15. yüzyılda Amerika kıtasının bulunmasına değin klasik dünya Afrika, Asya ve Avrupa’dan (Afraspa) oluşan üç kıta ile, onların uzantısı kara parçalarının, çeşitli kara ve su yollarıyla Akdeniz’de buluştuğu bir siyasi-iktisadi bütünlüktü.
Afraspa milattan binyıllar öncesinde gerek kuzey-güney ekseninde Hititler ile Mısırlılar arasında, gerekse doğu-batı ekseninde Persler ile Helenler arasında ikiye bölünmüştür Ancak bölünme, bir bakıma paradoksal niteliklidir; karşıt kutupların siyasi ve iktisadi çıkarları çoğu zaman birbiriyle çatışır, ancak siyasi ve iktisadi faydaları elde etmeye yarayan bilgi ve inanç dokusu daima paylaşılmıştır.
Doğu Akdeniz’e hâkim olan bir devlet, bir dünya devleti olduğunu tescil etmiş demektir Afraspa havzasını 15. yüzyıla kadar seçeneksiz bir şekilde çekici kılan, mevcut gemicilik teknolojisiyle diğer denizlerde nakliyat yapmanın imkânsızlığının yanı sıra bu bölgenin üç kıtaya yayılan ticaret hacmiydi. Dikkat edileceği üzere Akdeniz ticaret havzasının her el değiştirmesi, büyük ve küresel nitelikli kavgaların sonucu olmuştur.
1.GELENEKLERİMİZİN DİL VE EDEBİYAT KAYNAKLARI
İslam medeniyetini oluşturan ana unsurlardan Türklerin “göçebe”, Araplarınsa “bedevi” diye nitelenmesiyle söze başlanarak yazısız gelenek yoluyla taşınagelen yapıların ihmal edilebileceği kanaatinin oluşturulması, bu medeniyetin çevre kültürler tarafından belirlendiği sonucunu beraberinde getirmektedir. İslam’ın doğuşunu betimleyen metinler, neredeyse istisnasız bir şekilde onun, şiir ve edebiyattan başka bir marifeti olmayan Hicaz çöllerinde doğduğunu anlatır. Bu betimleme her ne kadar İslam’ın mucizevi yönünü öne çıkarıyor gibi görünse de, gerçekte onun Yahudilik ve Hıristiyanlığa, nihayet Sasani ve Bizans’a ne kadar çok şey borçlu olduğu tezini destekleyecektir. Romantik bir tablo sergileyen çöl ve edebiyat ilişkisi, aslında önemli bir soruyu uzun yüzyıllar gündemden düşürmüştür: İslam’ın doğduğu 7. yüzyılda Arapça gibi son derece gelişmiş bir medeniyet dili, nasıl olup da çölün yoksulluğu ve terk edilmişliği içerisinde gelişebilmiştir? Daha da önemlisi İslam gibi bir din, sadece Tanrı öyle seçtiği için mi çölde bir medeniyete dönüşmüştü, yoksa Hicaz’ın geçmişinde büyük bir medeniyet mi vardı? Kur’ân’a bakılırsa ondaki öğretilerin pek çoğu geçmiş milletlerde de vardı.
Evrenin sembollerle dolu bir kitap olduğu, Eskiçağ Mezopotamya’sında doğmuş bir inançtır. Ye- ni-Platonculuğun kurucusu Plotinus’a (205-270) göre varolan şeyler işaretlerdir, bu işaretleri okumayı bilen bilge kimselerse girilemez olan gayb alanını müşahede ederler. Ona göre bütün bir doğa, yazılarla dolu olan bir kitap gibidir; bilgelik, varlıkların hareketlerinin telaffuz ettiği yasaları doğa kitabından okuma marifetidir. Mezopotamya kaynaklı bu inancın, yeniden ve daha güçlü bir şekilde kendisini gösterdiği kültürlerden birisi İslam’dır. Bir bütünlük içinde Kur’ân’a bakıldığında, ilk vahyedilen ayet olan “oku” (ikra’) ifadesinin, sadece Kur’ân’daki sözleri değil, “ayet” kelimesinin ifade ettiği şeyleri ve olayları birer sembol olarak görüp anlama manasına geldiği görülebilir. Yıldızlar, gezegenler, gök olayları, yağmurun yağması, güneşin doğup batması, canlıların doğup ölmesi, dağlardan toz zerrelerine varıncaya kadar etrafımızda gördüğümüz irili ufaklı her şey, ancak bilge kimselerin okuyabileceği işaretlerdir. Söz konusu inancı, farklı bir sentezle Yeniçağ Avrupa’sının gündemine taşıyan Galilei (1564-1642), evrenin büyük bir kitap olduğunu, fakat bu kitabın yazıldığı dil ve semboller bilinmeksizin evren kitabının anlaşılamayacağını söyler. Ona göre bu kitap, matematik dilinde ve üçgen, çember ve diğer geometrik şekillerden oluşan sembollerle yazılmıştır. Bu sembollerin ve matematik dilinin yardımı olmaksızın, karanlık bir labirentte çaresiz bir hayret içerisinde kalan insanın, evren kitabının tek bir sözünü bile anlaması mümkün değildir.
