II – DÖNEMİN DİL VE EDEBİYATI
A. TÜRKÇE
Türkler, İslam medeniyeti dairesine dâhil olmakla, artık İslam tarihinin de doğal bir parçasıdır ve İslam dilleri olmak bakımından Türkçeden kıdemli olan Arapça ve Farsça, hem telif eserleri hem de klasik Doğu anlatılarının taşınmasını sağlayan köprü vazifesiyle, Müslüman Türk halkını besleyen bilim ve sanat dilleri olarak ön plana çıkar. Arapça-Farsça telif eserler, özellikle eğitimli aydın kesimde özgün dili üzerinden etkili olurken bu dillerden yapılan tercüme ya da telif-tercümeler de ilgili eserlerin geniş halk kitlelerinde yankı bulmasını sağlar. Kelile ve Dimne, Binbir Gece Masalları, el-Ferec Ba’de’ş-Şidde ve Câmâsb-nâme kaynaklı Şâhmaran Hikâyesi gibi çerçeve öykü tekniğiyle oluşturulmuş ünlü Şark masal külliyatları, sözlü kültüre daha yatkın olan Anadolu Türk halkı arasında bu çağlardan itibaren tedavüle girmiş durumdadır.
Öte yandan kimi Arap anlatılarının Türk muhayyilesinde yeniden işlenip şekillendirilmesiyle oluşan Hz. Ali Cenk-nâmesi, Ebâ Müslim-nâme ve Battal-nâme ile tamamen yerli üretim olan Dânişmend-nâme ve Saltuk-nâme gibi destanlar, daha geç zamanda yazıyla geçirilmiş olsalar da sözlü gelenekteki tarihleri Anadolu’nun ilk Türk asırlarına kadar dayanır. İbni Sina ve Kardeşi Ebü’l-Hâris’in Maceraları ile Nasreddin Hoca Latifeleri de yazıya geç intikal eden eski ve gelenekli halk anlatıları cümlesindendir.
Sözlü kültür, hızla gelişme gösteren dinî-tasavvufi duyarlılığın akislerine de ev sahipliği yapar. Türkçe menakıb-nâme geleneğinin en özgün örneklerinden biri olan Hacı Bektaş-ı Veli Vilâyet-nâmesi ile Kesikbaş, Ejderha, Güvercin, Geyik, Deve, Hatun, Fatıma, İbrahim, Veysel Karani gibi adlarla bilinen ve asırlarca büyük bir beğeniyle anlatılan/okunan küçük dinî destanların oluşum devresi 13. asra kadar uzanır.
1.Halk Edebiyatı Deli Dumrul Hikayesi
2. Siyasi Edebiyat
Günümüzde bütün siyasetçiler, medya yazar çizerleriyle iyi geçinmek isterler; çünkü siyasetçiyi halka iyi veya kötü gösteren medyadır. Görsel medyanın bulunmadığı eski zamanlardan beri edebiyatın, büyük bir siyasi güç olduğu biliniyor; yöneticiler şairlerin övgülerini ödüllendiriyor, yergilerinden de korkuyordu. Bu yüzden sultanlar, dili güçlü ve sözü etkili şairleri ve edebiyatçıları daima destekleme gereği duymuşlardır. Öte yandan toplumun yeni nesillerine belirli bir siyasi bilinci aktarması, yine edebiyatla mümkün olmuştur. Bu etkenler sonucu, bazen siyasetnâme tarzında, bazen menakıbnâme veya cenknâme tarzında eserler meydana gelmiştir. Bu eserler, bir bakıma toplumun tarihteki siyasi ve iktisadi hayatına tanıklık eden bir özelliğe sahipken, diğer yandan içerdiği efsaneler ve kerametlerle popülist bir özelliğe de sahiptir. Dolayısıyla toplumun siyasi kimliğinin anlaşılması ve tanımlanmasında siyasi edebiyatın büyük bir rolü vardır. Bu nedenle Türk devlet adamları, sözlü gelenekte yüzyıllardır taşınagelen hikâyelerin yazıya geçirilmesini sağlamışlardır. Aşağıda Türk siyasi kimliğinin oluşumunda rol oynamış bazı eserlerden seçmeler sunulmuştur.
İnsanoğlunun Değeri: Bilgi, Akıl ve Dil: Yusuf Has Hâcib
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Hayber Kalesi’nin Fethi: Hazret-i Ali Cenk-nâmesi
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Battal Gazi’nin İstanbul Macerası
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Tılsımlı Mağara: Derviş Hasan Medhî
16. yüzyılın sonlarıyla 17. yüzyılın başlarında III. Murat, III. Mehmet, I. Ahmet ve II. Osman zamanlarında yaşayıp bu padişahlara eserler sunmuş ve pek çok eser yazmış bir yazar olan Derviş Hasan Medhî, İbni Sînâ ve kardeşi Ebû’l-Haris’in maceralarını konu alan Esrâr-ı Hikmet adlı eserini III. Murat’a sunmuştur. Arap ve Fars edebiyatlarında da işlenmiş konulardan olan İbni Sina hikâyelerinin, Türklere de bu edebiyatlardan geldiği anlaşılmaktadır. Anadolu Türklüğünün daha eski devirlerde tanıdığı bu hikâyeleri, kuzey Türklüğü Kazan üzerinden 19. yüzyılda tanımaya başlamış ve bu hikâyeler, hemen bütün Türk dünyasına yayılmıştır. Yazar, eseri nasıl yazdığını şöyle anlatır; “Bu kusurlarla dolu zavallı ve garip… Medhî, yıllar ilerledikçe nazik ömrünü tarih kitaplarının araştırılmasına harcayıp, epey zaman garip hikâyeleri ve ilginç rivayetleri gözden geçirmiştir. İlk bölümü, kendim araştırıp anılan kitaplardan çıkardığım bir kısım acayip haberler ile garip rivayetlerdir. İncelediğim kitaplar şunlardır: Kânûn, Dîbâce, Kâbus-nâme, Netâyicü’l-fünûn, Tevârîh-i Küllî. İlk bölüm, bir derviş olarak dolaştığımız zamanlarda bazı itibar sahibi faziletli kişiler ve yüksek akıl sahiplerinin meclislerine katılıp onlardan işittiğimiz hikâyelerdir ki tertip olunduğu şekilde derlenmiştir. İlk bölümde tıp ilminde neler yazdığını, şeyhlerin yoluna ne şekilde dahil olduğunu ve hangi padişah zamanında dünyaya geldiğini ve hangi vilayette ortaya çıktığını, hangi padişaha yakın olduğunu ve ne kadar zaman hizmet ettiğini elimden geldiğince yazdım. İkinci bölümde ise kardeşi Ebû’l-Haris ile Mağrip’e gidip simya ilmini ne yolla öğrendiğini ve kardeşi Ebû’l-Haris’i genç bir helvacı yüzünden yanlışlıkla nasıl öldürdüğünü ve kitabın sonunda da kendisinin nasıl öldüğünü dilim döndüğünce yazdım”.
Ebû Ali Sînâ o ibretlik mağaranın haberini duyunca çok sevinip denizler gibi coştu. Hemen o tellalın yanına gidip o acayip mağara hakkında inceden inceye bilgiler aldı. Tellal, kendine has güzel üslubuyla anlatmaya başlayıp şöyle dedi:
— Ey sinesi yaralı derviş, şöyle anlaşılsın ki bu şehrin kuzey yönünde bir tılsımlı mağara vardır, içi kitaplarla doludur, duvarı ise levhalarla dopdoludur. Her yılın başlangıcında gündüz öğleden önce belli bir saatte kendiliğinden açılır ve bütün insanlar bu mağaraya girip o kitaplardan güçleri yettiği kadar, nasiplerine göre alırlar ve yine çabucak çıkarlar, tılsımlı mağara da yine kendiliğinden kapanır. Öyle ki içinde yanlışlıkla bir kişi kalsa susuzluktan ve açlıktan ölür. Bir yıl geçmeyince kapı yeniden açılmaz. Bu mağarayı Büyük İskender yaptırmıştır. O, dünyada yaşadığı süre zarfında hazineler peşinde oldu. Yeryüzünde, kendi zamanına gelinceye kadar ne kadar acayiplikler ve gariplikler ile hazineler varsa bir kısmını kendi gördü, bir kısmını araştırıp öğrendi, kimini görenlerden haber aldı ve pek çok ibret alınacak eserleri toplayıp yeniden yazdırdı ve bu tılsımlı mağaranın içine doldurdu, üzerine de cinnîler vekil tayin edip mağarayı onlara havale etti. Ne zaman ki o kitap alanlardan birisi yıl başında tamah edip o aldığı kitabı getirip yerine koymazsa o cinnîler ona çokça eziyet ederler, aklını başına alıp kitabı yerine koymayanı ise öldürürler. Bu yüzden hemen herkes nüsha edinip yararlanırlar, diyerek sözünü tamamladı.
Ebû Ali Sînâ bu sözleri tellaldan işitince içindeki sanat cevheri coştu ve başını kaldırıp kardeşine dedi;
— Ey kardeşim, bu tılsım dolu mağaraya inşallah gelecek yıl girelim. Yüce Tanrı ne gösterir bilinmez, ancak bunun için büyük hazırlık yapmalıyız ki istediğimiz kitaplardan nüsha çoğaltıp alalım. Şimdi girersek dışarı çıkardığımız kitaplar muhtemeldir ki bizim bildiğimiz bilgileri ihtiva eden kitaplar olur ve bunların da bize bir yararı olmaz. Şimdi bizim bunun için hazırlanmamız gerekir, deyip şehre geldiler. Evlerinde sohbet ederek kanaatkâr bir şekilde yaşamaya devam ettiler. Gerçekten de o günden itibaren kıt kanaat yaşayıp yiyeceklerini iyice azalttılar ve günlük yiyeceklerini on dirhem zeytinyağı ile birer tane peksimete indirip bununla devam ettiler ve tam tamına bir yıllık, günde onar dirhem zeytinyağı ile birer tane peksimet hesabıyla yiyecek hazırladılar. Öyle ki mağaraya girdiklerinde bir yıl boyunca çıkmayıp orada ölmeyecek kadar yiyecek sahibi olalar. Bu şekilde bedenlerini açlığa ve susuzluğa hazırladılar. Bir yıl geçtikten sonra mağaranın açılma zamanı geldi yine eskiden olduğu gibi tellallar şehir içinde bağırırken derhal Ebû Ali Sînâ kardeşi Ebû’l-Hâris ile eşyalarını ve bunca zamandır hazırladıkları yiyeceklerini yüklenip mağaraya yöneldiler ve tılsımlı mağaranın açılmasını beklemeye başladılar. Mağaranın kapısı yine kendi kendine aniden açıldı ve dört bir taraftan gelenler, her biri doğudan ve batıdan adını duyup gelip içeri girmeye, rağbet edenler istedikleri kapının açıldığını görünce her biri aceleyle mağaraya girdiler ve istediklerini elde etmeye koşuştular. O sırada Ebû Ali Sînâ ve kardeşi Ebû’l-Hâris de içeri girdiler ve bir köşede durdular. Bir süre sonra insanlar acele ile alacaklarını alıp dışarı çıktılar. Ebû Ali Sînâ ile kardeşi Ebû’l-Hâris içeride yerleşip kaldılar ve gördüler ki o kapı yine eskisi gibi kapandı. İki kardeş içeride kaldı. Bunlar mağaranın içini boşalmış görünce derhal çakmağı çakıp yanlarında getirdikleri kavı yaktılar ve mağara aydınlandı. Etrafa bakınca gördüler ki mağaranın bir köşesinde ayazma şeklinde bir soğuk su vardı. İki kardeş suyu görünce Tanrı’ya şükredip yiyecek ve içecek endişesinden kurtuldular. Daha sonra mağaranın içinde bulunan bütün değerli kitapları bir yere toplayıp tamamını tek tek gözden geçirip baştan sona incelediler. Sonunda gözleri sihir ilmine rastlayınca mağaraya vekil tayin edilen cinnîleri sihirle etkisiz hale getirip şerlerinden emin oldular, bununla da yetinmeyip kitapları ezberlemiş olan bu cinnîleri kendi hizmetlerine aldılar. Daha sonra rahat bir şekilde bütün kitapları incelediler ve diledikleri kitaplardan o kadar çok nüshalar çıkardılar ki yazmak mümkün değil. Velhasıl yıl geçip sene başı olunca mağaranın kapısı açıldı ve yine bütün istekliler içeri girmeye başlayınca Ebû Ali ile Ebû’l-Hâris mağaradan darma dağınık, saçları zenci saçı gibi birbirine girmiş bir şekilde dışarı çıktılar.
Derviş Hasan Medhî “Tılsımlı Mağara”, Esrâr-ı Hikmet (Hikâye-i Ebû Ali Sînâ ve Ebû’l-Hâris), Milli Kütüphane, 06 Mil. Yz. A.8125, v. 18a-20b.
Harf Çevirisi: Vahit Türk
Oğuz-nâme: Reşîdüddîn
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Arap-Acem-Türk-Ermeni Dört Kişinin Bir Nesne için Çekişmeleri: Âşık Paşa
Âşık Paşa (ö. 1332), Horasan’dan Anadolu’ya gelen ve burada dinî, tasavvufî ve siyasî olarak etkin bir rol üstlenen Şeyh Baba İlyas’ın torunudur. Asıl adı Ali, mahlası Âşık olan Âşık Paşa, 1272’de Kırşehir’de dünyaya gelmiş; bazı siyasî hadiseler nedeniyle bir süre Mısır’da bulunmuş; 1332 yılında Kırşehir’de vefat etmiştir. Şairliği ve sûfî kimliğiyle Türk halkının zihninde yüzyıllarca yaşayan Âşık Paşa, Kırşehirli Süleyman ve Şeyh Osman’dan aldığı güçlü eğitimle Arapça ve Farsçaya hâkimdir. Çeşitli ilimlerle ilgilenmiş, ait olduğu Doğu medeniyetinin insana ve dünyaya bakış açısını iyi etüt etmiş bir düşünce adamıdır. Çoğunluk Sünni İslam anlayışının duyarlıklarını aksettiren eserlerinde, Mevlâna’nın da derin tesiri görülür. Arapça ve Farsçanın gayet etkili olduğu bir dönemde geliştirdiği Türkçe bilincini, şaheseri Garib-nâme ile ortaya koymuştur. 12.000 beyitlik eser, 1330 yılında aruzun fâilâtün / fâilâtün / fâilün kalıbıyla kaleme alınmıştır. Dinî, tasavvufî ve didaktik mahiyetli Garib-nâme, on kısımdan oluşur. Birinci kısım vahdete, ikinci kısım ruh ve vücuda, üçüncü kısım mazi, hal ve istikbale, dördüncü kısım dört unsura, beşinci kısım beş duyu organına, altıncı kısım yaratılışın altı gününe, yedinci kısım yedi kat göğe, sekizinci kısım sekiz cennete, dokuzuncu kısım nefese, onuncu kısım da on meseleye ayrılmıştır. Her kısım, ele aldığı konuyla ilgili on destan içermektedir. Garib-nâme, sade ve akıcı Türkçesi sebebiyle halk tarafından çok sevilmiş, yazıldığı günden beri dinî-tasavvufî mahfillerde okunagelmiştir.
(…)
Evvel zamanda dört kişi yoldaş olup yola düştüler.
Bunların biri Arap, biri Acem, biri Türk; öteki yoldaşları da bir Ermeni idi.
Birbirlerinin dilini bilmediklerinden; birinin dediğini öteki anlamazdı.
Tesadüfen yoldaş oldular, giderken bir akçe buldular.
O parayı alıp gidince; vardıkları yerde ne yaptıklarını bir işit.
Orada türlü nimetlerle dolu bir şehir vardı.
Bunlar şehrin kıyısında mola verdiler; çok yorulmuşlardı, iyice dinlendiler.
Bir zaman sonra nefisleri kabardı; karınları aç olduğundan, her biri bir şey söyledi.
Birbirlerine; o akçe nerede, getirin onunla yiyecek alalım dediler.
Parayı ortaya koydular; her birinin gönlü bir şey istiyordu.
Herkes dilinin döndüğü kadarı ile nefsinin ne istediğini söyledi.
Dilleri farklı, fakat istekleri bir idi; her birinin ne söylediğini bir dinle.
İlk defa Arap konuştu ve; ey arkadaşlar üzüm alın gelin dedi.
Acem de; bununla üzüm alalım, oturup onu güzelce yiyelim dedi.
Ermeni ise (Ermeni diliyle); ben üzüm isterim, eğer üzüm alırsanız… diyordu.
Türkmen (Türk diliyle); bu küçük sözleri bir yana bırakalım, üzüm alın da yiyelim diye söylüyordu.
Birbirinin ne dediğini bilmiyor; ötekinin söylediğini beriki işitip anlamıyordu.
Hepsi dövüş için ayağa kalkıp; birbirlerini yumruklamaya başladılar.
Halk bunların kavgasını işitince; toplanıp hadisenin nereye varacağını görmeye çalıştı.
Hey, bu hâliniz nedir, niçin dövüşüyorsunuz diye bağırdılar.
Bunlar yine kendi dilleri ile söyleyip; hâllerini halka anlattılar.
Halk bunların sözlerini işitti; fakat hâllerini anlamadı.
Orada bütün insanların gönlüne tercüman olan, herkesi anlayan biri vardı.
Allah ona çeşitli dilleri öğrenmeyi nasip etmişti; olup bitenler ona apaçık görünüyordu.
O bunların dillerini ve her birinin ne istediğini yakından biliyordu.
Öne çıkıp aman dövüşmeyiniz; sabrediniz ve birbirinize düşmeyiniz;
O parayı bana veriniz; ben arzunuzu yerine getireyim de, gönlünüz hoş olsun dedi.
Sonra parayı alıp bahçeye gitti ve o bir akçeye üzüm aldı.
Üzümü getirip önlerine koydu ve hepsinin derdine ilâç oldu.
Her biri muradına erdi, sevinerek avunup hoş vakit geçirdi.
Hepsinin dileği yerine geldi; hiçbirinde ufacık bir intikam düşüncesi kalmadı.
Çünkü dördünün de istediği aynı şeydi; dertlerinin merhemi bir yerde bulunuyordu.
Bu dövüş ve kavgaya sebep, birbirlerinin dillerini bilmemeleri idi.
Bilmeyen için dövüş ve çekişme vardır; kim bilirse, işler yavaş da olsa yapılır.
Bu, dünyadaki insanlar için bir örnek olduğu gibi, yolcu için de bir delil ve şahittir.
Zaten bütün yaratılmışların yaratanı birdir, onların isteklerini de o yerine getirir.
İnsanların görmesini sağlayan ışık da bir güneştendir; bütün halkın hayatı da tek bir emirdendir.
Suret, yüz binlerce de olsa, hayat birdir; bu, suyun binlerce bitkiye dirilik sağlamasına benzer.
Sen yüz bin bardağı da kırsan; kırınca suyun yine aynı olduğunu görürsün.
Bir yerde yanan bin mum da olsa; kapları başka başkadır ama ışıkları birdir.
Üzümün de rengi farklıdır, fakat suyu aynıdır; bu şarap olursa, huyları da benzer.
Rüzgâr denizde esince binlerce dalga ortaya çıkar; kesilip dinince ortada yine deniz kalır ve dalgalar kaybolur.
Güneş yüz bin bacadan da inse; batınca, yine yalnız baca kalır.
Yıla bakınca üç yüz altmış günden meydana gelir; ancak her gelen gün birbirine benzer.
Her günün bir adı olduğu gibi sürdüğü bir hükmü de vardır; hepsinde gelip giden, görünen, hepsini aydınlatan tek bir güneştir.
Her bir gün hüküm içinde bir adla anılır; asıl söz konusu olunca bütün hükümler ortadan kalkar.
Bütün bu varlıkların hepsi aynı yerdendir; fakat yaratılanlar çeşitli şekillerde görünmüşlerdir.
Her birinin bilgisi farklı farklıdır; her bilgiden kastedilen de Allah’tır,
Yetmiş iki milletin kastettiği, istediği, sevgilisi ve taptığı da Allah’tır.
Dillerinin farklı olmasından ne çıkar; hâlleri eksik, artık da olsa;
Hepsi o kapıya muhtaçtır; tokuz diyenlerin tamamı orada açtır.
Maksat birdir, bire bağlanmalıdır; bize düşen de bir olup fitneden uzak olmaktır.
Kim ikilikte kalır, fitne ve kargaşa çıkarırsa; yarın Allah’ın huzuruna günahkâr gelecektir.
Ey Âşık! Sen bu işi bilip gönüllerin istediğine kavuştun ise;
Hiç kimse ile ayrılığa düşme; zengin fakir, herkesle iyi yaşa ve hoş geçin.
