D.YEMİN VE DİN HUKUKU
1.Yemin : Malik b Enes
Tam adı Ebû Abdillâh Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir el-Asbahî el-Yemenî (ö. 179/795)’dir. Maliki mezhebinin imamı olup sayılı muhaddis ve müçtehit fakihlerindendir. İmam Mâlik hadis ilminde otorite kabul edilmiş, hadislerin sıhhat ve senetleri konusundaki bilgisi muhaddislerce takdir edilmiş, bu sebeple “hafız”, “hüccet”, “imam” ile hadis ilminde “emîrü’l-mü’minîn” şeklinde anılmıştır. Kaynaklarda kendisine çeşitli eserler nisbet edilmekteyse de bilinen ve günümüze farklı rivâyetleriyle ulaşan eseri el-Muvattâʾdır. Konularının fıkıh bablarına göre tasnif edildiği bu eser Peygamber (sav)’den nakledilen konuyla ilgili hadisler yanında, sahabe ve tâbiîn görüşlerini ve kendi değerlendirmelerini ihtivâ etmesi sebebiyle başta fıkıh ve hadis ilimleri olmak üzere İslâmî ilimler açısından önemli bir kaynak niteliğindedir. Öğrencilerinin kendisinden naklettiği bu eserin günümüze ulaşan tariklerinden bâzıları tam bazıları ise eksiktir. el-Muvattâʾın, günümüze ulaşan en meşhur rivayetlerinden birisi de Hanefî fakihi Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’ye ait olanıdır.
Yürüme Adağının Yerine Getirilmesi
Abdullah b. Abbas’tan şöyle nakledilmiştir. Sa’d b. Ubâde Peygamber (sav)’e şöyle sordu: “Annemin bir adağı vardı ve onu yerine getirmeden öldü (Ne yapmam gerekir?)”. Peygamber (sav), “O’nun adağını yerine getir” buyurdu.
Abdullah b. Ebî Bekr teyzesinden o da ninesinden, onun kendi kendine Kuba mescidine kadar yürümeyi, bunu yerine getirmeden öldüğünü nakletti. Bu durumun Abdullah b. Abbâs’a sorulması üzerine o da, “Onun yerine yürü” dedi. Yahyâ da Mâlik’ten şöyle işittiğini söyledi: Kimse, bir başkasının yerine yürümez.
Abdullah b. Ebî Habîbe şöyle dedi: “Ben gençtim, adamın birine şöyle dedim: Bir adam benim adağım olsun demese fakat ben Kâbe’ye kadar yürüyeceğim dese bu kişiye ne gerekir?’ diye sordum. O da, “Eğer yürürsen, bu salatalığı sana vereceğim” dedi. “Sen gerçekten Kâbe’ye kadar yürüyecek misin?” diye sordu. Ben de, “Evet” dedim. Ben o zamanlar genç biriydim, daha sonra işin farkına vardım. Bana, oraya kadar yürümem gerektiği söylendi. Saîd b. el-Müseyyeb’e gelerek bu durumu sordum. O da, “Yürümen gerekir” dedi.
Mâlik şöyle dedi: Bize göre de bu böyledir.
Kâbe’ye Yürümeyi Adayıp Yerine Getiremeyenin Durumu
Urve b. Üzeyne el-Leysî’den şöyle nakledildi: Ninem ile birlikte yürümeye çıktık, onun Kâbe’ye kadar yürüme adağı vardı. Bir süre sonra ninem yürümekten aciz kaldı. Abdullah b. Ömer’e sordurmak üzere bir köleyi gönderdi. Ben de onla gittim. Abdullah b. Ömer’e sorunca, “Bineğe binsin, tekrar yürümekten aciz kalınca yürür” dedi.
Yahyâ da, Mâlik’ten şöyle duyduğunu söyledi: “Bize göre de bu böyledir, ayrıca kurban kesmesi de gerekir” dedi. Mâlik’ten, Saîd b. el-Müseyyeb ile Ebû Seleme b. Abdurrahman’ın da böyle dedikleri nakledildi.
Yahyâ b. Saîd dedi ki: Benim yürüme adağım vardı. Bana bir ağrı geldi, ben de bir bineğe bindim. Mekke’ye onunla geldim. Ata b. Ebî Rebâh’a ve diğerlerine bu durumu sordum. “Sana kurban kesmek gerekiyor” dediler. Ben de Medine’ye gelerek sordum. Bana, yürüyemediğim yerden yürümem gerektiğini söylediler, ben de yürüdüm.