A. TÜRK DİLİ
İnsanlar metinleri, metinler milletleri, milletlerse medeniyetleri inşa ederler. Türk edebiyatında divanlar, mesneviler, cönkler, mecmualar, destan-hikâye metinleri; şiir ya da düz yazıyla kaleme alınmış ve el yazması-matbu binlerce eserin yıpranmış sayfaları arasında -bugün için- unutulmuş metinler, aynı zamanda Türk medeniyetine yön veren gizli kahramanlardır.
Gerçekte destan çağlarından kalma “epik anlatı geleneği”, Türkçe İslamî edebiyatın kuruluşundan itibaren, “dînî-ahlâkî-hikemî anlatı geleneğiyle birlikte çağlar boyu sürecek bir yol arkadaşlığına başlarlar. Balasagunlu Yusuf Has Hacib’in çok yönlü bir siyaset-nâme olarak kaleme aldığı Kutadgu Bilig ve Edip Ahmet’in bir ahlak kitabı olarak nazmettiği Atebetü’l-Hakâyık, Türk hayat felsefesini şekillendirmeye başlayan ilk edebî metinler olarak dikkat çekerler. Arapça yazılmış olmasına rağmen Türkçenin yayılma alanları ve söz varlığı üzerine eldeki en eski ve ciddi kaynak hüviyetini taşıyan Dîvânü Lügâti’t-Türk, müellifi Kaşgarlı Mahmut’un adıyla birlikte tarihi Türk diyalektlerini de modern çağlara taşır. Yine ismi günümüze ulaşan ilk büyük Türk sûfîsi Ahmed Yesevî, yalnız Batı’ya gönderdiği talebeleriyle değil, samimi ve sade Türkçe ile söylenmiş şiirlerini topladığı Divân-ı Hikmet’i ile de Anadolu tasavvuf mahfillerinin kurucu ruhu olduğunu ortaya koyar.
1.Türk Dilinin Köken ve Özellikleri
Türkiye Türkçesi, dünya dilleri sınıflandırmasında Ural-Altay dil ailesinin Altay dilleri kolunda yer alır. Kuramsal bir dil öbeği olan Ural-Altay dil birliğinin Ural kolunun Macarca, Fince ve Estoncanın yanı sıra Korece ile Japoncayı da kapsadığı değerlendirilirken, Türkçenin Moğolca, Mançuca ve Tunguzcanın da dâhil olduğu Altay kolunda yer aldığı kabul edilir. Ural-Altay dillerinin ortak özellikleri, sondan ek almaları, sesli harflerin (ünlülerin) uyumu, cümlede özne-nesne-yüklem sıralaması ve dillerin dilbilgisel olarak cinsiyetsiz olmalarıdır. Yapısal benzerliklerin yanı sıra, yadsınamaz sayıda ortak kelime köklerinin varlığı tasnifin yerindeliğini güçlendirmektedir.
Son yıllarda itibar kazanan bulgular ışığında 8500 yıllık geçmişi olduğu iddiası ise, çivi yazılı Sümerce tabletlerdeki 168 ortak kelimenin varlığı ile açıklanmaktadır. Sümerlerin Ön-Türk bir kavim oldukları ispatlanmamış olmakla birlikte, dilleri açısından Hint-Ari (İran-Avrupa) ve Hami-Sami (Arap-İbrani) kökenli olmadıkları hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde kanıtlanmıştır. Bulgular, Sümerce ve Türkçenin henüz tanımlanmayan tarihsel bir süreçte etkileşim içinde olduklarının kanıtı olarak kabul görmektedir.
2.Türk Dilinin Alfabeleri
Vahit Türk, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi için hazırladığı ders not¬larında: ’Tarihte Türkler kadar dillerini farklı alfabelerle yazmış başka bir millet ol¬madığını söylemek abartı olmaz” diye bildirir. “Belgelerle izlenebilen yaklaşık 1350 yıllık süre boyunca Türkçe, 13 değişik alfabe ile yazılmıştır. Dünya dilleriyle kıyas¬landığında bu durum daha iyi anlaşılacaktır: Avrupa dilleri başlangıçtan bu yana Latin alfabesiyle, Slav dilleri baştan beri Slav (Kiril) alfabesiyle, Arapça baştan beri Arap alfabesiyle yazılmış ve yazılmaya devam edilmektedir. Türkçe ise değişik dönem ve coğrafyalarda Köktürk, Soğd, Uygur, Mani, Brahmi, Tibet, Süryani, Arap, Grek, Ermeni, İbrani, Latin ve Slav (Kiril) alfabeleriyle yazılmıştır. Türkçenin bu kadar farklı alfabelerle yazılmasının nedeni, Türk milletinin yaşadığı hayat tarzıyla doğrudan ilgilidir.
