip olmuşlardır. Westphalia antlaşmasının bir diğer önemli özelliği de “Egemen devletlerin eşitliği” ilkesinin benimsenmiş olmasıdır.
XVII. Yüzyıla Kadar Batı Avrupa Dışı Dünyanın Durumu
Çin
Çinli tacirler Hindistan, İran ve Güneydoğu Asya topraklarında hâkim olmaya başladılar ve ilk kâğıt para Çinli tacirler tarafından kullanılmaya başladı. Cengiz’in oğulları ve torunları zamanında da Moğolların Çin’e akınları devam etti.
Cengiz Han’ın torunu Kubilay Han, 1279’da Song Hanedanının yönetimine son verdi. Kubilay Han, Çin İmparatoru ilan edildi. 1294’de Kubilay Han’ın ölümünden sonra başlayan ekonomik çalkantıya bir de ülkeyi kasıp kavuran veba salgını eklenince, siyasi istikrarsızlık giderek derinleşti. Yaklaşık 300 yıl sürecek Ming Hanedanı döneminde, Moğol bürokratlar tasfiye edildi. Bürokrasi yeniden Konfüçyüs ilkelerine göre düzenlenerek kölelik kaldırıldı, toprak reformu yapılarak Çin’li köylüler topraklandırıldı ve tarımsal üretim önemli bir artış kaydetti.
Çin, kültürü ve ticari mallarıyla Orta Çağ’ın sonundan itibaren Avrupalıların en çok dikkatini çeken ülkelerin başında gelmiştir. XV. yüzyılda dünyanın en büyük ordusuna ve donanmasına sahip olmasına rağmen Çin izlediği politikalar sebebiyle küresel bir güç hâline gelemedi. Aksine, XVI. Yüzyıldan XX. Yüzyıla kadar Avrupalıların en önemli sömürge alanlarından birine dönüşmüştür.
Japonya
710 yılında Nara kentinin başkent olmasıyla başlayan Nara dönemi, Japonya’nın “Altın Çağı” olarak nitelendirilir. Japonya’da güçlü feodal aileleler arasındaki mücadele XII. yüzyıldan itibaren arka arkaya isyanlar ve iç savaşlar yaşanmasına neden olarak, yönetsel parçalanmayı perçinledi. 1603’te İmparatorluk tahtına çıkan Tokugava (Edo) hanedanı ekonomik, idari ve dinsel bazı reformlarla Japonya’daki siyasi bölünmeyi ortadan kaldırmaya çalışsa da, bunda başarılı olamamış ve ülke yerel düzeyde 200 kadar “daimyo” tarafından yönetilmeye devam etmiştir.
Japonya çok uzun yıllar dünyadan kendisini izole etmiş ve bu izolasyon süreci 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiştir. Japonya’nın kendi limanlarını dış ticarete açması da bu dönemde olmuştur.
Hindistan
Çin gibi uygarlık tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Hindistan, sahip olduğu zenginlikler dolayısıyla ilk çağlardan itibaren dışarıdan gelen kavimlerin istilalarına uğradı. Hindistan’da konuşulan Urdu (ordu) dili Türkçe ’den türetilmiştir.
Sultan Timur’un 1398’e Hindistan’a düzenlediği sefer Delhi Sultanlığını zayıflattı. Bir süre zayıf hanedanlar tarafından yönetilen sultanlık, 1526’da Hindistan’ı istila ederek, Lodi Hanedanı’na son veren Babür Şah tarafından ortadan kaldırıldı. Hindistan’ı yöneten Türk – Moğol İmparatorluğu, 1857 yılına kadar yönetimini sürdürmüş aynı zamanda bu süreçte Avrupalı devletlerin – İngiltere, Fransa, Portekiz, Hollanda – Hindistan’da ticaret kolonilerinin sayısı artmıştır. Hindistan pazarı üzerinde Batılı güçlerin rekabeti, bu ülkeye dış müdahaleleri de beraberinde getirecek, ülke yönetimindekiler giderek etkisizleşecektir.
İran
İlk çağlardan itibaren önemli uygarlık merkezlerinden biri olan İran toprakları Doğu’dan ve Batı’dan gelen kavimlerce zaman zaman işgal edilmişti.
1040’ta yine bir Türk devleti olan Selçuklular İran’ı ele geçirdiler. Sultan I. Melikşah döneminde bir yandan Türkmen aşiretlerinin İran’a ve Anadolu’ya yerleştirilmelerine devam edildi, diğer yandan da eski Türk, İran ve Müslüman geleneklerinin harmanlandığı yeni bir yönetim modeli geliştirildi, Celali takvimi icat edildi, astronomik gözlemler için rasathaneler kuruldu, İslam felsefesi alanında önemli eserler kaleme alındı, Siyasetname yazıldı. Büyük Selçuklu Devleti parçalandıktan sonra İran Harzemşahlar’ın eline geçti. Cengiz Han’ın Moğol orduları 1220’den itibaren İran’ı ele geçirmeye başladılar. Moğollar İran’da yüzyıllar içinde oluşan uygarlık birikimini büyük ölçüde yok etti. Kösedağ Savaşı’ndan sonra İran’da İlhanlılar devleti kuruldu. İran toprakları 1925’e kadar Türk hanedanları tarafından yönetildi. Bugünkü Türkiye-İran sınırı büyük ölçüde IV. Murat’ın 1638’de Bağdat’ı ele geçirmesinden sonra imzalanan – 1639’da – Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla çizilmiştir.