Sonunda Hakkın istediği birliğe ulaşacak; velilerin kavuştuğu meclise dahil olacaksın.
Âşık Paşa 2000. “(Arap, Acem, Türk, Ermeni) Dört Kişinin Bir Nesne İçin Çekişmelerini Anlatır”, Garib-nâme (Tıpkıbasım, karşılaştırmalı metin ve aktarma), haz. Kemal Yavuz, İstanbul: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 139–151.
Artûhî’nin Düğünü: Mevlânâ ibni Alâ
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Anadolu Evliyalarının Öncüleri: Ebü’l-Hayr-ı Rûmî
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
3.Dini-Tasavvufi Edebiyat
Her toplumda olduğu gibi, geniş kitleleri öğrenim görmemiş Türk toplumunun, dini bilgileri gelenekten, özellikle de dini ve tasavvufi edebiyattan kazandığı söylenebilir. İslam dini ve ahlâkının temel kavramları nasihatler, sohbetler, kıssalar ve şiirlerle geniş kitlelere ulaştırılabilmiştir.
Hikâye-i Geyik
Dinî Türk halk hikâyelerinden olan Hikâye-i Geyik, asırlar boyu toplantı ve sohbetlerde anlatılan veya yüzüne okunan metinlerden biridir. Bu hikâye ve benzerleri olan Güvercin Hikâyesi ile Deve Hikâyesi’ne ayrı yazma ve basmalarda rastlanmakla beraber, daha çok Hikâye-i Mevlidü’n-Nebi adıyla anılan yazma veya taşbasması eserlerde görülürler. Aruz vezniyle söylenen ve 100 beyit civarında olan Geyik Hikâyesi’nin mensur örneklerine Türk edebiyatında tesadüf edilmez. Hz. Muhammed’in yüceliğinin ve hayvan sevgisinin vurgulandığı Hikâye-i Geyik’te âdeta geyik soyuna kutsiyet kazandırılmıştır. Eldeki metnin kimin tarafından ve ne zaman nazmedildiği bilinmemekle birlikte, halk hafızasındaki Geyik Hikâyesi’nin, Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesi süreciyle yaşıt olduğu tahmin edilebilir.
Bismillah’ın lütfuna ve keremine sığınarak söze yine Allah diye başladım.
Mustafa’nın mucizesini söyleyeyim, dinlersen ben sana açıklayayım.
Yaradılmışın serveri olan ve Tanrı’nın peygamberi gör neler yaptı.
O din serveri ve rehberi bir gün mescidinde sabah namazını kıldı.
(Namazdan sonra) Mihraba yaslanarak ümmetine vâz u nasihat etmeye başladı.
Karşıdan gördüler (ki) kırk atlı hızlı ve gayet heybetli gelmektedir.
Hiçbir engel tanımadan hoşgörüsüz bir şekilde mescidin kapısına kadar geldiler.
Mescide girip selam vererek hepsi saf saf olup durdular.
Bizim dinimize bâtıl diyen Muhammed’i bize gösterin, dediler.
O kimdir ki putlara bâtıl diye ve halk içinde böyle bir iddiada buluna.
Ömer: Ya Resul, ben karşılarına çıkıp hepsini kamçım ile yoğurayım, dedi.
Ali: Ya Resul, ben karşılarına çıkıp Zülfikar ile hepsini kılıçtan geçireyim, dedi.
Resul: Sabredin bir göreyim, dilekleri nedir bir kere sorayım, dedi.
Ola ki benim sözüme inanıp mucizeler görüp Müslüman olalar.
Resul: Dileğiniz nedir, beyiniz ileri gelsin otursun, dedi.
Biz gelip oturmayız, bir dem bile karşınızda durmayız.
Eğer sözünün içinde yalan yoksa bize peygamberliğini göster, dediler.
Böyle konuşurken Hz. Muhammed baktı ve gördüğünden derin bir üzüntü duydu.
Bir geyiği ata bağlamışlar, bunu görünce şaşkınlık içinde kaldı.
Resul dedi ki: Çözün geyik söylesin, peygamberliğimi size açıklasın.
(Onların beyi dedi ki) İstiyor ki hile ile geyiğimizi ala, niyeti bize sihirbazlık, büyücülük yapa.
(Biz bu geyiği) Kırk kişi ile avlayarak tutmuşuz, bir gece de dışarıda yatmışız.
Resul dedi ki: Hele siz onu çözün, yeri göğü yaradanı söylesin.
Bağlı yerden geyiciği aldılar, Mustafa’nın huzuruna geldiler.
Dediler ki: Ne sözün varsa söyle, peygamberliğini bize açıkla.
(Mustafa) Hemen boğazını çözün, peygamberliğimi size anlatsın.
Müşrikler, çözersek geyiğimiz kaçar, iki kere zıplasa bir geçidi aşar.
Resul dedi ki: Sözümü tutun, çözün; geyiğiniz kaçarsa beni tutun.
Kâfirler bu karara razı olup geyiğin boğazını çözdüler.
Allah lütfundan geyiğe dil verdi; (siz dinleyenler) salavat getirin, (geyiğin) ne dediğini size söyleyeyim.
Tanrı birdir, sen şüphesiz Resul’sün; yerde gökte bu söz açık bir şekilde duyuldu.
Bu dünyada kim ki seni hak Nebi bildi, yarın bedeni ateşte yanmaktan kurtulacak.
Kim ki senin kararlarına uyarsa, yeri cennet, arkadaşı cennet bekçisi Rıdvan ola.
Ben gelip Mekke dağında kuzuladım; iki kuzucuk doğurdum, gizledim.
Erkenden ot otlamaya çıkarak geri dönüp kuzularımı sütleyecektim.
Bu kâfirler beni avladılar, dört yanımı sarıp beni bağladılar.
Şimdi ben derin bir üzüntü içindeyim, o iki yavruyu neyleyeyim?
Dişleri bitmedi (ki), ot otlayalar, o ıssız dağda yavrular ne yapsın?
Ya Resul, bana yardım et bugün; yüreğimin derdine derman ol bugün.
Mustafa bu sözleri işitince mübarek gözleri yaşla doldu.
Resul kâfirlere dedi ki sözümü tutun, geyiği bana bağışlayın ya satın.
Ya benim kefil olmamı kabul edin, eğer geyik gelmezse benden bahasını iki misli alın.
Kâfirler dediler ki: Neyimiz eksik ki geyiği satalım?
Eğer sen kefil olursan biz kabul ederiz.
Yani geyiğimiz gelmezse bil ki biz mutlaka seni öldürürüz.
Resul’ün o zaman razı olduğunu gördüler ve ikindiye kadar anlaştılar.
Bu anlaşma sağlandıktan sonra, geyiği salıverdiler.
Geyik büyük bir üzüntü içinde oradan çıktı ve yola girdi, kuzularından ayrılana çok yazık!
(Geyik) dağ taş, dere tepe demeden geçti, yaş yerine gözlerinden kan saçtı.
Kavuştu (yavrularına) ve dedi ki: Ey körpe iki kuzu! Nasılsınız? Hele hâlinizi sorayım.
Ey iki körpe kuzum gelin! Şimdi bilin ki siz anasız kaldınız.
Yavrular sordular: Ana canına ne oldu?
Senin diline böyle sözler gelmezdi.
Geyik dedi ki: Kâfire tutulmuşum, Hak Resul’ünü kefil vermişim.
Bu sözü duyunca ağlaştılar, analarıyla bir zaman meleştiler.
(Yavrular) dediler ki: Sütün biz haram oldu, bizden Resul’e selam götüresin.
Geyik dedi ki: Ben gidiyorum, Yaradan sizin elinizden tutup size yardımcı olsun.
O kâfirlerin beyi adam gönderip tembihleyerek: Geyiğin yoluna tuzak kurun, demişti.
Geyik tuzak içinde kalarak (Allah’a) yalvardı, Allah Cebrâil’e buyurdu.
Hemen yetiş, geyiği getir dedi; Tuzağıyla Ahmed’e yetir dedi.
Geyik hemen ortaya gelerek Allah dedi, ya Resulullah hâlimi gör dedi.
Siz geç kaldığım için beni ayıplamayın, size benim geç kalmamın sebebi malumdur.
O Yahudiler geyiğin geldiğini görünce Mustafa’nın önüne gelip özür dilediler.
Kırk kişi o an Müslüman oldu, küfrü koyup iman ehli oldu.
Mustafa ashabı ile şad oldu, hepsi endişeden kurtuldu.
Geyiği tekrar yerine gönderdiler, Yahudileri Hak dine döndürdüler.
Burada tamam olsun bu kelam, Mustafa’ya salavat ver vesselam.
Okuyanı, dinleyeni, yazanı; rahmetinle bağışla sen ya Gani.
“Hikâye-i Geyik”, Dînî Türk Halk Hikâyelerinden Geyik, Güvercin ve Deve Hikâyeleri-Kaynakları ve Metin Tesisi, 1993. haz. Nurettin Albayrak, İstanbul: MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü (basılmamış yüksek lisans tezi), s. 94–109.
Hikmetler: Hoca Ahmed-i Yesevî
Ahmed-i Yesevî (ö. 1166), bir Türk sufisi tarafından kurulmuş ilk büyük tarikat olan Yeseviyye’nin kurucusudur. “Pîr-i Türkistan” lakabıyla meşhur Hoca Ahmed-i Yesevî’nin, kendisine isnat edilen Fakrnâme isimli eserden hareketle 1093 yılı civarında dünyaya geldiği ve 1166 yılında vefat ettiği kabul edilmektedir. Tarihî şahsiyeti Türk milletinin hafızasında menkıbelerle karıştığından hayatı hakkında kesin bilgiler mevcut değildir. Batı Türkistan’daki Sayram kasabasında doğmuştur. İlk eğitimini babasından almış, daha sonra Buhara’ya giderek tahsiline devam etmiş, tahsilini tamamlamasının ardından ömrünün sonuna kadar talim ve irşat vazifelerini yerine getirmiştir. Ahmed Yesevî’yi ölümsüz kılan vasfı, İslamiyet’e gönülden bağlanan göçebe Türklere bu dinin gereklerini onların anlayacağı dilde ve şekilde izah edebilme başarısıdır. Önceleri şifahî olarak yayılan, daha sonra yazıya geçirilen ve bu yüzden içine müritlerinin de şiirlerinin karışması muhtemel olan Dîvân-ı Hikmet, onun halk şiirinin tarihî ifadesine uygun bir şekilde tabiî ve sade bir Türkçeyle söylediği şiirlerini ihtiva eden eseridir. Dörtlükler halindeki bu şiirlerin bir kısmında aruz vezni kullanılmışsa da bu şiirler çoğunlukla 7’li ve 12’li hece vezniyle söylenmiştir. Çoğu redifli olan bu şiirler yine halk şiirine uygun olarak yarım kafiyeyle kafiyelenmişlerdir. Bu şiirler dinî özelliklerinin yanında millî karakterleriyle de Türk milletinin hafızasında yüzyıllarca yaşamış, onları dinî ve milli bir çizgide birleştirmede büyük rol oynamıştır.
Hikmet
Aşkın kıldı şeydâ beni, cümle âlem bildi beni,
Kaygım sensin dünü günü, bana sen gereksin sen.
Taâla’llah zihî ma’nî, sen yarattın cism ve canı,
Kulluk kılsam dünü günü, bana sen gereksin sen.
Gözüm açtım seni gördüm, hep gönülü sana verdim,
Akraba terkini kıldım, bana sen gereksin sen.
Söylesem ben dilimdesin, gözlesem ben gözümdesin,
Gönlümde hem canımdasın, bana sen gereksin sen.
Feda olsun sana canım, döker olsan benim kanım,
Ben kulunum sen sultanım, bana sen gereksin sen.
Âlimlere kitap gerek, sûfilere mescit gerek,
Mecnunlara Leylâ gerek, bana sen gereksin sen.
Gafillere dünya, gerek, âkillere ukba gerek,
Vaizlere minber gerek, bana sen gereksin sen.
Âlem tamam cennet olsa, hep huriler karşı gelse,
Allâh bana nasip kılsa, bana sen gereksin sen.
Cennete girem cevlan kılam, ne hûrlara nazar kılam,
Onu bunu ben ne kılam, bana sen gereksin sen.
Hâce Ahmed’dir benim adım, dünü günü yanar odum,
İki cihanda ümidim, bana sen gereksin sen.
Hikmet
Hiç bilmedim nasıl geçti ömrüm benim;
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?
Nasıl olacak, yola salsan ben âcizi;
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?
Yolda çıkıp azışınız bilmedim ben;
Hak sözünü kulağıma almadım ben;
Bu dünyadan gidişimi bilmedim ben;
Sorar olsa ben kul orda ne kılarım?
Göçenlerden ibret alıp yola girmeyip,
Nevha, feryad kılarak tutuşup yanmayıp,
Gece gündüz yürümüşüm kendimi bilmeyip;
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?
Canın çıkıp tenin yatar dar lahidde;
Sorucular gelip sorsa o halette;
Akar yaşım, gider aklım o vakitte;
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?
Gafillikte yürüdün sen it gibi gezip;
Tenin yatar dar lahidde pek çok şişip;
İş kılmadın sen Tanrı’ya göğsünü deşip;
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?
Kul Hâce Ahmed, bu dünyada tevbe kıl sen;
Tevbe kılıp yol başına varıp dur sen;
Seçkin kullar gibi azık alıp yürü sen;
Sorar olsa, ben kul orda ne kılarım?
Hikmet
Aşk ateşini gizli tutup saklar idim,
Canımı yakıp, yürek bağrımı kebap etti.
Pirden yardım olmaz olsa, şimdi bana,
Bu dert bizi dostlar hadsiz harap etti.
Aşk sırrını her nâmerde demek olmaz;
Nice yaksan, rüzgârlı yerde çerağ yanmaz;
Yolunu bulan, merdanları bilmek olmaz;
Ağlaya ağlaya gözyaşını habab etti,
Gerçek âşıklar geçer imiş canını atıp,
Edhem gibi yağmaya verip malını atıp,
Hû Hû diye Hak zikrini deyip, hoşlanıp,
İman tasdik kılıp bağrını kebap etti.
İbret al sen yola giren merdanlardan;
Canı cana ekleyerek yürüyenlerden;
Yolu sorup yoldan emin varanlardan;
Öyle kullar halini hadsiz harap etti,
Kul Hâce Ahmed, nefs dağından çıkıp aştı;
Yürek bağrı coşarak kaynayıp taştı;
Allah’a hamd olsun, yolunu bulup yakınlaştı;
İç kanından kendi kendine kebap etti.
Ahmed-i Yesevî 1983. “Hikmetler”, Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler, çev. Kemal Eraslan, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 326–327, 252–255, 256–257.
Dünya, İnsan ve Erdem Hakkında: Edip Ahmet
Edip Ahmet’in kişiliği, hayat hikâyesi ve hatta yaşadığı devir ile yer hakkında bile açık bir bilgiye sahip değiliz. Yazar, Atebetü’l-Hakayık’ın 469. dizesinde “Adım Edib Ahmed, sözüm edep ve nasihattir” diyerek adını kaydetmiştir. Esere sonradan eklenmiş ve kime ait olduğu bilinmeyen bir dörtlükte kör olduğu ve Emir Seyfettin’e ait dörtlükte ise, kendisinin “edipler edibi, fazıllar başı” olduğu belirtilmiştir. Yine esere sonradan eklenmiş Arslan Hoca Tarhan’a ait on beyitlik manzumede, memleketinin safâlı ve gönülleri okşayan güzel Yüknek olup, babasının Mahmut Yüknekî adı ile bilindiği ve eserini “Kâşgar dilinde”, yani eski yazı dilinde, kaleme almış bulunduğu yazılıdır. Ali Şir Nevâyî, Nesâyimü’l-Mahabbe adlı eserinde şair hakkında; onu Bağdat civarında yaşamış ve İmam-ı Azam’ın öğrenciliğini yapmış gibi gösteren, daha çok efsaneleşmiş olan bir rivayeti naklettikten sonra, kendisinin Türkçe vaaz ve nasihat kabilinden manzumeler söylediğini, hikmet ve nüktelerinin Türk ülkelerinin çoğunda yazılmış olduğunu kaydederek, ona ait olduğu zannedilen bazı parçalar nakletmektedir. Rivayetlere göre Arapça ve Farsça bilen, tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerde vukuf sahibi bir müelliftir. “Hakikatlerin eşiği” anlamına gelen Atebetü’l-Hakâyık’ın nerede ve ne zaman kaleme alındığı bilinmemektedir. Manzum olarak aruz vezniyle yazılan eserde, birtakım dinî ve ahlakî esaslar, ayet ve hadislerle desteklenmek suretiyle sade bir dille verilmiştir. Eser, on dört bölüm ve 101 dörtlükten oluşur. Konuları arasında dünya malına düşkün olmamak, kötü söz söylememenin önemi, bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı, alçakgönüllülük ve kibir gibi İslam geleneğine mal olmuş esaslar vardır.
Dünyanın Dönekliği Hakkında
Bu dünya konup göçmek için bir kervansaraydır; insan kervansaraya geçmek için iner. Kervanın başı kalkmış ve yolu tutarak uzaklaşmıştır; başı kalkmış olan kervan daha ne kadar gecikebilir?
Bu dünya arkasından koşmak niçin? Hasis, maldan ötürü koşar, sen kendini tut. Mala bu kadar gönül bağlamak neden? Bu mal sabah gelirse, akşam yine gider.
Mal hırsını gönülden çıkar, giyim ve karın tokluğu ile iktifa et (yetin). Fakirlik, yarının azığının yokluğudur, mal yokluğuna fakirlik deme.
Bu dünya malından yiyeceğin ve giyeceğin kadarını al; fazlasını isteme, fazlası yüklenilecek vebaldir. Resûl, dünya için, tarladır demiş; tarlada çalış çabala ve iyilik ek.
Bu dünya lezzet bâkî değildir; zevk müddeti, yel geçer gibi geçer; genç, ihtiyarlar ve yeni eskir; kuvvetli göçer, kuvveti gider.
Dünya malı bugün var, yarın yok; benim dediğin mal başkalarının kısmetidir. Her dolan azalır, her tam eksilir; her mamurluğun sonu harap olmaktır.
Halkına dar gelen ne kadar yer vardı; halkı gitti, yalnız onların boş yeri kaldı. Ne kadar âlim, nice filozof vardı; bugün onlar hani, binde biri bile yok.
Dünya gülümser, fakat yine alın buruşturur ve kaş çatar; bir elinde bal tutup, birinde zehir saklar; önce baldan tattırarak, ağzı tatlandırır; biraz sonra kadehe zehir katarak sunar. Eğer tatlı tattın ise acıya hazır ol; rahat, birer birer gelirse, zahmet onar onar gelir. Ey gam karışmamış sürûr (mutluluk) uman, bu dünya ne zaman ümit yeri olmuştur?
Bu dünya yılan gibidir, yılanı oklamak lazımdır; o el ile yoklanırsa, yumuşaktır; fakat içi zehir doludur. Yılan yumuşak olduğu halde, kötülük yapar; ondan uzak durmalı ve yumuşak diye yanılıp tutmamalı.
Bu dünyanın da dıştan görünüşü güzeldir, fakat içinde binlerce nâhoşluk vardır; bakıp, dış süsünü görerek senin ona gönül bağlaman, bil ki, hataların başıdır.
Dünya bazen peçesini kaldırır ve yüzünü açar; kucaklayacak gibi kollarını açar, fakat hemen kaçar. Baht yaz bulutu gibidir veya rüya gibi boştur; durmadan geçer veya kuş gibi uçar.
Cömertliğin Medhi ve Hasisliğin Zemmi (Yerilmesi) Hakkında
Ey dost, bilgilinin izini takip et; eğer söz söylersen, sözü bilerek söyle; översen cömert adamı öv, hasise (cimriye) kuvvetli yay ve ok ile nişan al. Bütün diller cömert adamın medhini (övgüsünü) söyler; cömertlik bütün ayıpların kirini temizler. Cömert ol, sana söz, sövgü gelmesin; sövme gelecek yolu cömertlik kapatır.
Eğilmez gönülü cömert adam eğer; erişilmez murada cömert adam erişir. Hasisliği (cimriliği) öven dil hani, nerede? Cömertliği âm (avam), hâs (önde gelenler), bütün halk över.
Cömert adam bilgiyi yedebildi (izleyebildi), bak. Malını onunla sattı ve senâ (övgü) aldı, muhtaçların yardımcısı olarak yaşadı; bak dünyada iyi ad bırakıp gitti.
Hasis, haram ile çok altın ve gümüş topladı, vebal yüklenerek ve üstelik bir de söğüş (sövgü) alarak gitti; malı başkaları arasında pay edildi, hasis bunda yalnız pişmanlıktan hisse aldı.