Göktürk (Orhun) Alfabesi
Bugünkü bilgilere göre, Türkçenin yazıldığı ilk alfabe Göktürk/Köktürk (Orhun) alfabesidir. Taş ve eşya üzerine kazınmaya elverişli olan Göktürk alfabesinin, Oğuz boylarının mal varlıklarını mühürlemek suretiyle tescil etmekte kullandıkları damgalarından (tamga) doğduğu genelde kabul gören savdır. Esasında bir iletişim gereksinimi olarak türedikleri düşünülen damgaların taşlar üzerine bıraktıkları izler, eski Türk coğrafyasının sınırlarını belirlemekte de kullanılmaktadırlar.
Göktürk alfabesiyle yazılan metinlerin ilk örneklerinin İS. 730’lu yıllarda Tonyukuk, Kültigin ve Bilge Kağan hatırasına yazılıp dikilen Orhun Abideleri oldukları kabul edilir. Ancak, Kazakistan’daki Esik kurganlarında bulunan İÖ. 5.-4. yüzyıllara ait toprak tasın üzerindeki yirmi altı harflik bir ibare, Göktürk alfabesinin kullanımını Orhun kitabelerinden yaklaşık 1200 yıl geriye götürmektedir.
Soğd-Uygur Alfabesi
Türk mitolojisinde Ölümsüzlük Taşı anlamına gelen bengü taş, dönüşümü ve döngüyü vurgularken sonu olmayan, hep varolacak olan bir varlık anlayışını ifade eder. Soğd alfabesi Türkçenin yazımında yetersiz olmakla birlikte, zaman içinde ekleme ve değişikliklerle Uygur alfabesine evrilmiş, Göktürk alfabesi yerini Uygur alfabesine bırakmıştır.
Arap-İslam Alfabesi
10. yüzyıldan sonra tüm Türk-İslam devletleri tarafından kullanılan yirmi sekiz harfli Arap alfabesi, Türkçe kullanımında otuz bir ya da otuz altı harf içerecek şekilde genişlemiştir. Bu bağlamda, Prof. Dr. Şerafettin Turan gibi bazı dilbilimciler günü¬müzde “eski yazı” olarak bilinen alfabeye Arap alfabesi değil, “Arap kökenli alfabe” denilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Kiril-Slav Alfabesi
Eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırları içinde yaşayan Türkler tarafın¬dan kullanılır.
Latin Alfabesi
İlk kez 1925 yılında Azerbaycan’da kullanıma giren Latin alfabesi, Türkiye’de 1928’de benimsenmiştir.
Diğer Alfabeler
Dinsel metinlerde kullanılan Brahmi alfabesi, Hindistan kökenli bir yazı sistemidir. Budist Uygurlar tarafından kullanılmıştır. Brahmi alfabesi ile yazılmış olup da bugüne ulaşan pek az metin bulunmakta olup Türkçe için kullanışlı olmaması nedeniyle yaygınlaşıp benimsenmediği düşünülmektedir. Estrangelo (Süryani) alfabesi, Doğu Türkistan’da İS. 7. yüzyıldan itibaren yayılan Hıristiyan Nasturi mezhebi müntesipleri tarafından dinsel iletişimde kullanılmıştır. İbrani alfabesi ile kaleme alınan Türkçe metinler, İS. 9. yüzyılda, Museviliğin Karay mezhebine giren Hazar Türklerinden kalmadır. Grek alfabesi, Anadolu’da Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebine bağlı Karamanlı Türkler tarafından 18-20. yüzyıllar arasında kullanılmış olan yazı sistemidir. Sınırlı sayıda insan ve dar bir alanda kullanılmış olmasına rağmen çok sayıda eser verilen bu alfabenin kullanımı Lozan antlaşmasıyla sona ermiştir.
3. Türkler ve Türkçe Üzerine: Kaşgarlı Mahmud
Türk milleti için büyük bir hediye vasfı taşıyan eseri Dîvânü Lugâti’t-Türk’ü 1072 yılında yazmaya başlamış, 1074 yılında tamamlamış ve 1077 yılında Halife Muktedî Biemrillâh’ın oğlu Ebû’l-Kâsım Abdullah’a sunmuştur. Arapça kaleme aldığı bu eserinde Kaşgarlı Mahmud’un esas gayesi Türklerin sadece savaşta dirayetli, kılıçta kalkanda maharetli bir millet olmadığını, dillerinin ve kültürlerinin diğer milletlerden asla geri kalmayacak bir seviyede olduğunu gözler önüne sermektir. Kaşgarlı Mahmud, Dîvânü Lugâti’t-Türk’ü o devirde var olan bütün Türk illerini gezerek telif etmiştir. Çeşitli Türk boylarının ağızları üzerine kendi tespitlerine dayanan bilgilere yer vermiş, sözlü gelenekte var olan birçok malzemeyi yazıya geçirmiştir. Divanü Lügâti’t-Türk, Türk halklarına ait âdetler, inançlar, akrabalık ilişkileri; coğrafya, spor, atçılık, beslenme, tabiat, dokumacılık, tabâbet, giyim kuşam, eğlence gibi unsurlara ait hacimli bir söz varlığı içermesi ve Türk halk şiirinin en eski örneklerine yer vermesi yönüyle kıymetli bir hazine konumundadır. Dîvânü Lugâti’t-Türk, Türk dilinin en eski sözlüğü ve gramer kitabı olma özelliğini de taşır.