Polonya
I. Boleslav’ın 1025’te taç giymesiyle Polonya Krallığı kuruldu. 1572’ye kadar devam edecek Yagelonya Hanedanı döneminde Polonya kuzeyde Baltık Denizi’nden, güneyde Karadeniz’e kadar uzanan Avrupa’nın en büyük devletlerinden biri oldu.
Otuz Yıl Savaşları’nın dışında kalarak yıkıma uğramaktan kurtulan Polonya, XVII. yüzyılda Avrupa’nın önde gelen siyasi aktörlerinden biri oldu. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğu tarafından yıkılmasını Polonya Krallığı engellemiştir. Bu “kutsal” hizmet Polonya’nın XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren Rusya ve Prusya tarafından işgal edilmesini önleyemeyecektir. Polonya’nın bölünmüşlüğü, takip eden 200 yıl boyunca sürmüştür.
Rusya
VII. yüzyıldan itibaren Bugünkü Kiev kenti civarına yerleşen Slav kabileleri IX. yüzyılda, bölgedeki Türk Hazar devletini yenerek Dinyeper nehri boyunca uzanan Kiev Rus devletini kurdular. 1236’da Novograd Knez’i (prensi) seçilen Alexander Nevsky zamanında İsveç’e ve Töton şövalyelerine karşı askeri zaferler kazanan Ruslar, Moğol gücünün zayıflamasıyla birlikte tekrar nüfuz alanlarını genişletmeye başladılar. 1584’te ise Rusya 5,4 milyon kilometrekarelik toprağıyla Avrasya coğrafyasının en büyük devletlerinden biri hâline gelecektir. III. İvan Polonya, Litvanya ve İsveç ile çatışma içine giren Moskova Büyük Knezliği, Osmanlı Devleti ile de sınırdaş hale geldi. Rusya’nın asıl sıçrayışı, IV. İvan (Korkunç İvan) zamanında, ülkedeki büyük toprak sahipleri olan boyarların sindirilmesi ve ülke yönetiminde merkezileşmenin sağlanmasından sonra oldu. Avrupa devletleri ile ticari bağları da kuvvetlendiren IV. İvan, Tatarlarla mücadele ederek ve diğer Müslüman hanlıkları da ele geçirerek Rusya’nın Orta Asya’ya ilk yayılmasını başlatmıştır. Osmanlı – Rus rekabeti, XVII yüzyıldan itibaren su yüzüne çıkmaya başlamış ve her iki imparatorluk I. Dünya Savaşı’na kadar süren çatışmalar yaşamışlardır. Ayrıca, 1613’te Mikail Romanov’un Çar olmasından sonra Rusya 1917’ye kadar Çarlıkla yönetilecek ve Romanov hanedanı Rusya’ya egemen olacaktı.
XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Büyük Güçlerin Küresel Rekabeti
Manş’ın İki Yakasında Parlamentarizm ve Mutlakiyetçilik
İngiltere ve Fransa’nın yönetim biçimlerinin XVI. Yüzyılın sonundan başlayarak yaklaşık bir yüzyıl içinde klasik biçimlerini alması süreci tüm Avrupa üzerinde de önemli etkiler doğurduğu için siyasi tarihin vazgeçilmez konuları arasındadır.
İngiltere’de I. Elizabeth’in 1558-1602 yılları arasında hükümdarlığının ardından varis bırakmaması üzerine tahta İskoçya Kralı IV. James, I. James adıyla oturtuldu. Böylece Tudor hanedanının dönemi sona ermiş oldu ve İngiltere’yi Stuart hanedanı yönetmeye başladı. Stuartlar dönemi parlamento ile krallık arasında geçen çekişmelere tanık oldu. Kral tüm gücü elinde toplamak adına İngiltere ve İskoçya’yı birleştirmek ve tek parlamento ile idare etmek için girişimde bulundu. İngiltere parlamentosu bu teklifi reddedince kral tek taraflı bir kararnameyle “Büyük Britanya Kralı” unvanını kullanmaya başladı. Fransa’da gelişen mutlakıyet anlayışı I. James’in ilgisini çekmekteydi. “İncil’de kralların diğer insanlardan ayrıcalıklı olduğunun yazıldığını” ileri sürecek kadar kendi yönetimini her şeyin üstünde tutan I. James, İngilizlerin desteğini sağlamak için İskoçya’da yaygın olarak bulunan Presbiteryenler ve Püritenler arasında baskı uygulamaya başladı.
I. James’in vergileri arttırma girişimi parlamento tarafından kabul edilmeyince kral 1610’da Parlamento’yu feshetti. 1614’te acıkan parlamento anlaşmazlıklar yüzünden tekrar dağıtıldı. Vergi kanunları için 1621’de parlamentoyu toplayan I. James bu kez daha sert bir tepkiyle karşılandı. Kral parlamentoyu tekrar kapattı ve 1625’te ölene değin bir daha açmadı.