Ey mal sahibi iyi ve cömert adam, Tanrı sana verdi ise, sen de ver. Yerilen ve sövülen kimse, toplayıp da vermeyendir, toplar da verirsen, toplayabildiğin kadar topla.
Tabiatların en iyisi ve âdetlerin ayıplanmayanı cömertliktir; bil ki, hasislik bunların en çirkinidir. Ellerin en kutlusu veren eldir; alıp da vermeyen el ellerin kutsuzudur.
Hasislik ilaç ile iyileşmez bir hastalıktır; hasisin eli vermekten yana çok sıkıdır. Aç gözlü hasisin gönlü toplamakla doymaz, o, malın kuludur ve malı ona hâkimdir.
Bu halk arasında en iyi adam, cömert adamdır; cömertlik şeref, ikbal ve cemâli (güzelliği) artırır; insanlar arasında sevilmek istersen, cömert ol, cömertlik seni sevdirir.
Hasis alçak, hain ve malının bekçisidir; toplar, fakat yemez, içmez ve onu sıkı tutar; sağlığında dostuna tuz bile tattırmaz; ölür, malı kalır ve sonunda düşmanı yer.
Tevazu ve Kibir Hakkında
Sana lüzumlu bir sözüm daha var, bana kulak ver onu sana söyleyeyim; o söz şudur; kibri yere çalıp, tevazuyu sıkı tut ve ona kuvvetle sarıl.
Kibir bütün dillerde yerilen bir huydur; huyların iyisi, alçak gönüllülüktür; ululuk taslayan ve benim diyen kimseyi ne Tanrı ve ne de kul sever.
Dünya malını kazananların hepsi onu yiyemeden gitti, hallerini görün; karısı başka bir erkek ile kalıp, onun yanında yatarak vücudunu verir.
Kibir libasını (giysisini) giydin ise, derhal çıkar; halka karşı göğüs kabarttın ise, dilini derhal düzelt. Müminlik nişanı (göstergesi) tevazudur; eğer mümin isen, mütevazı ol.
Tevazu göstereni Tanrı yükseltir, kibirli olanı aşağı atar; ululuk taslama, sakın, ula yalnız Tanrı’dır. O, “ululuk benimdir, siz üzerinize almayın” dedi.
Ululuk taslaman ve ululuğa doğru el uzatman maldan dolayı ise, malın faydası nedir ki; kendin çıplak gidersin, sepet ve sandığın burada geride kalır.
Eğer kibir sahibi: -“Ben asilim”- diyorsa, ben onun kesin cevabını hemen vereyim; insanlar, ana baba bir kardeştirler; iyice araştırılırsa, aralarında bir fark yoktur.
Edip Ahmet B. Mahmut Yüknekî 1992. “Dünyanın Dönekliği Hakkında, Cömertliğin Medhi ve Hasisliğin Zemmi Hakkında, Tevazu ve Kibir Hakkında”, Atebetü’l-Hakayık, çev. Reşid Rahmeti Arat, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 89–93.
Sohbet: İslâm
Muînü’l-Mürîd’in müellifi hakkında kaynaklar fazla bilgi vermez. Mu’inü’l-Mürîd, Arapça bilmeyen Türkmenlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere dinî ve tasavvufî bilgiler arz eden bir eserdir. 1313 yılında yazıldığı bilinen eser, dil bakımından Harezm Türkçesi özelliklerine sahiptir. Hakkında ilk bilgileri Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime’sinden edindiğimiz Muînü’l-Mürîd, talik hatla kaleme alınmış 407 dörtlükten ibarettir. Eserin muhteviyatında iman, vaaz, nasihat, namaz, abdest, oruç, zekât, tasavvuf, tarikat, sohbet, adab, şeriat, marifet, hakikat, nefs, kalb, zikr ve seyr-i sülûk gibi dinî-tasavvufî konular vardır. Metin, edebî kıymetinden ziyade öğretici vasfıyla dikkat çekmektedir. Türk edebiyatı bakımından önemi, baştanbaşa, milli nazım birimi olan dörtlüklerle kaleme alınmış olmasıdır. Kutadgu Bilig ve Atabetü’l-Hakâyık ile aynı vezinde, fakat baştan sona dörtlüklerle yazılmış olan eser, İslamiyet’i kabulümüzden sonra da milli zevkin ve şuurun devam ettiğinin bir ispatı olarak nitelenebilir. Tıpkı Dîvân-ı Hikmet’te olduğu gibi didaktik ve faydacı bir endişeyle kaleme alınan eserde, okuyucu kitlesinin bildiği, tanıdığı ve bu yüzden alışık olduğu bir nazım biriminin kullanılması hem eserin yazılış amacını tamamlayan bir vesile olmuş, hem de eserin uzun yıllar boyunca varlığını sürdürebilmesine imkân tanımıştır. Türkmenler tarafından yüzyıllarca ilgiyle okunan eserin bilinen tek nüshası Bursa Kütüphanesi’ndedir.
Eğer tarikatta sohbet edeyim, bunun hakikatini bileyim, o benimle olsun, ben onunla olayım dersen, ikinizin dileğinin aynı olması gerekir.
Birincisi dilek birliği, ikincisi ilgidir. Eğer bu ikisi birlikte olursa o sohbettir. Eğer bunlardan birisi eksik olursa bu avamın âdetidir ve başka türlü dostluktur.
Bu tür dostluk, avamın ve hayvanların işidir. Oturup sohbet etmek ise aydınların işidir. Konuşmayı bilebilse dahi tamam olmaz, çünkü istediğinde sorup cevap alma imkânı yoktur.
Bir söz söylemek için, kemik ve zar eritmek gerekir. Bu yolda sana bir ün, şöhret açılsa, binlerce ağı yutmak gerek. Sonra dost yönünden nişan açılacaktır.
Bil ki, bu parlak yol töhmettir. Bununla birçok kişi makama ulaşır. Gerçekten bu yolda yürüyen kınama eziyetinden nasıl korkar?
Kınama, dost gönlünün panzehridir. Eğer bunu dışlasalar daha iyidir. Fakat nefse rahat, izzet ve makam gerekir. Ona kahret, çünkü o şeytanın ortağıdır.
Şeriat yükünü çek ve dosdoğru yürü. Kulağın tarikat sesini işitecek. Kendinden geçerek varıp istediğinde bu hakikat yönü sana açılacaktır.
Bakarsan, bunun yönü yönsüz gibidir. Fakat oraya varıp içine girdiğin ve namaz, oruç, ibadet gibi zahitlik yoluna muhabbet ateşini çakıp yaktığın zaman bu yön açılır.
Muhabbetin ateşi bağır yakar, fakat kabul edilme onurunu giydirir. Bilin ki, haramdan kaçınma, züht ve takva candır. İlme amel uyduran kişi insandır…
Bu ilim ve amele inanmayan insan makam menziline ulaşamaz Allah kimi severse saadet onundur. Sonunda doğru yoldan çıkmayan insan, insandır.
İbadet, haramdan sakınma, züht ve takva -birer- örtüdür (engeldir). Birçok insan bunlarla harap olur. Aydınlık ve karanlık engelini geçip görünüz; çünkü çok su düşünen serap bulur.
326. Her türlü ibadet tamamen surettir (dış görünüştür). Doğruluk ve ihlas onun için sirettir (iç görünüştür). Gerçek sıkıntı ve yalvarma candır, ibadet ise vücuttur. Hilat bununla birlikte olduğunda kabul edilir…
Safa, doğruluk ve sohbet gönlü açar. Kişi ondan ışık alıp melek gibi uçar. Akıl ve idrak gidip anlayış yetişerek o makamı görüp bu makamdan göçer.
Sen gerçekten Allah’ı bilebilirsen, Allah’tan başka bir imkânsızı isteyebilirsen, Allah’ın nuruyla dolabilirsen, Allah sözünden başka her şeyi gönlünden çıkar.
Beyaz üzerine nurdan yazı yazılmış. Birçok zeki kişi bunu okuyup anlayamaz. Söyle, ne kadar iyi bilenmiş ve keskin olursa olsun, bıçak kendi kendini keser mi?
Sana senden başka bir terbiyeci gerekir. Öncelikle bilin ki, o akıldan daha uyanık (anlayışlı) değildir. Allah korkusuyla can ve yürek kendinden geçip aklı terk ederek hadis ve nassa uymalıdır.
Hadis ve nas sonsuza kadar bakidir. Bu akıl, can ve teni kavuşturandır. Bilin ki, birçok kişi için aklı bir köstektir. Cennet birçok delinin arzusudur.
Arif olan kişiler cennete bakmazlar. Onların gözü başka sırlarla dolmak ister. Halkın içinde en iyisi âşık kişidir. Sözlerin içinde en iyisi de aşk sözüdür…
338. Bu âlem bir kitaptır, bunu okumak gerek. Açık yazıya göz açıp bakmak gerek. Yüz güzelliği cihanda güneş ve aydan daha parlaktır, fakat kendi perdesinden (örtüsünden) çıkması gerekir.
Bil ki, sana, benliğin aşılamayan bir engeldir. Sen gidersen ben kararsız kalırım. Yolculuk gereksizdir, engel sensin. Bütün bunlar göçülmesi mümkün olmayan menzillerdir.
Ne istersen o sende vardır. Sen kendinden geçersen Allah hepsini verir. Bu dünyayı gece gündüz gezerek yürüse bile kendinden geçmeyen kişi dileğine eremez…
Oruç, ezan, namaz, rükû ve secde beyaz ipekten bir yığına benzeyen vücudunun huzurudur. Secde ve cömertlik vücudun içine girip gizlenerek yatmazsa, bil ki, bir fayda etmez.
Eğer bir kişinin gözü kendisini görmez de secde, cömertlik, bağış, hayır verip iyilik ederse, Allah haber verdi ki, temiz ve güzel bir söz onun hayrından daha iyidir.
İslâm 2008. “Sohbet”, Mu’înü’l-Mürîd, çev. Recep Toparlı-Mustafa Argunşah, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 185–188.
İlahîler: Yunus Emre
13. yüzyılın başlarında dünyaya geldiği ve 14. yüzyılın başlarına (1240?-1320?) kadar yaşadığı tahmin edilen Yunus Emre’nin Türk edebiyatında müstesna bir yeri vardır. Hayatı, hakkındaki menkıbelerle iç içe geçtiği için kesin bilgilere ulaşmak zordur. Orta Anadolu’da doğup büyüdüğü, Âşık Yunus ve Derviş Yunus mahlaslarını kullandığı rivayet edilmektedir. Tapduk Emre adlı bir şeyhe intisap etmiş, dinî-tasavvufî şiirler kaleme almıştır. Eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla derviş-meşrep bir Hak âşığı olan Yunus, iyi bir eğitim almıştır, ancak kaynaklarda “ümmî” olduğu rivayet edilir. Halk tarafından çok sevildiği için Anadolu’nun muhtelif yerlerinde mezarları vardır. Şiirlerinde yer yer aruz veznini kullansa da daha çok hece veznine yönelmiştir. Anadolu Türkçesinin müstakil bir yazı dili olarak gelişmesinde büyük payı olan Yunus Emre, tıpkı Hoca Ahmed-i Yesevî’nin yaptığı gibi halka İslamiyet’i ve tasavvufu onların anlayacağı bir dil ve üslupla anlatabilmiştir. Türkçe, Yunus’un dilinde canlı, kuvvetli ve lirik bir hüviyet kazanmıştır. Dinî ve tasavvufî ıstılahları Türkçeleştirmesi, bazı Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçenin yapısına uygun hâle getirmesi de Yunus’un başarısının sırlarındandır. Akıcı bir Türkçeyle meydana gelmiş divanından başka Risâletü’n-Nushiyye (Öğüt Risalesi) adlı bir eseri daha vardır. Yunus Emre’nin şiirleri, tasavvufî şerh geleneğinde sıkça ele alınmış, birçok şarih tarafından remiz, istiare ve teşbihler vasıtasıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Bu şiirler arasında en meşhuru ’çıktım erik dalına’ mısrasıyla başlayan manzumesidir.
Nutuk
Çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi
Bostan ıssı geldi eydür uğurladun kozumı
(bostan assı: bahçenin sahibi; uğurladun: çaldın; koz: ceviz)
Uğurlayın yapdum ana bühtân eyledi bana
Bir serçe geldi eydür kanı aldun kızumı
Andan kurtılımadum n’olduğumı bilmedüm
Öküz ıssı geld’eydür boğazladun kazumı
Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynatdum
Ne bu diyüp sorana bandum virdüm özini
İplik virdüm cullaha sardı yumak eyledi
Becid haber gönderdi gelsün alsun bezini
(cullah: dokumacı; becid: çabuk, sık, çok)
Bir serçenün kanadın kırk kanlıya yükletdüm
Çifti dahi çekmedi şöyle kaldı kazını
(kanlı: kağnı; kazını: yayılı, serili)
Bir küt ile güleşdüm elsüz ayağum aldı
Şunı da basamadum köyündürdi özümi
(küt: kötürüm; basamadım: yenemedim; köyündürdi: yaktı)
Bir bağaya sataşdum gözsüz köpek yoldaşı
Sordum haber virmedi Kaysarı’yadur azmi
Gözsüze fısıldadum sağır anı işitmiş
Dilsüz çağırur eydür anlamadun sözimi
Bir sinek bir kartalı salladı yire urdı
Yalan degül girçekdür ben de gördüm tozını
Kaf dağından bir taşı şöyle atdılar bana
Öylelik yola düşdi bozayazdı yüzümi
Balık kavağa çıkmış zift turşusın yimeğe
Leklek koduk doğurmuş bak a şunun sözini
(leklek: leylek; koduk: sıpa)
Yunus Emre’nün sözi hiç sözlere benzemez
Câhillerün ucından örtdi ma’nî yüzini
İlahî
’Aşk îmâm bize gönül cemâ’at
Kıblemüz dost yüzüdür dâ’imdür salât
…
Dost yüzünü göricek şirk yağmalandı
Anunçün kapuda kaldı şerî’at
Şerî’at eydür sakın şartı bırakma
Şart ol kişiye kim eder hıyânet
(eydür: der)
…
Erenler nefesidür devletümüz
Anunla fitneden olduk selâmet
…
Yûnus ol kapuda kemine kuldur
Ezelden ebede dekdür bu gurbet
Devriye
Aklun irerse sor bana ben evvelde kandayıdum
Dilerisen diyüvirem ezelî vatandayıdum
(kandayıdum: neredeydim)
“Kâlû Belâ” söylenmedin tertîb düzen eylenmedin
Hak’dan ayru degülidüm ol ulu dîvândayıdum
(“kâlû belâ”: “evet dediler”, ruhların elest meclisinde Tanrı’yla muhataplığına işaretir)
Eyyûb’ıla derde esîr iniledüm çekdüm cezâ
Belkîs’ıla taht üzere mühr-i Süleymân’dayıdum
Yûnus’ıla balık beni çekdi deme yutdı bile
Zekeriyyâ’yıla kaçdum (bile) Nûh’ıla tûf’ândayıdum
İsmâ’île çaldum bıçak bıçak bana kâr etmedi
Hak beni âzâd eyledi koçıla kurbândayıdum
Yûsuf ’ıla ben kuyıda yatdum cefâ çekdüm bile
Ya’kûb’ıla çok ağladum bulınca figândayıdum
(bulunca: buluncaya dek)
Mi’râc gecesi Ahmed’ün döndürdüm ’Arş’da na’linin
Üveys’ile urdum tacı Mansûr’la urgandayıdum
Alî’yile urdum kılıç Ömer’ile ’adl eyledüm
Onsekiz yıl Kâf Dağı’nda Hamza’yla meydândayıdum
Ezelîden dilümde uş Tanrı birdür hakdur
Resûl Bunı böyle bilüriken sanma ki gümândayıdum
Yire bünyâd urulmadın Âdem dünyâya gelmedin
Öküz balık eylenmedin ben ezelî andayıdum
Yûnus senün ’âşık cânun ezelî ’âşıklarıla
Mülke bünyâd urulmadın seyrân u cevlândayıdum
(cevlân: gezme, dolaşma)
İlahî
Hak Çalab’um Hak Çalab’um sencileyin yok Çalab’um
Günâhlarumuz yarlıga ey rahmeti çok Çalab’um
(Çalab: Allâh; sencileyin: sana benzer; yarlıga: bağışla)
Kullar senün sen kullarun günâhları çok bunlarun
Uçmağa koy bunları binsünler Burak Çalab’um
(uçmağa: cennete; Burak: mukaddes bir binit)
Ne sultân ne baylardasın ne köşk ü sarâylardasın
Girdün miskînler gönline idindün turak Çalab’um
(baylardasın: zenginlerdesin)
Ne ilmüm var ne tâ’atüm ne gücüm
[var]
ne tâkatüm
Meğer senden inâyetüm kılam yüzümü ak Çalab’um
Yarlıgagıl sen Yûnus’ı günâhlu kullarun-ıla
Eger yarlıgamazısan key katı firâk Çalab’um
(key: çok; katı: acı, şiddetli, haşin)
İlahî
Bana namâz kılmaz dime ben bilürem namâzumı
Kılurısam kılmazısam ol Hak bilür niyâzumı
Dostdan artuk kimse bilmez kâfir müselmân kimdügin
Ben kıluram namâzumı Hak geçürürse nâzumı
(artuk: başka)
Ol nâz dergâhda geçer mânâ şarâbından içer
Hicâbsuz cân gözin açar kendü siler dost gözümi
(hicâb: perde)
Dost bundadur bellü beyân dost dîdârın gördüm ayân
İlm ü hikmet okuyanun buna degindür azimi
(azimi: gelişi, seferi)
Sözüm ma’nîsine irün bî-nişândan haber verün
Derdlü ’âşıklara sorun benüm bu derdlü sözümi
Derd âşıkun dermânı[dur] derdlü ’âşıklar ganîdür
Kâdir ü kudret ünidür der işidenler âvâzumı
(ün: ses)
Dost isteyen gelsün bana göstereyim dostı ana
Budur sözüm önden sona ben bilürem kend’özümi
(kend’özümü: kendi özümü)
Yûnus imdi söyle Hak’ı münkir dutsun sana dakı
Bişüp durur Hak’un hânı ârifler datsun duzumı
(dakı: dahi; hân: sofra)
İlahî
Yer gök yaradılmadan Hak bir gevher eyledi
Nazar kıldı gevhere sığmadı devr eyledi
Gevherden buğ çıkar[dı] ol buğdan gök yaratdı
Gökyüzinün bezegin çok ılduzlar eyledi
(buğ: buğu, buhar; bezegin: süsünü)
Göğe eytdi dön didi ay u gün yürisün didi
Suyı mu’allak dutup üstini yer eyledi
(eytdi: dedi; mu’allak: asılı)
Yer çalkandı durmadı bir dem karâr kılmadı
Yüce yüce dağları Hak çöksüler eyledi
(çöksüler: çiviler)
Azrâîl yere indi bir avuç toprak aldı
Dört ferişte yoğurdı bir peygamber eyledi
(ferişte: melek)
Çün cân gövdeye girdi aksurdı turıgeldi
El götürdi şol kadar Hakk’a şükür eyledi
(turıgeldi: kalktı, ayaklandı)
Allah eydür Âdem’e şükür irdük bu deme
Bu dünyede ne duydun dilün neye söyledi
Yoğiken var eyledün toprağiken cân verdün
Kudret diliyle andun dilüm söyler eyledi
Bu söz Hakk’a hoş geldi kulın azîz eyledi
Ne geçdise gönlinden verdi hâzır eyledi
Bu söz Yûnus’a kandan haber veresi candan
Meğer ol sultân lutfı ana nazar eyledi
(kandan: nereden)
Yunus Emre 2007. “İlahiler”, Tasavvufi Şiir Şerhleri, Ömür Ceylan, İstanbul: Kapı Yayınları, s. 63–65; Yunus Emre Divanı, Süleymaniye Kütüphanesi Fatih 3889, s. 63b-64b, 127b-128a, 180b-181a, 185a-186a, 117b-118b.
Harf Çevirisi – Lügatçe: Ömür Ceylan
Vilâyet-nâme: Hacı Bektaş, Tapduk, Yunus, Mevlânâ
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Cimrilik ve Kıskançlık Üzerine: Yunus Emre
Yunus, ilahilerine göre daha az şiir özelliği gösteren Risâletü’n-Nushiyye’de, öncelikle insanın yaratılışını ele alır; ardından iyilik, şeref, temizlik, cömertlik gibi olumlu özellikleri ve cimrilik, kıskançlık, açgözlülük, kibir ve şehvet gibi olumsuz özellikleri değerlendirir.
Eğer dinlersen sana nasihatte bulunayım: Haset ve kinden son derece sakınmalısın.
