AVRUPA’NIN SİYASAL VE EKONOMİK DÖNÜŞÜMÜ (1815-1871)
Dönemi Şekillendiren Temel Dinamikler
Sanayi Devrimi, temelde üretimde makinaların kullanılmasıyla görülen bir durumdur ve üretimin kitleselleşmesi olgusuna dayanmaktadır. Sanayi Devrimi’ne asıl anlamını veren olgu ise buharın makinalarda bir enerji olarak kullanılması oldu. Kondansatörün icadı ile buhar makinalarından muazzam bir verim elde edildi. Bu durum, hızlı ve çok miktarda mamulün üretildiği yeni üretim alanlarının yani fabrikaların ortaya çıkmasını sağladı. Üretim artışı işgücü talebini de beraberinde getirdi. Bu talep kırda atölyelerde ve lonca sisteminde çalışan işçilerin kente göç etmesine sebep oldu. Kentteki işçilerin sayısı çok kısa zamanda onbinleri hatta yüzbinleri buldu ve Avrupa sosyal ve siyasal tarihinde çok önemli etkilerde bulunacak işçi sınıfı ortaya çıkmış oldu.
Fabrikaların ortaya çıkışı, ticari kapitalizmin ortaya çıkışı ile doğan ve yüzyıllar içinde ekonomik ve siyasal anlamda güçlenen burjuva sınıfının eseridir. Burjuvazinin Avrupa’da XIX. yüzyıl öncesinde en belirgin biçimde 1789 Fransız Devrimi’nde görüldüğü gibi oynadığı devrimci rol, sınai kapitalizmin gelişmesiyle daha da önem kazanacak ve ideolojisini ve siyasal amaçlarını siyasal yapının XIX. yüzyılda yeniden şekillendirmesinde temel ilkeler olarak kabul ettirmeyi başaracaktır.
Öte yandan Sanayi Devrimi’nin sonucu olarak elde edilen büyük refah artışı, kitlelerde insanın çevresini ve geleceğini bizzat kendisinin değiştirebileceği inancını güçlendirmiştir. Bunun siyasal anlamı ise demokrasiye duyulan özlemin güçlenmesiydi. XIX. yüzyılın, değişiklik getiren güçler ile sürekliliği sağlayan güçler arasında devamlı bir mücadeleyle geçtiğini söylemek gerçeğe en yakın bir genelleme olur.
Burjuvazinin önce Avrupa’da sonrada tüm dünyada oynadığı dönüştürücü etkinin en önemli boyutlarından biri de milliyetçilik ideolojisinin geliştirilmesidir. Özellikle
XIX. yüzyılın ilk yarısında büyük ölçüde liberalizmle örtüşen milliyetçilik, egemenliğin kaynağının metafizik çerçeveden çıkarılarak, dünyevileşmesini ve ulusa dayandırılmasını temel almaktaydı. Bu durum mutlak monarşilerin sorgulanmasını ulusun siyasal temsiline dayanan parlamenter yapıların öne çıkartılmasını amaçlamaktaydı. Ulusu oluşturan yurttaşların siyasal egemenliğin eşit birer ortağı olmaları gerekmekteydi. Ayrıca siyasal egemenliğin eşit siyasal temsile dayalı parlamentolar tarafından yapılan kanunlar bir başka ifadeyle hukukla sınırlandırılması gerekmekteydi. Monarşik rejimlerin, meşruti rejimlere hatta cumhuriyet rejimlerine dönüştürülmesi hedefi milliyetçiliğin en önemli ilkelerinden biriydi. Burjuvazi ulusal bir pazar yaratmak amacıyla ulus-devlet yapılarının da en büyük destekçisi hâline gelecek, milliyetçilik de bu süreçte burjuvazinin en önemli ideolojik dayanaklarından birini oluşturacaktır.
Ayrıca milliyetçilik çok uluslu imparatorlukları oluşturan halkların ulusal haklarını ve bağımsızlıklarını kazanmaları yolunda ve XIX: yüzyılda başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere çok uluslu imparatorlukların çöküşünde önemli rol oynamıştır. Milliyetçiliğin önemli etkilerinden birini de İtalyan ve Alman ulusal birliklerin kurulması olgusunda bulabiliriz. XIX. yüzyıl Avrupa düzenini tamamen ortadan kaldıran I. Dünya Savaşı da bu çerçevede ortaya çıktı. Bu çerçevede Avrupa devletler sistemi XX. Yüzyılda çok açık bir biçimde ortaya çıkacağı gibi bir “uluslararası sisteme” doğru hızla evrilmeye başladı.
Avrupa Uyumu: 1815’ten Sonra Uluslararası İlişkiler
Yıllarca süren ve ekonomik olarak büyük bir tahribata yol açan Napoleon Savaşları’ndan sonra Avrupa ekonomik sıkıntılarla yüzyüze kaldı. Ancak bu sıkıntıları Sanayi Devrimi’nin sağladığı iktisadi genişleme sayesinde atlatabilmiştir. Bu sıkıntıların atlatılabilmesi, siyasi ortamın da çalkantılara yuvarlanmasını önledi. Napoleon’u yenilgiye uğratan Avrupa devletleri, çeyrek yüzyıl süren karışıklıkların tekrar ortaya çıkmaması için her türlü önlemi almaya kararlıydılar. Ancak yeni oluşan sosyal güçlere karşı etkili cephe oluşturamamışlardır. Bunun nedenlerinden biri ise sanayi devriminin batıdan doğuya doğru gelişmesidir. Bu durum Avrupa’nın doğusu ile batısı arasında var olan farklılıkları derinleştirmiş ve doğudaki halkların taleplerinin karşılanamamasına neden olmuştur.
1815 Barışı’nı izleyen dönemde yeni ve radikal siyasi akımlar meydana çıkınca baskı yöntemleri gittikçe yaygınlaştı. Hükümetler birbiri ardına ortaya çıkan gizli devrimci cemiyetlere ve hareketlere karşı silahlı güçlerini sıklıkla kullandılar. Üstelik bu sadece devletlerin kendi ülkelerindeki muhalif akımlara yönelik bir müdahalesi değildi, uluslararası bir boyut taşımaktaydı. Bu mücadele sonucunda Avrupa’nın doğusu ile batısındaki ayrılık artık kesin bir biçimde ortaya çıkmış oldu.
Avrupa’nın yeni siyasi güçlerle uzlaşmak yerine onlara karşı tutucu ve güçsüz rejimleri ayakta tutmaya çalışan bu sistem başarısız olmaya mahkûmdu. Viyana sisteminin baskıları ne liberalizmin ve milliyetçiliğin, ne de uzun dönemde öteki siyasi akımların güçlenmesini önleyebilmiştir. Zenginleşen burjuvazi kendi görüşüne uygun bir hükümet biçimi doğrultusunda çalışıyordu. Avrupa’daki yenilikçi akımlar üzerine yoğunlaşan bu baskıların sonucunda bir patlamanın ortaya çıkması kaçınılmazdı.
1830 ve 1848 İhtilalleri
Avrupa Düzeni’ne ilk ciddi kitlesel muhalefeti oluşturan 1830 ve 1848 ihtilalleridir. İhtilaller doğurdukları sonuçlardan çok Avrupa Düzeni ile Avrupa gerçekliği arasındaki çelişkiyi göstermesi bakımından önem taşımaktadır. İhtilallerin öncü sınıf ve grupları ile ihtilalleri doğuran, şekillendiren ve rengini veren ideolojilerin farklı olması nedeniyle bu 1830 ve 1848 ihtilalleri aynı çerçevede değerlendirilmemelidir. 1830’da temel güç Liberalizm’di; 1848’de ise öne geçen Milliyetçilik ve Sosyalizm oldu. 1848’de olacağı gibi 1830’da da ilk hareket Fransa’da patlak vermiştir.
Fransa’da 1830 İhtilali: 1824’te Kral olan X. Charles ülkede, gittikçe yoğunlaşan bir baskı yönetimi kurmuştu. 1830 yılında basına sansür konulması, siyasi haklara müdahale edilmesi patlamaya yol açtı. Paris’teki ayaklanmada özellikle işçiler, öğrenciler ve aydınlardan oluşan cumhuriyetçiler ön plandaydı. Askerler ayaklananlara müdahale etmeyince muhalefeti bastırmanın mümkün olmadığını gören X. Charles İngiltere’ye kaçtı. Sonrasında Louis-Philippe 1814 anayasasına bağlı kalmak şartıyla tahta çıkarıldı. Ancak bu kral kiliseye göre “ihtilalci” olduğu, radikal demokratlara göre ise “hayal kırıklığı yarattığı” için gözden düşecektir.
Belçika’da 1830 İhtilali: Hollanda’yla birleşen Belçika Hollanda Kralından rahatsızlık duymaktaydı. Aynı zamanda Fransızca konuşan Belçikalılar,(Valonlar) Hollanda dilinin zorunlu kullanılmasına da karşıydılar. Başlangıçta özerklik isteyen Belçikalılar Hollanda Kralının kuvvet kullanması üzerine bağımsızlığa yöneldiler. 1831 yılında Belçika İngiltere’nin desteği ile bağımsızlığını kazandı. Belçika’nın bağımsızlığı daha sonra 1839’da imzalanan Londra Antlaşması ile bütün Avrupa ülkeleri ile Hollanda tarafından tanındı.
Polonya’da 1830 İhtilali: Polonyalılar, 1815 düzenlemesi gereğince Polonya’nın Rusya’ya bağlanmasını ve Rus Çarı I. Nikola’nın krallığını tanımadıklarını ilan ettiler. Ancak Polonya hiçbir devletten –Osmanlı mültecileri kabul etmiştir – yardım görememiş ve isyanlar Rusya tarafından kolaylıkla bastırılmıştır. Böylece 1815 Polonya’sı ortadan kalkmış ve Rusya’ya dâhil edilmiştir.
1830 İhtilalleri’nin Sonuçları: İngiltere, İspanya, İsviçre; İtalya ve Portekiz gibi bazı yerlerde de ihtilallerin etkisi görülmüştür. Özellikle Fransa, Belçika ve İngiltere gibi ihtilallerin başarılı olduğu ülkelerde, Burjuvazi’nin güçlendiği görüldü. Batı Avrupa’da sanayi gittikçe gelişiyordu ancak işçilere düşen pay oranı ise gittikçe küçülüyordu. Dolayısıyla da sistemi yıkarak değiştirme fikrine yönelmekteydiler. Bu doğrultuda Fransa başta olmak üzere birçok ülkede birçok işçi örgütleri kuruldu. 1830 sonrasında ise bu gelişmeler, Sosyalizm’in biçimlendiği ve işçiler arasında hızla yayıldığı bir konjonktür oluşturdu.
1815-1830 arasında da tam işlemeyen uluslararası sistemin, Avrupa’nın hele 1830’dan sonraki ortamda etkili olması beklenemezdi. Avrupa’nın iki kampa ayrılmış durumu devam etmekteydi. Batı Avrupa gittikçe daha liberal daha varlıklı hale geliyordu. Ancak Batı Avrupa’nın bu maddi uygarlığının alt yüzünde işçilerin hoşnutsuzluğu vardı. Aynı zamanda gittikçe artan bir baskı vardı. Bu baskılar sonucunda ise yeni bir patlama olacaktı.
1848 İhtilalleri
1840’lı yıllar Sanayi Devrimi’nin getirdiği büyük atılıma rağmen Avrupa’nın birçok ülkesinde ekonomik zorluklarla doluydu. Ortaya çıkan açlık ve işsizlik durumu özellikle alt sınıflarda büyük bir tepki yaratarak radikallerin güçlenmesini sağladı. Bu durum birçok yerde hükümetleri düşüren yeni bir şiddet dalgasına sebep oldu. Hatta Avrupa’da yer yer savaşlar patlak vermeye başladı. Artık Avrupa’da birçok insan aynı özgürlüklere kavuşmak istiyor ve birçok düşünür aynı görüşleri paylaşıyordu. 1830’da mücadele eski ile yeni arasındayken 1848’de ise yenilikçi güçlerin kendi aralarında da olmuştur.
1848 ihtilallerinden yalnızca İngiltere ve Rusya kendini uzak tutabilmişlerdir. Ancak bu olaylar sırasında “sınıf çatışması” ve nefret duyguları bilenmiştir. “Bilimsel Sosyalist” ideolojisinin unsurları ortaya çıkmıştır. Öte yandan “Sınıflararası Uçurumu” kapatmakta köprü olmak üzere Milliyetçi ve “Boneparte’çı” doktrinlerde gelişmiştir.
Fransa’da 1848 İhtilali: 1830’da bastırılan Cumhuriyetçilik gittikçe sosyalizme kaymaktaydı. Fransa’nın siyasi güçleri arasından, – daha solda olanlar bir tarafa – Burjuvazi bile tam olarak Temsilciler Meclisinde temsil edilmiyordu. Oy hakkının genişletilmesi yolundaki çabalara karşı hükümet ile Kral Louis-Philippe ve Başbakan Guziot karşı çıkıyordu. Fransız reformcular, Paris’te bir gösteri düzenlemek istediler. Ancak bu gösteri bir gün kala yasaklandı. Bunun üzerine işçilerin oturduğu semtlerde hükümete karşı direnmek amacıyla barikatlar kuruldu. Kral ise seçim reformu sözünü verdiği halde işçilerin gösteri yapmasını engelleyemedi. Cumhuriyetçilerde bu gösterileri durdurmaya kalkışmadılar. Olayların büyümesi sonucu ayaklanma bütün kenti sardı. 1830’da olduğu gibi 1848 İhtilali de hükümetin devrilmesine yol açmıştır.
Cumhuriyetçiler meclis’i basarak geçici bir hükümet kurup Cumhuriyet ilan ettiler. Cumhuriyetçilerden oluşan 10 kişilik hükümetin üç üyesi “sosyal cumhuriyetçi (sosyalist)” idi. Sosyalistler yoğun bir iktisadi-sosyal program uygulatmak istedi iselerde yeni hükümette azınlık olduklarından bu program ancak sulandırılarak uygulanmıştır. Meclis daha sonra geçici hükümeti dağıtarak kendi geçici yürütme kurulunu oluşturdu. Ancak bu kurulda hiçbir sosyalist yer almıyordu. Cumhuriyetçiler ile Sosyalistler arasında tam bir uçurum oluşmuştu. Bu durumda sosyalistler artık sulandırılmış programı bile elde edemediler. Bu durumda silahlı çatışmalara varan yeni gerilimlere sebep oldu. Toplum kaçınılmaz olarak yeniden bir otorite arayışına yönelmişti. Nitekim Aralık 1848 seçimlerine yürütme organını güçlendirici yeni bir Anayasa ile gidildi.
1789 Fransız ihtilali ve Napoleon Boneparte Dönemi’nin kargaşasından bıkıp Bourbon hanedanını yeniden iş başına getiren Fransız halkı monarşiden de usanarak tekrar geçmişe- ve yine Napoleon Dönemi’ne – özlem duymuştu. Halk -özellikle köylüler – “Napoleon” adına bağlılıklarının sonucu olarak oylarını Louis Napoleon’a verdiler. Birinci Cumhuriyet Dönemi’nde 1797 yılında yapılan ilk seçimde nasıl daha çok kralcıların çoğunlukta bulunduğu bir Meclis ortaya çıkmış idiyse bu defa da ikinci Cumhuriyet’te genel oya dayalı seçim aynı sonucu doğurmuştu. Bu sonuçtan dolayı tekrar çeşitli ayaklanmalar ve bunların sonucunda çeşitli uygulamalar oluşmuştur. Bu ortamda ‘20 Aralık’ta (1851) Luis Napoleon 10 yıl için yeniden cumhurbaşkanı seçildi ve bir yıl sonra kendisini “III. Napoleon” adıyla imparator ilan etti. Böylece Fransa’da III. Napoleon diktatörlüğü kurulmuş oldu.