I. James’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu I. Charles de parlamentoyla sürekli çatıştı. Parlamento 7 Haziran 1628’de kabul ettiği “Hak Dilekçesi” ile Parlamento’nun onayı olmadan yeni vergiler konulmasını, keyfi tutuklamayı ve sivil vatandaşların evlerinin zorla kullanılmasını yasaklarken olağanüstü hal uygulamalarına da önemli kısıtlamalar getirdi. Kralın savaş giderlerini karşılayabilmek için Parlamento’nun desteğine ihtiyacı vardı ve Hak Dilekçesi’ni onayladı. Kral Parlamento onayı olmaksızın gümrük vergisi kalemlerini arttırmaya girişince Parlamento bu yasayı kendisine hatırlattı ve bunun üzerine
I. Charles 1629’da Parlamento’yu kapattı. İspanya ile süregiden savaş ve Fransa ile başlayan çatışmalar karşısında mali kaynak bulamayan I. Charles, 1629’da Fransa, 1630’da da İspanya ile barış yaparak 30 Yıl Savaşları’nın tamamen dışına çekildi.
I.Charles’in dini baskı politikaları karşısında İskoç rahiplerin öncülüğünde başlayan ayaklanma 1639’da iki yıl sürecek bir iç savaşa dönüştü ve Parlamento Kasım 1640’ta yeni bir toplantıya çağrıldı. Güç kazanan Parlamento’nun icraatları sonucunda I. Charles kendi evi olan İskoçya’ya gitti, kendisini destekleyenlerden bir ordu kurdu ve İngiltere’de bir iç savaşa yol açtı. Sekiz yıl süren çatışmalar sırasında Parlamento ordularına komuta eden Oliver Cromwell kralcılara karşı büyük başatılar kazandı. Sonunda I. Charles ele geçirildi ve idam edildi. Mayıs 1649’da İngiltere’de cumhuriyet ilan edildi ve kralın oğlu II.Charles 1650 yılında “sürgünde” kral ilan edildi.
Cromwell’in İrlanda’daki isyanı bastırırken siviller üzerinde kullandığı aşırı güç bu ülkedeki İngiliz nefretini derinleştirdi. Bir yandan savaşırken, diğer yandan da Parlamento’nun siyasetini yönlendirmeye çalışan Cromwell, 1653’te yaptığı bir askeri darbeyle Parlamento’yu feshetti. Yürütme yetkilerini elinde toplayan Lord Protektör (Cromwell), 1658’deki ölümüne kadar İngiltere Cumhuriyeti’ni diktatörlükle yönetti. 1660’da II. Charles’ın tahta oturmasıyla, İngiltere’nin 11 yıllık cumhuriyet deneyimi de son buldu.
Birkaç kez kapatıp yeniden açtığı Parlamento’yu 1680’de son kez kapatan II. Charles, 1685’teki ölümüne kadar ülkeyi Parlamento olmadan yönetti. Yerine geçen Katolik
II. James, ilk andan itibaren kendi mezhebinden olanları önemli mevkilere getirdi. Kralın Parlamento’yu kapatması ve Anglikan Kilisesi’yle giriştiği çatışma II. James’in siyasi sonunu hazırladı. Kral, “Şanlı Devrim” ile tahttan indirildi. Şanlı Devrim’den hemen sonra 1689’da Kral III. William ve Kraliçe Mary’ye İngiltere tarihinin en önemli anayasal belgelerinden biri olan Haklar Yasası’nı (Bill of Rights) kabul ettirmeyi başaran Parlamento, İngiltere hükümdarlarının yetkilerini bir kez daha sınırlandırdı.

Fransa’da ise 1601’de tahta çıkan XIII. Louis’nin saltanatının ilk yıllarında Fransa’daki Protestanlar giderek güçlerini artırarak Yüz Yıl Savaşları’ndan sonra ülkede başlayan merkezileştirme çabalarını sekteye uğratmaya başladılar. Aristokrasi de bu durumdan faydalanarak Kral üzerindeki denetimini güçlendirdi. 1624’te Kardinal Richelieu (Riçliyö) XIII. Louis’nin başbakanı oldu ve gelişmelerin bir benzerinin Fransa’da yaşanmasına izin vermedi, Katolikliği güçlendirdi. Ülkede Aristokrasi kırıldı. Monarşi en mutlak haliyle Fransa’nın yönetim biçimi oldu. Kardinal Richelieu 1643’te ölünce yerine İtalyan kökenli Kardinal Mazarin geçti.
1643’te XIII. Louis’nin ölmesi üzerine, 5 yaşındaki veliaht XIV. Louis adıyla Fransa kralı ilan edildi. Ülkeyi Mazarin ve kralın annesi yönetmeye başladı ancak baskıcı politikalar ve ağır vergi yasaları huzursuzluğa yol açtı, ülkede ayaklanmalar çıktı ve iç savaş çıktı.
1653’te sona eren iç savaşın ardından Mazarin Paris’e geri döndü. Ağır bir mali yük getiren İspanya’yla savaşı bitirmek için 1657’de Oliver Cromwell’le ittifak yapan Mazarin, İngiliz ordusunun yardımıyla Dunkirk’ü İspanyollardan almayı başardı. Kasım 1659’daki Pireneler Barışı ile Fransa-İspanya savaşı sona erdi.
Mazarin’in 1661’de ölümü üzerine 23 yaşındaki XIV. Louis ülkenin yönetimini kendi ellerine aldı. Kralın ilahi hakları olduğu inancından hareket ederek daha önce başlatılan merkezileştirme hareketini güçlendiren reformlar yapmaya başladı. Bu reformlar maliye, merkantalist ticaret politikalarında oldu ve Amerika’da yeni keşifler yapıldı, Hindistan’da yeni ticaret limanları elde edildi. Ülkede dışişleri yeniden yapılandırıldı, sürekli askerlik kurumsallaştırıldı, hukuk kodifikasyonu gerçekleştirildi, Katoliklik güçlendirildi. Monarşi yüceltildi ve bunun simgesi olan Versailles Sarayı inşa ettirildi. 72 yıl süren saltanatı boyunca yaptığı işlerle Fransa’yı küresel siyasetin merkezine oturtmayı başaran XIV. Louis’ye “güneş kral” (Roi Soleil) nitelendirmesi yapılmıştır. İspanya ile yapılan İntikal savaşında güç kaybeden Fransa, Hollanda ile yaptığı savaşta 1678’de Nimegen Anlaşmasıyla güç kazandı.