Eskiden beri bu ikisi –başına buyruk- kumandanlar gibidir ve keyiflerince işi yaparlar.
Sürekli yoluna çıkmakta olan cimrilik ve hasetlikten sakın, seni bunlardan o biricik Tanrı kurtaracaktır.
Hasetçi öyle bir kişidir ki o daima sıkıntı içindedir; vücudu sağ iken, aslında helak olmuştur.
Zarardan ne kadar kaçarsa kaçsın muhabbet tohumunu, bitmeyecek toprağa saçmaktan kurtulamaz.
Ne yapsa, yaptığı şey kendisine zarar verir ve sonunda zarar gören kendisi olur.
Hayatın tadından o kadar nasipsizdir ki şeker yese dahi tadı tuzu yoktur.
Kime kuyu kazsa kendisi düştüğünden hasetçinin eli hiçbir işi başaramaz.
Sana cimrinin ne olduğunu söyleyeyim: O öyle bir kimsedir ki kendi yediğini kendisinden bile sakınır.
Kendi kazancını kendine (bile) vermez; eli kolu bağlıymışçasına kazancını yemeye kıyamaz.
Ey faydasız, gamsız can bu ne haldir ki –zerre kadar- gayretin yoktur.
Baksana canın ve bedenin ne haldedir, sen kimsin ve ismin nedir?
Bir an bile kendinle baş başa kalmadın; bu nasıl bir dar görüşlülük, nasıl bir basirettir?
Cimriden, bir kimsenin gönülden takdir edeceği, akıllı-uslu hareketler beklemek boşunadır.
Sahip olduğun her şeyi sen istesen istemesen de elinden alacak olan –bu fani- dünyayı sevme, bırak!
Süleyman kadar varlıklı olman mümkün değil –ki o bile göçüp gitti-; nihayet sen de burada kalıcı değilsin.
Süleyman kadar mülke sahip olsan da bil ki bu mülk değersizdir; -Süleyman dahi gitti-; ya sen neredesin (ne olacağını zannediyorsun)?!
Cimri olmak seni Allah’tan uzaklaştırdı. Ondaki gayret ve hamiyet sende nerde?!
Haset etmekten kim ne fayda görmüş; sen neye layıksan Allah sana onu verir.
Neyin ne için gerek olduğunu Allah’tan gayrısı bilmez ve kime ne gerekse onu verir.
Kendi nasibini kendin gözet, ona göre hazırlık yap ve (lüzumsuz işlerden) sakın.
Zekatı verilmeyen hayvan, sadakası dağıtılmayan mal! Bu durumda ne bereket bekliyorsun ki?!
Benim dediğime inanmazsan kendini izleyip, tüm dediklerimi kendinde görebilirsin.
“Her ne kadar ben öyle değilim, şöyleyim” desen de yaptıkların gerçeği ortaya koyuyor. Cebine bir türlü gitmeyen elin de bunun kanıtıdır işte!
Suçu olmayan kişinin eli bağlanmaz; onun ayağına yapıp ettikleri dolaşır –bu yüzden eli bağlanmıştır aslında-.
Yunus Emre, “Cimrilik ve Kıskançlık Üzerine”, Risâletü’n-Nushiyye – Yunus Emre Divanı, Süleymaniye Kütüphanesi Fatih 3889, s. 20b-22b.
Harf Çevirisi: Kübra Yıldırım
Ashab-ı Kehf Hikâyesi: Rabguzî
Asıl adı Burhanoğlu Kadı Nâsır Rabguzî olan yazar hakkındaki bilgiler son derece sınırlıdır. Rabguzi eserinde künyesini kaydetmiştir. Buna göre Ribat Oğuzlu olan yazar, bir kadıdır ve babasının adı da Burhan’dır. Ribat Oğuz’un yeri tam olarak tespit edilememiştir, ancak Maveraünnehir’de bir Oğuz yerleşimi olduğu konusunda araştırmacılar hemfikirdir. Dolayısıyla Rabgûzî, büyük bir ihtimalle bir Oğuz Türküdür fakat eseri Kısasu’l-Enbiyâ’yı döneminin Türkistan ve Altın Ordu’daki ortak yazı dili olan Harezm Türkçesiyle kaleme almıştır. Müellifin Arapçaya ve çeşitli İslamî ilimlere hâkim olduğu eserinden açıkça anlaşılmaktadır. Kısas-ı Rabguzî adıyla da bilinen Kısasu’l-Enbiyâ’nın yazımına 1309 yılında, -Türk takvimine göre it yılı girişinde- başlanmış ve tam bir yılda, yani 1310 yılında tamamlamıştır. Eser, Nasıruddin Tok Buga adlı bir beye sunulmuştur, ancak bu kişiyle ilgili de kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Arapça ve Türkçe yazılmış manzumeler de içeren Kısasu’l-Enbiyâ’da, Hz. Muhammed başta olmak üzere Kurân-ı Kerîm’de ismi geçen peygamberlerin hayat hikâyeleri, kıssaları ve birtakım meşhur dinî hikâyeler bir araya getirilmiştir. Hamdele, naat ve Tok Buga’nın övgüsüyle başlayan eser, Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlerin kıssalarını anlattıktan sonra Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle sona erer. Eserde kırk üç Türkçe şiir vardır.
Rum’da Dakyanus adlı çok zalim, memleketi çok geniş ve ordusu çok büyük bir padişah vardı. Bu padişah, başka bir padişah ile düşman oldu ve savaştılar, Dakyanus o padişahı yendi ve onu öldürdü. O padişahın altı oğlu vardı, onları esir aldı ve kendisine hizmetçi yaptı. Dakyanus, -ağzına toprak-, tanrılık iddiasında bulunur ve onları kendisine secde ettirirdi. Bir gün düşman geliyor diye haber geldi ve Dakyanus bunu işitip korkusundan titremeye başladı. Derler ki sarayda tahtı üzerinde otururken sarayın bacasından iki kedi boğuşup hırlaşarak indiler. Dakyanus kedilerin sesinden korkup aklı başından gitti. Bu altı kardeş onun bu durumunu görüp dediler ki; bu nasıl tanrıdır, kediden korkar, biz buradan gitmeli ve gerçek Tanrı’yı aramalıyız. Kaçmak üzere anlaştılar. Temliha şöyle dedi: Kaçmaya başladığımızda çevgan ile topa vururken saray yönüne doğru yavaş vuralım, kıra doğru hızlı vuralım. Dakyanus seyir yerinde onları izlerdi ve topa iyi vurana hilat verirdi. Bir gün bu plan ile saraydan epey uzaklaştılar ve temiz giysilerini orada bıraktılar ve gizlice getirdikleri eski giysileri giydiler. Yalın ayak giderken bir çobanla karşılaştılar ve çoban; nereye gidiyorsunuz diye sordu. Tanrı’yı aramaya gidiyoruz dediler. Çoban; biraz bekleyin koyunları sahibine verip ben de sizinle geleyim, dedi. Beklediler, çoban koyunları sahibine verdi. Çobanın bir köpeği vardı, o da onların peşine düştü. Onların adları; Temliha, Mükselmina, Sartulis, Sarrinus, Zevanis idi, çobanın adı Kefsittinus, köpeğinin adı da Kıtmir idi. Onlar çobana; köpeğine vur da bizim peşimize düşmesin, gizlendiğimizde havlar ve insanlar duyup bizi bulurlar, dediler. Çoban köpeği döndürmeye çalıştı; taşla, kesekle vurdular, ancak o dönmedi. Tanrı, o köpeğe dil verdi ve o şöyle dedi; “Beni niçin döndürüyorsunuz? Sizin gittiğiniz Tanrı’ya ben de gitmek istiyorum.” O sözü işitince köpeği tutup boyunlarına kaldırdılar ve bir mağaraya girip uyudular, köpek de iki ayağını mağaranın kapısına koyup uyudu.
Dakyanus, onları aradı, ancak bulamadı. Bir gün ava çıktı ve uzaktan onların uyuduğu mağarayı gördü. Gidip o mağaraya girdi ve baktı ki ayakları kabarmış, karınları şişmiş bir haldeler, onları ölü sandı ve dedi ki bütün insanlar bir araya gelseydi bunlara bunu yapamazlardı, bunlar kendi kendilerine yaptılar. Bunlar, Tanrı’nın buyruğuyla üç yüz yıl dokuz ay bu mağarada kaldılar. Bu kadar zaman geçtikten sonra uyandılar ve ne zamandır biz burada yatıyoruz dediler. Temliha, bir gün oldu, dedi. Güneşe baktılar, yatarken güneş bu tarafta idi, şimdi dönmüş ve ışığı çevrilmiş. Sonra ne kadar süre geçtiğini en iyi Allah bilir dediler. Aralarında: “Birine para verip şehre gönderin de yiyecek getirsin, ayrıca onlarla kendi dilleriyle konuşsun ki kim olduğunu anlamasınlar… Bu giden kişiyi tanırlarsa onu öldürürler veya kendi dinlerine dahil ederler, ondan sonra kimse de kurtulamaz”, dediler. Temliha para alıp çıktı, çok yıllar geçtiği için yollar değişmişti bu yüzden pazarın yolunu bulamadı. Kendi kendine; ben hala uykuda mıyım acaba, diye düşündü. Pazara girdi fırıncıya bir para verdi, onu terazide tarttılar altı batman geldi. Fırıncı Temliha’ya bakıp “sen hazine mi buldun, beni de ortak et, yoksa seni padişaha söylerim” dedi. Temliha; bu nasıl söz, biz dün dağa çıktık, karnımız acıkınca ekmek almaya geldim, parayı al ve ekmeği ver” dedi. Fırıncı kabul etmedi ve Temliha’yı padişaha götürdü. Padişah, Yüstagad adlı Müslüman biriydi, halkı da Müslümandı. Temliha bu padişahın Dakyanus olduğunu düşündü. Melik; sen kimsin, diye sordu. Temliha kendi durumunu anlattı, herkes şaşırdı. Padişah, bilginleri topladı ve kitaplarda böyle bir şey var mı diye sordu. Bir genç; ben bir kitapta rastladım, Dakyanus zamanında altı genç kaçmış ve dağa çıkıp mağarada kalmışlar, uzun zaman sonra yeniden ortaya çıkacaklarmış, dedi. Padişah Yüstagad; atlanın, gidip görelim, dedi. Mağaraya yaklaştıklarında Temliha; siz yavaşça gelin, ben önden gidip sizin Dakyanus olmadığınızı söyleyeyim, korkmasınlar, diyerek gidip mağaraya girdi ve padişah geldi, dedi. Dakyanus sanıp hepsi çok korktular. Başka bir rivayete göre de hep birlikte girdiler ve görüşüp konuştular, sonra da evvelki hallerine döndüler. Derler ki o ülkede iki bölük insan vardı; bir bölüğü, aziz ve celil olan Tanrı, teni diriltmez canı diriltir derdi, diğerleri ise teni de canı da diriltir derlerdi. Bunları görünce anladılar ki Tanrı teni de diriltirmiş, hepsi buna iman etti. Birinci bölükteki müminler bu mağaranın üzerine türbe yapalım, ikinciler ise mescit yapalım dediler ve oraya mescit yapıldı.
Rabguzi 1997. “Kıssa-i Ashâbu’l-Kehf”, Kısasu’l-Enbiya, haz. Aysu Ata, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 253–254.
Dil Bilgini ile Gemicinin Hikâyesi: Gülşehrî
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Koşuklar: Nâsıruddîn bin Ahmed
13. yüzyılda kaleme alınmış bu eser, doğu ve batı Türkçesinden şive özellikleri taşıması sebebiyle karışık dilli eserler arasında yer alır. Eserin müellifi olarak Nâsıruddîn bin Ahmed bin Muhammed gösterilmektedir. Müellif, Arapça ve Farsça teliflerin yaygın olduğu bir dönemde, kendisinden hatırını saydığı bir çevrenin vaaza dair Türkçe bir eser istemesi sebebiyle eserini kaleme aldığını, bu nedenle ona Behcetü’l-Hadâîk fî-Mev’izeti’l-Halâyık adını verdiğini söyler. Manzum ve mensur parçalardan oluşan eser telif-tercüme arası bir görünümdedir. Müellif, eserini meydana getirmek için vaaz ve nasihate (mevâiz) dair pek çok eser okumuştur. Eser 41 meclis üzerine tertip edilmiş olup ahlakî-didaktik mahiyet taşır. Her meclis birbiriyle bağlantılı olay ve hikâyelerle zenginleştirilmiş, âyet ve hadis iktibaslarıyla desteklenmiştir. Metinde üç ayların fazileti, Aşure gününün önemi, Hz. İbrahim, Hz. Yakub ve Hz. Musa’nın vefatları, ibadet, fitre, zikir gibi dinî konulara değinilmiştir. Soru cevap yöntemiyle verilen bilgiler arasında “azîz-i men, yâ bende, okıgıl yâ mukrî” gibi birtakım kalıp ifadeler dikkat çeker. Eserdeki manzumeler arasında kaside, mesnevi, kıta, rubai ve müfred gibi nazım şekillerine rastlanır. Eserde 500 beyit civarında aruz ya da hece ölçüsüyle yazılmış manzume vardır.
Ey mümin; gafil olma recep ayı geldi, recep ayı bütün insanlara hoş geldi. Recep ayını Tanrı ayı olarak bil, o, Tanrı’dan bütün halka edep geldi. Bu ay içerisinde oruç tutan kulun sevabını yarın Tanrı ödeyecektir.
Ey kul; Tanrı senin tutan elini, yürüyen ayağını, gören gözünü, işiten iki kulağını, söz söyleyen dilini bir damla sudan yarattı, Dünya’da hayatını ibadet ile geçir. Bahar, güz, yaz, kış yanılmadan, şaşırmadan gece gündüz senin rızkını eksiksiz olarak verir. Yılda bir kere gelen recep ayı onundur, şaban ayı ise dostunundur, yüzünü çevirme!
Bu ayda Cehennemin kapısını kapatırlar, gayret edip Tanrı kulluğunu yerine getir. Cennet kapısını bu ayda açarlar, iman edenlerin üzerine çokça rahmet saçarlar. Cennetlik olanları Cehennemlik olanlardan bu günlerde ayırıp birbirinden seçerler.
Mümin isen, belini bağla ve sağlam dur, zamanı gelince ağlayanları avundur. Tanrı’nın verdiği ve ulaşabildiğin çeşitli nimetleri bayram günü dağıtarak yetimleri sevindir. Bey; yaşadığın sürece hayatın güzel geçsin, sana düşmanlık düşünenler, sonra senden utansın. Gündüz giyecek, gece yiyecek bulamasınlar, onun hali hangi gün benden iyi olduysa kendisi için kötü olsun. Sıkıntılı günlerinde seni bekleyen, sana yardım eden bir olan Tanrı olsun, O, ibadetlerini kabul etsin ve bayramın kutlu olsun.
Dilersen yarın orada tatlı canını kurtarırsın, Tanrı için kurban kes ve kutlu kan akıt. Kutlu günde kan akıtmak kutlu olur iyi bil, kutlu günde kan akıtılmasını rabbim olan kadir Tanrı sever.
İnanan kişiye dünyayı sevmek iyi değildir, iman ediyorsan dünya sana sevgili olmaz. Az veya çok kim dünyalık toplarsa, bilsin ki tüketinceye kadar yiyecek değildir. Sanma ki dünya sana ebedî kalır, dünya geçicidir ve kimseye sonsuza kadar kalacak değildir. Ömrün yüz bin yaşa erse, dünyayı baştanbaşa ele geçirsen, altın, inci, yakut, gümüş ile büyük büyük köşkler ve saraylar yapsan bu dünya hiç kimseye vefa göstermez ve seni bir gün tatlı aşa doyurmaz. Bir gün sana vade yetip geldiğinde Kaf dağını aşarak kaçsan da kurtuluş yoktur. Bilmeden kendine âlim deme, bilmeden biliyorum diye düşünüp yüksekten bakma, bilim öğrenmeye çalış, bilgin herkesin önderidir, öğrenmekten sakın ola ki geri durmayasın! Din sarayı bilgi öğrenmekle yükselir, ey evlat cahillikten kendini koru, dinini yıkma. Cahillik yakan ateştir, akıllıysan kendini cahillik ateşine yakma. Bilim öğrendiysen onunla amel et, dünya ile ilgili uzun emeller seni aldatmasın. Dünyada hiç kimse sonsuz değildir, gafil olma bir gün sana da ecel gelecektir.
Bilim öğrendiysen sakın onu satma, halka hoş gelsin diye sözlerine yalan katma. Dini dünyaya değişip yarın Yahudiler gibi, Cennetten mahrum kalıp kendini Cehenneme atma. Yaratılmışların hepsi ikişer, Tanrı tektir, bu Levh’te yazılmıştır ve bunda şüphe yoktur. İnançsızlar bunda şüphe etse de köpeğin işemesiyle deniz kirlenmez.
Gönlümden geçiriyorum Yusuf’un yanmasını, gökyüzündeki ayı ve güneşi ayıramıyorum. Bende olan bu dert eğer sende de olsaydı, sen de gökteki ayı ve güneşi ışıktan seçemezdin.
Yağmurdaki yel gibi geçti gençliğim, koştum ama ben ona yetişemedim. Yağmurdaki kar olarak geldi yaşlılığım, kaçtım ama ben onu geçemedim.
Nasırüddin b. Ahmed b. Muhammed 1988. “Koşuklar”, Behcetü’l-Hadâîk fî-Mev’izeti’l-Halâyık’ten Koşuklar, çev. Sadettin Buluç, TDAY Belleten 1963, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 161–201.
Baba ve Anneye Hizmet Etmenin Erdemleri: Kerderli Mahmut b. Ali
Nehcü’l-Ferâdis (Uştmahlarnıng Açuk Yolı) üzerinde çalışan bilim adamları eserin yazarı olarak Kerderli Mahmut b. Ali’yi, eserin yazıldığı yer olarak da Harezm’i kabul etmektedirler. Kerder, eski Harezm’de bugünkü Köhne Ürgenç şehrinin kuzeydoğusunda, Karakalpakistan’ın Nukus ve Çimbay şehirleri arasında pek çok bilginin yetiştiği bir kültür merkezi idi. Eserin dili, onun daha çok Altın Ordu’nun doğusunda yazıldığını göstermektedir. Eserin yazılış tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber en eski kopya nüshalardaki 1358 ve 1360 tarihlerine bakılırsa bu tarihlerden önce olduğu anlaşılmaktadır. Eser, edebiyatımızda ayrı bir tür oluşturan kırk hadis kitaplarından biridir ve onar fasıllık dört baptan oluşmuştur. Bölümlerde sırasıyla Hz. Peygamber’in hayatı, Dört Halife ve dört mezhep imamı hakkında bilgi, iyi ameller ve kötü ameller anlatılmıştır. Her kısım, Türkçe tercümesi verilen bir hadisle başlatılmış, sonra da bu hadise uygun menkabe ve hikâyeler sade bir Türkçe ile anlatılmıştır. Eserin temel amacı, İslamî emir ve yasakların amelî olarak öğretilmesi ve dinî birtakım kuralların hikâyeler yoluyla pekiştirilmesidir. Metnin harekeli olması Harezm Türkçesi’nin dil özelliklerini göstermesi açısından son derece önemlidir.