Avustralya’da 1848 İhtilali: 1848’e gelindiğinde, Avusturya Devleti’nin ana öğesini oluşturan Cermenlerin (Almanların) dışında Slav asıllı ırklar ve Slav olmayan 3 ulus (Macarlar, Romenler ve İtalyanlar), Avusturya’nın çok milletli yapısını meydana getiriyordu. O sırada imparatorluğun Macaristan kanadı parlamentosu olan Diyet, anayasa reformları için birkaç aydır toplantı hâlinde bulunuyordu. Diyet, Cermen nüfuzunu Macar topraklarından uzak tutmak için yeni önlemler arıyordu. Tam bu sırada Paris’ten ihtilal haberleri gelmeye başlayınca Macar Diyeti’nin radikal kanadı harekete geçti. Viyana’da da işçiler ve öğrenciler 13 Mart’ta ayaklanıp Saray’ı bastılar. Bunun sonucunda ise ülkenin başbakanı Metternich istifa etti ve ancak kıyafet değiştirerek İngiltere’ye kaçabildi. 15 Mart’ta Macaristan Diyeti “Mart Yasaları”nı kabul ederek Macaristan’ı imparatorluk içinde anayasa yönünden tam anlamıyla ayrı bir statüye soktu. Macarcanın resmî dil yapılması gibi kararlarla gittikçe koyulaşan Macar milliyetçiliği bu ülkedeki öteki unsurları tedirgin etti. Avusturya, Macar ayaklanmasını ancak 1849 yılında Rusya’nın desteği ile bastırabilmiştir.
Öteki Ülkelerde 1848 İhtilali: Avrupa’daki milliyetçi uyanış özellikle Almanya’da ve öncelikle Prusya’da ortaya çıkmıştı. 1848’in bu milliyetçi ortamında, Mayıs’ta Mainz’de Almanya’nın liberal bir çerçevede birleşmesini amaçlayan bir meclis (“Frankfurt Meclisi”) toplanmıştır. Ancak, 1815 Viyana düzenlemesi gereği sayıları 39’u bulan Alman devletleri birleşme fikrine karşı genellikle pek istekli görünmediler. Bu devletlerin arasında 2 büyük devlet (Avusturya ve Prusya) ve küçük devletler yer almaktaydı. Hem bu her iki büyük devlet birbirinin egemenliğini kabul etmeye hem de küçük devletler kendi egemenliklerinden vazgeçmeye rıza göstermiyordu. Alman devletlerinin bu bölünmüşlüğünün bir süre daha devam etmesi, Avrupa’n›n öteki büyük devletlerinin – özellikle de Rusya ve Fransa’nın işine yarayacaktır.
1848 İhtilalleri’nin Sonuçları: 1848 İhtilalleri’nin genellikle başarısızlıkla sonuçlandığını söylemek doğru olacaktır. Başarılı olsaydı demokratik kurumların yaygınlaşması sağlanabilecekti. Fakat böyle bir durum Avrupa’daki yenilikçi hareketlerin en amansız düşmanı hâline gelen güçlü̈ Rusya’ya karşı savaşı zorunlu kılacaktı. Bu ise Avrupa’nın yıkımı olurdu.
1848’in yarattığı yeni çerçevede, dünyaya bakışın da değiştiği görülmektedir. XIX. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran idealizm (Romantizm), yerini Realizm’e bırakıyordu. “Realizm”e göre iyi bir fikir ancak başarı kazanabilecek olandı. İşte bu çerçeve içinde bilime olan güven de artmaktaydı. Dinde şüpheciliğin, felsefede ise Pozitivizmin güçlendiği görülmekteydi.
1859’da Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni” başlıklı kitabının yayımlanması fırtına koparmıştır. Biyolojik dünyaya ilişkin bu görüşler sosyal alana da yansıdı. “Bazı ulusların diğerlerinden üstün olduğu” veya toplumların içinde de “yukarı ve orta sınıfların diğerlerinden üstün olduğu” fikirleri yayılmaya başlamıştır. Böylece güçlülük ve dinamizmin kanıtlanması için hem toplum içinde hem uluslararası ortamda savaşa iyi gözle bakılmaya başlanmıştı. “Güç” ve “Gerçekçilik” kavramlarının öne geçtiği bu dönemde, ideolojilerin veya inançların hükümetlere yön vermekten uzaklaşmaya başladığı görülmektedir. 1815’ten beri devletlerin uzak durmayı başardıkları savaş, böylece 1850’lerdeki amaca ulaşmak için başvurulacak araç olarak yeni bir anlam kazanmaktaydı.
İtalyan ve Alman Ulusal Birliklerinin Kurulması
1860’dan önceki dönemlerde “ulus devlet” tanımına uyan, yani aynı dile, aynı topluma mensubiyet duygusu etrafında birleşmiş sadece iki büyük devlet vardı: Fransa ve bir ölçüde de İngiltere. Bu devletlerin ulusal niteliklerine kavuşmaları adeta kendiliğinden oluştuğu hâlde, hem İtalya’nın hem de Almanya’nın ulus devletlerini oluşturmaları ancak bazı savaşlar sonucunda gerçekleştirilebilmiştir. İtalyan ve Alman birliklerinin gerçekleştirilebilmesi, her ikisi için de Avusturya’yla savaşıp onun gücünü kırmayı, Rusya’yı ise hiç değilse geçici olarak etkisiz bırakmayı gerektiriyordu. Bu durum ise kırım savaşı ile sağlanabildi.
İtalyan Ulusal Birliği’nin Kurulması: İtalyan yarım adasındaki küçük krallıklardan Piyemonte, Kırım savaşına asker yollayarak ve daha sonra da 1856 yılında Paris Kongresi’nde sorunlarını dile getirme fırsatı elde ederek savaştan yararlanmasını bilmiştir. Kırım savaşı sürecinde yürüttüğü stratejiler Piyemonte’nin istediği elde etmesini sağlamaya yetmiştir. İtalyan yarım adasındaki küçük devletler birer birer Piyemonte’ye katılmaya başlamışlardır. Böylece 1861 yılında Venedik ve Roma dışında bütün İtalya birleşmiş ve ortak parlamentosunu kurmuştur. Roma ve Venedik ise 10 yıl içerisinde bu birliğe katılacaklardır.
Alman Ulusal Birliği’nin Kurulması:
O dönemde parlamentoda Başbakan olan Bismarck Avrupa’daki güç dengesini çok iyi anlamış; usta diplomasiyle bazı küçük ödünler verip küçük devletlerin yalnızlığını sağlayarak en uygun zamanda kiminle savaşacağını çok iyi kestirebilmiştir. Önce Avusturya’ya karşı galibiyet kazanmıştır. Bu galibiyetin sonucunda ise 1815’te Viyana’da oluşturulan 39 devletli Alman Konfederasyonu’nu 21 devletten meydana gelen “Kuzey Alman Konfederasyonu’na dönüştürmüştür.
Alman birliğinin önündeki engel olarak bu dönemde Fransa kaldığı görülmektedir. Bu engel 1870’de “Sedan Savaşı’nda” Fransız ordusunun hezimete uğratılmasıyla ortadan kaldırılmış oldu. 1871 yılında Alman İmparatorluğu ilan edildi. Böylece, Avusturya hariç Alman-asıllı devletler Prusya’nın önderliğinde Alman Ulusal Birliği’ni gerçekleştirmiş oluyorlardı.
Alman Birliği’nin Kurulmasının Sonuçları: Almanya doğar doğmaz Avrupa’nın en güçlü devleti durumuna gelmişti. Avrupa’nın başlıca ülkelerinin devlet adamlarını ustaca kullanarak istediği sonucu elde eden Bismarck, çok güçlü bir devlet meydana getirmişti. Alman Birliği’nin kurulduğu 1871’den 1914’e kadar geçen sürede, Avrupa’da – Balkanlar dışında – yalnızca 1905’te Norveç ve İsveç’in birbirlerinden kendi istekleriyle ayrılmasından ibaret bir sınır değişikliği yaşanmıştır. Üstelik 1815-1871 döneminde Avrupa devletleri arasında sınırlı ve kısa süreli savaşlar olduğu hâlde, 1871’den sonra bu görülmemiştir. Ne var ki Avrupa’da askerî ve siyasi bloklaşma da bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Rusya, Fransa ve Avusturya-Macaristan’ın zayıflamasını fırsat bilerek hem 1856 Paris Antlaşması’nın Karadeniz’le ilgili hükmünü̈ kendi lehine değiştirmeğe yönelmiş, hem de Pan-Slavizm’i bayrak yaparak Balkanlarda genişleme yolunu seçmiştir. Böylece, Balkanlar’da, I. Dünya Savaşı’na kadar sürecek büyük çekişmenin sahnesi hâline gelmiştir.
KÜRESEL EMPERYALİST YARIŞ
Avrupa’nın Dönüşümü ve Avrupa Uyumu’nun Sonu
Bu dönemde Milliyetçilik ve onun etkisiyle şekillenen ulusal bilinç, eski toplumsal bağların ve sadakatin çözüldüğü Avrupa’da ortaya çıkan kimlik boşluğunu dolduran temel ideoloji hâlini almaktaydı. Kişisel ve kollektif kimlikler milliyetçiliğin etkisiyle yeniden tanımlanmaktaydı. Milliyetçi dinamiğe karşı 1815’ten beri “Avrupa Uyumu” çerçevesinde etkili bir biçimde kullanılan uluslararası muhafazakâr müdahalecilik, söz konusu dönemde önceki dönem kadar kullanılmasa da, potansiyel olarak varlığını sürdürmekteydi. Avrupalı devletler birbirlerinde gelişen ulusal hareketlere karşı ortak tavır almayı sürdürmekteydiler. Özellikle Avrupa’nın doğusundaki milliyetçi hareketlerden kaynaklanan gerilim Avrupa Uyumu’nun önündeki en önemli tehditlerden biriydi. XIX. yüzyıl’ın ikinci yarsından I. Dünya Savaşı’na kadar geçen dönemde Avrupa açısından potansiyel krizlerin kaynağı, temelinde Osmanlı imparatorluğunun topraklarının geleceği ve paylaşılması anlamına gelen “Doğu Sorunu”ydu.
Doğu Sorunu konusundaki anlaşmazlık daha uzun bir süre Avrupa siyasetini etkilemeye devam etti.
XIX. yüzyıl sonlarına kadar, Osmanlı topraklar› üzerindeki paylaşım mücadelesinin etkili diplomatik yolların kullanılması sayesinde uzun bir süre büyük bir krize ve savaşla gidilmeden yürütülmesi, Avrupa barışının korunmasının en önemli ayaklarından birini oluşturmaktaydı. Mücadelenin yüzyıl sonlarından itibaren keskinleşmesi, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasının da temel nedenlerinden birisini oluşturacaktı.
Avrupalı güçler, 1830 ve 1848 deneyimlerinden gerekli dersleri de çıkartarak içeride kısıtlı ve sınırlı da olsa siyasal ve sosyal hakları genişletme yolunu seçtiler.
Avrupa’da Bloklaşmaya Giden Yol
Alman Ulusal Birliği’nin kurulduğu 1871’den I. Dünya Savaşı’nın çıktığı 1914’e kadar Avrupa’nın hiç değişmeyen unsuru, Almanya-Fransa düşmanlığıydı. Elbette, Almanya’nın karşısındaki devletlerin başta Fransa olmak üzere bir blok meydana getirmeleri de yine “güç dengesi”nin gereğiydi. Bunlar da “Üçlü İtilaf” oluşturarak bunu gerçekleştirmişlerdir.
Üçlü İttifak’ın Kurulması:
• Fransa ve Rusya’nın birbirlerine yaklaşmasıyla doğabilecek iki cepheli savaş durumundan kurtulmayı dış politikasının temeli yapan Bismarck, 1872’de Rusya’yı yanına alarak Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya arasında I. Üç İmparator Ligi’ni kurdu. 1875 yılında başlayan Balkan bunalımı sırasında Avusturya-Macaristan ile Rusya arasındaki çekişme yüzünden I. Üç İmparator Ligi dağılmıştır. Bismarck, Avusturya-Macaristan’ı kendisine bağlamakla beraber, asıl korkusu olan Fransa- Rusya birleşmesini önlemek için Rusya’yı yanında tutmak zorundaydı. Bu politikasının sonucunda Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya arasında 1881’de II. Üç İmparator Ligi oluşturuldu. I. Dünya Savaşı’nın bloklarından birini oluşturacak olan Üçlü İttifak’ın önemli maddeleri şunlardır: Taraflar birbirlerine karşı olan ittifaklara girmeyeceklerdi. Tahrik edilmediği hâlde Fransa İtalya’ya saldırırsa, öteki iki müttefiki İtalya’ya yardım edeceklerdi. Taraflardan biri kendi tahriki olmaksızın iki veya daha fazla devletin saldırısına uğrarsa bütün müttefikler savaşa katılacaklardı. Fakat Avusturya- Macaristan ile Rusya arasındaki bağ kısa süre içinde yeniden koptu. Balkanlar’daki 1885-1886 bunalımları, bu iki ülkenin arasını bir kere daha bozdu. Bunun üzerine Bismarck, iki ülkeyi bir arada tutamayacağını anladığından, her biriyle ayrı ayrı bağlantı içinde olmaya karar verdi. Avusturya-Macaristan’la 1879’daki ikili ve 1882’deki üçlü ittifak bağına sahip olan Bismarck, Fransa’yla birleşmesinden korktuğu, bu nedenle özellikle yanında, başka bir ifadeyle Fransa’nın uzağında tutmak istediği Rusya’yla 1887’de “Güvence Antlaşmasını” imzaladı. Fakat Rusya’yla yaptığı Güvence Antlaşması, özü itibarıyla Avusturya-Macaristan’la olan ittifakıyla ters düşmekteydi. Bu durum uzun sürmeyecek ve kısa bir süre sonra ortaya çıkacak gelişmeler Üçlü İttifak’ın karşısında Üçlü İtilaf sisteminin oluşmasına yol açacaktır.
Üçlü İtilaf’ın Kurulması
• Üçlü İtilaf’ın ilk halkası, Fransa ile Rusya arasında kurulmuştur. Sömürgecilik ve donanma yapımına girişip hız veren Almanya, 1890’da Alman-Rus Güvence Antlaşması’nda yenilemeyince artan kaygılar içindeki Fransa, Rusya ve İngiltere’den harekete ilk geçen Rusya oldu. Bu ülke, içinde bulunduğu askerî ve siyasi yalnızlıktan dolayı müttefik aramakta olan Fransa’yla 1894 yılında ittifak antlaşması imzaladı.
• Üçlü İtilaf’ın ikinci halkası, 1904 yılında Fransa ile İngiltere arasında imzalanan antlaşmadır. Özellikle Balkanlarda barışın hızla bozulmakta olduğunu ve bunun da büyük bir savaşla varabileceğini gören Fransa ve İngiltere, aralarındaki anlaşmazlıkları bırakarak 1904’te Sömürge Anlaşmasını (“Entente Cordiale” – “Samimi Antlaşma”) imzaladılar.