Fransa’nın Avrupa’ya Genişlemesinin Durdurulması ve Yeni Güç Dengeleri
Avrupa devletler sisteminin bir parçası olan Osmanlı İmparatorluğu’nun II. Viyana Kuşatması hamlesi, Fransa ile İspanya ve Avusturya arasındaki güç mücadelesinden bağımsız düşünülemez. 1683 yazında Osmanlı ordusu II. Viyana Seferi’ne çıktı. Bundan yararlanan Fransa Eylül ayında İspanyol Hollandası’nı işgal etti. Kuşatmadan sonra Avrupa’nın doğusunda ve batısında yaşanan savaşların verdiği sonuçlar, bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk büyük toprak kayıplarına yol açarken diğer yandan da Fransa’nın Avrupa’daki liderlik iddiasına önemli bir sekte vurmuştur.
1689 yılında Avrupa devletleri Fransa’ya karşı Büyük İttifakı oluşturdu. Bu ittifak İspanya Veraset Savaşları sırasında Fransa’ya karşı savaştı. Aynı dönemde 1684 yılında kurulan Kursal İttifak ülkeleri bütün gücüyle Osmanlı İmparatorluğu’na yüklendi. Mağlubiyeti kabul etmek zorunda kalan Osmanlı ile Kutsal Roma İmparatorluğu (Avusturya Arşidüklüğü), Venedik ve Polonya arasında 26 Ocak 1699’da bugünkü Sırbistan’da yer alan Karlofça’da barış antlaşmaları imzalandı. Karlofça ile Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan beri en büyük toprak kayıplarına uğradı.
İspanya Veraset Savaşları çocuğu olmayan İspanya Kralı
II. Carlos’un ölümüyle Avrupa’daki son derece karışık olan veraset ilişkilerinin su yüzüne çıkmasıyla meydana gelen bir savaştır. Kral vasiyeti ile İspanya topraklarının tamamının ne Fransızlara ne de Avusturyalıların eline geçmesine izin verdi. İspanya Veraset Savaşları 1701- 1713 yılları arasında hem Avrupa’da hem de sömürge topraklarında sürdü. İngiltere ve Hollanda’nın savaştan çekilmesi üzerine Avusturya dışındaki müttefiklerle Fransa arasında 1713’te Utrecht Antlaşması imzalandı. Fransa-Avusturya savaşı ise 1714’te Rastad ve Baden antlaşmalarıyla sona erecektir. Utrecht Antlaşması XIV. Louis’nin İspanya toprakları üzerindeki hak iddiasını sona erdirdi. İspanya Veraset Savaşları’ndan sonra Fransa, Avrupa’da elde ettiği toprakların büyük bir bölümünü korudu.
Osmanlı cephesinde ise Venedik savaşından sonra Avusturya birlikleri de savaşa girdi. Temmuz 1718’de Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya ve Venedik arasında Pasarofça Antlaşmaları imzalandı. Pasarofça Antlaşması’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu 1730’a kadar savaşsız sürecek Lale Devri’ne girecektir. Orta ve Batı Avrupa’da ise aynı dönemde yeni güç dengeleri kurulmakta, yeni savaşların şartları oluşmaktadır.
XIX. Yüzyıla Girerken Avrupa’nın Eski ve Yeni Büyük Güçleri Arasındaki İlişkiler
Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra Prusya Dükü I. Frederick Wilhelm, ordu ve maliye başta olmak üzere kurumsal yapıyı geliştiren önemli reformlar yapmış, kuzey Almanya coğrafyasındaki devletler üzerinde nüfuz kurmuştu. Din Savaşları sırasında Katolik ve Protestan olarak bölünen Alman devletleri, bu kez -dinsel farklılığın da etkisiyle- Avusturya ve Prusya etrafında kümelenmeye başladılar. 1713-1740 yılları arasında tahtta kalan kral I. Frederick Wilhelm, askeri alanlarda yaptığı yeniliklerle, özellikle iyi eğitimli ve sürekli bir ordu kurarak Prusya’yı Avusturya karşısında güçlendirdi. Avusturya veraset Savaşları 1741 yılında başladı. Savaş, bir yandan Alman devletlerinin Avusturya’nın mı yoksa Prusya’nın mı nüfuzu altında olacağına, diğer yandan da İngiltere, Fransa ve Hollanda arasındaki küresel ticaret rekabetinde kimin galip geleceğine cevap arar gibiydi. 1748’de imzalanan ve Avusturya Veraset Savaşları’na son veren Aix la Chapelle (Aachen) Antlaşması, taraflar arasında çıkan sorunları tam olarak çözen bir düzenleme yerine, savaşmaktan yorulan devletlerin bir tür molası görüntüsünü sergiliyordu. Antlaşma, Avusturya ile Prusya, Fransa ile İngiltere arasındaki rekabeti iyice derinleştirdi.