5.Türk Dili Tarihi İçinde Atasözleri : Özkul Çobanoğlu
Atasözleri, halkların uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak söylenmiş, geniş kitlelere mal olmuş kalıplaşmış ifadeler olarak tanımlanırlar. Bir milletin hayata ve kendisine bakışını özetleyen atasözleri, toplumun ortak bilincinin ürünü olarak “Halk Bilimi” kapsamında ele alınır. Çoğunlukla tek bir cümle biçiminde oluşarak bir yargı anlatan atasözlerinin etkilerinin ölçü ve uyak kullanımı ile arttırıldığı görülür. Atasözleri Türk dili lehçelerini birbirlerine bağlayan güçlü bir harç da oluştururlar
6. Türk Yazı Dilinin İlk Örnekleri
7.Destanlar
İslam öncesi Türk kavimlerinin evren, tanrı, yaradılış gibi konulara ilişkin ontolojik görüşlerini yansıtan anonim anlatılar “destan” üstbaşlığı altında tasnif edilmektedirler.
Anonim edebiyatta ve Âşık edebiyatında koşma veya mâni dörtlükleri ile yazılan veya söylenen ferdî, sosyal, tarihi, acıklı veya gülünç olayları tahkiye tekniği ile çeşitli üslûplarla aktaran nazım türüne ve bu yazıda ele alınan kâinatın, insanlığın, milletlerin yaradılışını, gelişimini, hayatta kalma mücadelelerini ve çeşitli olay ve nesnelerle ilgili sebep açıklayan ve Batı Edebiyatında “epope” terimiyle anılan eserlerin tamamı da Türk edebiyatı geleneği içinde “destan” adı ile anılmaktadır.
Cihangirlik tutkusu, kuvvet, binicilik ve savaşçılık yanında verdiği sözde durma, acizlere ve mağluplara hoşgörü ile yaklaşma, yardımcı olma Türk destanlarında dile getirilen ortak değer ve kabullerdir. Türk destanları, kâinatın, insanın, kadının ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküşleri, zafer ve yenilgileri gibi konularla beraber pek çok sebep açıklayıcı efsaneyi de içinde barındırır.
İlk Türk Destanları:
1. Altay – Yakut
Yaradılış Destanı
2. Sakalar Dönemi
a. Alp Er Tunga Destanı
b. Şu Destanı
3. Hun Dönemi
Oğuz Kağan Destanı
4. Köktürk Dönemi
a. Bozkurt Destanı
b. Ergenekon Destanı
5. Uygur Dönemi
a. Türeyiş Destanı
b. Göç Destanı
İslamiyet’in kabulünden sonraki Türk destanları:
1. Karahanlı Dönemi
Satuk Buğra Han Destanı
2. Kazak-Kırgız Kültür Dâiresi
Manas
3. Türk-Moğol Kültür Dâiresi
Cengiz-name
4. Tatar-Kırım
Timur ve Edige Destanları
5. Selçuklu-Beylikler ve Osmanlı Dönemleri
a. Seyid Battal Gazi Destanı
b. Danişmend Gazi Destanı
c. Köroğlu Destanı
İslamiyetin kabülünden önceki türk destanları
Türk Kozmogonisi-Yaradılış Destanı:
Yer gök hiçbir şey yokken dünya uçsuz bucaksız sulardan ibaretti. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız dünyada durmadan uçuyordu. Göklerden gelen bir ses Tanrı Ülgen’e denizden çıkan taşı tutmasını söyledi. Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle dedi:
Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım
Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım
Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım
Su içinde yaşayan Ak Ana, su yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen’e şöyle dedi:
Yaratmak istiyorsan Ülgen, Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren:
De ki hep, “yaptım oldu” başka bir şey söyleme.
Hele yaratır iken, “yaptım olmadı” deme.
Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Tanrı Ülgen’in kulağından bu buyruk hiç gitmedi. İnsana da bu öğüdü iletmekten bıkmadı: “Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyin. Varlığa yok deyip de, yok olup da gitmeyin.” Tanrı Ülgen yere bakarak “Yaratılsın yer!” ve göğe bakarak “Yaratılsın Gök!” demiş. Bu buyruklar verilince yer ve gök yaratılmış. Tanrı Ülgen çok büyük üç balık yaratmış ve dünya bu balıkların üzerine konmuş. Böylece dünya gezer olmamış, bir yerde sabit olmuş. Tanrı Ülgen, balıklar kımıldadıklarında dünyaya su kaplamasın diye Mandı şire’ye balıkları denetleme görevi vermiş. Tanrı Ülgen, dünyayı yarattıktan sonra tepesi aya güneşe değen, etekleri dünyaya değmeyen büyük Altın Dağın başına geçip oturmuş. Dünya altı günde yaratılmıştı, yedinci günde ise Tanrı Ülgen uyumuş kalmıştı. Uyandığında neler yarattım diye baktı: Ayla güneşten başka fazladan dokuz dünya, birer cehennem ile bir de yer yaratmıştı. Günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil gördü: “İnsanoğlu bu olsun, insana olsun baba” dedi ve toprak üstündeki kil birden insan oldu. Tanrı Ülgen bu ilk insana “Erlik” adını verdi ve onu kardeşi kabul etti. Ancak Er- lik’in yüreği kıskançlık ve hırsla doluydu. Tanrı Ülgen gibi güçlü ve yaratıcı olmadığı için öfkelendi.
Tanrı Ülgen, kemikleri kamıştan, etleri topraktan yedi insan yarattı. Er- lik’in yarattığı dünyaya zarar vereceğini düşünerek insanı korumak üzere Mandışire adlı bir kahraman yarattıktan sonra yedi insanın kulaklarından üfleyerek can, burunlarından üfleyerek başlarına akıl verdi. Tanrı Ülgen insanları idare etmek üzere May-Tere’yi yarattı ve onu insanoğlunun başına han yaptı.
Alp Er Tunga:
Sakalar dönemine âit Alp Er Tunga ve Şu olmak üzere iki destan tesbit edilmiştir. Alp Er Tunga, MÖ VII. yüzyılda yaşamış kahraman ve çok sevilen bir Saka hükümdarıdır. Orta Asya’daki bütün Türk boylarını birleştirerek hâkimiyeti altına almış, daha sonra Kafkasları aşarak Anadolu, Suriye ve Mısır’ı fethetmiş ve Saka devletini kurmuştur. Alp Er Tunga’nın hayatı savaşlarla geçmiştir. Uzun süre mücadele ettiği İranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev’in davetinde hile ile öldürülmüştür.
Şu Destanı:
Şu destanı MÖ 330–327 yıllarındaki olaylarla bağlantılıdır. Bu tarihlerde Makedonyalı İskender, İran’ı ve Türkistan’ı istilâ etmişti. Bu dönemde Saka hükümdarının adı Şu idi. Bu destanda, Türklerin İskender’le mücadeleleri ve geriye çekilmeleri anlatılmaktadır. Doğuya çekilmeyen 22 ailenin Türkmen adıyla anılmaları ile ilgili sebebi açıklayıcı bir efsane de bu destan içinde yer almaktadır. Kaşgarlı Mahmud Divanü Lügati’t Türk’te, İskender’den “Zülkarneyn” olarak bahsetmektedir.
Bu destana göre, İskender Türkistan’a geldiğinde Türkmenlerin dışındaki Türkler doğuya çekilmişlerdi. İskender Türkistan’da mukavemetle karşılaşmamış, bu sebeple de ilerlememiştir. Büyük ölçüde çadırlarda yaşayan Türkler, İskender’in seferinden sonra şehirler kurmuş ve yerleşik hayatı geliştirmişlerdir.
Türklerin ilk dönem edebî eserleri olan Yaratılış, Alp Er Tunga, Şu, Oğuz Kağan, Ergenekon, Türeyiş ve Göç destanları, bugünkü bütün Türk cumhuriyet ve topluluklarının ortak destanları olarak kabul edilmektedir.
Cengiz-nâme:
Cengiz-nâme, Moğol hükümdarı Cengiz’in hayatı, kişiliği ve fetihleri ile ilgili olarak Cengiz’in oğulları tarafından idare edilen Türkler tarafından meydana getirilmiştir. Orta Asya’da yaşayan Türkler, özellikle de Başkurt, Kazak ve Kırgız Türkleri, Cengiz destanını çok severek günümüze kadar yaşatmışlardır. Cengiz-nâme’de, Cengiz bir Türk kahramanı olarak kabul edilmekte ve hikâye Türk tarihi gibi anlatılmaktadır. Cengiz, Uygur Türeyiş destanının kahramanları gibi, gün ışığı ile Kurt-Tanrı’nın çocuğu olarak doğar.