• Üçlü İtilaf’ın üçüncü ve son halkası ise 1907 yılında İngiltere ve Rusya arasında oluşturuldu. 1904-1905 savaşlarında Japonya’ya yenilen ve dikkatini yeniden Balkanlar’a çeviren Rusya, 1907’de İngiltere’yle anlaşmaya yöneldi: Japonya’nın İngiltere’yle ittifak kurmuş olması da Rusya’yı İngiltere’yle anlaşmaya iten bir etkendi.
Sömürgecilik ve Emperyalizm
XIX. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin sonucu olarak sömürgeciliğin çapı genişlemişti. Sömürgeci devlet, büyüyen iktisadi gücüyle buraları yoğunlaşan bir denetim altında tutuyor, aynı dönemde yerli halkta gelişmeye başlayan milliyetçi tepkilere karşı ise baskı yöntemleri artıyordu. Kısacası “sömürgecilik”, “emperyalizm”e doğru evrilmeye başlamıştı. Emperyalizmin nedenlerine bakıldığında en önemli neden, ekonomik yapının aldığı biçimle ilgilidir. Avrupa devletlerinin özellikle XIX. yüzyılın sonlarından itibaren bir güç mücadelesine girmelerinin doğal sonucu, daha fazla alanı denetim altına alma konusunda da bir yarışa girmeleriydi. Milliyetçilikle beslenen ulusal onur ve büyüklük isteği, dünyanın birçok bölgesinde sömürge sahibi olmayı da beraberinde getirmekteydi. Emperyalizmin sömürülen devletler ve toplumlar üzerindeki en önemli etkisiyse söz konusu toplumlarda modernleşmenin ortaya çıkmasına ve ulusal bir uyanışın başlamasına neden olmasıdır.
Emperyalist Dalga ve Avrupa Dışı Dünya
Emperyalizm Sürecinde Afrika ve Asya’nın Dönüşümü
Avrupa emperyalizminin kendisini açık bir biçimde gösterdiği alan hiç kuşkusuz Afrika kıtası oldu. Emperyalizm çağında Avrupalı güçler yaklaşık 30-40 yıl içinde neredeyse tüm Afrika topraklarını sömürgeleştirmeyi başardılar. Bu durum, tarihte ilk defa bu kadar geniş bir alanın bu kadar kısa bir sürede başka güçlerin kontrolüne girmesi demekti.
İspanyollar ve Portekizliler tarafından başlatılan yayılma kısa bir süre sonra İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar tarafından izlenmiştir. Fakat bu güçlerin Afrika kıtasındaki varlıkları XIX. yüzyıl ortalarına kadar hayli kısıtlı kalmıştır. Avrupalı güçlerin dünya ticaretini kontrol etmek için geniş topraklara ihtiyacı yoktu. Ayrıca, ancak
XIX. yüzyılda ortaya çıkan sanayi kapitalizminin büyüyen ihtiyaçları, kontrol sahalarının da büyümesine yol açtığından, bu dönem öncesinde ihtiyaçların sınırlı olması genişleme ihtiyacının da sınırlı olmasına neden olmaktaydı. XIX. yüzyıl ortalarında Afrika kıtasındaki sınırlı Avrupa kontrolü, kabaca şu şekildeydi: İngilizler, Güney Afrika ve Altın sahiline, Fransızlar Cezayir, Senegal ve Gabon’a, Hollandalılar Transvaal’a, Portekizliler Angola, Mozambik ve Gine’ye, İspanyollar ise Batı Sahra bölgesine yerleşmişlerdi. Kıtada bağımsız devlet olarak görülebilecek 3 devlet mevcuttu: Özgürlüğüne kavuşan Amerikalı siyahlar tarafından kurulan Liberya, Fas ve Habeşistan. XIX. yüzyılın ortalarında Avrupalı gezginlerin Afrika içlerine yaptıkları geziler, kıtaya yönelik Avrupa ilgisinin ve bilgisinin artmasına neden oldu. Özellikle Belçika Kralı II. Leopold, gezginlerin çalışmalarına özel bir önem vererek, kıtanın sömürgeleştirilmesi düşüncesinin en önemli savunucusu hâline geldi. 1876’da, II. Leopold sermaye çevrelerinin de desteğiyle “Afrika’nın Açılması ve Sömürgeleştirilmesi için Uluslararası Birlik” adında bir dernek de kurdu.
Çin
Çinli yöneticiler binlerce yıldır süren Doğu-Batı ticaretini tam olarak da engellemekten kaçındılar. Artık, Müslüman aracılarından kurtularak Çin’le doğrudan ticari bağlar kuran Batılı tüccarlar Çin’in kısıtlama ve denetime rağmen ticaret yapmaya devam ettiler. Çin’in XIX. yüzyılda bu ticareti engellemek için adım atmaya kalkması, durumu tamamen değiştirecek, Çin büyük bir değişim sürecine girmek zorunda kalacaktır. Söz konusu adım, Çin yönetiminin ülkeye İngiliz tüccarlar tarafından mübadele amacıyla getirilen afyon ticaretini yasaklamasıydı. Yasaklama kararı İngiltere tarafından “serbest ticarete” karşı bir adım olarak nitelendirildi ve gerginlik tırmandı. İngiliz birliklerinin Çin’in güneyindeki birkaç limanı işgal etmelerine neden olan ve “Afyon Savaşı” olarak adlandırılan çatışma, Çin yönetiminin geri adım atmak zorunda kalmasına neden oldu. Sonuçta, 1842’de imzalanan barış anlaşmasıyla Çin İmparatoru beş limanının dış ticarete açılmasını, ithal edilen mallara sabit oranlı bir gümrük vergisi konmasını ve Hong- Kong’un İngiltere’ye terk edilmesini onaylamak zorunda kaldı. Böylece, Çin’in yüzyıllarca süren dışa kapanma politikası sona ermek zorunda kalıyordu. İngiltere’nin açtığı yoldan on yıl içinde Amerikalılar ve Fransızlar da ilerlemekte güçlük çekmediler ve kendi “eşitsiz antlaşmaları”nı dayatarak, uyrukları için kapitülasyonlar elde ettiler. Bu tavizler, kısa bir zaman zarfında Batılı güçlerin yeni ayrıcalıklar koparmalarına, misyonerlerin Çin’e yerleşmelerine yol açtı.
Batılı emperyalist güçlerin Çin üzerindeki egemenlikleri dünyanın genel konjonktürü dikkate alındığında hiç şaşırtıcı değildi. Asıl şaşırtıcı olan, pasta paylaşımına bir başka ülkenin yani benzer bir Batı baskısı süreci yaşayan Japonya’nın katılmasıydı. XIX. yüzyıl ortalarından itibaren hızlı bir modernleşme sürecine giren Japonya, “emperyalist dalga”ya katıldığının ilk işareti olarak, Çin üzerinde yürütülen paylaşım yarışına iştirak etmekte gecikmedi. Japonya’nın başarısı Batılı ülkeleri paylaşım savaşlarında geride kalmamak için Çin üzerindeki baskılarını arttırmaya yöneltmiştir.
Japonya
Japonya da Çin gibi XVI. yüzyılda başlayan Batı etkisini en aza indirme yönünde bir içe kapanma politikası izlemişti. Nagazaki dışındaki tüm Japon toprakları Batılılara kapatılmıştı. Japonya’nın Çin’den en büyük farkı, merkezi otoritenin zayıflığı ve Japon kültürünün Çin kültürünün aksine değişime ve yeniliklere daha açık olmasıydı. 1840’lardan itibaren Çin’de yaşananlar Japon yöneticileri tarafından endişeyle izlenmekteydi. Japon yöneticileri, Batı taleplerine direnmenin mi, yoksa taviz vermenin mi daha uygun olacağı konusunda bir süre karar veremediler. Kararın verilmesini sağlayan şey, Batılıların açık bir şekilde güç kullanma tehdidinde bulunmaları oldu. 1853’te ABD Başkanı, Edo Körfezi’ne bir savaş filosu göndererek, Japonya’nın Batı ticaretine açılması yönünde bir ültimatom verdi.
Japonya, XIX. yüzyılın son on yılında “emperyalist dalga”ya katılma aşamasına gelecek kadar maddi ve manevi anlamda modernleşmişti. Gelişen ekonomi ve oluşmaya başlayan kapitalist sınıf İmparatorluğun emperyal hedefleriyle uyuşur biçimde dışa doğru yayılma politikası izlenmesini desteklemekteydi. Bu doğrultuda ilk hedefin yukarıda belirtildiği gibi, sömürgeleşme sürecine girmiş olan Çin olması da çok doğaldı. Çin ordusuna karşı büyük bir zafer kazanan Japonlar, Batılı güçlerin araya girmesi nedeniyle “hedefledikleri ve hak ettiklerinin” hayli gerisinde kazançlar elde ettiler. Japonya’nın bir büyük devlet adayı olarak hızla kuvvetlenmeye başlaması, Batılı büyük güçlerin dikkatinden kaçmamıştır. Uzakdoğu’daki paylaşım savaşlarında avantaj sağlamak isteyen İngiltere 1902’de Japonya ile bir ittifak kurdu. Bu durum, Japonya’nın en azından bölgede önemli bir güç olarak görülmeye başladığını göstermekteydi. Japonya’nın İngiltere ile ittifakı, 1904-1905’te Rusya ile yaptığı savaşta büyük bir önem kazanacaktı. Büyük bir zafer kazanan Japonya’nın hem Rusya’yı savaşta yalnızlaştırmasında hem de antlaşma masasında beklentilerinin önemli bir kısmını alabilmesinde İngiltere ile ittifakının büyük katkısı olacaktı. 1904-1905 Rus- Japon Savaşı sonrasında Rusya, Kore ve Güney Mançurya üzerindeki hak iddialarından vazgeçmek zorunda kalmış, söz konusu bölgelerin Japon nüfuz alanı içinde olduğunu kabul etmiştir. Bu düzenleme 1910’da Japonya’nın Kore’yi işgal ederek başlayacağı ana kıtadaki ilerlemesinin de çıkış noktasını oluşturmaktadır. Rusya’da 1905’te bir devrimin yaşanmasını da etkileyen bu savaşın asıl önemi, sömürge ya da sömürgeleşme sürecindeki halklara bir umut ışığı yakmasıdır.
Hindistan
Özellikle, İngilizlerce kurulan Doğu Hindistan Kumpanyası Hindistan’ın birçok bölgesinde sadece ekonomik olarak değil, aynı zamanda siyasi ve askerî olarak da egemenlik kurdu. İngiltere monarşisi tarafından desteklenen şirketin egemenliği XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren İngiliz Hükümeti’nin de etkinliğini arttığı bir “ikili kontrol” sistemine dönüştü. XIX. yüzyılın başlarından itibaren şirketin etkisi yavaş yavaş azaltıldı ve Hindistan doğrudan İngiltere’nin hükümranlığı altına girdi.
Hindistan demir yolu yapımı, buharlı gemilerin kullanıma açılması gibi unsurların devreye girmesi sonucunda ekonomik bir değişim sürecine girdi. Buna paralel olarak, kültürel bir değişim de başladı. İngilizlerin doğrudan ya da dolaylı yollarla kısmen de olsa Batı kültürünü benimsemeye başlayan yerel elitler yaratmaları Hint toplumunun geleneksel yapısının bozulmasına yol açtı. Söz konusu durumun, geleneksel bir tepki doğurması kaçınılmazdı. Nitekim 1857’de Hindu askerler tarafından başlatılan bir isyan patlak verdi. İngiliz yönetimi bir hayli zorlayana bu isyan, güçlükle bastırabildi. İsyan, yenileşmeye karşı gelenekçi bir tepkinin sonucuydu.
İsyan sonrasında, ülkedeki fiilen yıllarca önce sona eren Moğol – Türk egemenliği resmen bitirildi ve ülke genel valinin yönetiminde doğrudan İngiliz Tacı’na bağlandı.
Amerika Kıtasındaki Gelişmeler
Yeni Bir Büyük Güç: ABD
Bağımsızlığın kazanılmasından sonra 13 federe devletten oluşan bir federal yapı kurulan ABD’de batıya doğru yayılma XIX. yüzyılın başlarından itibaren hız kesmeden devam etti. ABD Bağımsızlığını izleyen yaklaşık 60 yılda toprak genişlemesi bağlamında büyük bir gelişme göstermiştir. Söz konusu genişlemenin hem bir nedeni hem de bir sonucu, ABD’ye Avrupa’dan yapılan büyük göçtür. Avrupa’dan ekonomik, siyasal ve dinsel sebeplerle milyonlarca insan göç etmiş, bu göç özellikle XX. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar artan bir tempoyla devam etmiştir. ABD dış politikası, bu dönemde genişlemenin koşullarının yaratılması yönünde oluşturulmuştur. Bu bağlamda, ABD yönetimleri bölgedeki Avrupalı güçlerin etkisinin ortadan kaldırılması için çaba sarf etmişlerdir. ABD’nin bu politikası sadece Kuzey Amerika’da değil, Güney Amerika’da da sömürgeciliğin tasfiyesini hedeflemekteydi. ABD yönetimi, bir bütün olarak Amerika kıtasındaki sömürge sistemini ortadan kaldırmayı amaçlamaktaydı. Sömürge yapısının devamı ve bu bağlamda Avrupalı güçlerin etkinliği ABD’nin kıtadaki etkisini arttırmasının önündeki en önemli engeldi. Genişleme, ABD’nin çok zengin ekonomik ve beşeri kaynakları kullanarak hızla gelişmesini sağladı. Özellikle kurucu 13 koloniden kuzeyde yer alanları hızla sanayileştiler. XIX. yüzyılın son çeyreğinde, Amerikan ekonomisi büyük bir atılım yapmıştır. Özellikle, Sanayi Devrimi’nin ikinci aşamasını oluşturan kimya, çelik, otomotiv gibi sektörlerde yaşanan gelişme ABD’nin XX. yüzyıl başlarında dünyanın en büyük ekonomik gücü olmasını sağladı. Yaşanan bu gelişmenin, ABD’nin emperyalist dalgaya katılmamasını sağlaması düşünülemezdi. XIX. yüzyılın son çeyreğinde dünya ekonomisinde yaşanan durgunluk, ABD burjuvazisinin emperyalist politikalar izlenmesi yönündeki baskısını artırmasına yol açtı.1898’de Küba sorunu yüzünden başlayan ABD-İspanya savaşı ABD’nin zaferiyle sonuçlandı. Zafer ABD’nin Filipinler, Porto Rico, Guam ve Hawai adalarını ele geçirmesini sağladı. Artık ABD etkisi, Atlantik’ten Hint Okyanusu’na uzanan bir coğrafyada kendini göstermekteydi.
