Bilim, “bilinmeyenleri bilinir kılma çabasıdır” denebilir. Bu yalın bir tanımdır. Bu tanım nedeniyle akla gelebilecek bir çok ikincil soruya yanıt vermemektedir. Örneğin, falcılık da aynı amaca yönelik olduğuna göre, acaba bilim ve falcılık aynı şeyler midir? Bu gibi spekülasyonlar insanlık tarihiyle yaşıttır. Hemen bütün düşünürler, bilgi ve bilim ile ilgili bir şeyler söylemişlerdir. Hemen her konuda uzmanlaşmanın oluştuğu çağımızda bilim de kendisiyle ilgili bir sınıf yaratmış ve “bilim insanı” (kadınlar ne olacak bilmiyorum), kavram dağarcığımıza girmiştir. Her şeyi kalıplaştırmak eğiliminde olan halk, bilim insanını da kalın gözlüklü, dalgın bakışlı, hafif göbekli, gülmeyen bir tipe indirgemiştir. Einstein’ın objektife dilini çıkararak çektirdiği resim, bir istisna sayılmak gerekir. Zaten kendisi de “bilim insanı” değil, çok meraklı ve kuşkucu birisi olduğunu söylemektedir. Bunlar bilim insanının karikatürize edilmiş özellikleridir ve bilim açısından hiçbir tehlikesi yoktur. Hatta bilimi sevimli hale getirdiği dahi söylenebilir.
Bilim insanlarının çoğunlukla akademi çevrelerinde çalıştıkları, araştırdıkları ve/veya bildiklerini öğrettikleri düşünülürse, akademik unvanlarla bilim arasında zamanla oluşmuş organik bağın nedeni de anlaşılmış olur. Zamanla akademik unvan, doğrudan bilimi çağrıştırmış, hatta onun tartışılmaz bir kanıtı olur hale gelmiştir.
İşte bilim adına ve dolayısıyla toplum adına tehlike de burada başlamaktadır. Akademik unvan, edinilebilir bir özelliktir. Yani birileri birilerine unvan verebilir. Örneğin, bir okulda çaycılık yaparken —ki çaycılığı ya da diğer uğraş alanlarını çok önemsiyorum—, oradaki müdürün gözüne girip ‘doktora’, sonra da daha ileri dereceler alınabilir. Ya da ideolojik nedenlerle birbirine akademik unvan veren bilim kurumları olabilir.Bunların hiçbiri, o unvana sahip kişilerin bilimle bir ilişkileri olduğu anlamına gelemez. Daha da büyük tehlike, unvanlarını bu yollarla değil, doğru yöntemlerle edinmiş olanların zamanla, bildiklerinden (daha doğrusu bildik zannetikleri bilgilerden) emin hale gelmeleri, bunları bilmedikleri ya da tam emin olmadıkları alanlara da taşımalarıdır.
Unvanların halk üzerindeki etkisi belli olduğuna göre, bunun ne denli sahtekârlıklara yol açabileceği kolayca düşünülebilir. Bilimin saygı gördüğü toplumlarda akademik unvanların ne kadar az kullanıldığı, insanların, söylediklerine kanıt olarak unvanlarını kullanmayışları, ne kadar yüksek bir davranıştır. Bilim, tüm bildiklerinin tamamının yanlış olabileceğini içtenlikle kabul edebilme tavrıdır. Bilim insanının tek emin olduğu, hiçbir şeyden çok emin olamadığıdır. Yobazlık genellikle -hatta daima-, bilgilerinin mutlak, tartışılmaz ve tek olduğunu düşünenler arasında yaygın bir tavırdır. İrtica, inançlılık, laiklik ve yobazlık konularına bu açıdan bir daha bakılmalı ve bu “mutlak doğru” alışkanlığının nerelerde edinildiğine dikkat edilmelidir. O zaman, sorunlar çok daha kolay anlaşılacak ve de çözülebilecektir. (1992)