İmam Gazali İhyâ’u’l-Ulûm adlı kitabında şu hadisi yazmıştır; “Baba ve anneye iyilik yapmanın sevabı; namaz kılmanın sevabından çoktur, oruç tutmanın sevabından da çoktur, hac ve umre yapmanın sevabından da çoktur.” Peygamber as şöyle buyurdu; “Miraç gecesinde cennette etrafı seyrederken, cennet makamlarından bir yüksek makam var, o makama çıktım. Etrafa baktım ve bir kişinin sesini işittim. Böyle yüksek bir makamda oturan bu kişi kimdir diye sorunca; bu, Ni’mân-i Ensârî’dir dediler. Nasıl bir amel işleyerek bu makama çıktı diye sorunca; bana, bu Ni’mân’ın annesi var idi ve o annesine iyi hizmet ederdi, annesi ondan razı idi. O sebepten Tanrı, Ni’mân’a bu makamı nasip etti dediler. Peygamber as buyurdu; “Tanrı’nın rızası, baba ve annenin rızasına bağlıdır, Tanrı’nın gazabı da baba ve annenin gazabına bağlıdır. Peygamber as’a; “Yâ Resûlullah, baba ana hakkı nasıldır?” diye sordular. Peygamber as şöyle buyurdu: “Baba ana hakkı şudur ki baba ölünceye kadar ona hizmet etmeli ve onu hiç üzmemelisin.” sonra yine sordular; “Ya Resûlullah, ana hakkı nasıldır?” dediklerinde Peygamber as buyurdu; “Heyhât heyhât eğer bir kişi annesine hizmet etse, bir yüksek tepenin kumu sayısınca ya da yağmur damlaları sayısınca ya da bu dünyanın günleri sayısınca annesi önünde ayakta durup hizmet etmiş olsa, annenin, çocuğunu bir gün karnında taşırken çektiği sıkıntının hakkını ödemiş olmaz.” Birisi şöyle sordu: “Yâ Resûlullah, babam ve annem yaşlandılar. Ben de hizmetlerinde hiç kusur etmedim ve onlar bana kaç yıl hizmet etmişlerse ben de onlara o kadar hizmet ettim. Haklarını ödemiş olmaz mıyım?” diye sorunca Peygamber as buyurdu; “Ödemiş olmazsın.” O kişi; “Yâ Resûlullah, niçin ödemiş olmam?” deyince Peygamber as buyurdu; “Şundan dolayıdır ki o ikisi sana canlarıyla, tenleriyle ve sevgileriyle hizmet ederlerdi ve ayrıca senin ömrünün uzun olmasını dileyerek hizmet ederlerdi. Fakat sen ne kadar iyi hizmet etsen de gönlünden, keşke bunlar ölseler de bu zahmetten kurtulsam diye geçirirsin. Bu yüzden bu iki hizmet arasında fark var.” Yine sordular; “Yâ Resûlullah, dünyada baba ana hakkını ödemeye imkan var mıdır?” Peygamber as buyurdu; “Ne zaman ki baba ve ana bir kimsenin elinde kul köle olsa, oğul ya da kız, baba ve annesini malını verip satın alsa ve onları âzât etse baba ve anne hakkını ödemiş olur.” Tanrı oğlu ve kızı yarattı, ancak bunların varlığına anne ve baba sebep oldu. Onlar birbirleriyle buluştukları için Tanrı oğul ve kızı yarattı. Anne ve baba köle olunca, ölü gibi olurlar. Kölelerin sahipleri izin vermeden alım satım yapmaları şer’an uygun olmaz, şahitlikleri, savaşa gitmeleri, gaza yapmaları, kadılık yapmaları, imamlık yapmaları, bütün bu belirtilenleri yapmaları doğru olmaz. Oğul ya da kız bunları satın alıp serbest bırakırsa bütün bu sayılanları yapabilirler, ayrıca yaşıyor sayılırlar. Oğul ve kızın yaşamasına nasıl ki anne ve baba sebep olmuştur, anne ve babanın yaşamasına da oğul ve kız sebep olduğunda anne baba hakkını ödemiş olurlar. Peygamber as buyurdu; “Baba ve anneye iyilik yapan, onları hoşnut eden ne kadar büyük günahlar işlese de asla cehenneme girmeyecektir. Baba ve anneye eziyet eden ne kadar çok ibadet etse de asla cennete giremeyecektir. Ey ümmetim, sakın ola ki anne ve babaya kötülük etmeyin.”
Bir gün Peygamber hazretlerine bir kişi geldi ve öz babasından şikâyet etti ve şöyle dedi; “Yâ Resûlullah, ben babama hizmet ederim, nafakasını hiç eksik bırakmadan tamam veririm, Kendisi, benim yokluğumda evime girip benden izinsiz malımı alır ve harcar deyince, Peygamber as babasını çağırttı. Sırtı kamburlaşmış, saçı sakalı ağarmış, eline bastonunu almış bir yaşlı adam geldi ve Peygamber’e selam verdi. Peygamber as selamını alıp şöyle dedi; “Ey ihtiyar, bu oğlun senden şikâyet eder.” Yaşlı adam; “Yâ Resûlallah, bir zamanlar ben güçlüydüm ve bu oğlum güçsüz idi, ben zengin idim, bu oğlum yoksul idi. Ben, bir şeye muhtaç değildim, oğlum bana muhtaç idi. Yâ Resûlullah, o zaman ben malımı bu oğlumdan esirgemedim, ona harcadım ve gücümü esirgemeden ona sarf ettim. Sevgi ve şefkat ile koruyup büyüttüm. Şimdi oğlum güçlendi ve ben zayıfladım ve o zengin oldu ve ben fakir oldum, bunun bir şeye ihtiyacı kalmadı, ben ona muhtaç oldum. Ben hiçbir şeyi bundan esirgemedim, ancak bu benden malını esirger ve bana karşı cimri davranır. Bana istediğim gibi hizmet etmez ve şefkatli davranmaz.” dedi ve Hazreti Peygamber bu sözleri işitince gözlerinden yaşlar boşandı ve “Eğer bu ihtiyarın sözlerini taşlar ya da kesekler işitmiş olsaydı, onlar da ağlarlardı.” dedi ve üç kere; “Ey oğlum; sen de malın da babanınsın. Sakın malını babandan esirgeme” diye buyurdu.
Kerderli Mahmut b. Ali 1998. “Baba ve Anneye Hizmet Etmenin Erdemlerini Beyan Eder”, Nehcü’l-Ferâdis –Uştmahlarnıng Açuk Yolı-, haz. Janos Eckmann; yay. Semih Tezcan-Hamza Zülfikar, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 195–198.
5.AŞK EDEBİYATI
Her kültürün edebi birikimi içinde aşk ve onunla ilişkili olarak yer alan kadın, erkek, şarap gibi kavramların önemli bir yeri vardır. Türk edebiyatında da aşka geniş bir yer ayrılmış olup bu konuyla ilgili seçilen metinler aşağıda sunulmuştur.
Gazeller: Hoca Dehhânî
Horasan’dan gelip Konya’ya yerleşen ve hayatı hakkında pek bilgi bulunmayan Hoca Dehhânî, 13. yüzyıl şairidir. I. veya III. Alâeddin Keykubad devrinde yaşamış olduğu tahmin edilmektedir. İntisap ettiği sultanın isteği üzerine yirmi bin beyitlik bir Selçuklu Şehnâmesi kaleme aldığı bilinen, fakat bu eseri henüz ele geçmemiş olan Dehhânî’nin, bugün ona ait olduğu kesinlik arz eden bir kasidesi ve altı adet gazeli vardır. Ömer bin Mezîd’in Mecmûatü’n-Nezâir’i, Eğridirli Hacı Kemâl’in Câmi’u’n-Nezâ’ir’i ve Şeyhoğlu Mustafa’nın Kenzü’l-Küberâ’sında şiirlerine tesadüf edilmesi sevilen bir şair olduğunu gösterir. Hoca Dehhânî’yi bilim dünyasına tanıtan Fuad Köprülü, o dönem şairlerinin pek çoğunun tasavvufî bir mecrada şiir söylemelerine karşılık, Dehhânî’nin şiirlerinde dünya zevklerinden; hasret, arzu, heves, hicran gibi mecazî aşka dair konulardan dem vurması sebebiyle onu Anadolu’da lâdînî klasik şiirin başlangıcı olarak kabul etmektedir. Dehhânî şiirlerinde, bahar mevsiminin gelişi, güllerin açılması, şarap içme zamanının başlaması gibi temalara yer vermiş, aşkın çeşitli hallerini işlemiştir. İfade ve teknik bakımından İran şiirinin etkisi görülse de, kendine has tarzıyla sonraki şairleri büyük ölçüde etkilediği, klasik şiirin temellerini attığı açıktır.
Gazel
Sabret gönül, derdine derman erişsin diye bekleme. Boş yere kendini ateşe atıp sevgiliye kavuşacağını umma.
Göz sedefinden ne kadar inci (gibi yaşlar) dökersen dök; şu dişi inci, dudağı mercan (sevgili, sana merhamet edip) gelir diye umma.
Ey bülbül! Güle kavuşmak istersen feryad etmeyi bırak. Ağzı gül goncası olanın gülistana geleceğini umma.
Ayrılık acısı ile belin karınca gibi inceldiyse bile bu hasret ne zamana dek sürerse sürsün Süleyman erişir diye umma.
Yakub gibi hüzn ile katlan birkaç gün; Yusuf-ı Ken’an’ın haberi bir gün (mutlaka) gelir diye umma.
Ey bülbül! Feryad, figan etme; gonca gibi ağzını kapalı tut. Gül bahçesinin tekrar -eski demlerine- kavuşacağını umma (bahar geçti).
İnsanın dileğine erişmesi inan çok zordur. Boş yere yaka yırtma; -arzuların- eline kolay geçer diye umma.
Rakiplerin yüzünden o sevgili sana gelmiyor. Şu an kendisinin haberdar olmadığı bu durum bir gün ortaya çıktığında da sana gelecek diye umma.
(Ey sevgili), zavallı Dehhânî’nin bir mum gibi şöylece yandığını görüp de baştan ayağa ömrü tükensin (için için eriyip bitsin) diye umma. (Bitimsiz bir mum gibi senin için sonsuza dek yanacak.)
Gazel
Tûbâ ağacı senin boyunun gölgesine sığınmasa, cennet ehlinden kimin nazarında bir çöp kadar değeri vardır?
Her ne kadar saçın, hiç ucu yokmuş kadar uzunsa da, güzel kokuları bir araya getiren rüzgara sor da onu sana tel tel, inceden inceye anlatsın.
En iri ve parlak inci tanesi, senin inci dişlerine lala olursa bu unvan ona çok değil midir bu gün?
Gönül; ayva tüylerini, benini ve saçını görüp onların sevdasına düşmüş. Vah zavallı! Neden gözünü karartıp bunca sevdaya düştü ki?
Eğer ay, -denklik davasına düşüp- senin güzelliğinle karşı karşıya gelse, güzelliğine –bu kadar- yaklaşmaktan dolayı yanıp tutuşur.
Uzun boyunu gördüğüm gibi gönül verdim, karşılığında belâ aldım. Bu yüceliğe gönül vermek belâ imiş; bilemedim!
Bu sevdayı başıma kalem yazdı. Kalem gibi başım gitse bile, bu sevda bana sermaye ve kar olarak yeter.
İçimde gece gündüz, gizli gizli yanan sevdanın ateşidir. (Bu ateş) bir gün süveydaya sirayet ederek tutuşacak.
Gerçi Dehhânî (bu kıymetli) sözleriyle, (her türlü değerli madenin çıktığı) bir mücevher ocağıdır ama senin gibi bir gümüş çehreliye gönül verdiğinden beri onun işi yalnız altın olmuştur.
Gazel
O inci dişli (güzel), durulukta mücevherlere benzeyen ne de güzel bir cevherdir. Yabani gül onun yüzünü her gördüğünde kendini yerden yere vurur.
Yüzü gül, saçı sümbül, boyu servi, dudağı şekerdir. Melek tavırlı, güzel yüzlü; kaşı fettan, gözü büyücüdür.
Ayna, cahillik edip onun yüzüyle karşı karşıya geldi. Böylece herkese aynanın katı yüzü âşikâr oldu.
Şekerden de tatlı, şirin sözleri yüzünden Ferhat gibi dağlara düşsem yeridir.
O kaşa nasıl bakabilirim? Hışmının yayını kurmuş, ardı ardına kirpik oklarını gözüme doğru atar.
Kılı kırk yaran âlimlere eğer kendisi gizlice haber vermezse, belinden kimse asla bir kıl kadar bile haber veremez.
Ey Dehhânî, kara (Hindû) yüz yıkanarak ağarmayacağı gibi, benim de onu öğütle gönülden çıkarmam mümkün değildir.
Gazel
Bu derdimin acaba bir dermanı yok mu? Ya bu sabr etmenin bir ölçüsü?
Mum gibi baştan ayağa yanıyorum. Nedir; bu yanmanın bir sonu yok mu?
Ben ağladıkça düşman gülüyor. Acaba şu kâfirin imanı yok mu?
Gamzen ok olup ciğerimi deldi. Ara, bak bakalım, o okun demir ucu yürekte durmuyor mu?
Gözünü hançer gibi boynuma vurdu. Acaba o zalimin imanı yok mu?
Kanımı su gibi akıtıp toprağa karıştırdın. Ne sanıyorsun? Garibin kanı yok mu (kan bahası olmaz mı)?
Beyim; Dehhânî’nin ölmeden önce huzuruna çıkma imkânı yok mu?
Gazel
Bahar geldi, cihanı aydınlattı. Gelin; gül ve gül bahçesini gezelim.
Seher yeli acaba ne sihir okuyup üfledi ki taze güllerle bahçeleri cennete çevirdi.
Leylâ güzelliğini güle mi verdi ki gül, bülbülü bu denli âşık edip Mecnun’a çevirdi.
Eğer gül, okunu bülbülün yüreğine saplamadıysa o okun ucu niçin böyle kızıl kana bulandı?
Sakî dostum olmuş; gül karşımda ve kadeh elimde. Çekemeyenler görünce “ne şahane bir hayat” desinler.
Menekşe gibi boynunu eğip fırsatı kaçırma. Zira şu ömür dedikleri zaman, gül gibi çabuk geçer (solar).
Şarap yürek kanıdır, öldüğünde toprak yutacağına bu gül devrinde onu sen iç. Muhteşem Kârûn nerede!? (dünya ona bile kalmadı)
Birçok dostu ve arkadaşı, Dehhânî yârinden bu şekilde ayrılalı beri işte böyle kumru gibi (boynu bükük) dedi.
Hoca Dehhânî 1926. “Gazeller”, Fuad Köprülü, “Selçukîler Devrinde Anadolu Şâirleri: Hoca Dehhânî”, Hayat Mecmûası, Ankara, s. 4-5; Ömer bin Mezîd Mecmû’atü’n-Nezâir 1995. Tıpkıbasım Yay.: Mustafa Canpolat, Ankara: TDK Yay., 33a-34a, 51a-51b, 133a-133b; Eğridirli Hacı Kemâl, Câmi’u’n-Nezâir, Bayezid Devlet Ktp. 5782, 460a.
Harf Çevirisi: İbrahim Kolunsağ
Mısır Hatunlarını Beyan Eder: Kul Ali
Ali, Türk edebiyatında dörtlüklerle ve hece ölçüsüyle yazılan ilk Yusuf ve Züleyhâ hikâyesinin yazarıdır. Hayatı hakkında pek bilgi yoktur. Eserinden hareketle, 12. yüzyılın sonları ve 13. yüzyılın ilk yarısında Harezm bölgesinde yaşadığı söylenebilir. Eser hem doğu Türkçesi özellikleri hem de batı Türkçesi özellikleri gösterdiği için, karışık dilli eserler arasında yer alır ve birçok arkaik özellik taşır. Şeyyad Hamza’nın mesnevi tarzında kaleme aldığı Yusuf u Züleyha’sının da ilham kaynağıdır. Eserin yazarı Ali; Harezmli Ali, Kul Ali gibi isimlerle tanınır. Hayatı hakkında fazla bilgi olmadığı için eserin sonunda geçen Kul Ali ibaresinden hareketle Ali ismiyle anılagelmiştir. 13. yüzyılda telif edilmiş, kesin doğru olmamakla birlikte, 1234 yılında kaleme alınmıştır. Manzum olarak yazılan eser, halk şiirindeki koşma ve varsağı nazım şekillerini andırmaktadır. Dörtlüklerde, ilk üç mısra kendi arasında kafiyelidir, dördüncü mısralar ise ’imdi’ redifiyle devam etmektedir. 12’li hece ölçüsüyle yazılmıştır ancak zaman zaman 9, 10, 11, 13, 14 heceli mısralara da rastlanır. Ali, eserinde Ahmed-i Yesevî’nin hikmet tarzını devam ettirmiştir. Eser imla bakımından Arap-Fars ve Uygur yazı geleneklerinin etkisi altındadır. Doğu ve batı Türkçesi ses özellikleri karışık biçimde kendisini gösterir. Yerli yabancı birçok nüshası olan eser üzerine, yurtdışı ve yurtiçi kaynaklı olmak üzere pek çok çalışma yapılmıştır.
Mısır içinde birçok kadınlar
Bunu işitip bir araya geldiler
Kadınlar ayıplayarak konuştular
Her birisi bir türlü söz söyler şimdi
Züleyha kuluna âşık olmuş
Kulu itaat etmemiş çok utanmış
Bu hal üzerine vezir o anda gelmiş
Kulunun kof çıktığını görmüş şimdi
Züleyha’yı ayıplayan o kadınlar
Her birisi bir türlü söz söylediler
Melik hatunu bunun gibi iş yaptı
derler Bütün herkese rezil rüsva oldu şimdi
Züleyha bu durumlardan haber aldı
Büyük bir dernek kurup davet verdi
Oradan buradan dört yüz kadın geldi
O kadınlar bir köşeye geçip otururlar şimdi
Züleyha Yusuf’a çok öğüt verdi
Şimdi benim bu sözümü dinle dedi
Çağırdığım vakit hemen gel dedi
Ay yüzünü bu hatunlar görsün şimdi
Kendi eliyle Yusuf’un saçını örerdi
Üzerine bin bir çeşit elbise giydirirdi
Ķızıl altın renkli tası eline verdi
Meclise getirip sunsun diye şimdi
O kadınlar kürsü üzerine oturdular
Birer turunç ile birer bıçak getirdiler
Alın diye onlara buyurdular
O esnada Yusuf karşılarına çıkar şimdi
Yusuf örtüsünü açarak salındı
O hatunların gözleri ona düştü
Onu gören hepsinin aklı şaştı
Turunç sanıp parmakların keser şimdi
Yusuf’u görmeye uğradılar
Ellerini keserek doğradılar
Ellerinin kesildiğini duymadılar
O kadınların hepsi hayran kalır şimdi
…
Züleyha söyler sizler gördünüz mü
Benim yüzümün solduğunu bildiniz mi
Bir kez görmekle ellerinizi kestiniz mi
Bayılıp düştünüz mü sizler şimdi
Ben Yusuf’u tanırım yedi yıldır
Ona olan aşkım benim her dem artar
Miskin özüm aşk ateşini devamlı çeker
Böyle iken sabrım sizden daha fazla şimdi
Gördünüz mü benim acımın aslı nereden
Bu oğlanın benzi nuru doğar güneşten
Aklı güzelliği görülmemiş binlercesinden
Yüzünü gören canını feda eder şimdi
Züleyha söyler ya benim emrime amade ola
Ya benim derdime merhem ola
Ya hapis kılam zindan içinde kala
Bütün ömrü zindan içinde kala şimdi
Yusuf devamlı yalvarır Allah’ına
Beni gönder Kanzafer’in zindanına
Düşerim günah bataklığına
Yanlış iş yapmaktansa zindan bana daha iyi şimdi
…
İlahi yaratıcı duasını kabul kıldı
Züleyha hilesinden onu Allah kurtardı
Lanetlenmiş şeytanın sözünü batıl kıldı
Bozguncudan kendini uzak tutar şimdi
Ali 2011. “Mısır Hatunlarını Beyan Eder”, Türk Edebiyatının İlk Yusuf ve Züleyha ve Hikâyesi, Ali’nin Kıssa-yı Yusuf’u, haz. Ali Cin, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 294–297.
Gazeller: Sultan Veled
Sultan Veled, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin büyük oğludur. 1226 yılında Larende’de doğmuş ve 1312’de Konya’da vefat etmiştir. Annesi, Mevlâna’nın ilk eşi Gevher Hatun’dur. Mevlânâ ona kendi babasının adını vermiştir. Başta babası olmak üzere Şam’da ve Konya’da çeşitli âlimlerden eğitim alan Sultan Veled, babasının izinde ilerlemiş ve onun ortaya koyduğu tasavvufî esasları halka yaymayı kendisi için görev saymış, vefatına kadar da bu vazifeyi yerine getirmiştir. Babası gibi Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî’ye intisap etmiş, o ölünce Şems-i Tebrizî’ye, daha sonra da Salâhaddin Zerkûb ve Hüsâmeddin Çelebi’ye bağlanmıştır. Mevlevîliği sistemleştirdiği için bazılarınca tarikatın kurucusu olarak da kabul edilmektedir. Sultan Veled babası kadar büyük bir şair değildir. Gazellerinin çoğu Mevlâna’ya naziredir. Fakat o, Farsça şiirlerinin arasında Türkçe beyitler söyleyerek, Türkçenin de Farsça ve Arapça gibi bir şiir ve edebiyat dili olabileceğini ortaya koymuş; sonraki çağlarda klasik hüviyeti kazanacak olan Osmanlı şiirini adeta müjdelemiştir. Veled-nâme (İbtidâ-nâme), Rebâb-nâme ve İntihâ-nâme başlıklarını taşıyan üç mesnevisi vardır. İbtidâ-nâme’sinde 76, Rebâb-nâme’sinde 162 Türkçe beyti bulunan Sultan Veled’in gazel şekliyle de 20’den fazla Türkçe şiiri bulunmaktadır.