Sömürgeciliğe Karşı Meydan Okuma: Latin Amerika
XVIII. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan iki gelişme Latin Amerika ülkelerinin, ayrılıkçı bir düşünce benimsemelerine neden olmuştur. Bu gelişmelerden ilki, ABD’nin bağımsızlığını kazanmasıydı. ABD halkının kolonici ülke olan İngiltere’ye karşı başarısı Latin Amerika halklarına esin kaynağı oldu. Latin Amerikalı elitler, kolonilerin de sömürgeci ülkelere karşı bağımsızlıklarını kazanabileceklerini gördüler. Kısa bir süre sonra ortaya çıkan Fransız Devrimi ise tüm dünyaya yaydığı liberal, milliyetçi fikirlerle kısa sürede Latin Amerika’yı da etkiledi. Fransız Devrimi, Latin Amerika’da sadece ideolojik anlamda etkili olmadı. Fransız ordularının 1808’de İspanya’yı işgal etmeleri, Latin Amerika’daki İspanyol kontrolünü çok zayıflattı. ABD ve İngiltere de isyancıları desteklemeye başlamıştı. İngiltere’nin bağımsızlıkçı harekete verdiği desteğin altında kıtanın İspanyol sömürge sisteminden çıkarılarak, serbest ticarete açılmasının kendi çıkarına olduğu düşüncesi yatıyordu. Kıta üzerindeki egemenliğini kaybettiğini anlayan ve bağımsızlıkçılara karşı giriştiği savaşın getirdiği ekonomik külfetlere de daha fazla dayanamayan İspanya sonuçta kıtadan çekilme kararı aldı. Bunun sonucunda Orta ve Güney Amerika ülkelerinin tümüne yakın bölümü 1824 yılına kadar bağımsızlıklarını kazanmış oldular. Bu tarihten sonra, bağımsızlıklarını kazanan ülkeler arasında çeşitli savaşlar görülecek ve XX. yüzyıl boyunca yeni bağımsız devletler de doğacaktır. Latin Amerika ülkeleri bağımsızlıklarından kısa bir süre sonra İngiltere’nin, daha sonra da ABD’nin iktisadi egemenliği ve siyasi etkisi altına girmişlerdir. Özellikle de ABD, Latin Amerika ülkelerini Avrupa müdahalesinden kurtardıktan sonra, Monroe Doktrini’nin verdiği rahatlık ve güvenle bu bölgeyi iktisadi ve siyasi tekeli altına almış oldu. XIX. yüzyıl boyunca Avrupa’dan yoğun bir göç alan Latin Amerika’nın özellikle Arjantin gibi ülkeleri ekonomik kaynaklarının bolluğu nedeniyle önemli gelişmeler göstermiştir.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI (1908-1918)
Büyük Hesaplaşmanın Nedenleri
Avusturya Başbakanı Kont Clement Metternich dönemi
19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren sarsıldı ve büyük güçler arasında sert bir rekabet tekrar yaşanmaya başladı. Avrupa siyasi haritası devrimler ve savaşlar yoluyla değişti ve büyük bir hesaplaşmaya doğru yol alındı. Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini tamamlayarak büyük imparatorluklara dönüşme istekleri, hali hazırdaki rekabeti daha da hırçınlaştırdı. Bu da kaçınılmaz bir şekilde dünyayı tarihte benzeri görülmemiş bir savaşın eşiğine sürükledi.
Birinci Dünya ya da Birinci Paylaşım Savaşı olarak adlandırılan bu insanlık tarihinin en trajik olaylardan birinin öne çıkan nedenleri özetle aşağıdaki biçimde sıralanabilir:
• Sömürgecilik ve ekonomik yayılma/Emperyalizm
• Alman siyasi birliğinin kurulması ve Avrupa’da Alman-Fransız rekabeti
• Büyük güçler ittifakı ve bağlantılar sistemi: Bloklaşma
• Silahlanma
• Aşırı milliyetçilik
• Dinsel ve kültürel yayılma
Büyük Hesaplaşmadan Önce Krizler
Birinci Fas Krizi: Dünya’nın geri kalmış bölgelerinin paylaşıldığı ve pazar arayışlarının arttığı bir süreçte, Kuzey Afrika’da bulunan dört-beş milyon nüfuslu Fas, 19. yüzyıl sonlarında Avrupa devletlerinin ilgisini çekti. Fransa Cezayir’in, İspanya ise Kanarya Adalarının güvenliğini sağlamak için bu ülkeye göz diken ülkelerin başında gelmişti. Bu iki ülkenin yanı sıra İtalya ticari ve politik, İngiltere “Akdeniz’in giriş kapısının mülkiyetini kaybetmeme” ve Almanya ise ticari nedenlerden dolayı bu küçük ülke üzerinde rekabete tutuşmuştu. Ülkedeki iç çatışmayı fırsat bilen Fransa Fas ordusunu yeniden yapılandırmayı ardından polis ve ordunun Fransız subaylarının, gümrüklerin de Fransız müfettişlerinin kontrolüne bırakılmasını istedi. Almanya’nınsa bir savaş gemisi ile Tanca’ya çıkarak Almanya’nın Fas’taki çıkarlarının korunacağını ve Fas’ın bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmesi gerektiğini açıklaması, Birinci Fas Krizi olarak bilinen gelişmelerin fitilini ateşledi.
Almanya’nın önerisiyle yapılan konferansta İngiltere, Rusya ve İtalya Fransa’yı desteklerken ABD tarafsız kaldı. Konferans sonucunda imzalanan “Genel Senet” ile Fas’ın toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı yeniden tanımlansa ve ticaret eşitliği ilkesi kabul edilse de sonuçlar özellikle de Fransız-İngiliz yakınlaşması itibariyle Almanya’nın aleyhine idi. Ayrıca, Fas-Cezayir sınır güvenliği İspanya ve Fransa’ya verilmişti. Bu kriz dünya savaşına giden süreçte ilk kırılmadır. Çünkü 1875’ten beri Fransa ve Almanya arasında bir savaşın başlama ihtimali ilk kez belirgin bir şekilde hissedildi.
Bosna-Hersek Krizi: 5 Ekim 1908’de Avusturya- Macaristan Berlin Antlaşması’ndan (1878) beri kendi yönetimi altında bulunan ancak hukuken hala Osmanlı İmparatorluğuna bağlı olan Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini açıklamıştır. Bu durum şiddetli bir kriz doğurdu ve Avrupa devletleri savaşın eşiğine geldiler. Osmanlı halkı ilk defa Avusturya mallarına karşı boykot uyguladı. İkili görüşmelerle Bosna-Hersek ilhakını tanıyan Osmanlı Hükümeti 26 Şubat 1909’da Avusturya-Macaristan’la antlaşma yaptı ve onların Yeni Pazar Sancağı’ndan askerini çekmesini, Bosna-Hersek’teki devlet ve vakıf malları için 2,5 milyon altın ödemesini ve Bosna-Hersekli Müslümanların halifeyi tanımalarını sağladı. Bu kriz Avrupa’nın altı ay boyunca derin bir bunalım yaşamasına yol açtı. Almanya, Avusturya-Macaristan ittifakı Rusya’ya boyun eğdirirken İngiltere’yi de tedirgin etti. Avrupa bu krizle Birinci Dünya Savaşı’na bir adım daha yaklaştı. İkinci Fas Krizi: Fransa, 9 Şubat 1909’da Fas’ın bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü teyit eden antlaşmada belirtilmiş olmasına rağmen Almanya’nın ekonomik çıkarlarına saygı göstermedi. Buna ek olarak bir de “Kongo Sorunu” ortaya çıktı. Alman sömürgesi Kamerun’da ve Fransız Kongosu’nda bulunan şirketlerin anlaşmazlıkları iki ülkeyi karşı karşıya getirdi. Fransa, İspanya ve ardından Almanya ile İngiliz donanması askeri çıkarmada bulununca Avrupa kamuoyunda savaş telaffuz edilmeye başlandı.
Balkan Krizi: Balkanlarda Fransız Devrimi’nden hemen sonra Yunanistan’ın (1829), ardından Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın (1878) bağımsızlığına kavuşması dengeleri alt üst etti. Bu süreç boyunca bu devletlerin irredentizm arzuları, Rusya’nın Panslavist politikası ve Avusturya-Macaristan’ın yayılma isteği, Balkan coğrafyasının gerilmesine yol açtı. Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi (1908) bu gerilimi arttıran bir diğer önemli unsur oldu. Balkan Savaşı, Karadağ’ın 8 Ekim 1912’de Osmanlıya savaş ilan etmesiyle başladı. Osmanlı sanılanın aksine art arda yenilgiler aldı ve Bulgar ordusunun İstanbul’a girmesine ramak kaldı. Bu nedenle Osmanlı Devleti ateşkes istedi. Avrupalı büyük güçler Balkan krizi nedeniyle tekrar karşı karşıya geldiler. Toprak paylaşımı üzerine Haziran 1913’te çıkan İkinci Balkan Savaşı, Bulgaristan’ın yenilgisiyle sonuçlandı ve Osmanlı da kaybettiği Edirne’yi geri almayı başardı. Balkan siyasi haritasına yeniden şekil veren Bükreş Antlaşması imzalandı. Bu kriz Üçlü İttifak ve Üçlü İtilaf bloklarını karşı karşıya getirdi. Özellikle Avusturya- Macaristan’ın, Rusya ve Sırbistan’la olan ilişkileri daha da gerginleşti.
Savaşın Başlaması ve Yayılması
Birinci Dünya Savaşı büyük devletlerarasında gerçekleşen krizlerin doğurduğu bir ortamda meydana geldi. Hükümetlerin dev ordu ve donanmalar oluşturması, militarizmin artması ve halkın kışkırtılması, büyük bir savaşın çıkacağı beklentisini arttırmış idi. Böylelikle savaşın çıkmasına bir kıvılcım yetmişti. Nitekim Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Arşidük François Ferdinand’ın Saraybosna’daki ordu manevraları ziyareti sırasında bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi dünyayı savaşa sürükledi.
Bu durum üzerine Avusturya-Macaristan Sırbistan’a 10 maddelik bir nota ve kabulü için 48 saat süre verdi. Sırp Hükümeti taleplerin önemli bir kısmını kabul etse de egemenliklerini kısıtlamakta olan bazı maddelerin görüşülmesini istemesi Avusturya-Macaristan’ı tatmin etmeye yetmedi ve Sırp başkenti Belgrat bombardımana uğratıldı.
Rus Çarı II. Nikola, Sırbistan’a destek amacıyla Avusturya-Macaristan sınırında kısmi seferberlik başlattı. Almanya, Rusya’nın seferberliğini durdurmasını istediyse de başarılı olamadı. Çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini açıklamış bulunan Fransa, 31 Temmuz’da genel seferberlik durumuna geçti. Rusya da aynı yolu izledi. İstediği yanıtları alamayan Almanya, 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş açtı. Alman Ordusu, 4 Ağustos’ta Belçika sınırını aşarak ilerlemeye başladı.
Ardından bu askerî birlikleri mevcut Alman demiryolu ağının yardımıyla Rus cephesine nakledilmesi ve kesin başarının kazanılması gerekmekteydi. İngiltere, Alman Ordularının sınırı geçmesi üzerine Berlin’e bir nota vererek askerî güçlerini geri çekmesini istedi. Almanya’nın notaya cevap vermemesi üzerine 4 Ağustos’ta bu ülkeye savaş ilan etti. Avusturya- Macaristan’ın da 6 Ağustos’ta Rusya’ya savaş açmasıyla Avrupa’nın büyük güçlerinin tamamı savaşa dâhil oldu. Ordu karargâhlarında rakiplere hızlı ve kesin darbe vurularak zafer kazanılacağı düşüncesi egemendi.
Doğu ve Batı cephelerindeki savaş yıpratma amaçlı saldırılarla sürdürüldü. Savaş Uzakdoğu’yu da etkiledi. İngiltere, 1902’de Japonya ile ittifak antlaşması imzalamıştı. Bundan daha da önemlisi Japonya büyük bir güce dönüşmek istediğinden bu savaşı fırsat olarak gördü. Nitekim 15 Ağustos 1914’te Almanya’ya bir ültimatom vererek Almanya’nın Çin’deki donanmasını geri çekmesini ve Kiacohow’u kendisine vermesini istedi. İstediği cevabı alamayan Japonya, 23 Ağustos’ta Almanya’ya savaş açtı ve kısa sürede Alman sömürgelerini işgal etti. Çin üzerinde de çok önemli imtiyazlara sahip oldu.
Savaş boyunca Kuzey Denizi en önemli deniz cephesi olmakla beraber, Akdeniz’de de İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan ve Almanya’nın hatırı sayılır bir deniz gücü vardı. Almanya’ya ait Goeben ve Breslau Kruvazörleri Akdeniz’de bir dizi savaş aktivitesinden sonra İngiliz gemilerinin takibinden kaçarak 11 Ağustos’ta Çanakkale Boğazı’nı geçerek Osmanlı’ya sığındı. Akdeniz’de İngiliz ve Fransız donanmaları üstünlüğü ele geçirdi. Birinci Dünya Savaşı’nda ilk yıl denizlerdeki en büyük çarpışmalar Pasifik ve Güney Atlantik’te yaşandı. Avrupa’da patlak veren savaş sömürgelere de sıçradı. Almanya’nın Kamerun, Togo, Güneybatı Afrika ve Doğu Afrika’daki sömürgeleri İngiliz ve Fransız kuvvetlerince kuşatıldı. Alman subaylarının yönetiminde silahlandırılan yerliler kuşatmaya fazla direnemedi. Kamerun dışındaki sömürgeler Almanlardan alındı. Pasifik’teki Samao, Soloman Adaları gibi küçük koloniler, Yeni Zelanda ve Avustralya, Coroline, Marshall ve Mariana Adaları da Japonya tarafından ele geçirildi. Almanya’nın Çin’deki kolonisi olan Kaichow yarımadası ve burada bulunan Tsingtao Üssü Japon-İngiliz ortak güçlerince zapt edildi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Savaşa Girmesi: Savaş öncesinde ülkenin içerisinde bulunduğu siyasi, ekonomik, askeri ve toplumsal koşullar göz önünde bulundurulduğunda Osmanlı’nın savaşa katılmanın nedenleri şöyle sırlanabilir:
• İtilaf blokundaki devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı izlediği saldırgan politikalar
• Son savaşlarda kaybedilen toprakların geri alınması
• Ekonomik bağımsızlığın kazanılması
• Almanya’nın savaştan üstün çıkacağı düşüncesi
• Osmanlı-Alman yakınlaşması
• Turan İmparatorluğu kurma düşüncesi
Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere’ye yakınlaşma ve İtilaf Devletleri blokunda yer alma çabası sonuçsuz kalınca İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin baskısıyla Osmanlı Almanya’ya yakınlaştı. Osmanlı Hükümeti üyelerinin bir bölümü ile Almanya arasında aşağıdaki hükümleri bulunan bir ittifak antlaşması yapıldı. Bu ittifak antlaşmasının onaylandığı gün genel seferberlik kararı alındı ve Osmanlı tarafsızlığını ilan etti:
• İki devletin Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasında çıkan bir anlaşmazlıkta tam bir tarafsızlık içinde bulunması,
• Avusturya-Macaristan ile Rusya’nın savaşa tutuşması halinde Almanya’nın da buna katılmak durumunda kalması halinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun da savaşa girmesi,
• Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun tehditle yüz yüze kalması durumunda silahla Osmanlı’yı savunması.