1756-1763 yılları arasında devam eden 7 Yıl Savaşları, Avusturya Veraset Savaşları gibi hem Avrupa’da, hem de Akdeniz, Hindistan, Kuzey Amerika ve Karayipler’de yapıldı. Sömürgelerdeki savaşlarda Fransa büyük bir hezimete uğradı. İngiltere bu tarihten itibaren Hindistan’daki varlığını güçlendirecektir. Diğer yandan, İngiltere’nin Fransa’yla Kuzey Amerika’daki savasının bölgedeki kolonilerin de katılımıyla sürdürülmüş olması, bu kolonilerde yaşayanların ortak bir bilince ulaşmasına katkı sağlayacak ve İngiltere’ye karşı Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın başlamasına yol açacaktır.
Coğrafyanın diğer tarafında ise giderek güçlenen bir Rusya karşımıza çıkıyor. 1613’te Mikail Romanov’un Çar olmasından sonra Baltık Denizi’nden Karadeniz’e uzanan bir alanda hâkimiyet kurabilmek için Polonya, İsveç ve Osmanlı İmparatorluğu ile mücadeleye girişen Rusya, bir yandan da Orta Asya ve Sibirya’daki genişlemesini sürdürdü. Rusya, Estonya ve Livonya’yı elde ederek Baltık kıyılarındaki varlığını sağlamlaştırdı. Rusya yavaş yavaş modern Avrupa devletler sisteminin vazgeçilmez bir aktörü hâline gelirken, 1696’dan itibaren Rusya’yı tek başına yönetmeye başlayan Çar I. Petro (Büyük Petro) döneminde yapılan reformlar ülkeyi askeri, ekonomik ve idari aç›dan güçlendirdi. Artık Avrupa’nın askeri açıdan güçlü devletlerinden biri haline gelmiş olan Rusya, Avusturya Veraset ve Yedi Yıl Savaşları’nda da yer aldı. Rusya, sadece Karadeniz’in kuzeyinde çok güçlü bir devlet hâline gelmedi, aynı zamanda Balkanlar üzerinden güneye inerek Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırabilecek bir tehdide dönüştü. 1774’te Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Kırım Rusya’ya terk edildi, ticaret serbestisi sağlandı, ticari kapitülasyonlar verildi, konsolosluk ve İstanbul’da sürekli elçilik verildi. En önemlisi, Eflak ve Boğdan’daki Ortodokslar Rusya’n›n “koruması” altına sokuldu. Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileme Dönemi’nin başlangıcı sayılır. XVIII. yüzyıl boyunca sürekli büyüyen ve modernleşen Rusya, Fransız Devrimi (1789) sonrasında yaşanan gelişmelerde Avrupa güç dengesinin vazgeçilmez bir unsuru hâline gelecektir.
“Yeni Dünya”da İlk Bağımsız Devlet: ABD
XVII. yüzyılın başından itibaren Amerika kıtasına göçler ve yerleşimler başladı. Bunların nedenleri arasında dini baskılar, siyasi istikrarsızlıklar, Avrupa’daki kıtlık ve fiyatların aşırı biçimde yükselmesi sayılabilir. Ayrıca koloniler kurmak amacıyla Avrupa devletleri kıtadan toprak alımı da gerçekleştirdi. Koloniciler bu topraklarda ticaret yaptı ancak bu süre içinde kıtanın asıl sahipleri olan yerlileri kendilerininkinden daha ağır şartlara mahkum eden eylemler girişmekten kaçınmadılar.
Yeni topraklara yerleşmiş olmalarına rağmen, anavatanları olan Avrupa devletleri arasındaki savaşların koloniciler üzerinde de yansımaları oldu. Bazen İngiltere, Hollanda ve Fransa arasındaki savaşlar sebebiyle ticaret yapmakta zorlanırlarken bazen de savaşın doğrudan tarafı oldular.
1748’deki Aix La Chapelle Antlaşması’yla İngiltere, koloniciler açısından büyük önem taşıyan bu kaleyi Hindistan’da elde ettiği bazı kazanımlar karşılığında Fransa’ya bıraktı. Bu durum kolonicilerin İngiltere’ye olan güvenlerinin sarsılmasına sebep oldu. Zira İngiltere kendi çıkarları gerektirdiğinde, Amerika’daki kolonilerinin taleplerini pekâlâ göz ardı edebiliyordu. Bu tarihten itibaren kolonilerde “Amerikalılık” bilinci güçlenmeye başlayacaktır.
Nitekim Ohio bölgesinin aidiyeti konusunda İngiltere ile Fransa arasında gerginliğin tekrar tırmanmaya başladığı dönemde, yedi İngiliz kolonisinin temsilcileri 1754’te New York’un Albany kentinde bir araya gelerek Benjamin Franklin’in önerdiği savaş ve barış kararı alınırken İngiltere’den bağımsız hareket etme düşüncesini tartıştılar. Yedi Yıl Savaşları (1756-1763) sırasında kolonilerdeki “Amerikalılık” bilinci daha da güçlendi.