Gazel
Ey ay u güneş kulun, aldun cânumu bu gün
Ger bir bakasan bana, eksük ne ola senden
(ger: eğer)
Ol ay yüzünü gördüm, kâfir gözüne sordum
Aytdum: “Ne çıkarursan bir gezde beni dinden!?”
(aytdum: dedim; bir gezde: bir defada, bir hamlede)
Sen baysan u ben yoksul, sen beysen u ben bir kul
Tanrı içün, bir yalan degül ki senünvem ben
(bay: zengin; senünvem: seninim)
Benden yukumu kaptun, vardun yalınuz yatdun
Aytgıl, ne belâdur bu, aşkun ne diler benden
(yuku: uyku; aytgıl: söyle)
Ger sen dilemezsen kim, beni deli edesen
Ol ay yüz ile gündüz, damda nişe gezersen
(ger: eğer; nişe: nasıl, niçin)
Paşa[san] sen e gözüm, aytgıl ne diler gönlün
Kimdür ki sana ayda, bu yahşı ve ol yaman
(aytgıl: söyle; ol: o)
Gazel
Kara kaşlar, kara gözler, canum aldı; canum aldı
Müslümanlar nedür bu kim, bana geldi bana geldi
(kim: ki)
Müslümanlar âşık oldum, süci içdüm deli oldum
Dükeli çağırun götrü, devâ kıldı devâ kıldı
(süci, çağır: şarap; dükeli: cümle, hepsi; göt[ü]rü: tamam, büsbütün)
Seni gördüm, sana geldüm, elüm tutgıl oda düşdüm
İsim verdi, deli oldum; beni Tanrı sana saldı
(tutgıl: tut; od: ateş)
Ne tatludur senün aşkun ki benden gönlümi aldı
Sana bir can fedâ kıldum, iki bin can bana geldi
Anun kim canı nurluydu, Îsâ gibi göğe ağdı
Karanu canlu yer üzre, eşek gibi gerü kaldı
(ağdı: yükseldi; karanu: karanlık, kara; yer üzre: yeryüzünde)
Seni buldum, sana geldüm, gözüm açdum seni gördüm
İsim verdi, deli oldum; beni Tanrı sana saldı
Seni gördüm geçer idün, canum yolın açar idün
Âşıkları seçer idün, kalın yıldırım çaldı
(çaldı: çarptı)
Ulu-kiçi seni sever, seni ister sözin söyler
Güneş gibi yüzin doğar, kamu âlem yüzin doldu
(ulu-kiçi: büyük-küçük)
Halâyıklar canı seçün, bu dünyadan berü kaçun
Gözi açun gözi açun, görün Tanrı neler kıldı
(halayık: kul, köle)
Veled geldi size aydur, ne istersiz sizünledür
Kim usluysa beni bildi, deniz oldı güher buldı
(aydur: söyler; uslu: akıllı, güher: inci, mercan)
Sultan Veled 1941. “Gazeller”, Divanı Sultan Veled, Tıpkıbasım Yay.: F. Nafiz Uzluk, Uzluk Basımevi, İstanbul 1941, s. 117, 238.
Harf Çevirisi: Kayhan Şahan
Hüsrev ü Şirin: Kutub
Hüsrev ü Şirin mesnevisi 1341 yılında Altın Ordu sahasında yazılmıştır. Doğum-ölüm tarihleri de dahil hayatı hakkında –şimdilik– herhangi bir bilgiye sahip olmadığımız Kutub, bu eseri, Nizami’nin aynı adı taşıyan mesnevisinden, Altın Ordu hükümdarı Tini-Bek Han ile onun eşi Melike Hatun adına Türkçeye tercüme etmiştir. Kutub, eserin baş kısmında bulunan bölümlerinde Nizami’de bulunmayan beyitler eklemiştir. Hikâyenin kuruluşu, konusunun seyri ve sonuçları bakımından ise Nizami’ye sadık kalmıştır, ancak Nizami’nin eseri bugüne ulaşan şekliyle 5700 beyit civarında, Kutub’un eseri ise 4370 beyittir. Eserin değişik nüshaları bulunmadığı sürece bu durumun sebebiyle ilgili kesin bir yargıda bulunmak mümkün olmayacaktır. Kutub’un Hüsrev ü Şirin’i Türk yazınında yazılan yirmiyi aşkın Hüsrev ü Şirin veya Ferhat ü Şirin mesnevisinin ilkidir. Bir aşk mesnevisini Türkçe anlatarak dönemin Türkçesinin tüm imkânlarını sergileyen Kutub, yazı diline geçmemiş birçok Türkçe sözcüğü de Türk yazınına kazandırmıştır.
Şirin’in Hüsrev’in Resmini Görüp Âşık Olması
Örümcek ağı gibi bin hile yaparak Hüma kuşunu avladı o fal ile. Görün bu kişiyi ki nasıl bir şey yaptı, peri gibi güzeli divane etti. Çok acayip bir kimseymiş bu kişi, periler de bu kişiden kendini kurtaramaz. Resmini görüp Şirin’in gönlü düştü, der ki bu özüm nasıl bir işe düştü. Öyle oldu ki hiç anlatılası değil, onun söylediklerini söylese de olmaz. Çiçek gibi soldu ve yanağının alı gitti, vücudunda zerre kadar mecali kalmadı. Bunun durumunu bütün kızlar öğrendiler, acayip bir iş oldu diye şaşırdılar. Önceki yaptıklarından pişman olup Şirin’e dediler ki ey can; ne olacaksa olsun işte canımızdan geçelim, bu resmin sırrını öğrenelim, canımız sağ oldukça onu arayalım, bu resmin canı olup olmadığını öğrenelim. Dosta yardım, dostlardan gelir deyip onlardan yardım istedi ve ağladı. Şirin anladı ki arkadaşları doğru konuşuyorlar ve gerçekten de bu işe bir çare arıyorlar. Pek çok iş, gerçekten bir araya gelinerek ve dostların yardımlaşmasıyla bitirilebilir.
Elif gibi düz olan boyum, şimdi lam harfi gibi eğildi, ne gözümde uyku kaldı, ne de can rahatım. Gelin söz gizlemekten vaz geçelim ve bu resme bakıp içki içelim. İçki sofrasını kurmaya başladılar, eğlence hazırlıklarını tamamlayıp oturdular. Sakiler kadehleri ellere sundukça diğer kadehi getirmek üzere hemen tekrar yollandılar. Şirin, acı şarabı içip kendinden geçti ve nergis gözlerinden kan yaşlar akıttı. O huri, kadehi eline almış ve o resmin önünde eğilir. Âşıklık ile sarhoşluk birleşti, dimağı sabretmekten vazgeçti. O kızlardan birini kendine yakın görüp gözcü olarak yol başına oturttu. Ona, gelip geçene resimdeki kişiyle ilgili neler bildiklerini sormasını söyledi. O kız, pek çok kişiye bunu sordu, ancak resimle ilgili bir şey bilen çıkmadı. Resimle ilgili bir şey öğrenemeyen Şirin’in ıstırabı arttı ve ilden ayrılıp gitti.
Savur’un Hüsrev’in Hikâyesini Şirin’e Anlatması
O büyücü Savur, kasıtlı olarak kendini rahiplere benzetmiş yürüyordu. Şirin onu uzaktan görünce tanıdık biri olduğunu anladı. O rahibi çağırın ve bu resimle ilgili ona sorun, bakalım ne diyecek diye buyurdu. Onun bu sırrı bilmesi ve bundan bizi haberdar etmesi şaşılacak bir durum olmayacaktır dedi. Bu resmin birine ait olduğunu ve bu sırrı da bu rahibin bildiğini seziyorum. Ona hürmet edip yaşlı bir kimsenin önünde yürütsünler. Savur’un ayağının tozunu öpüp o resimle ilgili olup biteni ona anlattılar. Gülüp; bu sözü söylemek ve insanlara bu sırrı yaymak doğru olmaz, dedi. Bu kızlardan biri koşup işittiklerini anlattı. Şirin, bu kızın söylediklerini anlayınca kendini engelleyemedi. Yüreğindeki kanı kaynayıp ciğeri yandı, gideyim ben deyip kendisi o yola düştü. Halhalının sesi dağlarda yankılandı, zülfü misk, dudağı şeker ve bal saçtı. Aşkının elinden sabır feryat etti, salınarak perişan bir halde yürüdü. Güneş yere inmiş de yürüyor gibi o huri, cihana ay yüzüyle ışık verdi. Yine gece gibiydi onun saçlarının rengi, saçar gül yanakları üzerine misk iki zenci. Ressamlar, Şirin’i bu güzelliğiyle resmetmeye tahammül edemeyip başlarını eğdiler. Yine bağrı ayrılık ateşiyle yanıp gitti ve usulünce uzaktan selam verdi. Savur, medh ü sena ile onu karşıladı ve o huri oturdu. Sen kimsin diye sormaya başladı Şirin, nereden geliyorsun ve nerelisin? Seninle ilgili gönlümde bir şüphe geçiyor, gözünde sezdiğim bir belirti var. Soruma cevap ver ey ihtiyar! Sizden bir tedbir bulunması şaşılacak bir şey değildir. Ben öyle bir üstadım ki bütün cihanı gezerim ve neler olup bittiğini bilirim diye cevap verdi. Tanrı benden hiçbir şeyi gizlemedi, dünyada ne varsa hepsini bana açtı. Yeryüzündeki her yeri gezdim ve pek çoğunu gözümle gördüm. Gün doğusundan gün batısına kadar gezdim, bu yeryüzünün kitabını yazdım. Hangi konuda sorarsanız ben anlarım ey can; yabani hayvan, kuş, insan, cin ve peri fark etmez… Bil ki bu resimle ilgili pek çok hikâye var, bana kulak ver, iyi dinle de anlatayım. Bu resmin uzunca bir hikâyesi vardır, eğer burası ıssızlaşırsa sana anlatırım. O güzel buyurdu ve orada bulunan bütün güzeller dağılıp gittiler. Meydanı bütünüyle boş görünce sözünü bir top gibi ortaya bıraktı. Bu resim, cihan sultanı olan bir hakanın resmidir. O, yedi iklim şahının yadigârıdır, güzellikte dünyada bir eşi yoktur. Güzelliğinden dolayı ona güneş deseler yanlış olmaz, hiç kimse onun yüzüne doğru bakamaz…
Kutub 2000. “Şirin’in Hüsrev’in Resmini Görüp Âşık Olması – Savur’un, Hüsrev’in Hikâyesini Şirin’e Anlatması”, Hüsrev ü Şirin, haz. Necmettin Hacıeminoğlu, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 216–220.
Nev-Bahâr’ın Derdiyle Melik-zadenin Şiir Söylemesi: Hoca Mesud
14. yüzyılda Süheyl ü Nevbahâr ve Ferhengnâme-i Sa’dî adlı eserleriyle tanınan Hoca Mesud’un hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Hoca Mesud mesnevi edebiyatının önemli simalarından birisidir. 751/1350 yılında yazıldığı sanılan Süheyl ü Nev-Bahâr’ın aslı Farsça olup tercüme edilerek edebiyatımıza kazandırılmıştır. Eser, Yemen padişahının oğlu Süheyl ile Çin fağfurunun kızı Nevbahar arasındaki aşkı konu alan bir aşk hikâyesidir. Anadolu insanının maneviyatını güçlendirerek onlara çeşitli konularda bilgi ve nasihat verme amacında olan Hoca Mesûd’un geniş halk kitlelerine ulaşmak için, o günkü Türkçenin imkânlarını kullanma gayretinde olduğu görülmektedir. Süheyl ü Nevbahar yabancı unsurlarla fazla karışık olmayan, eski kelimelere sıklıkla yer veren, eski Anadolu Türkçesi’nin ses ve şekil özelliklerini taşıyan, dönemin diğer mesnevilerine göre daha sade Türkçeyle kaleme alınmış bir eserdir. Hoca Mesud ayrıca Aksaray-Nevşehir yolu üzerinde bulunan ve İpek Yolu kervanlarının konaklama ve güvenliği için 1231–1237 yıllarında, Hoca Mesud Hanı veya Ağzıkara Han adıyla bilinen bir de han yaptırmıştır.
Ey derdime derman olan ruh-ı revanım ve ey servi boylum aşkının ateşi beni yaktı. Huri bile karşıma çıksa umurumda değildir, gönlüm ve canım gece gündüz yalnızca seni ister. Tanrı’dan sürekli sana kavuşmayı dilerim, bütün hayatımda göreceğim hoşlukları seninle bir an görüşmeye değişirim. Ayrılık ateşi beni yaktı ve sabrım kalmadı, beni koru ve bana merhamet et ey sevdiğim. Kapında eli bağlı köle olmaya razıyım, kanımı da döksen emrine itaat edeceğim.
İşitti onun sesini Nev-Bahâr ve asla rahat edemiyorum dedi. Kalktı ve giysilerini giydi ve bütün süs eşyalarını da takındı. Dama çıktı ve bağa doğru baktı, gölgesi arkadaki suya düştü. Süheyl onu gördü ve gözünü yumdu, aklını dağıtmayıp kendini toparladı. Gördü ki o, kendi kendine düşünüyor, ne yerinden kımıldıyor, ne de çevresine bakınıyor. Örülmüş saçlarını çözüp dağıttı ve sanırsın ki kement attı… Melik-zade o saçları görünce kıvrımlarına gönlünü bağladı. Nakkaşın öğüdünü bir yana bıraktı, sarhoş kişiye öğüt ne fayda eder. O, ansızın başını kaldırıp yukarı baktı ve bütün edebini yere bıraktı. Onun bu bakmasına Nev-Bahâr sevindi ve bu, yar olmaya layık bir kimsedir dedi. Açıkça anladı ki aşka av oldu; aşk, nerede var ise gizli kalmaz. Ona karşı gülün bülbüle gülmesi gibi bir güzel güldü ve onu kendine müptela etti. Âşık olunan güzel, önce yüze güler, ancak aşığın kanını dökmek için de diş biler. Çabucak saçlarını toplayıp gitti ve Süheyl’in aklını başından aldı. Aklı onunla birlikte gitti ve kendini orada bıraktı, aynı canın gidip de teni bırakması gibi oldu. Ne akıl, ne anlayış, ne idrak, ne fikir, ne tedbir ve ne de endişe vardı, düşüp yatmıştı. Nakkaş, geri gelip baktı ki yatmış, ayağa kalkamıyor. Toplandılar ve onu omuzlayıp gizlice kaçtılar. Yağdan kıl çeker gibi yavaşça onu bağdan çıkardılar. Onun halinin dile düşmesini ve kimsenin bilmesini istemiyorlardı. Alıp onu yatağına kadar götürdüler ve yatağının çevresine oturdular. Nakkaş onun yüzüne gül suyu saçtı ve perişan bir haldeyken kendine geldi. Nakkaş, rezil olup gitmendense sabretmen daha iyidir, dedi. Bize, işleri baştan sona düzgün bir şekilde yürütecek yetenekli insanlar gerek; uygun zamanı ve fırsatı gözlesen, sırlarımızı gizleyip kimseye bildirmesin. İnsan sabır ile zafere ulaşır, acele eden kişinin gücü tükenir. Şimdi söyle bakalım, senin çok fazla olan bilgine ne oldu? Süheyl, onu ben görünce canımı onun için terk ettim, dedi… Saçının beliğini kement gibi attı ve benim boynuma bin türlü ip bağladı. İşini bitirdi ve yüzünü gizledi, sanırsın ki peridir, izini kaybetti. Yüzünü görürsen, insan yüzüne benzemez, sakın bana bu aşk belasının üstesinden gel deme. Bundan sonra ben yaşayamam, artık bana öğüt verme, öğüt almam. Nakkaş ona, ey Şehzade, aklını toparlan ki mutlu olabilesin, dedi. Sen sevgiliden ümit kesme, umulur ki Tanrı sana yardım edecektir. Gözünün gördüğünü bulasın ve bütün bu sıkıntılar huzura dönüşe. Eğer onun sana meyle olmasaydı, dama çıkıp asla gelmezdi. Özellikle seni denedi o ve saçını çözüp senin üzerine saldı. Sana karşı gelmesi yakınlık duymasındandır, ben kulunun bildiği de budur. Eğer o da sana aşık olmasaydı, sana böyle bir oyun oynamazdı. Sen bir iki gün sabrediver ki düşmanlarının gözleri kör olsun. Sevdiğinin babası olan Çin hükümdarı, oturmak için senin yanına gelecek. Seninle sohbet edecek ve belki de seni şölene davet edecek. Bu güzel sözleri işiten Süheyl, çok sevindi ve ölmüş gibiyken canlandı. Gece oluncaya kadar mutlu idi, ancak gece olunca halinin nasıl olduğunu sormayın. Sabaha kadar inilerdi, verilen öğütleri nasıl dinleyeydi. Başını yastığa ve vücudunu yatağa koymadı, gözlerini göğe dikip durmuştu. İşi ağlayıp inlemek olmuştu.
Kendi kendine konuşurdu ve içini kendine dökerdi. Benim bu gönlümü alan güzel, acaba elime geçecek mi ey Tanrı’m diye sorardı. Acaba ne zaman onunla kavuşacağım, öpüp kucaklayıp görüşeceğim? Acaba ona kavuşmak kısmet olacak mı, yoksa onun hasretiyle can mı vereceğim? Bunları deyip sabahlara kadar ağlardı, gündüzleri de aynı şekilde geçerdi. Sabah olunca başını kaldırdı, güneşin ışığıyla dağ taş aydınlanmıştı. Nakkaş, Süheyl’in sabahlara kadar kanlı yaş dökmüş olan gözlerini gördü. Nergis gibi uykusuzluktan süzülmüş ve henüz mahmurluğu üzerinden atamamıştı.
Mes’ud bin Ahmed 1991. “Nev-Bahâr’ın Derdiyle Melik-zadenin Şiir Söylemesi”, Süheyl ü Nev-Bahâr; Yayınlayan: Cem Dilçin, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, s. 298–302.
Varka ve Gülşah Hikâyesi: Yûsuf-ı Meddâh
Araştırmacılar, şairin adı konusunda değişik görüşlere sahip olsalar da, Yûsuf-ı Meddâh ismi yaygın bir kabul görmektedir. Şair, meddahlığını da vurgulamak istercesine eserlerinde adını bu şekilde kaydetmiştir. Hayatıyla ilgili fazla bir bilgiye sahip değiliz. 14. yüzyılda yaşadığı kaynaklardaki kayıtlardan anlaşılan şair, Mevlevî’dir ve gençliğinin bir kısmını Azerbaycan’da geçirmiştir. Eserlerinden iyi bir şair olduğu anlaşılan Yusuf-ı Meddah’ın Varka ve Gülşah’tan başka Hamûş-nâme, Dâsitân-ı İblis, Kadı ve Uğru Destanı, Hikayet-i Kız ve Cehud gibi halkın okuma ve eğlenme ihtiyaçlarına yönelik eserleri vardır. Arap kaynaklı Varka ve Gülşah hikâyesi, ilk olarak Fars edebiyatında Ayyukî tarafından Sultan Mahmud-ı Gaznevî adına kaleme alınmıştır. Eserinin başında Ayyukî’den etkilendiğini belirten müellif, hikâyeyi Türkçeleştirmiş, böylece Ayyukî’yi dahi geride bırakacak mükemmel bir mesnevi kaleme almıştır. Hikâyede, Mekkeli Benî Şeybe kabilesinin iki kardeş yöneticisinden Hümâm’ın oğlu Varka ile Hilâl’in kızı Gülşah’ın birbirlerine âşık olduktan sonra başlarından geçenler, aşkları yüzünden ölüme gitmeleri ve Hz. Peygamber’in duasıyla dirilip birbirlerine kavuşmaları, yerli unsurlar eşliğinde anlatılmıştır. Altı meclis ve 1743 beyitten oluşan Varka ve Gülşah, halk arasında uzun yıllar sevilerek okunmuştur.