Antlaşmanın onaylanmasından sonra Alman-Rus Savaşı başladığından Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesi gerekiyordu. Oysa ittifak antlaşmasından haberi olmayan İtilaf Devletleri, Osmanlı Hükümetinin tarafsızlığına memnun olduklarını açıkladılar. Osmanlı Hükümeti de İtilaf Devletlerinden kapitülasyonların kaldırılması, Ege Adalarının kendisine geri verilmesini ve Mısır sorunun çözümlenmesini istedi. İngiltere, bu istekleri kabul etmedi. Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu hızla savaşa doğru ilerledi ve nihayetinde Akdeniz’de İngiliz donanmasının takibinden kaçan Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisinin 10 Ağustos’ta Çanakkale Boğazı’nı geçerek Marmara Denizi’ne girmesi Osmanlı İmparatorluğunun savaşa katılımını hızlandırdı. Bu gemilere el koyması gerekirken Osmanlı Hükümeti bunları satın aldığını açıkladı, gemilere Türk bayrağı çekti, adlarını Midilli ve Yavuz olarak değiştirdi ve personele de fes giydirdi. Osmanlı hükümeti tarafından donanma komutanlığına getirilen Alman Amiral Souchon, Osmanlı donanması aracılığıyla Karadeniz’deki Rus limanlarını topa tuttu ve böylece Rusya, İngiltere ve Fransa Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü hızlandıracak olan savaşı ilan ettiler.
Padişah Mehmed Reşad, İtilaf Devletlerinin egemenliği altındaki Müslümanları onlara karşı ayaklandırmak amacıyla Kutsal Cihat ilan etti. Ancak bunun bir faydası olmadı.
Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu Kafkasya ve Doğu Anadolu Cephesinde, Irak Cephesinde, Kanal Cephesinde, Çanakkale Cephesinde ve Galiçya Cephesinde Birinci Dünya Savaşına katılmış oldu.
Avrupalı emperyalist devletlerin Şark Meselesi adını verdikleri Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması girişimi savaş sırasında yapılan şu gizli antlaşmalarla zirveye ulaşmıştır:
• İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Boğazlarla Yapılan Antlaşma
• Londra Antlaşması
• Sykes-Picot Antlaşması
• Saint Jean de Maurienne Antlaşması
• Balfour Deklarasyonu
Birinci Dünya Savaşı sırasında imzalanan gizli antlaşmalar, Avrupalı emperyalist devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya yönelik yaklaşık 150 yıldır sürdürdükleri girişimlerin en çarpıcı halkasıydı. Çelişkilerle dolu idi. Araplara büyük bir imparatorluk vaat eden İngiltere, Ortadoğu’yu Fransa ile paylaşmıştı. Bolşevikler bu antlaşmaları açıklayarak, Osmanlı üzerinde oynanan oyunların ortaya çıkmasını sağladılar(Yakut, 2010: 103-104).
Rusya’nın Savaştan Çekilmesi: Birinci Dünya Savaşı’nda gidişat kökten değiştiren iki önemli olay meydana geldi. İlki Rusya’da Bolşevik Devrimi’nin gerçekleşmesi, ikincisi de Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa girmesidir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren güçlenen sosyalist hareket, dünya savaşının dayattığı açlık ve sefalet nedeniyle daha da etkili olmaya başlamıştı. Halkın öfkesi Çarlık rejimine yönelmişti. Sosyalistlerin en ucunda yer olan Bolşevikler, Sovyetleri kontrolleri altına alarak ülkeye yeni bir biçim vermeye çalıştılar. Alman gizli servisi İsviçre’de sürgünde bulunan Bolşevik lider Vlademir İlyiç Lenin ve bir grup sosyalistin Rusya’ya dönmesine yardımcı oldu. Mayıs 1917’de sosyalistlerin çoğunlukta olduğu yeni bir hükümet kuruldu. Hükümette etkili olan Savunma Bakanı Alexander Kerensky, Rus olmayan Kafkas, Fin, Kazak ve Sibirya asıllı askerlerden oluşturulan 200 bin kişilik yeni bir ordu oluşturdu. Brusilov’un komuta ettiği bu ordu, Galiçya’da Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı birliklerinden oluşturulan kuvvetle çarpıştı. Rus Ordusu ağır bir yenilgi aldı ve Eylül 1917’de dağıldı. Savunma Bakanı Kerensky Moskova’ya kaçtı. Lenin ve diğer Bolşevikler, hükümetin otoritesinin kaybolmasını ve ülkenin bunalıma sürüklenmesini iyi değerlendirerek yönetimi ele geçirdiler. Sadece dünya savaşının gidişatını değil, 20. yüzyılın da seyrini değiştiren Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdiler.
Bolşevikler, “ulusların kendi kaderlerini tayin etme, barış, toprak, ekmek” ilkeleriyle iktidara gelmişlerdi. Bolşeviklerin savaşa bakışları ve analizleri farklıydı. Devrim’in lideri Lenin’e göre savaşa tekelci kapitalizmin yayılmacı güdüsü neden olmuştu ve özünde kendine karşı da yıkıcı olan bu güç, bizzat kapitalizmin çöküşüne de yol açacaktı. Brest-Litovsk Barış Antlaşması kabul edildi. Böylece Rusya tamamen savaştan çekildi. Bu antlaşmayla Polonya, Baltık devletleri (Letonya, Estonya, Litvanya), Ukrayna, Finlandiya ve Kafkasya Almanya’nın uydusu haline geldi. Rusya, Çarlık dönemi topraklarının üçte birinden fazlasını, tarım topraklarının üçte birini, demir ve kömür endüstrisinin %80’ini kaybetti. İtilaf Devletlerinin Bolşevik rejimi yıkmaya yönelik çabaları sonuç vermedi.
ABD’nin Savaşa Girmesi: ABD ve Almanya 19. yüzyılın sonlarından itibaren uluslararası pazarlarda rekabete girmişlerdi. Savaş sırasında Alman denizaltılarının ABD gemilerini batırması ve Alman Büyükelçisinin ABD’ye karşı olası bir savaşta Meksika’yı destekleyeceği ve Japonya, Meksika ve Almanya’nın Amerika’ya karşı ittifak kurmaları gerektiğini ifade eden şifre-telgrafın ortaya çıkarılması ABD’nin savaşa girmesini haklı gösterdi. ABD ise İtilaf güçlerine sattığı savaş malzemelerinin ve savaş bonolarının ve verdiği borçların geri ödenmesi için İngiliz ve Fransız güçlerinin galip gelmesi zorunluğunu da göz önünde bulundurarak İtilaf Devletlerinin tarafında savaşa dâhil oldu.
Barış Girişimleri ve Savaşın Sona Ermesi
1914’te başlayan savaşın küresel bir niteliğe bürünerek milyonlarca insanın ölümüne yol açması, savaşın sona erdirilmesini gündeme getirmişti. Bu konuda ilk girişimi 1916 yılının başında ABD Başkanı Woodrow Wilson başlatmıştı fakat İngiliz, Fransız ve Alman yetkilileri bu çağrıyı reddetti. Avusturya-Macaristan 1916 yılının sonlarında savaştan çekilme girişiminde bulundu. Ancak Almanya’nın sert tepkisiyle karşılaştı ve savaş devam ettiği sürece bu ülkeye bağlı kalacağına ilişkin bir antlaşma imzalamak zorunda kaldı. Almanya, Brusilov saldırısına başarıyla karşı konulması ve Romanya’nın işgalinin sonuçlandırılmasının ardından 12 Aralık 1916’da savaşın sona erdirilmesi için barış çağrısında bulundu. Ancak saptadığı şartlar İtilaf Devletlerince kabul edilebilir türden değildi. ABD Başkanı Wilson, 18 Aralık 1916’da tarafların savaş amaçlarını açıklamalarını isteyerek yeni bir arabuluculuk girişimi başlattı. Almanya, yukarıda açıkladığımız şartları açıklamaktan kaçındı. İtilaf Devletleri ise, barış koşullarının olgunlaşmadığını öne sürmesine karşın kapıları kapatmadı ve 10 Ocak 1917’de taleplerini iletti. Barış için koşullar öne sürüldü ve bu girişimler de başarısız oldu. Papa XV. Benedict tarafından 1917 yılının Ağustos ayında savaşın sona erdirilmesi için tarafların tazminat ve toprak taleplerinden vazgeçmesi önerisi yapıldı. Bu çağrı da etkili olmadı (Gülboy, 2004; 266).
Rusya’daki sosyalist rejim ile İttifak devletleri arasında sürdürülen bir dizi diplomatik girişimden sonra Aralık 1917’de ateşkes, 3 Mart 1918’de de Brest-Litovsk Antlaşması imzalandı. Böylece Rusya savaştan çekildi. Savaşın küresel düzeyde sona erdirilmesi ve yeni bir dünya düzeni kurulması yolunda atılan en önemli adımlardan biri ABD Başkanı Wilson’un 8 Ocak 1918’de Kongre’de yaptığı konuşmada barışın temel ilkeleri olarak “Wilson İlkeleri”ni açıklamasıdır. Bu esaslar 14 maddeden ibaretti ve şu esasları içermişti:
• Diplomasi alanında açıklık ilkesinin esas alınması,
• Kara sularıyla, milletlerarası antlaşmalarla statüsü düzenlenmiş denizler hariç, denizlerde tam bir serbestliğin hâkim olması,
• Milletler arasında ekonomik bütün engellerin kaldırılması ve ticari ilişkilerde eşitliğin kabul edilmesi,
• Silahsızlanmanın esas alınması, silahlanmanın iç güvenliği tehlikeye düşürmeyecek oranda tutulması,
• Sömürgeler üzerindeki isteklerin serbestçe ve tam bir yansızlıkla incelenerek ve bu bölgeler halkının çıkarları da göz önünde tutularak bir sonuca bağlanması,
• İşgal edilmiş olan bütün Rusya topraklarının boşaltılması ve bu toplumun kendini istediği
• İşgal altındaki Fransa topraklarının boşaltılması ve Alsace-Lorraine bölgesinin bu ülkeye iade edilmesi,
• İtalya sınırlarının milliyet ilkesine göre yeniden düzenlenmesi,
• Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan halklara özerklik tanınması,
• Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın boşaltılması, Sırbistan’ın denize çıkış imkânına kavuşması ve Balkan Devletlerinin birbirleriyle olan ilişkilerinin milliyet ilkesi temeline göre dostça düzenlenmesi,
• Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklerin oturdukları bölgelerin bağımsızlığının tanınması ve Osmanlı egemenliği altında bulunan diğer uluslara geniş özerklik tanınması
• Polonya’ya bağımsızlık verilmesi ve denize çıkışın sağlanması,
• Büyük ve küçük olmasına bakılmaksızın bütün devletlerin bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini garanti altına alacak bir uluslararası örgüt (Milletler Cemiyeti) kurulması
Dört yıldır süren savaş, 1918’de İttifak devletlerinin aleyhine dönmüştü. Alman Genelkurmay Başkanı Ludendorff, Rusya’nın da savaştan çekilmesi üzerine Doğu’daki birliklerini Batı’ya kaydırarak, Fransa’yı çökertmek istedi. Fakat 1918 yılı Haziran ayı sonlarında başarılı olamayacağını anlayınca askerî harekâtı sona erdirdi. Avusturya-Macaristan Ordusu da, 15 Haziran 1918’de İtalya’ya karşı Piave saldırısını başlattı fakat bir hafta sonra eski konumlarına geri döndüler. Özetle 1918’in yaz aylarında İttifak Devletleri (Almanya, Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan) tükenmeye başladı. Art arda askerî yenilgiler almaya başladılar. Wilson ilkelerini daha çok konuşur oldular ve ateşkes ve barışın yapılmasını sağlamaya çalıştılar.
Rusya’nın barış yaparak savaştan çekilmesinden dolayı Romanya’nın durumu zorlaşmıştı. Daha fazla dayanamayan bu ülke Mart 1918’de ateşkes, 7 Mayıs 1918’de de barış antlaşması imzalayarak savaş dışı kaldı. Romanya bu antlaşmayla, Karpatlar bölgesinde Avusturya’ya toprak vermek ve Dobruca’dan çekilmek zorunda kaldı. Bulgaristan, İttifak Devletleri blokundan savaştan çekilen ilk ülke oldu. Sırp-Fransız kuvvetleri tarafından ağır yenilgiye uğratılan Bulgaristan 25 Eylül 1918’de barış istemek zorunda kaldı. İtilaf Devletleri ile 29 Eylül 1918’de Selanik’te ateşkes antlaşması imzaladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun da Suriye, Filistin cephelerinde art arda uğradığı başarısızlıklar, Bulgaristan’ın savaştan çekilmesi ile Almanya bağlantısının kesilmesi, Trakya’da İngiliz-Fransız saldırıları olması durumunda İstanbul’un tehlikeye düşecek olması nedenleriyle yenilgi kabul edildi ve Wilson İlkeleri çerçevesinde barış yapma telaffuz edilmeye başlandı. İngiltere ile görüşmeler sonunda Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1918’de çok ağır şartlar içeren “Mondros Ateşkes” Antlaşması’nı imzalayarak savaştan çekildi. Yirmi beş maddelik bu antlaşmanın bazı hükümleri şöyledir: Çanakkale ve Karadeniz Boğazları’nın geçişe açılması ve bunların istihkâmlarının İtilaf Devletleri askerlerine bırakılması, İtilaf Devletlerince iç düzenin korunması için kararlaştırılacak sayıdaki kuvvetlerin dışında kalan ordunun dağıtılması, donanmanın teslim edilmesi, silah, cephane bütün araç ve gereçlerin teslim edilmesi, demiryolu merkezlerinin, limanların denetim altına alınması, Toros tünellerinin, telgraf ve posta merkezlerinin kontrol edilmesi ve İtilaf Devletlerinin güvenliklerini tehdit edecek bir durum olduğunda herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkına sahip olması gibi. Bu hükümlerden de anlaşılacağı gibi ateşkes antlaşmasının temel niteliği, Osmanlı İmparatorluğu’na son verilmesi, İmparatorluk topraklarının paylaşılmasına zemin hazırlanması ve egemenliğinin kısıtlanmasıdır. Nitekim kısa bir süre sonra Anadolu’nun çeşitli bölgeleri işgal edilecek ve İmparatorluğun sonuna getirecek düzenlemeler yapılacaktır. Almanya Ekim’de Wilson İlkeleri doğrultusunda bir barışa hazır olduğunu bildirdi. Yeni bir hükümetin cumhuriyet ilan ettiği Almanya’da 11 Kasım 1918’de ağır şartlar içeren Refhondes Ateşkes Antlaşması imzalandı. Almanlar; 15 gün içinde Fransa, Belçika ve Lüksemburg’ta işgal ettikleri toprakları boşaltmayı, Alsace-Lorraine’i ve Ren Nehri’nin sol kıyısını geri vermeyi, silahları, savaş gemilerinin bir kısmını ve denizaltıları teslim etmeyi, donanmanın Baltık limanlarında demirlenmesini ve Brest-Litovsk ile Bükreş Antlaşmalarından doğan haklardan vazgeçmeyi kabul ettiler. Tüm bu başlıklarda açıklandığı üzere savaş, İttifak Devletleri’yle imzalanan ateşkes antlaşmalarıyla Kasım 1918’de fiilen sona erdi. Dört yıl boyunca süren dünya savaşı 12 milyon kişinin ölümüne, bu sayının iki katından fazlasının yaralanmasına yol açtı. Siyasi harita değişti. Rusya, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları dağıldı. Yeni silahlar denedi ve çevre büyük zarar gördü. İnsanoğlu binlerce yıldır mücadele ederek oluşturmaya çalıştığı eşit, özgür ve barışçıl bir dünya düşüncesine, bu savaşa girişmekle büyük bir darbe vurdu.