Kolonilerde bağımsızlık düşüncesi yaygınlaşırken İngiltere Kralı III. George olup bitenleri hâlâ Avrupa siyasi dengeleri perspektifinden değerlendirmekte ve uzun süren savaşlar sırasında uğradığı ekonomik kayıpları, gelen tepkilere rağmen, kolonilere daha fazla vergi yükleyerek gidermek yoluna gitmekteydi. Bu ise koloniler ile İngiltere arasındaki köprülerin tamamen atılmasına yol açtı. 1773’te İngiltere Parlamentosu Çay Yasası’nı çıkartarak kolonilere dolaylı yoldan yeni ek vergiler koyunca, Boston limanına demirli İngiliz ticaret gemilerindeki çaylar koloniciler tarafından denize döküldü. Bu olay Amerikan tarihinde “Boston Çay Partisi” adıyla anılmakta ve İngiltere’ye karşı ilk organize tepkiyi göstermesi açısından sembolik önem taşımaktadır.
Kuzey Amerika’daki 13 İngiliz kolonisinin temsilcileri Kıtasal Kongre (Continental Congress) adı verilen bir toplantıda bir araya gelerek 4 Temmuz 1776’de Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) İngiltere’den bağımsızlığını ilan ettiler. Ardından limanlarını tüm ülkelerin ticaret gemilerine açan ABD, İngiltere’nin Fransa’ya uyguladığı ticari kısıtlamaları da tanımadığını açıkladı.
İngiltere ile Fransa arasındaki rekabetin oluşturduğu şartlar sayesinde hayat bulan ABD, çok uzun bir süre Avrupa’nın siyasi işlerine karışmaktan uzak duracaktır. Söz konusu rekabetin yıkıcı etkileri ise ABD’nin bağımsızlığını kazanmasından sonra iyice su yüzüne çıkacaktır.
FRANSIZ DEVRİMİ
Fransız Devrimi Neden ve Nasıl Yapıldı?
1789 öncesi dönemde İngiltere ve Fransa’nın geniş iktisadi güce kavuştukları gözlemlenmektedir. Bu süreç iki ülke arasında yoğun çatışmaları da beraberinde getirmiş, Fransa’nın İngiltere ile rekabet edebilmek için olağanüstü maddi kaynaklar sarf etmesi, ülke maliyesinin iflas etmesine yol açmıştır.
Diğer yandan, “Aydınlanma Çağı” olarak isimlendirilen XVIII. yüzyılın düşünürleri devlet yönetimi, anayasacılık, bireyle devlet arasındaki ilişkilerin niteliği, siyasi ve medeni haklar gibi konularda çok önemli eserler verdiler. Böylece, özgürlüklerin ve demokratik kurumların yeşermesine uygun bir zemin doğdu. Ansiklopedistler adını alan Diderot, Voltaire, Montesquieu, Rousseau gibi yazarlar, XVIII. yüzyılın ortaları ile ikinci yarısında ortaya koydukları çalışmalarıyla, Aydınlanma Çağı’nın Fransa’da kök salmasını sağlamışlardır.
Devrim’in Fransa’ya özgü nedenleri arasında ekonomik eşitsizlikler temel nedenler arasındadır. Soylu ve Ruhban kesimin vergiler bakımından ayrıcalıklı olması burjuva ve işçi kesimini rahatsız etti. Mali yük bu iki kesime bindi.
Kral XVI. Louis vergiler için meclisi Mayıs 1789’da toplantıya çağırdı. Üç alt-meclisten oluşan mecliste üçüncü at-meclise hakim olan orta sınıf (burjuvazi), köylüler ve işçiler toplantıları 6 hafta boykot ettikten sonra kendini 17 Haziran’da “Milli Meclis” ilan etti. Böylelikle Fransa Kral, Soylular, Kilise ve Burjuvazi ve geniş halk kitleleri olarak ayrıştı. Halkın 17 Temmuz 1789 günü Bastille hapishanesini ele geçirmesiyle Kral geri adım attı ve Milli Meclis’i tanıdı.
Fransa’da Yeni Rejimin Kuruluşu ve Sorunları
Milli Meclis, 4 Ağustos’ta “feodalizmin kaldırıldığı”nı ilan etti. 26 Ağustos’ta da “İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi” yayınladı. Kral’ın yetkileri konusunda Jakobinler ve radikaller arasında görüş ayrılıkları belirdi, öte yandan yurt dışındaki soylular da eylem hazırlığına girişti. Devrim hem içerden hem dışarıdan sorunlarla yüzyüze gelmeye başladı. Çıkartılan 1791 anayasasında radikallerin istediği oldu.
Devrimin ilk günlerinle ilan edilen İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi’nde yer verilen, insanların doğuştan özgür oldukları, özel mülkiyetin dokunulmazlığı, basın özgürlüğü, yasalar önünde eşitlik, adil vergi düzeni ve memuriyete girebilme gibi haklar Kurucu Meclis’in hazırladığı anayasayla teminat altına alındı ancak bunda da bazı eşitsizlikler bulunuyordu. Kilise ve eşitsiz gruplar devrim karşıtı isyanlar başlattı. Aynı zamanda Avrupa monarşileri de devrime tepki duyuyorlardı. Fransa 20 Nisan 1792’de Avusturya’ya savaş açtı.
Yeni Rejimin Siyasal Model Arayışları
• Ulusal Konvansiyon: Cumhuriyet’in ilanı, yürütme ve yasama erklerinin tek organda birleştiği olağanüstü dönem.
• Terör Dönemi (1793-1794): Ülkede radikal unsurların baskıyla sindirilmesi ve bu kanlı dönem sonunda Kamu Güvenliği Komitesinin yetkilerinin azaltılması.
• Direktuvar Dönemi (1795-1799) Direktuvar’a karşı yürütülen isyanların General Napoleon Bonaparte tarafından bastırılması.