Hz. Muhammed devrinde Zâhir ibn-i Hayy Benî Şeybe adlı bir kabile vardı. Mekke çevresinde yaşayan bu kabilenin ünü tanıdık tanımadık herkese yayılmıştı. Bu kabilenin kardeş olan iki reisi vardı. Bunlar iyi bahadırlardı ve yiğitlikteki ünleri de her yere ulaşmıştı. Kardeşlerden biri Hilal adıyla meşhurdu, diğerinin adı ise Hümâm idi. Allah’ın takdiriyle bir gece Hümâm’ın inci tanesi gibi parlayan bir oğlu oldu. Hilâl’in de o gece bir kızı oldu ve o da (böylece) bir mücevher buldu. Ey güzel huylu (okuyucu); Hümâm’ın oğluna Varka, kıza da Gülşah adını verdiler. İnci tanesi gibi tertemiz idiler ve bir yıl boyunca sütanneler bunları emzirdiler… Anne ve babaları bunlarla çok mutlu oldular ve daha beşikte iken birbirlerine nişanladılar. Bu Hoten güzelleri (ceylanları) beş yaşına geldiklerinde yüzleri gül, bedenleri yasemin yaprağı gibi olmuştu. Her birinin saçı mis kokulu bir kement, saçlarının her kıvrımı bin aşığın canına bağ oldu. Gözleri işveyle gönülleri çeler, âşıklara canlar bağışlardı. O iki parlak dolunay, haddinden fazla güzellikle benzersiz oldular. Bunları bilgi ve edep öğrensinler diye birlikte okula gönderdiler… Bunlar, birlikte okula giderlerdi ve hoca onlara ders verirdi. Okulda bunlar birbirlerine âşık olup candan sevmeye başladılar. Âşık olup birbirlerini sevdiler, ney gibi aşk ateşine kavuştular. Eve de birlikte gelirler ve gece de yatağa birlikte girerlerdi. O iki ışık her gece bir döşekte, güneş gibi kucaklaşıp yatardı. Her sabah yataktan kalktıklarında evde güneş ve ay doğmuş gibi olurdu. Aşkın ve ayrılığın zor gelmesinden dolayı bunlar, bir an bile birbirlerinden ayrılamazlar… Varka ve Gülşah, iki şeker dudaklı, birlikte bilgi ve edep öğrendiler. Yedi yaşına geldiklerinde yazı yazmaya ve okumaya başladılar. Hümam oğlunu, savaş oyunlarını iyice öğrenmesi için bir silahşorun yanına verdi. Birbirinden bir saat ayrı düşen sevgililerin her biri hastalanıp bir yana düşer oldu. Bir an Gülşah, Varka’yı görmese, Varka ağlayıp o dolunayı arar. Sevgilisi Gülşah’ı bir an görmemeye tahammülü kalmadı. Bunlar ayrılığa dayanamadılar ve hasta olmaya başladılar. Birbirlerini görmeyip ağlarlar, hasretle ayrılıktan yanar yakılırlar. Hilal, kızı Gülşah’ın Varka’sız yaşayamayacağını anladı. Hayyî Benî Şeybe kabilesinin tamamı, bu ikisinin birbirini sevdiğini anladılar. Herkes, Varka ve Gülşah’ın birlikte olması gerektiğini söyledi ve Gülşah’ı oraya götürün de burada yalnız başına ağlamasın dediler.
Yûsuf-ı Meddâh 2007. “Varka ve Gülşah Hikâyesi”, Varka ve Gülşah, haz. Kazım Köktekin, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 122–126.
Tuyuglar: Kadı Burhaneddin
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
6.Sözlükler
İslamiyetin Kur’ân’la, Kur’ân’ınsa Arapçayla ayrılmaz bir bütün oluşu, İslam dairesi içine giren milletlerin kendi dillerini Arapçayla mukayese etme çabası içine sokmuştur. Türkçe sözlüğün ilk eseri, şüphesiz Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk başlıklı eseridir. Kaşgarlı, bu eseri kaleme alırken, hiç şüphesiz Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i yazarken harekete geçiren aynı etkinin altında kalmıştır.
Türk Dilinin Sözlükleri: İsmail Parlatır
İsmail Parlatır 1946’da Konya’da doğdu. 1971’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi, aynı yıl bitirdiği bölüme okutman olarak atandı. 1973’te yüksek lisans öğrenimini tamamlayan Parlatır, 1975’te “Recaîzade Mahmut Ekrem, Hayatı-Eserleri-Sanatı” konulu tez ile Edebiyat Doktoru oldu. Parlatır, 1978’de İran’da, 1979’da Cezayir Üniversitesinde görevlendirildi. 1982 doçentlik tezi Tanzimat Edebiyatı Hikâye ve Romanında Kölelik konusu üzerinedir. 1988’de Tevfik Fikret, Dil ve Edebiyat Yazıları adlı sunumuyla profesörlüğe yükseldi. Çalışmalarını Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı olarak sürdüren Parlatır, 1983 yılında yeniden düzenlenen Türk Dil Kurumuna üye seçildi ve bu kurumun iki dönem Yürütme Kurulu (1993-2000) üyeliğini yaptı. Sözlük Bilim ve Uygulama Kolu Başkanlığını üstlendi, ayrıca bilimsel içerikli kol ve komisyonlarda görev aldı. 2007 yılında emekli olan Parlatır, ulusal ve uluslararası kongrelere katkıda bulunmaktadır. İzleyen metin Parlatır’ın Türk Dil Kurumu tarafından yürütülen “Türkiye Türkçesi Sözlükleri Projesi” kapsamında “Türkiye Türkçesinin Tarihi Sözlükleri” adlı alt projeyi tanıtan bildirisinden alıntılanmıştır.
Tarihi sözlüklerimiz denilince akla öncelikle Divanü Lügati’t-Türk” geliyor. Divanü Lügati’t-Türk yalnızca bir sözlük değil, Türkçenin zenginliğini işleyen folklorik bir kültür hazinesidir. Türkçenin Arap dili karşısında zengin bir dil olduğunu örneklemek amacını güttüğü için “Divanü Lügati’t-Türk” sözlük düzeninde de Arapçanın morfolojik yapısının izlerini görmek mümkün dür diyebiliriz. Kaşgarlı Mahmut, “en açık ve doğru dil –ancak bir dil bilip– Farslarla karışmayan ve yabancı ülkelere gidip gelmeyen kimselerin dilidir” diyor. Sözlüğün düzenlemesi konusunda da şunları söylüyor: “Ben bu kitabı hikmet, seci, atalar sözü, şiir, recez, nesir gibi şeylerle süsleyerek hece harfleri sırasınca tertip ettim” diyor ve kitabı sekiz bölümde topluyor:
Birincisi: Hemze kitabı
İkincisi: Salim Kitabı: İlletli harf olmayan kelimeler
Üçüncüsü: Muzaaf Kitabı: Bir kelimede iki benzer harfe denir.
Dördüncüsü: Misal Kitabı: İlk harfi İlletli
Beşincisi: Üçlüler Kitabı
Altıncısı: Dörtlüler Kitabı
Yedincisi: Gunne Kitabı: Genizden gelen harf bulunan kelimeler
Sekizincisi: İlk Harekesiz Harfin Birleşmesi Kitabı
Divanü Lügati’t-Türk’ten sonra ilk sözlük örneklerini Arapça ve Farsçadan çeviri yoluyla yapılmış denemeler olarak değerlendirmek gerekir. Şu eserler İlk akla geliverenler:
Ferişteoğlu Lügati- Ferişteoğlu Abdüllâtif
Lügat-i Şahidi- Şahidî
Lügat-i Nimetullah- Nimetullah
Cami’ü’l-Fürs-İbni Kemal
Bahrü’l-Garaib-Lütfullah b. Yusuf Halimî
Miftahü’l-Lüga-Amasyalı Şeyh Mahmud b. Edhem
Bu örnekler sonraki yüzyıllarda artarak devam edecektir. Üstelik, iki dilli sözlükler de yavaş yavaş görülmeye başlanacaktır. 19. yüzyılda baskı tekniklerinin gelişmesiyle sözlük türleri de artar. 1928 yılına kadar eski harflerle basılmış Türkçe sözlüklerin sayısının 250 civarında olduğu bu konuda yapılan çalışmalarla ortaya konulmuştur. Bu sözlükler arasında bizim konumuz içine giren sözlük sayısı ne yazık ki fazla değil. İlki Şeyhülislâm Esat Efendi’nin hazırlamış olduğu “Lehçetü’l-Lügat”tır. En gelişmiş olan da “Kamus-i Türkî”dir… “Türk” adını taşıyan bu ilk sözlüğümüz 20. yüzyılın başında yayımlanıyor. “Önsöz”ü ise ayrı bir değer taşıyor. Hem Türkçe, hem Türkçenin kolları, hem de sözlük anlayışı bakımından. Bu konuda Şemsettin Sami, sözlüğe girmesi gereken kelimeler konusunda şunları söylüyor: “En garibi şurası ki: havi oldukları kelimelerin yüzde sekseni asla lisanımızda kullanılmayan ve kullanılmasına da ihtiyaç olmayan lügat kitaplarına “Lügat-i Osmaniye” namı verilmiştir de sırf Türkçe kelimelerin zapt ve tefsiri “malûm-ı i’lâm” kabilinden addedilerek lüzumsuz ve faidesiz addolunmuştur… Lisanımız için tertip olunacak kamus bu lisanda müstamel, gerek Türkiü’l-Asl ve gerek Elsine-i Saireden mehuz kelimat ve ıstılahatın cümlesini cami ve lisanımızda müstamel olmayan kelimelerden arî olmalıdır.”
Şemsettin sami, sözlüğüne verdiği Kamus-i Türkî adını ise şöyle tartışıyor: “Bizce müstamel Lügat-i Arabiye ve Farsiyeyi cami olduğu hâlde, bu kitabın Kamus-i Türkî namıyla tesmiyesine belki itiraz edenler bulunur. Lâkin lisanımız lisan-ı Türkidir. Bu lisana mahsus lügat kitabına dahi başka isim düşünmek abestir.” Burada Şemsettin Sami’nin “Türk” sözünü ısrarla kullanmasına dikkatinizi çekmek istiyorum.
Gene Türk adını kullanan Hüseyin Kâzım Kadri’nin 4 ciltlik Türk Lügati de burada adının anılması gereken önemli bir eser. Onun ayrıcalığı lehçeler arası ve ansiklopedik, hatta folklorik özellik taşıması.
Yüzyılın başında adı anılması gereken önemli sözlüklerimiz de var. Söz gelişi Ali Nazima-Reşat (Faik)ın hazırladığı Mükemmel Osmanlı Lügati (1901); İbrahim Cudi’nin Lügat-i Cudi (1916) si; Mehmet Salahî’nin Kamus-i Osmani (1895–1904) si ilk akla geliveren eserlerdir. Adından çok söz ettiren, fakat yayın hayatına bir türlü çıkma fırsatı bulamayan Veled Çelebi Sözlüğü’nün de varlığını dile getirelim.
Türk dil Kurumunun kuruluşundan sonra ve bu Kurumun aslî görevleri arasında yer alan Türkçe Sözlük hazırlama görevini üstlenmesi ile 1944 yılında ilk baskısını yaparak bu görevini yerine getirmeye başlaması ile buraya kadar adını andığımız sözlükler, artık literatüre “tarihi sözlükler” olarak geçecektir. İşte bu proje çerçevesinde yayına hazırlanmak üzere tespit edilen ve ısmarlanan tarihi sözlüklerimiz şunlardır: Basılan en eski sözlük, ilk matbu eserlerimiz arasında da adı geçen Vankulu Lügati’dir. Ebu Nasır İsmail bin Hammat el-Cevheri’den “Tercüme-i Sıhah-i Cevheri” adıyla dilimize aktaran Mehmet bin Mustafa el- Vanî’dir. Yazarın Vanlı olmasından dolayı eser kısaca Vankulu Lügati olarak anıla gelmiştir. Yayımlanış tarihi ise Darü’l-Tıbaati’l-Mamure’de 1111/1729’da: ikinci baskısı 1170/1756; üçüncü baskısı 1217/1802 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Bundan sonraki eserleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Lehçetü’l-Lügat: Şeyhülislâm Esat Efendi’nin bu eseri 1844’te yayımlanmıştır. Bu sözlük Doç. Dr. Ahmet KIRKILIÇ tarafından yayıma hazırlanmış bulunmaktadır.
2. Kitab-ı Müntehabat-ı Lügat-i Osmaniye: Halil adlı bir zata ait bu eser 1852’de yayımlanmış: sonradan birçok baskısı yapılmıştır. (Bu sözlük William Redhouse’un eseri olarak gösterilmektedir).
3. Lügat-i Kamus: Ahmet Lütfi Efendi tarafından hazırlanmış ve 1870 yılında yayımlanmıştır.
4. Zübdetü’l-Lügat: Hüseyin Remzi’nin 1871’de hazırladığı bu eser, sonradan Lügat-i Remzi (1888) ve Ünsü’l-Lügat (1890) adı altında iki ayrı baskı olarak da yayımlanmıştır.
5. Lehçe-i Osmanî: Ahmed Vefik Paşa’nın bu eseri 1876’da çıkmıştır.
6. Mir’atü’l-Lügat: 1877’de Mehmet Rıfat tarafından hazırlanmıştır.
7. Lügat-i Ebuzziya: Ebuzziya Tevfik Bey esri 1890’da tamamlamıştır.
8. Lügat-i Şemsettin:1891’de yayımlanmıştır.
9. Lügat-i Naci: Muallim Naci’nin 1891’de hazırlamaya başladığı ve Müstecabizade İsmet’in tamamladığı bu eser çok tanınmıştır.
10. Kamus-ı Osmanî: Mehmet Salahi’nin 1896’da başlayıp 1904’te tamamladığı bu eser 4 cilttir.
11. Kamus-ı Türkî: Şemsettin Sami’nin hazırladığı bu eser 1901’de tamamlanmıştır.
12. Mükemmel Osmanlı Lügati: Ali Nazima ve Reşat tarafından hazırlanmış ve 1902’de yayımlanmıştır.
13. Resimli Kamus-i Osmanî: Ali Seydi 1909’da düzenlenmiştir.
14. Lügat-i Cudi: 1916’da yayımlanmıştır.
15. Büyük Türk Lügati: İlk iki cildi 1927’de eski harflerle, son iki cildi yeni harflerle yayımlanmıştır.
16. Velet Çelebi Sözlüğü: El yazması olarak 10 ciltte tamamlanmıştır. Bu eser Türk Dil Kurumu Kütüphanesindedir.
Bunların dışında Ahmet Asım Efendi’nin Burhan-ı Katı (1797) ve Kamusü’l-Muhit (1814-17) adlı iki eseri ile Ahteri Mustafa Şemsettin’in Ahteri-yi Kebir (1826)’ini de bu proje çerçevesinde aldık. Bunlar iki dilli sözlükler gibi görünürlerse de çeviricilerinin kattıkları ve dilimize getirdiği yeni değerler bakımından ayrı bir önem kazanmışlardır. Özet olarak şunu vurgulamak istiyoruz. Türk dilinin ve Türkiye Türkçesinin zengin dil malzemesi olarak dil tarihimizde yerini almış bulunan bu tarihi sözlüklerimizi günümüz Türkçesine aktarmak ve onları kullanılabilir hâle getirmek, hem bugün için artık kendilerinden istifade etmenin âdeta imkânsız bulunduğu bu sözlükleri ortaya çıkarıp araştırıcıların ve aydınların hizmetine sunmayı milli bir görev olarak nitelemek hem de Türkiye Türkçesinin söz varlığını ortaya koymada önemli bir hedef ve zaruri bir çalışma olarak değerlendirmek gerekir inancında olduğumuzu vurgulamak isterim.
Manzum Lugat Geleneği: Perihan Ölker
Perihan Ölker 25.09.1981 tarihinde Konya’da dünyaya geldi. 1998 yılında Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandı. 2002 yılında mezun oldu, aynı yıl Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili Bilim Dalında yüksek lisans öğrenimine başladı ve aynı yıl öğretmenlikten istifa ederek mezun olduğu bölüme Araştırma Görevlisi olarak atandı. 2005 yılında “Tebâreke (Sûretü’l-Mülk) Tefsiri (İnceleme-Metin-Dizin) (64b-126b)” başlıklı teziyle yüksek lisans öğrenimini tamamladı. 2006 yılında aynı bilim dalında doktoraya başladı, 2012 yılında “Tanzimat Basınının Dili” adlı doktora teziyle de öğrenimini tamamladı. Ölker’in alanıyla ilgili çeşitli bilimsel dergilerde yayımlanmış makaleleri mevcuttur. Hâlen aynı bölümde görevine devam etmektedir.
Klâsik Türk edebiyatında manzum olarak ortaya konmuş pek çok türün arasında sözlükler kendisine geniş yer bulmuştur. Bilindiği gibi vezinli ve kafiyeli yazma geleneği klâsik edebiyatımızın temelini oluşturmuş, öğretici olma gayesi taşıyan sözlükler de bu geleneğin önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Böylece etkili bir dil öğretim yöntemi tercih edilmiştir, zevkli bir okuma; sözcükleri, kolayca ve uzun süre hafızada tutabilme sağlanmıştır.
… Şükrullah b. Şemsüddîn Ahmed b. Seyfüddîn Zekeriyâ tarafından M. 1242–43 yılında yazılan Zühretü’l-Edeb ilk örnektir. 48 kıta ve 418 beyitten ibaret olan eserde Arapça kelimeler Farsça karşılıklarıyla birlikte nazmedilmiştir. Hüsameddin Hasan b. Abdülmümin el-Hoyî’nin Nasîbü’l-Fıtyân ve Nesîbü’t-Tıbyân’ı, Abdülhamîd el-Engürî’nin M. 1356 yılında hazırladığı Silkü’l-Cevâhir’i, Germiyanlı Ahmedî’nin M. 1360–1377 yılları arasında nazmettiği Mirkâtü’l-Edeb’i ve Ahmed-i Dâî’nin (öl. 1421den sonra) Ukûdu’l-Cevâhir’i bu kapsamda yazılmış eserlerdir.
… Türklerin İslamiyet’i kabulüyle birlikte Kuran dilini öğrenme büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. İslam kültüründe çoğu çalışma gibi sözlük çalışmaları Kur’ân-ı Kerim ve hadisleri doğru anlama gayretleriyle ortaya çıkmıştır. Manzum sözlüklerin de mühim bir kısmında daha çok Kur’ân-ı Kerim’de yer alan kelimelere ağırlık verildiği söylenebilir. Klâsik edebiyatımızın da şekillenmeye başlamasıyla birlikte iki dilli hatta üç veya daha fazla dille oluşturulmuş manzum sözlükler de ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk defa Arap dilcilerin ortaya koyduğu manzum sözlük geleneğinin etkisiyle de, Türkçe-Arapça ilk manzum sözlük olan Ferişteoğlu Lügati Kur’ân-ı Kerim’i doğru anlamaya yönelik olarak telif edilmiştir.
İbni Melek tarafından 1392 yılında kaleme alındığı tahmin edilen eser, asırlarca itibar görmüş, istinsah edilmiştir, ayrıca eserin Şerhleri yapılmış ve ona nazireler de yazılmıştır. Türkçe-Arapça manzum sözlükler arasında Şemsî’nin Cevâhirü’l-Kelimât’ını (İlhan, 1997), Şeyh Ahmed’in Nazmu’l-Leâl’ini, Fedâî’nin Tuhfe-i Fedâî’sini Âsım’ın Tuhfe-i Âsım’ını, Vehbî’nin Nuhbe-i Vehbî’sini, Mehmed Fevzî’nin Tuhfe-i Fevzî’sini ve Subha-ı Sıbyân’ı sayabiliriz.
… İslâmiyet’le birlikte önem kazanmış olan Arapçanın yanında Farsça da etkisini hissettirmiş ve bu doğrultuda Türkçe-Farsça sözlükler yazılmıştır. Konyalı Hüsam b. Hasan’ın Tuhfe-i Hüsam (M. 1399- 1400) adlı eseri Sultan Orhan Bey adına nazmedilmiştir. Mevlevî Şeyhi Muğlalı Şâhidî İbrahim Dedenin Tuhfe-i Şâhidî’si, Sümbülzade Vehbî’nin Tuhfe-i Vehbî’si, Ahmet Remzi Akyürek’in Tuhfe-i Remzî’si, Lâmi’î Çelebi’nin Lügat-ı Manzûm’u bulunmaktadır…
… İki dilli manzum sözlüklerin dışında üç dilli Arapça-Farsça-Türkçe pek çok manzum sözlük de telif edilmiştir. Bunlar arasında Bahâüddîn İbn Abdurrahmân-ı Magalkaravî’nin U’cûbetü’l-Garâyib fî Nazmi’l-Cevâhiri’l-’Acâyib (telifi: M. 1424) Anadolu sahasında yazılan ilk Arapça-Farsça-Türkçe sözlüktür. Abdülkerîm’in Lügat-i Abdülkerîm (telifi: M. 1594), Hâkî Mustafa Üsküdârî’nin Menâzimü’l-Cevâhir (telifi: M. 1632–1633) ve Hasan Aynî’nin Nazmü’l-Cevâhir (Aksoy, 1959) adlı sözlüklerini ve yine Mustafa bin Osman Keskin’in yazmış olduğu Manzûme-i Keskin gibi eserleri bu kapsamda örnek olarak verebiliriz.