ULUSLARARASI SİSTEMİN YENİDEN ŞEKİLLENDİRİLMESİ (1919-1929)
Paris Barış Konferansı ve Barış Antlaşmaları
Birinci Dünya Savaşı 1918 sonbaharında sona erdiğinde yeni sistemin nasıl olacağı, yenen ve yenilen devletler arasında barışın nasıl sağlanacağı ve ne tür politikalar izleneceği konusunda henüz bir netlik yoktu. ABD Başkanı Wilson dünya barışının sağlanmasına yönelik önerilerde bulunurken, Fransa ve İngiltere başbakanları kendilerine danışılmadan ilan edilen bu önerilerden hoşnut değillerdi. Uluslararası sistemi yeniden şekillendirmek ve barış antlaşmaları yapmak Paris Barış Konferansı’nda değinilecek en temel konulardı. Konferans’ta 32 ülkeden pek çok katılımcı yer aldı ve Konferans 18 Ocak 1919’da Paris’te başladı. Konferans’ta ele alınacak ilk konu olarak Fransa, Almanya’dan intikam alınması yönünde sıkı koşulları olan bir barış antlaşması hazırlanmasını istemiştir. Fransa’nın böyle bir isteği olmasına karşın ABD Başkanı Wilson yeni uluslararası sistem için önemli bir araç olan Milletler Cemiyeti’nin kurulmasını önceliklendirmiştir. Konferansın 28 Nisan 1919 tarihli toplantısında cemiyetin uluslararası işbirliğini geliştirmek, uluslararası barış ve güvenliği sağlamak adına çalışacağının belirtildiği Milletler Cemiyeti Misakı kabul edildi. Bu amaca hizmet edebilmek için Misak’ın başlangıç bölümünde bulunan savaşa başvurulmaması konusunda bazı taahhütlerin kabul edilmesi, uluslararası ilişkilerin açık olması, devletler hukuku kurallarına ve antlaşmalara uyulması ilkelerinin devletler tarafından kabul edilmesi istenmişti. Milletler Cemiyeti’nin, Misak’ı ve barış antlaşmalarını imzalayan devletler ve Misak’ın yürürlüğe girmesinden sonraki iki ay içinde örgüte girme talebinde bulunacak devletler olmak üzere iki tür üyesi vardır. Ayrıca yalnızca bağımsız devletler değil kendisini serbestçe idare etme yetkisine sahip, anavatan ile serbest bir üyelik ilişkisi bulunan dominyonlar ve sömürgeler de uygun bulunması halinde cemiyete üye olarak kabul edilebilecekti. Cemiyetin Genel Kurul ve Cemiyet Meclisi olarak iki organı olacaktı. Bu iki organ da oy birliği kuralı ilkesine göre hareket edecekti. Üye kabulü, uygulanamaz hale gelen antlaşmaların ve barışı tehlikeye sokan uluslararası şartların incelenmesi için tavsiyede bulunulması gibi görevler Genel Kurul’un; barış antlaşmalarından kaynaklanan sorunların çözülmesi, cemiyet üyelerinin birbirlerine saldırması ya da saldırı tehdidi durumunda tavsiyede bulunulması gibi görevler Cemiyet Meclisi’nin görevleri olarak belirtilmişti. Milletler Cemiyeti Misakı’nın 12.maddesinde ise üye devletler arasında çıkan anlaşmazlıkları çözme yöntemi belirtilmişti. Bu durumda üye devletlerin ya tahkime ya yargısal çözümleme usulüne ya da Konseyin soruşturmasına havale etmeyi kabul edeceklerini ve hakem kararının veya yargısal kararın veya Konsey raporunun verilmesinden itibaren 3 ay geçinceye kadar hiçbir şekilde savaşa başvurmamayı yükümlenecekleri belirtilmişti. Sorunların çözülmesinde barışçı çözüm yolunu kabul eden ve verilen hükümleri yerine getiren devlete karşı savaş açılamayacağı da bu madde ile belirtilmişti. Fakat kararların yerine getirilmemesi durumunda savaş için üç aylık bir sürenin geçmesi gerektiği hükmü konulmuştu. Belirtilen üç aylık süre içinde barışçıl bir yolla uzlaşma olmaması durumunda savaş meşrulaşacaktı. Büyük umutlarla kurulan Milletler Cemiyeti ABD Senatosunun Misak’ı onaylamaması, Sovyetler Birliği’nin Milletler Cemiyeti’ne üye olmaması gibi nedenlerden ötürü etkin bir şekilde çalışamamış ve amacına ulaşmada yetersiz kalmıştır.
Barış Antlaşmaları
Paris Barış Konferansı’nda savaştan yenik çıkan devletlerle çeşitli antlaşmalar yapılmıştır. İlk olarak 28 Haziran 1919’da, Almanya ile ceza verme, silahsızlandırma, savaş tazminatı ödeme, sınırları küçültme, sömürgeleri paylaşma gibi yaptırımları olan “Versailles Barış” Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma Almanya’nın topraklarının bölünmesine, ekonomik gelişimin sınırlanmasına yol açtı, toplum içinde faşizm görülmeye başladı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parçalanması nedeniyle Avusturya ve Macaristan ile ayrı ayrı anlaşmalar yapıldı. 10 Eylül 1919’da Avusturya ile “Saint Germain” Barış Antlaşması yapıldı ve Avusturya’nın sınırları büyük ölçüde küçüldü. Bulgaristan’la 27 Kasım 1918’de imzalanan “Neuilly Barış Antlaşması” ile ülkenin toprakları sınırlandırıldı, ordusu küçültüldü ve savaş tazminatı ödemesine karar verildi. Macaristan ile 6 Haziran 1920’de imzalanan “Trianon Barış Antlaşması”’nda da benzer şekilde ülkenin topraklarının küçülmesi, savaş tazminatı ödenmesi ve zorunlu askerliğin kalkması hükümlerine yer verildi. Osmanlı İmparatorluğu ile ağır koşulları içeren ve ülkenin parçalanmasına neden olan “Sevr Barış Antlaşması” 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalandı.
Barışın Uygulanması ve Karşılaşılan Sorunlar
Milliyetler Sorunu ve Sınırlar
Paris Barış Konferansı’nda eski düzen değiştirilerek yeni bir düzenin kurulması hedeflenmişti. Fakat süreç beklenildiği gibi sonuçlanmadı. Paris Barış Konferansı sonucunda ortaya çıkan tablo ilgili devletler arasında bir takım sorunların ortaya çıkmasına neden oldu. Wilson’un ulusların kendi kaderlerini belirlemesi ilkesi doğrultusunda Paris Barış Konferansı’nda homojen halklardan oluşan yeni devletlerin kurulması sağlanmış ve Avrupa siyasi haritasında büyük bir değişiklik olmuştu. Fakat bu süreçte büyük zorluklarla karşılaşılmıştı. İtilaf devletleri toprak talebinde bulunmuşlardı ve nüfus mübadelesi gündeme getirilmiş fakat vazgeçilmişti. Özellikle yeni kurulan Polonya Devleti’nin sınırları belirlenirken büyük güçlükler ortaya çıkmıştı. Bu güçlükler İkinci Dünya Savaşı için de kıvılcım olmuştu. Önemli bir sanayi bölgesi olan Yukarı Silezya’nın hangi ülkenin topraklarına katılacağı konusunda gidilen plebisit sonucu toprakların Almanya katılması yönünde karar verilmesi üzerine Polonya Ordusu bu bölgeye girmiş ve bir sorun daha ortaya çıkmıştı. Milletler Cemiyeti Konseyi bu toprakların büyük çoğunluğunun Polonya’ya verilmesini kararlaştırdı. Vilna kenti yüzünden Litvanya ve Polonya arasında anlaşmazlık çıkmış ve bu anlaşmazlık sonucu kent Litvanya’ya bırakılmasına karşın Polonya kenti işgal etmiştir. Benzer anlaşmazlıklar Polonya ile Çekoslovakya, Avusturya ile Yugoslavya, İtalya ile Yugoslavya, Sovyet Rusya ile Romanya arasında da yaşandı. Uluslararası sistemin yeniden yapılandırılması sürecinde milliyetler sorunu ortaya çıktı ve başrol oynadı.
Almanya Sorunu
Savaş sonrası Almanya’da politik ve ekonomik kriz uzun süre devam etti. Almanya Versailles Antlaşması sonucunda kararlaştırılan tazminat borçlarını ödemekte büyük güçlük çekti. Tazminatlar Komisyonu’nun Almanya’nın borcunu yeniden yapılandırıp indirime gitmesine rağmen Almanya borçlarını ödeyemedi ve ertelenmesini istedi. İngiltere geri adım atmasına rağmen Fransa katı tutumunu sürdürerek borçların ertelenmesine karşılık Ruhr madenlerinin kendisine devrini talep etti. Fransa Belçika ile birlikte borçların ödenmediğini belirterek Ruhr bölgesini işgal etti. Ruhr’da Alman çalışanlar pasif direniş gösterdi. Almanya’da ekonomik yapı iyice kötüleşti. İngiltere ve ABD’nin çalışmaları sonucunda yeni bir ödeme planı olan Dawes ödeme planı hazırlandı. Bu ödeme planı ile Fransa’nın Tazminat Komisyonu’nun yetkileri kısıtlandı, Ruhr bölgesi boşaltıldı ve Almanya’nın biraz rahatlaması sağlandı.
Sovyet Rusya – Almanya Yakınlaşması
Tazminat borçları yüzünden sıkıntılar yaşayan Almanya ve Batı dünyasının dışladığı Sovyet Rusya arasında bazı antlaşmalar yapıldı. Böylece bu iki ülke arasındaki ilişkiler yeniden şekillendirildi. İki ülke arasındaki ilişkiler, Hitler’in 1933 yılında iktidara gelinceye kadar sürdü.
Silahsızlanma ve Ortak Güvenlik
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Demokratik Kontrol Birliği” kurulmuş ve kuvvet dengesi politikasından vazgeçilerek silahsızlanmaya gidilmesi ve tüm dünyada silah sanayinin devletleştirilmesi amaçlanmıştı. Kurulan yeni sistemin çalışması ve barış ortamının oluşması için silahsızlanma temel koşullardandı. Yenilen devletler yapılan antlaşmalarda yer alan hükümler doğrultusunda silahsızlaştırılırken, yenen devletler bu konuda isteksiz davranmışlardı. Silahsızlanma üzerine bir komisyon kurulmuş fakat yenen devletler fikir birliğine varamamıştı.
Denizde Silahsızlanma
Bu dönemde denizde silahsızlanmanın gündeme geldiği bir dizi konferanslar düzenlendiği görülmektedir. Washington Konferansı sırasında imzalanan “Deniz Silahlarının Sınırlandırılması Antlaşması” ile ABD, İngiltere, Japonya, İtalya ve Fransa’nın sahip olabilecekleri maksimum deniz güçleri belirlenmişti.
Londra Deniz Silahsızlanması Konferansı
Denizde silahsızlanma amacıyla gerçekleştirilen bir diğer konferans “Londra Deniz Silahsızlanması Konferansı”’dır. Bu konferansta deniz silahlarının azaltılması ile ilgili başarı sağlanmıştı. Ancak kısa süre içerisinde dünya ölçeğinde meydana gelen yeni bunalım süreci, ülkeleri tekrardan silahlanma girişiminde bulunmaya itmiştir. Buna rağmen, Londra Konferansı, başta ABD, İngiltere ve Japonya olmak üzere bu önemli üç ülkenin deniz gücünü sınırlayabilecek şartlar koyması açısından dikkate değerdir.
Karada Silahsızlanma
Denizde silahsızlanmanın ardından karada silahsızlanma için adımlar atıldı ve Silahsızlanma Hazırlık Komisyonu kuruldu. Bütün çalışmalara rağmen bu süreç başarısızlıkla sonuçlandı. Almanya Versailles Antlaşması ile silahsızlanma koşulları ile karşı karşıya kalmıştı ve silahsızlanmada “eşitlik” ilkesinin benimsenmesini istiyordu. Tüm ülkelerde silahsızlanmaya gidilmesini önermişti. Fakat Fransa Almanya’nın eşitlik anlayışına karşı çıkmıştı, çünkü Fransa için önemli olan Almanya’nın her şartta ezilmesi ve Avrupa dengelerini bir daha sarsmaması idi. Fransa ve İngiltere arasında fikir ayrılıkları oluşmuştu. Tüm bunlar silahsızlanmayı ve barış sağlanmasını engelleyen unsurlardır.
Güvenliği Sağlama Girişimleri
Milliyetler Cemiyeti’nin Başarısız Kalması
Milletler Cemiyeti çeşitli nedenlerden ötürü kuruluşundan beri amacına ulaşmakta sıkıntılar yaşamış, etkili olamamıştı. Oysa cemiyetin ortak güvenliği sağlayabilmesi en temel beklentiydi. Almanya’nın tazminat borçlarını ödememesi, Sovyet Rusya ve ABD’nin cemiyette olmayışı, Fransa ve İngiltere arasındaki anlaşmazlıklar ayrıca cemiyetin etkin yaptırım gücüne sahip olmaması cemiyetin başarısızlığının altında yatan nedenlerdendir.
Cenevre Protokolü
Milletler Cemiyeti’nin güçsüz yanlarının giderilmesi, uyuşmazlıkların zorunlu olarak bir hakem önüne çıkarılmasının sağlanması ve uluslararası bir ordunun kurulması amacıyla 1920’de “Daimi Danışma Komisyonu” kuruldu. Komisyonun kurulmasının ardından Karşılıklı Yardım Antlaşması hazırlanarak üyelerin onayına sunuldu. Bu antlaşmaya göre iki devlet arasında yaşanan bir saldırı durumunda Milletler Cemiyeti Konseyi kimin saldırgan olduğuna karar verecek ve saldırılan ülkeye yardım edilecekti. Bu antlaşma tüm üyeler tarafında kabul edilmedi. Sorunların çözümünde tahkim yöntemini esas alan “Cenevre Protokolü” ya da “Uluslararası Uyuşmazlıkların Barışçı Çözümü İçin Protokol” olarak adlandırılan başka bir girişim önerildi. Bu öneri de kabul görmedi ve başarısızlıkla sonuçlandı.
İngiltere, Dominyonlar, birçok yükümlülük altına gireceklerini öne sürerek bu protokolü kabul etmemişlerdir. ABD ise, Protokolün, “Monroe Doktrini” ve Avrupa’nın Güney Amerika’nın işlerine karışmasına yol açacağı gerekçesiyle benimsememiştir.
Locarno Antlaşması
Almanya ile uzlaşmanın kapılarını aralamak isteyen ve açma teşebbüsünde bulunana Fransa, Almanya’yı 15 Eylül 1925’te İsviçre’nin “Locarno” şehrinde yapılan konferansa davet etmiştir. Konferans, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Polonya ve Çekoslavakya’nın katılımıyla 5- 16 Ekim 1925 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Almanya, Locarno’da batı sınırlarını ve Versailles Antlaşması’nın bu bölgeye yönelik hükümlerini kabul etmiştir. Sovyet Rusya’nın Locarno’ya çağrılmaması Stalin’in bu antlaşmaları kapitalist ve Sovyetler karşıtı bir koalisyon olarak yorumlamasına yol açmıştır. Ayrıca Almanya’nın “Rapolla” da kurduğu düzenden de vazgeçtiği gösteren bu antlaşma, Almanya’nın Batı sistemine entegre edildiğini göstermektedir.