• Mısır Seferi: Mısır’ın istilası ve gelişmeler doğrultusunda Fransa’nın Mısır’dan çekilmesi.
Napoleon Bonaparte’in Kurduğu Düzen
Mısır seferinin başarısızlıkla sonuçlanmış olmasına rağmen, başlangıçta elde ettiği zaferin halk tarafından kendisine olan sevgiyi artırmış olmasına güvenen Napoleon, Sieyes bir darbeye teşebbüs etmeden önce, yönetimi kendi ellerine almaya karar verdi. Napoleon’un iktidara gelmesine kapıyı aralayan askeri darbe 7 Ekim 1799’da başlamış olmasına rağmen “18 Brumaire Darbesi” olarak anılır.
Napoleon yetkilerini kimseyle paylaşmak niyetinde değildi. 7 Şubat 1800’de yapılan halkoylamasında (plebisit) “Birinci Konsül” unvanını alarak yürütme gücünü çok büyük ölçüde kendi elinde topladı.
Bununla da yetinmeyen Napoleon, iktidarı tam olarak ele geçirebilmesinin evvela halka verdiği barış sözünü tutarak devam etmekte olan İkinci Koalisyon Savaşları’nı sona erdirmekle mümkün olacağını hesaplamıştı.
Amiens Barışı’ndan sonra Napoleon içeride düzeni sağlayacak adımlar attı. Ülke dışına kaçmış olan her sınıftan kişinin Fransa’ya dönmesine izin verdi.
Napoleon’un bu reformları içinde kendisinin geniş halk kitleleri tarafından daha da benimsenmesini sağlayan adımı 1801’de attı. Fransız Devrimi’nin kopardığı Katolik Kilisesi ile ilişkileri yeniden kurdu.
Nitekim yukarıdaki reformları yaparak halkın desteğini arkasına aldıkça daha da cesaret kazanan Napoleon önce 1802’deki bir halk oylamasıyla kendisini ömür boyu konsül olarak seçtirdi. Ardından da, 1804’te hazırlanan ve yine halk oylamasıyla benimsenen yeni bir anayasayla, rejimi imparatorluğa dönüştürürken kendisinin de I. Napoleon adıyla “Fransızların İmparatoru” ilan edilmesini sağladı. Napoleon’un imparator olmasından sonra 10 yıl sürecek kesintisiz savaşlar dönemi başlayacaktır.
Napoleon’un izlediği merkantalist ticaret anlayışı İngiliz ticaretine zarar vermeye başlayınca Mayıs 1805’te İngiltere Fransa’ya savaş açtı. Üstelik İngiltere’nin bir süre sonra Avusturya ve Rusya’yı da yanına çekmesiyle, Fransa’ya karşı Üçüncü Koalisyon kurulmuş oluyordu. Bu sayede İngiltere’yi istila harekatına başlayamayan Napoleon denizde yenilgiye uğradı ancak karada büyük zaferler elde etti.
Avusturya ve Rusya ordularıyla karşı karşıya gelen Napoleon savaştan galip çıkan taraf oldu. Avusturya diğer kayıplarıyla birlikte “Kutsal Roma İmparatorluğu” tacını da bırakmak durumunda kaldı. Rusya ise barış isteyerek Fransa’nın Avrupa’yı denetlemesine onay verdi. Fransa ise Rusya’nın Finlandiya ve Balkanlar’daki haklarını kabul etti.
Napoleon Trafalgar yenilgisiyle denizden istila edemeyeceğini gördüğü İngiltere’yi ancak iktisadi bir savaşla çökertebileceğini hesapladı. Kasım 1806’da çıkarttığı bir kararnameyle Fransa’nın müttefiklerinin ve ele geçirdiği yerlerdeki halkın İngiltere’yle ticaretini yasakladı. Ancak kendi ablukasının delinmesi ve İngiliz gemilerinin Fransız limanlarını ablukaya almasıyla Napoleon’un planı “bumerang” gibi kendini vurdu. Napoleon ablukayı delen ülkelere çok sert karşılık verecektir.
Bu arada Napoleon İberik Yarımadası’nı işgale girişmişti. Önce İspanya’yla ittifak yaparak Aralık 1807’de Portekiz’i ele geçiren Napoleon ardından 1808’de müttefiki İspanya’ya saldırdı. Madrid’i ele geçirerek kralı tahttan indiren Napoleon, kardeşi Joseph’i İspanya Kralı ilan etti.
İngiltere’ye karşı ise bir türlü üstünlük sağlayamayan Napoleon, 12 Ekim 1808’de Çar I. Alexander ile Erfurt’ta gizli bir sözleşme yaparak İngiltere’yle barış görüşmelerine girişilmesi konusunda anlaştı. Gelişmelerden cesaret alarak kendisine savaş açan Avusturya’yı yenen Napoleon’un bölgedeki icraatları Rusya ve Fransa’nın arasının iyice soğumasına neden oldu.
İmparator Napoleon’un Düşüşü
Eşi Josephine’den 1809’da boşanan Napoleon, Metternich’in çabalarıyla 1810’da Avusturya İmparatoru’nun kızı Marie Louise ile evlendi. Napoleon’un 1810’dan sonraki yönetimi, bu gelişmelerin de ortaya koyduğu gibi, başlangıçtaki toplumsal dayanaklarında önemli bir değişiklik anlamına geliyordu. Önceleri bütün sosyal sınıflara dayanan, yani kitle desteğine sahip bulunan Napoleon’un çevresinde gittikçe bir soylular çemberi oluşturmaya başlıyordu. Eski Rejimin egemen toplumsal sınıfının (Aristokrasi) yeniden ön plana çıktığı görülüyordu.