… Osmanlı döneminin mevcut sosyal ortamında, başka dilleri öğrenme ve dilimizi öğretme gayesinin yanı sıra batıya dönüşün etkisiyle de farklı dillerde manzum sözlükler oluşturulmuştur. Aralarında Ahmed Fevzi Kîsedârzâde tarafından yazılmış olan Türkçe-Rumca Tuhfetü’l-’Uşşâk, Yusuf Hâlis Efendi tarafından yazılmış Türkçe-Fransızca Miftâh-ı Lisân, Mustafa Sabri tarafından yazılmış Türkçe-Bulgarca Tuhfe-i Sabri An Lisan-i Bulgarî, Refi Kalayi’nin Lügat-ı Ermeniyesi, Bosnalı Üsküfî’nin Boşnakça-Türkçe Makbûl-i Ârifi yer almaktadır.
…Tahsile yeni başlayanlara ezber yoluyla önemli miktarda kelime ve bazı gramer kaidelerinin öğretilmesini temin eden, bunun yanında kültür, edebiyat ve aruz bilgileri de sunan manzum sözlükler, nazmın talebeye hoş ve cazip gelmesi, vezin üzere kolayca okunması ve tekrar yoluyla kısa sürede ezberlenmeleri bakımından büyük ilgi görmüştür. Bu sözlüklerde bazı edebî sanatların, bahir ve vezinlerin öğretilmesinin yanı sıra şiire ve şairliğe meyilli olanların kabiliyetlerinin geliştirilmesi de arzu edilmiştir. Manzum sözlükler çoğunlukla mesnevî nazım şekliyle yazılmış bir giriş, yani mukaddime ile başlar. Asıl kısım olan sözlük bölümü ve mesnevî tarzında yazılmış olan bir son, yani hâtime ile biterler. Bu tür sözlüklerin giriş kısımlarında hamdele ve salveleden sonra, eserin telif sebebinin anlatıldığı bir küçük bölüm de yer alır. Sebeb-i telif kısmında eserin hangi sebep ve amaçla yazıldığı da belirtilir, eserin ismi verilir, ayrıca dil öğrenmenin faydaları hususunda müellifin görüşleri ile de bu bölümde karşılaşılır. Manzum sözlüklerin beyit sayıları da farklılık göstermektedir. Bu türdeki eserlerde öğrenmeyi kolaylaştırmak maksadıyla, ilgili veya zıt kelimeler bir beyit ya da mısrada öğretilmeye gayret sarf edilir. Vezin ve kafiyenin yanı sıra, cinaslı kelimelerin mısralarda veya beyitlerde kullanılması yolu ile ahenk sağlanarak, öğrenme zevkli hâle dönüştürülmek istenir. Eserlerde cümle kuruluşları öğretilmeye çalışılırken, eğitici ve yol gösterici nitelikteki cümlelerin verilmesine özen gösterilir. Genellikle, yaygın kullanılan kelimeler verilir. Manzum sözlüklerde, birçok yerde yabancı dildeki kelimelere karşılık olarak köken bakımından Türkçe kelimelerin verilmesi gayreti de göze çarpmaktadır.
… Manzum lügatler dönemlerinde bir eğitim ve öğretim aracı görülmekle birlikte yaygın ilgi görmüş ve pek çok yazma ve basma nüsha söz konusudur. Öte yandan bu doğrultuda da tercümeler, nazireler, şerhler ortaya çıkmıştır. Manzum sözlüklere yapılan şerhler manzum sözlüklerin bahirleri, vezinleri hakkında daha geniş bilgi vermek, kelimelerin hareke kayıtlarını ve Türkçe karşılıklarını daha ayrıntılı olarak aktarmak, okuyanlara aruz veznini, basit gramer kurallarını ve vezinlerin taktî’lerini öğretmek gibi amaçlarla yazılmışlardır.
….
Ferişteoğlu–Mahmudiyye
… Konya Yusuf Ağa Kütüphanesinde 7713 envanter numarasında kayıtlı, Ferişteoğlu Lügatine nazire olarak yazılmış Mahmudiyye de Türkçe-Arapça manzum lügatler arasında yerini almaktadır. Mahmûdiyye için /Kâtip Çelebi’nin/ Keşfü’z Zünûn’da “Şeyh Bedreddin el-Kadı Mahmûd b. eş-Şeyh Mehmet b. Tanrıvermiş tarafından 911/1505’de yazılıp Sultan Bayezıd’a sunulmuş” olduğu belirtildiğine göre elimizdeki nüsha istinsahdır. Çünkü elimizdeki yazmaya 957/1550–51 tarihi düşülmüştür: Meşhūr ola vü niçeleri müntefi’ ola Yārabb kendüsi gibi tārīhi hoş gele (H. 957/1550–1551)
Eser toplam 30 varak, 28 kıta ve 994 mısradan meydana gelmiştir, harekeli nesihle yazılmıştır. Her bir sayfa belli bir kurala bağlı kalmaksızın muhtelif sayıda satırdan oluşmaktadır. Sözlüğün ilk 22 satırı mesnevi nazım şekliyle oluşturulmuş, geri kalan kısmı ise kıtalardan meydana gelmiştir. Eserde 13 rezec, 10 hezec, 6 remel, 2 münserih, 1 mütekârib, 1 muzârî, 1 seri bahri kullanılmıştır. Metinde bahirlerin adları verilmemiş sadece kırmızı mürekkeple vezinler yazılmıştır… Besmele ve iki satırlık hamdele kısmından sonra eserin telif sebebi ve eseri hazırlarken takip edilen yol açıklanmıştır. Bu bölümde iki kez Ferişteoğlu’ndan da bahsedilerek lügatin bir nazire olduğu beyan edilmektedir:
Nazar ḳıldım Firişte oğlı sürine
Güzel görünmiş insanın gözine (1b/4)
Tamām irdi Firişte ahirine
Ki bir kaç kıt’a yazdum bende yine (1b/15)
Dahi niçün getürdüm ahirinde birer mısrā’ eyitdüm her birinde (1b/15)
Beytiyle de hemen her kıtanın sonundaki hümâyûn beyitlerine işaret edilmiştir. Böylelikle manzum lügatlerin, sadece öğretim amacıyla kullanılmadığını, talebeyi eğitme işlevini de yerine getirdiğini görmekteyiz. Eser kuru kelime ezberinden kaçınmak için şiir şeklinde oluşturulmuş ancak bununla da yetinilmemiş her kıta sonundaki hümâyûn beyitlerinin, hem kullanılan veznin belirtilmesi hem de okuyan ya da ezber eden kişiye kelime bilgisiyle birlikte ilmin ve ahlâkın öneminin kavratılması amacıyla, kullanıldığını görmekteyiz:
Bu cihānda ’ilm ü taḳvā kesb idenler aḥmes oldı (3b/13)
Cāhil kimesne katına oturma sen zinhār ḳaç (6b/9)
Gice gündüz ’amel kılşıl ide yüzini ta Hakka (9b/9)
Her kim ki bunı okuya ’ilmi ḳolay ide udāy (8b/3)
Nesne irişmez kimseden Hakdan-durur cümle vuḳū„ (11a/11) Bulanlar Hakka toşrı yol iki ’ālemde olur sutan(16b/9) .
….
Lügatte kıtanın vezni de yazılarak gösterilmiştir.
…..
Böylece eser, hem dil öğretimi amacıyla kelime ezberleterek, hem aruz öğreterek hem de nasihatlerde bulunarak, okuyan kişinin eğitimi açısından pek çok sorumluluğu bir arada üstlenmiştir.
…
Naziresi olmakla birlikte Mahmûdiyye yazılırken Ferişteoğlu Lügatinden pek çok değişiklikle ayrılmıştır. Öncelikle toplamda 994 mısradan meydana gelen Mahmûdiyye, 542 mısradan meydana gelen Ferişteoğlu’ndan 452 mısra daha fazladır. Ayrıca Ferişteoğlu lügatine göre mısraların daha akıcı bir ifade tarzına sahip olduğunu görmekteyiz. Bilhassa bu akıcılık ve okuma zevki her kıtanın sonunda verilmiş hümâyûn beyitleriyle de arttırılmıştır. Ayrıca müellif eseri oluştururken Ferişteoğlu’ndaki kelimelerin yerini değiştirmiş, bir kelimenin yerine eş anlamlı olan başka kelimeyi yerleştirmiş, fazlaca eklemeler yapmıştır. Zaten Mahmûdiye mısra ve kıta adedi olarak da Ferişteoğlu Lügatinden fazladır.
… Dolayısıyla karşımıza Ferişteoğlu lügatinden epeyce ayrılmış bir sözlük ortaya çıkmaktadır. ….
Klasik Edebiyatımızda Manzum Lugat Geleneği ve Mahmudiyye, Perihan Ölker Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turks or Turkıc Volume 4/4 Summer 2009, s. 874–880.
Manzum Lugat Şerhleri: Zehra Gümüş
Zehra Gümüş 01.12.1981 tarihinde Kayseri’de dünyaya geldi. 1999 yılında Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandı. “Şemsî’nin Cevâhirü’l-Kelimâtı” isimli mezuniyet tezini hazırladı. 2004 yılında aynı Üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Eski Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı yüksek lisans öğrenimine başladı, daha sonra okutmanlık görevine başladı. Pîrî Paşa-zâde Cemâlî Mehmed b. Abdülbâkî, TUHFE-İ MİR [Tuhfe-i Şahidi Şerhi], (İnceleme-Tenkitli Metin-Sözlük-Tıpkıbasım), isimli yüksek lisans teziyle 2006 tarihinde öğrenimini tamamladı. Aynı yıl doktora eğitimine başladı. Halen Erciyes Üniversitesi Rektörlük Türk Dili Bölümünde Türk Dili Okutmanı olarak görev yapmaktadır.
Tasnif edilmesinin gerekliliği ve metinlerinin en kısa zamanda ilmî usullerle neşredilmesi hususunda bilim adamlarının ittifak ettikleri şerh metinleri arasında manzum sözlük şerhleri yeni yeni anılmaya başlayan eserlerdendir. Kendilerine şerhler yazılan manzum sözlükler müelliflerinin beyânına göre “her ilmin kilidi”dir ve “belìdi zekì eyler.”
Bu/manzum/sözlükler şerh metinlerinden beklediğimiz mânâda bilimsel olarak doyurucu kaynaklar olarak kabul edilmeseler de, içerdikleri kelimeler ve eğitim hususunda sağladıkları katkılar bakımından dikkat çekici eserlerdir. Sıbyân mektebi seviyesindeki çocuklara kelime ezberletmenin yanında aruz öğretmeyi de amaçlayan manzum sözlükler yazılış amaçları bakımından farklılıklar arz etmektedir… İçerdikleri kelimeler bakımından Türk leksikolojisinin de önemli malzemelerinden olan ve sayıları elliyi geçen bu sözlükleri Klâsik Türk Edebiyatı açısından “Türkçe-Arapça”, “Türkçe-Farsça”, ve “Türkçe-Arapça-Farsça” olmak üzere üç başlık altında toplamak mümkündür. “Ezber yoluyla önemli miktarda kelime ve bir kısım gramer kurallarının öğrenilmesini temin eden manzum sözlükler, aynı zamanda bu seviyedeki çocuklar için kültür, edebiyat ve aruz bilgileri de ihtiva etmeleri bakımından önem taşımaktadırlar. Bu yolla şiire ve şâirliğe meyilli olan küçük çocukların bu kabiliyetlerinin de ortaya çıkması ve geliştirilmesi amaçlanmıştır.” Bunun yanında “manzum sözlüklerde nazmedilen kelimelerin fesahat ve belâgate uygun olmasına da dikkat edilmiş, bununla güzel konuşma ve maksadı güzel ifade etme melekesinin kazandırılması, konuşma ve kitabette akıcılığın sağlanması arzu edilmiştir.”
“İslam kültüründe çoğu çalışma gibi sözlük çalışmalarının da Kur’ân-ı Kerim ve hadisleri doğru anlama gayretleriyle ortaya çıktığını biliyoruz. Manzum sözlüklerin de mühim bir kısmında daha çok Kur’ân-ı Kerim’de yer alan kelimelere ağırlık verildiğini söyleyebiliriz.” Bunun yanında Mesnevî’de geçen “garîb” kelimeleri derlemek üzere yazılmış olanların yanında Tanzimat döneminde Fransızca öğretimi için de manzum sözlükler yazıldığını, konuyla ilgili çalışmalardan öğrenmekteyiz. Bu amaçlar doğrultusunda manzum sözlükler, Anadolu’da Tuhfe-i Hüsâmî adlı Türkçe-Farsça sözlükle 14. yy’da başlayıp 1924’e yani Tuhfe-i Remzî’nin yazıldığı tarih sonrasına kadar klâsik tarz dil öğretiminde ders kitabı olarak okutulmuşlardır ve Cumhuriyetin ilanından sonra bile dil öğretimi konusunda etkilerini sürdürmüşlerdir. Bu etkinin boyutu Tuhfe-i Şâhidî, Sübha-i Sıbyân, Nazmü’l-Le’âlî ve Tuhfe-i Vehbî gibi sözlüklerin kütüphanelerde bulunan yüzlerce nüshasından ve daha sonra birkaç kez matbû olarak basılmış olmalarından da anlaşılabilir.
Tertip hususiyeti bakımından manzum sözlükler gelenekselleşmiş bir anlayış neticesi olarak çoğunlukla mesnevî nazım şekliyle yazılmış bir giriş, yani mukaddime ile başlar. Asıl kısım olan sözlük bölümü ve nihayet yine mesnevî tarzında yazılmış olan bir son, yani hatime ile biterler. Bazılarında hatimeden sonra genellikle ebced hesabı ile ilgili ayrı bir bölüm de yer alır.
Bu sözlüklerin mesnevî nazım şekliyle yazılan giriş kısımlarında tıpkı klâsik bir eser tertibinde olduğu gibi besmele, hamdele ve salveleden sonra, sebeb-i telifin anlatıldığı bir bölüm de yer alır. Bu bölümde eserin hangi sebep ve amaçla yazıldığı belirtildikten sonra ismi verilir. Bazı sözlüklerde eserin nasıl tertip edildiğinin anlatılmasının yanında, dil öğrenmenin faydaları hususunda müellifin görüşleri ile de bu bölümde karşılaşılır.
“Manzum sözlükler, kelimelerin okunuşlarının verilmesi, kelimelerin bilinen anlamlarının bir yerde zikredilmesi, aranılan kelimeye kolayca ulaşılması gibi hususlarda ihtiyaca cevap verememiş… mensur sözlüklere nazaran eksik kalan yönleri, şerhler yazılmak suretiyle giderilmiştir.”
Manzum sözlüklere yapılan şerhler manzum sözlüklerin bahirleri, vezinleri hakkında daha geniş bilgi vermek, kelimelerin hareke kayıtlarını ve Türkçe karşılıklarını daha ayrıntılı olarak aktarmak, okuyanlara aruz veznini, basit gramer kurallarını ve vezinlerin taktî’lerini öğretmek gibi amaçlarla yazılmışlardır. /Örneğin/ Klâsik Türk edebiyatı sahasında kendisine yazılan tazmin, nazîre ve şerhler bakımından ilk sırayı alan Tuhfe-i Şâhidî şerhlerinden Tuhfe-i Mîr’de de eserin telif sebebi Şâhidî’de kullanımdan düşmüş Türkçe kelimelere daha yeni karşılıklar zikretmek bunun yanında aruz ve gramere dâir bilgiler vermek olarak belirtilmiştir.
Ancak ortalama 400 beyit civarında yazılan ve öğrencilerden ezber yoluyla akılda tutulması beklenen bu sözlüklerden ansiklopedik bir sözlük fonksiyonu beklemek de yanlış bir yaklaşım olsa gerektir. Manzum sözlüklerin bazıları yazıldıkları gibi kalmamış, kendilerine nazîreler, tazminler, tercümeler ve şerhler yapılmıştır. Hatta eserlerin sebeb-i telif kısımları incelendiğinde müellifler arasında birbirleri ile rekâbet halinde oldukları neticesi çıkarılabilir.
Kütüphane kataloglarından yapılan tarama neticesinde ulaşabildiğimiz manzum sözlük şerhlerinin isimlerini şimdilik şu şekilde sıralayabiliriz:
Ferişteoğlu Lugati için yapılan şerhler:
Kara Yahyâ b. İsrâîl: Şerh-i Lugat-i Ferişteoğlu
Yahyâ b. Nasûh b. İsrâîl: Şerh-i Lugat-i Ferişteoğlu
Tuhfe-i Şâhidî için yapılan şerhler manzum sözlük şerhleri arasında sayıca en kalabalık olanıdır. Şerhler arasında en meşhurları
Sûdî-i Bosnavî’nin “Şerh-i Tuhfe-i Şâhidî”si,
Abdülkâdir b. Ömer Bağdâdî’nin “Şerh-i Tuhfe-i Şâhidî”si,
Abdurrahmân b. Abdullâh-ı Kuddûsî’nin “Tuhfetü’l-Mülûk”ı,
Nâdîde Ahmed Hâfız’ın “Şerh-i Tuhfe-i Şâhidî”sidir.
Bu isimlerden başka şunları da aynı kategoride zikretmek gerekir:
Halîmî Kara Alî Ağa-zâde Osmân: Şerh-i Lugat-ı Şâhidî
Ahmed Eğribozî: Şerh-i Tuhfe-i Şâhidî
Ali el-Gürcî el-Bektaşî: Şerh-i Tuhfe-i Şâhidî
Ferdî Ali b. Mustafa Kayserî: Şerhü Tuhfe-i Şâhidî
Türkçe-Arapça manzum sözlüklerden Nazmü’l-Le’âlî’ye yapılan şerhler arasında Ahmed b. Ahmed Behisnî: Şerh-i Nazmü’l-Le’âlî
Ali Efendî-zâde Abdurrahmân Efendi: Şerhu Nazmü’l-Le’âlî
Muhammed Arif b. Raif: Şerhu Nazmü’l-Le’âlî yer almaktadır.
Türkçe-Farsça manzum sözlüklerden Tuhfe-i Vehbî’ye yapılan şerhler ise:
Elbistanlı Ahmed Hayatî Efendî: Şerh-i Tuhfe-i Vehbî
Akovalı-zâde Ahmed b. Osmân: Şerh-i Tuhfe-i Vehbî’dir.
Türkçe-Arapça manzum sözlüklerden Sübha-i Sıbyân için yapılan şerhler arasında ise
Seyyidî Efendî: Seheletü’l-Beyân Şerhü Sübhati’s Sıbyân
Râsim Fodlacî-zâde Ahmed: Şerh-i Sübha-i Sıbyân
Hâcî İsmâîl Zuhdî b. Ömer: Şerh-i Sübha-i Sıbyân yer almaktadır.
Mehmed Necîb’in Hediyyetü’l-İhvân isimli matbu eseri de bu esere yapılan şerhler arasında yer almaktadır.
Nisâbü’s-Sıbyân için yapılan şerhler:
Nizameddin b. Kemal b. Cemal el-Herevî: Şerhu Nisabi’s-Sıbyân
Es-Seyyid Şerif-Ali b. Muhammed el-Cürcanî: Şerhu Nisabi’s-Sıbyân
Murad b. Yasin: Şerh-i Nisabü’s-Sıbyan.
Türkçe-Arapça-Farsça manzum sözlüklerden Se Zebân için yapılan şerhler ise:
Cemalüddin Osman b. Ömer ed-Dimaşkî en-Nahvî İbnü’l-Hâcib: Şurûhu’l-Kâfiye Se Zebân
Es-Seyyid eş-Şerif Ali b. Muhammed el-Hüseynî el-Cürcanî: Şerhu’l-Kafiye Se Zebân
Sûdi el-Bosnevî: Şurûhu’l-Kafiye Se Zebân.
Nuhbe-i Vehbî için yazılan şerhler:
Ali Rıza b. Mehmed Rüşdi Yalvacî: Şerh-i Nuhbe-i Vehbî
Yayaköylü Ahmed Reşid el-İzmirî: Şerh-i Nuhbe-i Vehbî
Raşid Efendi: Nuhbe-i Vehbi Şerhi (matbu)
Manzûmetü’l-Lüga için yapılmış olan şerh:
Derviş Ömer el-Belgradî: Manzûmetü’l-Lüga Şerhi
Bahrü’l-Garâyib için yapılan şerh:
Lütfullah b. Yusuf b. Abdülhalim el-Amasî Halimî: Şerh-i Bahru’l-Garâ’ib.
Müellifi belli olan bu şerhler dışında kataloglarda müelliflerinin isimlerine ulaşamadığımız onlarca manzum sözlük şerhi bulunmaktadır. Bunlar arasında Lugat-i Ferişteoğlu ilk sıralarda yer almaktadır. Manzume-i Keskin için yazılmış olan Şerh-i Lugat-i Keskin ve Manzûme isimli manzum sözlüğe yazılmış olan Şerhu’l-Manzûme de müellifi belli olmayan şerhlerdendir.