Briand – Kellogg Paktı
Fransa, Avrupa’daki durumunu güçlendirmek adına ABD ile ikili ilişkilerini sıklaştırmaya çalışmıştır. Bu çerçevede Fransa Dışişleri Bakanı “Aristide Briand”, ABD’nin barışsever liberal çevreleriyle görüşmeler yapmış ve Amerikan halkına Fransa’nın savaşı kanun dışı ilan eden karşılıklı yükümlülükte bulunulmasına ilişkin bir paktı imzalamaya hazır olduğunu açıklamıştır. Briand’ın bu önerisi, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Kellogg tarafından olumlu karşılanmış ve “ savaşı bir milli politika aracı olarak kullanmaktan vazgeçme yükümlülüğünün” dünya çapında bütün devletlerce imzalanacak çok taraflı bir antlaşmada yer almasını istemiştir. Tarihe “ Briand – Kellogg Paktı”, Paris Paktı ya da Kellogg Paktı adlarıyla geçen söz konusu belge 9 devlet tarafından imzalanmıştır. Pakt, devletlerin uluslararası ilişkilerde savaşı ulusal politikalarına alet etmeyeceklerini, anlaşmazlıkların çözümü için savaş yoluna gitmeyeceklerini, uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözüleceğini kabul etmiştir. Pakt, ne yazık ki diğer düzenlemeler gibi işlevsiz kalmış ve öngördüğü sistemi oturtamamıştır.
Bu dönemde, Avrupa’daki güvenlik meselesinin çözümü için birtakım girişimlerde bulunulmuştur. Bu girişimlerden biri, “Hakemlik Genel Senedi” idi. Milletler Cemiyeti, Hakemlik Genel Senedi’ni benimsemiş devletlerarasında çıkan uyuşmazlıkların, Uluslararası Daimi Adalet Divanı statüsünde olduğu gibi antlaşmalara, teamüle, hukukun ilkelerine dayanılarak çözülmesi anlayışını yerleştirmeye çalışmıştır. Bu dönemde “ Avrupa’nın bir bütün” olma fikri de ortaya atılmıştır. Fransa, “Locarno” sistemini güçlendirecek bir formül olarak “ Avrupa Birliği” fikrini ortaya atmıştır. Fransız Dışişleri Bakanı Briand tarafından teklif edilen bu düşüncede, Avrupalı devletlerin egemenlik hakları ortadan kaldırılmadan, sosyal – ekonomik yakınlaşma olanaklarının arttırılması gündeme gelmiştir. Ancak, dönemin siyasi konjonktüründen dolayı bu öneri kabul edilmemiştir.
Bu dönemde ortaya çıkan bir diğer önemli gelişme ise, “Küçük Antant”ın oluşturulmasıdır. Küçük Antant, Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun ardından kalan boşluğu doldurmak, Tuna ve Balkanlar’da istikrarı kurmak üzere yapılmıştır. Fransa, diğer güvenlik düşüncelerinde olduğu gibi bu yapılanmaya karşı da durmamış ve Tuna bölgesinde ortaya çıkan bu statükocu, anti – revizyonist bloka kayıtsız kalmayarak desteklemiş ve onlarla antlaşmalar yapmıştır.
1929 Ekonomik Krizi ve Uluslararası Sistemin Zayıflaması
1919-1929 yılları arasında İngiltere’nin ekonomik gücü zayıflamış, yerine ekonomisi güçlenen ABD geçti. 1929 yılında ABD, New York borsasının büyük oranda değer kaybetmesi ile ekonomik gücünü yitirdi ve bunalıma sürüklendi. Bu ekonomik krizin nedenleri arasında iki tez ön plana çıkmaktadır: ABD ekonomisinin savaş sonrası aşırı büyümesi ve bunun uluslararası ekonomide yarattığı ekonomik dengesizlik ve Keynes’in düşük ham madde fiyatlarının ve ılımlı bir biçimde yükselen ücretlerin, fiyatları ve de sanayi karlarının artmasına yol açtığını görüşüdür. Kapitalist ekonomik modelin en büyük krizlerinden biri olan 1929 krizi siyasi sistemi de etkilemiştir. Kurulmaya çalışılan uluslararası sistemin başarısızlığında rol oynamıştır. ABD’de başlayarak tüm dünyaya yayılan bu kriz, liberal demokrasi anlayışına duyulan güveni azaltırken İtalya’da faşizmin, Almanya’da ise Nazizm’in güç kazanmasına neden oldu. Bu kriz nedeniyledir ki sorunların barışçıl yolla çözümü, ortak güvenlik ve silahsızlanma uğraşları önemli ölçüde başarısızlığa uğramıştır.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA GİDEN YOL (1929-1939)
“Büyük Çöküş” ve Uluslararası Sistemin Zayıflaması
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen 1929 Küresel Ekonomik krizi, Avrupa’da 1919’dan sonra sağlanmaya çalışılan istikrarı temellerinden sarsmıştır. Kapitalist ekonomik modelin en büyük krizi olarak kabul edilen bu ekonomik krizin nedenleri üzerine üretilen tezlerden özellikle ikisi öne çıkmıştır:
1. ABD ekonomisinin I. Dünya savaşı sonrasında aşırı büyümesi,
2. Ünlü İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’e göre; 1921-1929 yılları arasında düşük hammadde fiyatlarının ve ılımlı bir biçimde yükselen ücretlerin, fiyatları ve de sanayi kârlarının artmasına yol açması.
John Maynard Keynes, Birinci Dünya Savaşı boyunca Hazine’de çalışmış ve Paris Barış Konferansı’na İngiltere Hazine Baş temsilcisi olarak katılmıştır. 1930’larda ekonomiyi kökünden değiştiren İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı yapıtını kaleme almıştır.
1929 Küresel Ekonomik krizinin toplumsal ve siyasal yapı üzerinde çok büyük etkileri görülmüştür.
ABD’den çıkıp dünyaya yayılan bu kriz, liberal demokrasi anlayışına duyulan güveni azaltmıştır. İtalya’da faşizm ve Almanya’da Nazi hareketi ekonomik ve siyasal bunalımın büyüklüğü karşısında güç kazanmıştır. Milletler Cemiyeti’nin öngördüğü uluslararası sistem sorgulanmış, ortak güvenlik ve silahsızlanma çabaları büyük çapta başarısızlığa uğramıştır.
Avrupa’da Rejim Değişikliklerinin Meydana Gelmesi
İtalya’da Faşist Rejimin Kurulması: I. Dünya Savaşı sonrası İtalya’da faşizmin yükselmesinin çeşitli nedenleri vardır: Savaş sırasında çok fazla vatandaşını kaybetmiş ve kendisine vaat edilen toprakları elde edememiştir. Devlet, Gabriele d’Annunzio’nun “Sakatlanan Zafer” söylemini yoğun bir şekilde işlemeye başlamış ve sonuçta Kara Gömlekli Faşist adlı bir grup propaganda yapmaya başlamıştır. İtalya’yı 1915’in Mayıs ayında savaşa sokan grubun içerisinde yer almış, Birinci Dünya Savaşı’nda cesur davranışları nedeniyle kahraman olarak görülmüştür.
Savaş sonrasında derinleşen toplumsal eşitsizlikler, çökmüş bir ekonomi ve yüksek enflasyon kırsalda ve kentlerde çeşitli halk hareketlerine neden olmuştur.
Toprak sahipleri yoğun bir şekilde faşist hareketleri maddi olarak desteklemeye başlamış, Giovanni Giolitti Hükümeti’nin istikrarlı olmayan politikası ve sosyalistler ile komünistlerin etkili olamayan çıkışları faşizmin kolayca yükselmesine yol açmıştır.
Benito Mussolini’nin “savaş birliği” adlı siyasi hareketi, 7 Kasım 1921’de Partito Nazionale Fascista olarak partileştirilmiş, “Kara Gömlekler” partinin alt örgütü olarak yeniden yapılandırılmıştır. Mussolini’ye göre faşizm, sınıfları tek bir iktisadi ve ahlaksal gerçeklikte birleştiren devlet bütünlüğünü tanımayan ve sınıf savaşıyla tarihsel akışı sertleştiren sosyalizmin karşısındadır. Bu düşünceye sahip parti başkanı Mussolini, Faşist Partileri dışındaki tüm partileri kapatmış, sendikal hareketleri tasfiye etmiştir. Ülkedeki azınlıkları İtalyanlaştırmaya çalışmış, Roma İmparatorluğu’nu diriltmek üzere Akdeniz çevresinde sömürgeler elde etmeye çalışmıştır. Bu yayılma politikası Türk-İtalyan ilişkilerinde de gerginliğe sebebiyet vermiştir.
Almanya’da Nasyonal Sosyalizmin (Nazizmin) Egemen Olması: Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya çeşitli siyasal bunalımlarla yüz yüze gelmiştir. Kiel Limanı’nda başlayan sosyalist devrim, 9 Kasım 1918’de İmparatorluğa son verilerek Alman Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanmıştır. Ancak, kurulan bu hükümette Spartakistler Birliği’nin yer almaması Alman sosyalistlerin arasında kriz yaşanmasına neden olmuştur. Sonuç olarak, 31 Ocak 1918’de Almanya Komünist Partisi kurulmuş Partinin öncüleri olan Rosa Lüxemburg ve Karl Liebknecht öldürtülmüştür.
Spartakistler’in ayaklanması 19 Ocak 1919’da bastırılmış ve yapılan seçimler ile 11 Şubat 1919’da Weimar Cumhuriyet’i kurulmuştur. Yeni kurulan hükümet savaştan yeni çıkan ülkenin sorunlarını çözmekte yetersiz kalmış, 28 Haziran 1919’da imzalanan Versailles Antlaşması ile de halkın hükümete karşı olan tepkisi giderek büyümüştür.
Tüm bu gelişmeler, Hitler’in 1920’de başına geçtiği Alman Nasyonal –Sosyalist İşçi Partisi’nin ideolojisinin destek görmesi için ortam yaratmıştır. Hitler’e göre Nasyonal-Sosyalizm’de devlet bir amaç değil, araçtır. Büyük bir uygarlığın kurulması için, devlet en önde gelen koşullardan biridir. Ama bu yüksek uygarlığın doğrudan olarak ilk koşulu değildir. Çünkü uygarlık özellikle uygarlık kurma yeteneği olan bir ırkın varlığında saklıdır. Onun bu görüşü, Nasyonel Sosyalist Alman Öğrenciler Birliği, Öğretmenler Birliği, Hukukçular Birliği ve Hekimler Birliği gibi örgütlerle hızla yayılmıştır. Nasyonel Sosyalist Alman Öğrenciler Birliği, Öğretmenler Birliği, Hukukçular Birliği ve Hekimler Birliği gibi örgütlerle hızla yayılmıştır.
1933 yılında Başbakan olan Hitler, Yetki Yasası’nı çıkararak kanun çıkarma yetkisinin hükümete devredilmesini sağlamıştır. 14 Temmuz 1933’te çıkarılan bir yasayla ise Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi Almanya’nın tek partisi ilan edilmiştir. Nasyonal Sosyalist Parti’yi benimsemeyenler ya öldürülmüş ya da toplama kamplarına gönderilmiştir. Parti 1993 yazının sonunda mevcut devlet aygıtının tamamına hâkim olmuştur. Weimar Anayasası’nın kağıt üzerinde geçerliliğini korumasına izin verilerek de siyasal-ideolojik değişim meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
2 Ağustos 1934’te Cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümü üzerine Hitler, Cumhurbaşkanlık ve Başbakanlık makamlarını şahsında birleştirerek “führer” olmuştur. Bu yetki ile ordu ve kiliseye de hükmetmiştir. Versailles Antlaşması’nın sınırlayıcı hükümlerini ortadan kaldırmış, Alman ordusunun toplam gücünü artırmıştır. Ayrıca, Locarno Anlaşması’ndan ayrılarak askersiz bölge olan Ren bölgesini işgal etmiştir.
Nasyonel İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi ve statükonun değiştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunması, devletler arasında yeni ve önemli anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Sovyetler Birliği ve Stalin’in Mutlak İktidarı: 1917 yılında Rusya’da yaşanan Bolşevik Devrimi dengeleri alt üst etmiştir. Birçok araştırmacı temel sorunun, devrimin umulanın aksine Rusya gibi gerek toplumsal ilişkiler gerekse üretim ilişkileri açısından geri özelliklere sahip bir ülkede patlak vermesinin ortaya çıkardığını öne sürmektedir.
Lenin’in, 1921 yılında Komünist Parti’nin X. Kongresi’nde ortaya attığı Yeni Ekonomi Politikası pek çok olumlu sonucuna rağmen parti içinde anlaşmazlıklar çıkmasını engellememiştir.
Komünist Parti, 1924 yılında Lenin ölünce iktidarı eline almış, Batılı emperyalist ordular ve yerel karşı devrimciler yenilgiye uğratılmış, kilit önemdeki sanayi sektörleri devletleştirilmiş, köylülere toprak dağıtılmış ve sanayi ile gıda üretimi yeniden canlandırılmıştı. Ancak, tüm bu gelişmeler Joseph Stalin’in iktidarı ele geçirmesine engel olamamıştır.
Stalin, felsefeden ekonomiye, filolojiden tarihe ve genetiğe kadar her alandaki “doğrular”ı kendisi belirlemiştir. Komünist Parti’deki sol ve sağ muhalefeti temsil eden eski yol arkadaşlarını tasfiye etmiş, düzmece mahkemelerle ya kurşuna dizdirmiş ya da sürgüne göndermiştir. Sovyetler Birliği’ni insan hayatını göz ardı ederek feodal bir toplumdan sanayileşmiş bir topluma dönüştürmeye çalışmış, Kızıl Ordu’yu güçlendirmeye çalışarak Batılı güçlere gözdağı vermeye çalışmıştır. Hitler ile anlaşarak Polonya’nın bir kısmını Baltık Devletlerini ele geçirmeye çalışmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Stalin’in yönetiminde Sovyetler Birliği uluslararası ilişkilerde önemli bir aktör hâline gelmiştir.
Japonya’da Militarist Yönetim ve Yayılmacılık: 19. yüzyılın ortalarından itibaren Japonya’daki reformcu güçlerin desteklediği genç imparator Mutso-hito, 1868’de “aydınlanmış yönetim” anlamına gelen “Meici” adını alarak bu dönemi başlatmıştır. Feodal yapıyı dönüştürme süreci olan bu modernleşme süreci, sanayi burjuvazisinin oluşmasına olanak sağlamış ve Japon kapitalizmi geniş halk kitleleri üzerinde zorbalığa dayanan yöntemlerle büyümüştür.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da, Japon ekonomisi bölgesinde rakipsiz olmuş, Japon militarizmi 1929
Ekonomik Bunalımı’ndan sonra ılımlı sağı etkisizleştirerek ırkçı aşırı sağın yükselmesini sağlamıştır.
1931 yılında Başbakan ve Dışişleri Bakanı General Tanaka’nın “askeri yayılmacı planı”nın ilk hedefi Mançurya olmuştur. Tanaka, Moğolistan’da haklar elde edilebilmesi için bölgenin hareket noktası olarak kullanılması gerektiğini belirtmiştir.
Mart 1933’te Milletler Cemiyeti’nden ayrılmış ve 1937’de Çin ile savaşmıştır. Bu savaş bazı uluslararası ilişkiler uzmanlarına göre Uzak Doğu’da erken bir tarihte yeni bir dünya savaşının başlangıcını oluşturmuştur.
Çeşitli Avrupa Ülkelerinde Faşizm:
İngiltere: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli ülkelerde tırmanan faşizm hareketi, İngiltere’de bazı çevreler tarafından kabul görüp uygulanmaya çalışılmıştır.