Avrupa uygarlığını tek bir olgu olarak gören Napoleon ele geçirdiği ülkelerde yerli aristokrasilerle işbirliği yaparak kendisiyle çelişiyordu. Napoleon’un bir başka çelişkisi de Avrupalılara çağdaşlık ruhunu yaymaya çalışırken eski Roma’nın gösteriş ve sefahatine yeniden yönelmekten kendini alamamasıydı. Napoleon milliyetçilik akımlarını da göz önünde bulundurmuyordu.
Napoleon’a karşı ilk büyük milli uyanış işgal altında tuttuğu Alman topraklarında ortaya çıkmıştır. Bu dönemin Alman uyanışı, Aydınlanma Çağı’nın akla dayanan felsefesine karşı duyguyu ön plana çıkararak bütün Avrupa’ya dalga dalga yayılan “romantizm” akımını yaratmıştır. Amerikan İnsan Hakları anlayışına, Aydınlanma Çağı’na ve Fransız Devrimi’ne temel oluşturan insanlar arası bir örneklik ve benzerlik kavramı, yerini farklılıkların ve ayrı özelliklerin üstün tutulduğu bir anlayışa bırakmaktaydı. Artık, ayrı ayrı iç dünyaların – kısacası toplumların birbirinden farklı yapılarının- üzerinde durulmaktaydı.
Böylece, nas›l XVIII. yüzyılda Fransa Avrupa’nın kültür önderi olduysa şimdi de Almanya bunu devralmaktaydı. Alman düşüncesi, milliyetçiliğin tohumlarını yalnız Almanya’ya değil bütün Avrupa’ya serpmekteydi.
Napoleon, askeri alanda da başarısızlıklarla yüzyüze gelmeye başladı. 1810 yılında Kıta Sistemi’nden çekilen Rusya İngiltere ile ticaret yapmaya başladı. Bunun üzerine Haziran 1812’de Moskova seferine çıkan Napoleon Moskova’ya girebilmesine rağmen açlık nedeniyle geri çekilmek durumunda kaldı ancak hava şartları büyük kayıplar vermesine neden oldu. Bu durum ordudaki disiplini de bozdu. Bu büyük hezimet karşısında Avrupa’daki bütün Napoleon karşıtı güçler harekete geçti. 30 Mart 1814’te koalisyon güçleri Paris’e girdi, Napoleon teslim oldu ve Akdeniz’deki Elbe adasına sürgüne gönderildi.
Avrupa Uyumu’nun Kuruluşu
Napoleon’un sürgüne gönderilmesinin ardından meydana gelen yönetim boşluğu müttefiklerin istediği biçimde sonuçlandı. Buna göre, Fransa’n›n başına yeniden Bourbonların dönmüş olması barışı kolaylaştırdı. Müttefikler, Fransa’yla 30 Mayıs 1814’te Birinci Paris Antlaşması’nı imzaladılar. Buna göre, Fransa 1792’deki sınırlarına dönüyordu.
Müttefikler, Fransa’ya Bourbonların dönüşünü sağladıktan sonra artık intikam isteklerine kulaklarını tıkadılar. Yani, Fransa’yı cezalandırıcı bir antlaşma yoluna gitmediler. Fransa’ya tazminat borcu bile yüklemediler. Böylece, kendilerine yakın gördükleri yeni Fransız yönetiminin işini kolaylaştırmak istiyorlardı.
Müttefikler Napoleon’u yendikten sonra Viyana’da bir uluslararası kongre toplanmasına karar vermişlerdi. Burada, Avrupa’nın çeşitli sınır ve statü sorunlarını görüşüp çözüme bağlayacaklardı.
Viyana Kongresi, bu ortamda Eylül 1814’te toplandı. Kongre’de ipler dört büyük ve galip devletin -İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya’nın- elindeydi. Viyana
Kongresi bu temel sorunları çözdükten sonra, ortada pek fazla sınır sorunu kalmadı. Kongre’nin uluslararası ilişkiler açısından önemi, yalnızca büyüklüğünden ve siyasi yanından ileri gelmiyordu. Kongre, uluslararası hukuk açısından da önem taşıyordu. Nitekim Kongre’de korsanlığın yasaklanması, uluslararası nehirlerde seyrüsefer durumunun düzenlenmesi, köleliğin yasaklanması gibi konularda da kararlar alındı.
Kongre çalışmaları sırasında Napoleon sürgünden kaçıp yine bir ordu oluşturmuş ancak başarılı olamamıştır. İngilizler tarafından yakalanan İmparator 1821’deki ölümüne kadar Afrika’nın güney batısındaki St. Helene adasına gönderildi.
Viyana Kongresi’nin kararları, 1648 Westphalia Antlaşması ile 1919 Paris Barış Konferansı arasında kalan dönemin Siyasi Tarihi içinde en önemli yeri tutmaktadır.
Fransa’ya karşı takınılan “ağır cezalandırma” yerine “dengeleme” yaklaşımı Viyana Düzenini güçlendiren temel bir etken niteliğindeydi.
Viyana Kongresi, büyük devletler arasındaki savaşlara uzun bir süre için son vermiştir. İngiltere ise bir süredir artmakta olan gücüyle uzun zaman için en kuvvetli devlet durumuna geçmiştir.