Orta Asya Türkleri, Cengiz’i İslâm kahramanı olarak da görmüşler ve ona kutsallık atfetmişlerdir. Batıdaki Türkler tarafından ise Cengiz, hiç sevilmemiştir. Arap tarihçilerinin, bu hükümdarı İslâm düşmanı olarak göstermeleri ve tarihî olaylar onun sevilmemesinde etkili olmuştur. Moğolların Anadolu’ya saldırgan biçimde gelip ortalığı yakıp yıkmaları, Bağdat’ın önce Hülâgu, daha sonra Timurlenk tarafından yakılıp yıkılması, Timurlenk’in Yıldırım Beyazıd’la sebepsiz savaşı gibi tarihi gerçekler, Cengiz’in de diğer Moğollar gibi sevilmemesine sebep olmuştur.
Battal-Nâme:
“Battal”, Arapça kahraman demektir. Battal Gâzi, Arap kahramanına verilen unvanlardır. Türklerin Müslüman olmalarından sonra Battal Gâzi destan tipi Türkleştirilmiş, önceki destan epizotlarıyla zenginleştirilmiş ve anlatım geleneği içine alınmıştır.
B.ARAP DİLİ
Batılı düşünürler arasında Arap dilbiliminin, Aristoteles’in özellikle Peri Hermeneias başlıklı mantık eserinden kaynaklandığı şeklinde yaygın bir kanaat bulunmaktadır. 7. yüzyılın ikinci çeyreği içerisinde kurulan Arap dilbilimi, 8. yüzyıl ortalarında terminolojisiyle, okullarıyla, yöntemiyle zirvesine ulaşmıştır. Bu hızlı gelişime şüpheyle bakılarak, onun çevre kültürlerden yararlanmış olabileceğini ileri sürmek haksızlık olmaz. İslam bilgi ve aydınlanma çağı olarak nitelendirildiği için, İslam öncesini bilgisizlik ve karanlık dönemi olarak belirlemek amacıyla İslam yazınında “Câhiliye Dönemi” deyimi kullanılır. Ancak bu terim büyük ölçüde dinî ve hukuki anlamda, putperestliğin ve kız çocuklarını diri diri gömmek gibi birtakım adetlerin cehaletten kaynaklandığını ifade etmek üzere kullanılmıştır.
1. Cahiliyye Dönemi Hutbeler ve Vasiyetler : Kus b. Saide el İyadi’nin Konuşması
Hz. Peygamber gençliğinde Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinde düzenlenen panayırlara iştirak ederdi. Onun peygamberlikten önce katıldığı panayırlardan biri de Ukâz panayırı idi. Burada ticaretin yanı sıra edebî konuşmalar yapılır; şairler bütün kabiliyetlerini ortaya koyarak şiirler okurlardı. Ünlü hatipler yetiştiren İyâd kabilesine mensup Kus b. Sâide, Arap Yarımadası’nda putlara tapmayan ve Hz. İbrahim’den gelen tevhîd akîdesine bağlı Hanîfler arasında yer alıyordu. Aynı zamanda tabip ve kâhin olup hitabet ve şiirleriyle meşhurdu. O, Ukâz’daki meşhur hitabesinde Tevhid inancına vurgu yapmış ve Resûlullah da onun bu konuşmasını dinlemiştir. İslâm döneminde Cârûd b. Abdullah başkanlığında Medine’ye gelen İyâd kabilesi heyetine Hz. Peygamber Kus b. Sâide’yi sorunca kendisine onun vefat ettiği söylenmiştir. Peygamber Efendimiz tevhîd inancına vurgu yaptığı için çok beğendiği bu konuşmayı hatırlatmış, ancak ezberlemediğini söylemişti. Bunun üzerine orada bulunan ve kendisi de Kus b. Sâide’yi o panayırda dinlemiş olan Hz. Ebû Bekir hutbeyi ezbere okumuştu. Kus b. Sâide’nin bu meşhur hitabesi şöyledir:
Ey İyâd kabilesi! Hani babalarınız ve dedeleriniz, hani süslü köşkler ve taştan evler yapan Âd ve Semûd kavmi? Hani dünya varlığına aldanıp da kavmine “Ben sizin en büyük rabbinizim” diyen Firavunlar, Nemrutlar! Onlar sizden daha zengin ve daha güçlü değiller miydi? Bu toprak onları değirmeninde öğütüp toz etti, yok etti. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor! Sakın onlar gibi etmeyin; onların yolundan gitmeyin. Her şey geçicidir. Kalıcı olan ancak Allah’tır ki, birdir, eşi ve benzeri yoktur. Tapılacak ancak O’dur. Doğmamış ve doğurmamıştır. Evvel gelip geçenlerden bizim ibret alacağımız şey çoktur.
2. Binbir Gece Masalları
Binbir Gece Masalları; Arapçada Elf Leyle ve Leyle adıyla bilinen masal külliyatı. Bu masalların yazarı ve ne zaman yazıldığı hakkında bilgi yoktur. Masalların Farsça ’Hezâr Efsâne’ adlı bir külliyattan doğduğu rivayet edilir. MÖ 4. yüzyılda Sanskritçe yazılmış olup Buda’nın hem insan hem de hayvan biçiminde önceki hayatlarını konu alan Jataka Öyküleri’yle de ilişkili olduğu iddia edilmektedir.