Rotha Lintorn-Orman, Northhumberland Dükünün yardımlarıyla “Britsh Fascisti” adlı bir grup kurarak kısa zaman içinde etkili olmaya çalışmıştır. “Imperial Fascist League” faşist hareketi, Yahudi Sorunu’nu eksen almış ve Yahudilerin kitleler halinde katledilmesini savunmuştur. 1 Ekim 1932’de kurulan “İngiliz Faşistler Birliği” hareketi, İngiltere ve Almanya arasında güç mücadelesinin yaşanması, büyük sermayenin bundan rahatsızlık duyması, 1933’ten itibaren ekonomik şartların düzelmeye başlaması, orta sınıfların kısmen refaha kavuşması ve hareketin kendisini Hitler ve Nazizm ile özdeşleştirmesi gibi etkenlerden dolayı güç kaybetmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce kamuoyunun desteğini önemli ölçüde yitirmiştir.
Fransa: Fransa’daki faşist hareket, 1889’da kurulan “Action Française” ile Protestenlara (özellikle Almanlara), Yahudilere, Masonlara, ülkedeki yabancılara karşı gelişmiştir. Ardından “Savaşçılar ve Üreticiler Birliği” isimli faşist örgütü kurulmuştur.
Portekiz: Monarşinin devrilmesinden sonra, 1901’de kurulan demokratik ve laik yönetim, General Gomes’un
28 Mayıs 1926’da gerçekleştirdiği askeri-sivil darbe sonucu yıkılmıştır. Ekonomik sorunların çözümlenememesi sonucu, General Gomes’un yerini General Carmona almıştır. Caromna, profesör olan Antonio de Oliveria Salazar’ın 1932’de başbakan olmasını sağlamıştır. Salazar, geniş yetkilerinin olduğu bir anayasayı hazırlatarak ülkede uzun süre devam edecek faşist bir rejimi hayata geçirmiştir.
Çeşitli Ülkelerde: I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da çeşitli rejim değişiklileri gerçekleşmiş ve faşist rejimler uygulanmıştır.
Yunanistan’da, Kralcılar ile Cumhuriyetçiler arasında yaşanan sert mücadele sonucu dikta rejimi kurulmuştur.
Bulgaristan’da, 9 Haziran 1923’te askeri darbe sonucu Çiftçi Birliği devrilmiş, ardından kurulan Milli Blok da 1934’te yeni bir darbeyle devrilmiştir. Kurulan faşist rejim Almanya yanlısı bir politika izlemiştir.
Romanya’da “Demir Muhafızlar” adlı faşist örgüt Yahudi düşmanlığı ve antikomünist tutumuyla sert bir politika izlemiştir.
Yugoslavya ve Arnavutluk’ta şiddeti daha az olan benzer faşist hareketler görülmüştür.
Genel olarak bakıldığında I. Dünya Savaşı sonrasında, Macaristan, Çekoslovakya, Avusturya, İsviçre, Polonya, Litvanya, Letonya, Estonya, Hollanda, Belçika, Norveç, Finlandiya ve Danimarka’da da demokrasi ağır bir darbe almış ve insanlık yeni bir krizle karşılaşmıştır.
Avrupa’da Statükonun Bozulması
Dünya Savaşı’ndan küresel savaşa uzanan süreci R.A.C Parker iki bölüme ayırmıştır:
1. Avrupa Savaşı
2. Dünya Savaşı
1941 Eylül’ünde imzalanan “Üçlü Pakt” ise savaşın küresel bir hal almasına neden olmuştur ve bu savaşın başlangıç noktası için tarihçiler birkaç sav ortaya atmıştır. Onlara göre;
1. 1931 yılında Japonların Mançurya’ya saldırması,
2. 1934 yılında Yugoslavya Kralı’nın Hırvatlar tarafından öldürülmesi,
3. 1936 yılında Almanların Versailles Barış Antlaşması’nı bozarak Ren Bölgesi’ne yeniden girmesiyle ya da 1937 yılında Japon ve Çin askerlerinin Marco Polo Köprüsü’nde karşılıklı açtıkları ateş savaşın hali hazırda başlamış olduğunun göstergeleri olmuştur.
Almanya’nın Versailles Barış Anlaşması’nı Bozma Çabaları: Almanya’da 1933 yılında iktidar olan Hitler, 1925 yılında yayınladığı “Mein Kampf” (Kavgam) isimli kitabında Versailles Antlaşması’nın öngördüğü statükoyu bozmak ve Alman ırkına dayalı büyük bir imparatorluk kurmak için geniş bir program hazırlamıştı. Üç aşamadan oluşan bu programda;
1. Almanya’nın yeniden silahlandırılması,
2. Versailles’in yasakladığı zorunlu askerliğin geri getirilerek Orta ve Doğu Avrupa’da yeni bölgelerin elde edilmesi
3. ABD’ye karşı bir savaşla küresel bir üstünlüğün ele geçirilmeye çalışılması planlanmıştır.
13 Mart 1918’de Alman Hükümeti’nin Avusturya ile birleşmesi Hitler’in yönetiminde olan Alman Hükümeti’nin Avrupa güçler dengesi içerisinde kontrol edilemez bir noktaya ulaşmasını sağlamıştır.
25 Temmuz 1934 tarihinde Avusturya polisi üniforması giymiş bir grup Nazi, Viyana’daki başbakanlık binasına girerek Başbakan Dollfuss’ü öldürmüş ve Nazilerin iktidarı ele almış olduğunu ilan etmiştir. Sanıldığı gibi güçlü olmayan bu hareket, hükümet güçleri tarafından kısa sürede bastırılmış ve darbe girişiminde bulunan Naziler tutuklanmıştır.
Almanya’nın Çekoslovakya’daki Südetler Bölgesini Ele Geçirmesi: Avusturya’nın Almanya ile birleşmesinin ardından Alman Nazileri, “Tek Millet-Tek Devlet” ilkesi ışığında şekillenen Büyük Almanya’nın kurulması için Versailles Barış Antlaşması’nda Çekoslovakya’ya verilen ve yaklaşık 3,5 milyon Alman’ın yaşadığı Südetler Bölgesi’ne yönelmiştir.
Bu bölge Çekoslovakya’nın endüstrisinin büyük bir kısmını barındırması açısından önem arz etmiştir.
Bu gelişmeden sonra Südet Almanları Partisi yayınladığı “Karlsbad Programı” ile Çekoslavakya Hükümeti’ni baskı altına almaya çalışmıştır. Bu programa göre Südet Almanları, bölgenin kendini yönetme hakkına sahip olması, istedikleri rejimi seçmeleri, Çekoslavakya’nın SSCB’den uzaklaşarak Almanya’ya yaklaşması gibi isteklerde bulunmuşlardır.
Çekoslavakya Hükümeti’nin Südet Almanlarının isteklerini kabul etmemesi nedeni ile bu sorun bir Avrupa sorunu haline gelmiştir. Batılı devletlerin savaşın çıkmasını engellemek amacıyla sürdürdüğü “Yatıştırma Politikası” ile Hitler Südet bölgesini teslim almış ve Orta Avrupa’daki yaşam alanlarını elde etmiştir.
Ancak Hitler bu durumdan tatmin olmamış ve Almanya 14-15 Mart tarihlerinde Çekoslavakya’yı işgal etmiştir. İşgal sonrasında Slovakya bağımsızlığını ilan etmiş, Almanlar 23 Mart 1939 tarihinde Litvanya’ya saldırarak ülkenin Memel kentini ele geçirmiştir.
İspanya İç Savaşı: I. Dünya Savaşı sonrasında iktidar olan Cumhuriyetçi hükümetin kiliselerin gücüne son vermeye çalışması ve toprak reformunu hayata geçirmesi bu çevrelerin sağ grupları desteklemesine neden olmuştur. Cumhuriyetçi ve sosyalist gruplar arasındaki anlaşmazlık ise, 3 Aralık 1933 seçimlerinde İtalya’daki Faşist Parti’nin bir benzeri olan Özerk Sağ Partiler Konfederasyonu (Falanjist Parti)’nun güç kazanması ile sonuçlanmıştır.
Seçimler sonucunda radikal Lerroux’un hükümet kurması ve CEDA üyelerini bu hükümete dahil etmesi, işçi grevlerine ve kitlesel protestolara neden olmuştur.
16 Şubat 1936’da seçimleri Halk Partisi kazanmış ve sol- Cumhuriyetçiler yeniden iktidara gelmiştir. 1936 yazında Castillo adlı bir solcunun öldürülmesi İspanya İç Savaşı’nın başlangıcı olmuştur. Milliyetçiler ve Cumhuriyetçiler arasında yaşanan bu savaşta, köylüler ve anarşistlerden oluşan halktan kesim Cumhuriyetçileri, ordu ise Milliyetçileri desteklemiştir.
İspanya iç Savaşı’na Avrupa devletleri de müdahil olmuştur. SSCB Cumhuriyetçilere, İtalya ve Almanya da Milliyetçiler’e taraf olmuştur. Bu savaşta, 26 Nisan 1937 tarihinde Bask şehri Guernica’ya yapılan hava saldırısı, pek çok sivilin ölümüne neden olmuştur. Saldırıyı Alman Hava Kuvvetleri’ne bağlı “Condor Legion’a (Kondor Lejyonu)” ve İtalyan yönetimine ait “Aviazione Legionaria’ya (Lejyoner Hava Kuvvetleri)” ait uçakları gerçekleştirmiş ve yaklaşık 40 ton bomba kullanılmıştır.
İtalya’nın Yayılmacı Politikası:
İtalya’nın Habeşistan’ı İşgali: İtalya başbakanı Benito Mussolini, 1930’lu yıllara kadar ülke içinde faşist rejimin gücünü artırma, ülke dışında ise ılımlı bir politika izlemiştir. Ancak bu tutumu, 1929 Dünya Ekonomik Krizi, hızlı nüfus artışı, endüstrinin hammaddeye ihtiyaç duyması ve Habeşistan’nın el değmemiş zenginlikleri nedeni ile değişmiştir. Ayrıca, Japonya’nın Mançurya’ya saldırması ve Almanya’nın statükoyu bozmaya yönelik eylemleri karşısında Milletler Cemiyeti’nin tepki göstermemesi de etkili olmuştur.
İtalya’nın 3 Ekim 1935 tarihinde başlayan işgali 9 Mayıs 1936 tarihinde başarıya ulaşmıştır. Habeşistan’ın işgali, İngiltere’nin Uzak Doğu’daki ekonomik çıkar alanlarına giden rotanın tam üzerinde bulunması bakımından 1930’lu yıllarda statükonun bozulmasına yol açan en önemli olaylardan biriydi.
İtalya’nın Arnavutluk’u İşgali: Faşist lider Mussolini, Dalmaçya kıyılarında üstünlük kurma isteği nedeni ile Almanya’nın da desteğini alarak 1939 yılında Arnavutluk’u işgal etmiştir. Başarı ile sonuçlanan bu işgal, Doğu Akdeniz ve Balkanlarda statükoyu bozmuştur.
Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı: İtalya’nın Arnavutluk’u işgalinden sonra, İngiltere ve Fransa Polonya, Romanya ve Yunanistan’a askeri güvence sözü vermiştir.
Bu gelişmeler Sovyetler Birliği’nin kapitalist Batı dünyası karşısında gücünü pekiştirme ve güvenliğini garanti altına alma isteğini artırmıştır. Bu istek ile 23 Ağustos 1939’da “Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı” imzalanmıştır. Böylece bu pakt ile iki totaliter devlet Polonya’yı paylaşma konusunda önemli adımlar atmıştır.
Stalin tercihini Almanya’dan yana yaptığı için, bir süreden beri Sovyet, İngiliz ve Fransız askerî heyetleri arasında sürdürülen görüşmeler sona erdirilmiştir. Ancak İngiltere, bu Pakt’a karşılık 25 Ağustos 1939’da Polonya ile ittifak antlaşması yaparak kesin tavrını ortaya koymuştur. Bu bloklaşmalar dünyayı yeni bir savaşın eteğine getirme konusunda önemli rol oynamıştır.
Uzak Doğu’da Statükonun Bozulması
Japonya’nın Mançurya’yı İşgal Etmesi: Mançurya topraklarının Japon ekonomisini besleyen önemli bir bölge olması ve 1929 büyük ekonomik kriz Japonya’nın Mançurya’yı işgal etme nedenleri olmuştur.
Japonya altı ay süren bir işgalden sonra Mart 1932’de bölgeyi ele geçirerek “Manchukuo Devleti”ni kurmuştur.
Çin, bu devletin kuruluş beyannamesinde kendisine ait toprakların olması nedeni ile bu işgali Milletler Cemiyeti’ne şikâyet etmiş ve bir sonuç alamamıştır. Ardından, 27 Mart 1933’de Japonya Çin’e ait olan Jehol kentini işgal etmiş ve almıştır. Japonya’nın amacı, Batılı hükümetleri bölgedeki ekonomik pastadan uzaklaştırmak, dolayısıyla Çin’i yalnızlaştırarak onunla iş birliğine gitmek ve kendi önderliğinde bölgesel refah düzenini yaratmak olmuştur.
1930’ların ortalarında Çin hükümeti güçlenmiş ve olası bir Japon saldırısına karşı Sovyetler Birliği tarafından birleşik cephe kurulması teklifi almıştır. Çin’in uluslararası Pazar değerinin artması ile de ABD ve İngiltere ülke piyasalarına ilgi göstermeye başlamıştır. Sonuçta uluslararası destek kazanan Çin Japonya’ya karşı direnişe geçmiştir.
Çin-Japon Savaşı: Çin ve Japon Savaşı, 7 Temmuz 1937 tarihinde Çin’in Beijing şehrinde yer alan Marco Polo Köprüsü’nde gerçekleşmiştir. Japonya, Manchukuo ve Çin devletleri arasında bir işbirliği antlaşması önerdi. Japonya’nın bununla yapmak istediği şey, bölgedeki saldırılarının, Batılı devletlerin Doğu Asya’daki ekonomik bağlarını çözmeyi ve yerel refahı arttırmayı amaçladığını anlatmaktı. Japonya’nın katliama varan saldırıları Çin halkının kendisine taraf olmasına engel olmuş ve bu yüzden Japonya Avrupa ülkelerinin ilgisinin olduğu bölgelere doğru girmeye başlayarak işgal yönünü Güneydoğu Çin Denizi’ne çevirmiştir.
Japonya’nın 25 Kasım 1936’da Almanya, 5 Kasım 1937’de İtalya ile imzaladığı “Anti-Komintern Paktı” açık ve gizli olmak üzere iki bölümden oluşmuştur:
Açık kısma göre taraflar, Komünist Enternasyonal’in (Komintern) faaliyetleri ve buna karşı savunma önlemleri hakkında birbirlerine danışacaklar, temas hâlinde bulunacaklardı. Ülkelerindeki komünist faaliyetlere karşı ise sert önlemler alacaklardı ve bu konuda etkin bir iş birliği sağlamak için de devamlı çalışacak bir komite kuracaklardı. Paktın gizli kısmına göre ise taraflardan biri Sovyetler Birliği’nin herhangi bir saldırısına uğrarsa, ortak çıkarları korumak için alınacak önlemler hakkında birbirlerine danışacaklardı. Ayrıca birbirlerine haber vermeden SSCB ile hiçbir siyasal anlaşma yapmayacaklardı. Böylece II. Dünya Savaşı’na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olan “Berlin-Roma- Tokyo Mihveri”, üç totaliter başkent arasında oluşturulmuş oldu.