Masallarda ele alınan öyküler ile bunlarda yer verilen kavramlar, eserin oldukça geniş bir coğrafyaya yayılmış çeşitli kültürlerden beslendiğini ortaya koymaktadır. Özellikle Pirinç Kent masalında yer verilen robotsu hayvanlar, bir yandan Kur’ân’daki Hz. Süleyman kıssasıyla ilişkiliyken, öte yandan çok sonraları İbn Cinnî gibi dilbilimcilerde düşünen ve konuşan makine fikrine yol açacaktır.
4. Muhadram Şaiirler
Arapça “muhadram” kelimesi, “iki şeyin birbirine karışması” anlamına gelen hadrama kelimesinin çoğuludur. Muhadram terimi, Arap edebiyatında hayatının bir kısmını Câhiliye Dönemi’nde, diğer kısmını da Müslüman olarak geçirmiş olan Lebib el-Amirî, Ka’b bin Züheyr, Hassân b. Sâbit, Nâbiğa el-Ca’dî, Ebû Züeyb el Hüzelî gibi şairler için kullanılmaktadır.
Hassân b. Sâbit
Hassân b. Sâbit b. el-Münzir el-Hazrecî el-Ensârî (ö. 60/680?), Peygamber şairi olarak tanınan sahabîdir. Hz. Peygamber’i, ashabını ve İslam dinini övdüğü, müşrik şairler tarafından Hz. Peygamber’e karşı yöneltilen hicivlere cevap verdiği için kendisine Şâriu’n-Nebî (Peygamber şairi), Ebû’l-Hüsâm (Keskin kılıç) ve Ebû’l-mudarrib (İyi savaşçı) denmiştir.Hassân b. Sâbit ile birlikte Hz. Peygamber’i öven ve müşrik şairlerin hicivlerine cevap veren Ka’b b. Mâlik, Ka’b b. Züheyr ve Abdullah b. Revâha gibi şair sahabilerin başlattıkları edebî hareket daha sonra Arap, Türk ve Fars edebiyatlarında gelişen na’t geleneğini doğurmuştur.
C. FARS DİLİ
İran tarihi, milattan önce dördüncü binyıla kadar geriye gider. Ancak bu dönemde bağımsız kimliğe sahip bir İran’dan söz etmek mümkün değildir. MÖ 550’de Medleri yıkarak Cyrus önderliğinde birleşen İran, tarihte ilkin Akamenid imparatorluğu halinde kendisini gösterir. İç Asya’dan Balkanlara ve Libya’ya kadar uzanan bu büyük imparatorluk döneminde devletin dili, bugün ölü olan Hititçe, Etrüskçe gibi dillerden Elamca idi. Elamca Farsçadan oldukça farklı, Altay dil ailesine benzeyen özellikleri bulunan bir dildir. Bu tarihlerden itibaren Farsça Eski, Orta, Klasik ve Çağdaş Farsça olmak üzere dört evreden oluşur. Çağdaş Farsça, İslam’ın Sasani topraklarını ele geçirmesi ve Sasanilerin Müslüman olmasıyla birlikte başlar; kendi içinde bölümlere ayrılır. Farsçanın altın çağı, İslam’la birlikte başlamıştır. Perslerin Çin ve Balkanlara kadar uzanan etki alanı içerisinde çevre kültürlerle etkileşimleri her zaman olmuştur. İskender İran’ı işgal edince eski Farsçayla yazılmış Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’nın nüshaları Hindistan’a götürülmüş ve uzun bir süre burada korunmuştu. Böylece bir Pers-Hint karma kültürü oluştu. Pers-Hint kültürünün yanı sıra Pers-Türk kültürü yaratma amacında olan bir Pers ideolojisi etkisinden de söz etmek mümkündür. Firdevsî’nin Şâhnâme’sine göre Kral Firedun’un krallığı üç oğlu arasında bölündü, Turan bölgesi Tur adlı oğluna verilmişti. Gerçekteyse Turan-İran çatışmasının uzun bir geçmişi vardır ve Turan Türk’le özdeşleşmiş bir kavramdır. Aşağıda İslam öncesi İran kültürünün ve Pers-Hint kültürünün etkilerini İslam’dan sonra da sürdüren metinlere yer verilmiştir.
1. Zend-Avesta
Zend-Avesta, MÖ 7. yüzyılda yaşadığı sanılan Zerdüşt’ün öğretisini içeren kutsal metindir. Zend-Avesta öğretisi, birbirine düşman varlıklardan oluşan ikili bir dünya görüşü sunar: Bütün iyiliklerin ilkesi Ahura-Mazda ile bütün kötülüklerin ilkesi Ehrimen. Bu çatışmanın ortasında dinamik bir durumda kalan insan, Ahura Mazda tarafından Zerdüşt’e vahyedilen yasaları yerine getirir. Tarih boyunca Perslerin dini, öğretisinin temeline dayanılarak İkicilik (Dualism), Ahura-Mazda’ya müracaatla Mazdacılık (Mazdeism), rahipleri büyücü olduğu için Büyücülük (Magism), kurucusu Zerdüşt’e nispetle Zerdüştlük (Zoroastrianism) ve Ateşperestlik (Fire Worship) diye çeşitli şekillerde adlandırılmıştır. İslam kültüründe her ne kadar yaygın olarak ateşperestlikleriyle biliniyorlarsa da, Zerdüştler kısa bir süre de olsa İslam siyasi tarihinde Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi ehl-i kitaptan sayılmışlardır. Aşağıda Avesta’dan “vatan sevgisi”, pek çok dinde yasak sayılan “hırsızlık” ile toplumsal sözleşmelerin siyasi olarak bağlayıcı olduğunu vurgulayan “anlaşmalar” hakkında bazı parçalar sunulmuştur:
Ahura-Mazda, Zerdüşt’e şöyle dedi: Hiçbir cazibesi olmadığı halde, her toprağı (kendi insanına) sevgili gösterdim: Hiçbir cazibesi olmadığı halde, her toprağı (kendi insanına) sevgili göstermeseydim, yaşayan bütün dünya Airyana Vaeja’yı istila ederdi.
2.İslam Öncesi İran Yazınında İskender
Antikçağ kültür tarihi konusunda çoğunlukla rivayetler, dolaylı bazı kaynaklar ve arkeolojik bulgular bugüne ışık tutmaktadır. Diogenes Laertius, istinad ettiği bu türden bir kaynağa göre, Sasaniler, Babilliler, Hintliler, Kaldeliler ile Mısır ve Libyalıların, astroloji, büyü, teoloji, tıp, matematik ve kozmoloji konularında yetişmiş kendisine özgü adları olan bilgeleri bulunduğunu bildiriyor. İran’da büyücülerin tarihinin Zerdüşt’le birlikte başladığını belirten Laertius, bu konuda Antik Yunan kültürü lehinde bir yorumda bulunarak Barbarlar diye nitelediği Perslerin, bilgeliği Yunanlılardan kazandıklarını söylemektedir. Eskiçağ’da Helenler ile Persler arasındaki karşılıklı savaşlar, aynı zamanda kültürel alışverişi de beraberinde getirmiştir. MÖ 6. yüzyılın ikinci yarısında Pers imparatorluğunun batıya doğru yayılmasıyla meydana gelen etkileşim ortamında Pherecydes’in muhtemelen “Zaman Tanrısı” Zurvân’dan esinlenmiş Chronos’u, Anaksimandros astronomisinde yıldızların dünyaya daha yakın konumlandırılması, Herakleitos’un adaleti ateşle özdeşleştirmesi gibi Helen ve Batı düşüncesini belirleyen önemli fikirler meydana gelmiştir. Zerdüşt bilgeliğine ilişkin olup Kitâbu’l-Mevâlîd adıyla 750’lerde Arapçaya çevrilen Denkard adlı eserin sonradan ilave edilen mukaddimesinde, Pers-Helen siyasi gerilimiyle başlayıp kültürel etkileşime dönüşen olay şöyle tasvir edilmektedir:
Kral İskender, Dara krallığını zaptedince, astronomi, tıp, astroloji ve diğer felsefi bilimlerle ilgili bütün eserleri Grekçeye çevirtti. Daha sonra korunan bütün orijinal nüshaları yaktırdı. Bu nüshaları saklayabileceğini düşündüğü herkesi öldürttü. Ayrıca İskender, çeşitli binalardaki taşlara ve ahşaplara yazılmış bütün bilgileri yerlerinden sökerek ve bunları yaktırarak yok etti. Geriye, ancak yüksek dağlara yahut denizlerdeki adalara kaçarak İskender’den kendisini koruyabilen bazı bilgelerin ezberinde kalanlar kurtuldu. Bu kimseler, İskender’in ölümünden sonra vatanlarına geri dönünce, söz konusu eserlerden ezberlerinde kalanları yazıya geçirdiler. Ancak bu yazıya geçirilenler, fragmanlar halindeydi. O bilgilerin çoğu yok oldu ve geriye pek azı kaldı.
3. Şâhnâme: Firdevsî
MÖ 6. yüzyılda Sasani imparatoru Nûşirvân, Pers ve Sasani dönemine ait efsane ve haberlerin derlenmesi emrini vermişti. İşte bu milli gelenek doğrultusunda Firdevsî, Şâhnâme’sinde eski İran tarihini ve destanî hatıralarını yeniden diriltmeyi hedeflemiştir.
Bu feleğin dönüşüne dikkat et. Bundan daha iyi bir öğretmen bulamazsın.
***
Yaratılışı acı olan bir ağacı Cennet bahçesine de diksen, sonunda ondaki cevher etkisini gösterecek ve aynı acı meyveyi verecektir.