Yahyâ bu konuda Mâlik’ten şöyle duyduğunu söyledi: Bize göre de bu durum böyledir. Eğer bir kimse Kâbe’ye kadar yürümeyi adamışsa ve yürümekten aciz kalırsa bir bineğe biner. Daha sonra yürümekten aciz kaldığı yerden tekrar yürür. Yürüyebildiği kadar yürür ve tekrar bineğe biner. Bu kişiye ayrıca bir deve, büyük baş ya da küçükbaş hayvan kesmesi gerekir. Eğer bulamazsa sadece küçükbaş gerekir.
Mâlik’e şöyle diyen bir adamın durumu soruldu. Eğer adamın birisi, ben seni Kâbe’ye götüreceğim/taşıyacağım derse, ne gerekir? Mâlik şöyle dedi: Eğer bu kimse böyle diyerek gerçekten sırtında taşımayı kastetti ve kendine meşakkat ve acı çektirmeyi kastettiyse buna bir şey gerekmez. Bu kişi kendisi yürüyerek gider ve bir de kurban keser. Eğer buna niyet etmediyse bineğe biner ve haccını yapar. O adamla birlikte haccını yapsın. Bu şekilde, “Seni Kâbe’ye götürüyorum” demiş olur. Eğer o adam, bu adakta bulunan adamla hac yapmayı reddederse bu durumda ona bir şey gerekmez. Bu borcunu ödemiştir.
Yahyâ, Mâlik’e kardeşiyle ve babasıyla konuşmayacağına ve Kâbe’ye kadar yürüyeceği konusunda adak adayan kimsenin durumu soruldu. Bu durumu her sene tekrarlasa, üzerinden kalkamayacağı kadar adakta bulunmuş olur. Malik’e bu adamın nezrini yerine getirip getirmeyeceği ya da sadece bir nezri mi yerine getireceği soruldu. O da şöyle dedi: “Kişinin adamış olduğu adaktan başkasını yapmasının geçerli olduğunu bilmiyorum. Bu kişi güç yetirebildiği kadar yürür. Bunun dışında da Allah’a yaklaşmak maksadıyla sâlih amel yapar.”
Kâbe’ye Yürümeye Yemin Etmek
Yahya, Mâlik’ten şöyle nakletti: Ben ilim ehlinden Kâbe’ye kadar yürümeyi adayan ve yemini bozan kimseyle ilgili söylenen söz kadar iyisini duymadım. Bu yeminini bozan kimse eğer umredeyse Sâfâ ile Merve arasında sa’y yapmak için yürür. Sa’yı bittiğinde her şey tamamlanmış olur. Eğer yeminini bozan bu kimse hac için Kâbe’ye yürümeyi adamışsa, bu kişi Mekke’ye kadar yürür, tüm yapılması gereken ibadetleri (menâsik) yapmak için de yürür. Bunların tamamını yürüyerek yapar.
Mâlik, umre ve hac dışında yürümek (yürümeyi adamak) yoktur dedi.
Günah İşlemek Konusundaki Adağın Geçersizliği
Peygamber (sav)’den şöyle nakledildi. Peygamber (sav) güneşte direnen bir adam gördü. O; “Bu adam ne yapıyor?” diye sordu. Oradakiler, “Bu adamın konuşmamak, güneşten gölgelenmemek, oturmamak ve oruç tutma adağı var” dediler. Peygamber (sav) de, “Ona konuşmasını, gölgelenmesini, oturmasını ve orucunu tamamlamasını söyleyin” dedi.
Malik şöyle dedi: Peygamber (sav)’in bu adama kefaret yerine getirmesi gerektiğini söylediğini duymadım. Allah’a isyan olan kısmı terk etmesini ve Allah’a tâat kabilinden olan orucunu tutmasını emretti.
Kadının birisi Abdullah b. Abbâs’a gelerek, “Ben oğlumu kesmeyi adadım” dedi. İbn Abbâs da şöyle dedi: “Oğlunu kesme, yeminini bozmanın kefaretini yerine getir” dedi. Adamın birisi Abdullah b. Abbâs’a bunun kefaretinin nasıl olacağını sorunca, o da “eşlerine karşı zıhar yapanlar” (Mücadele, 58/3) âyetini okudu ve “gördüğün gibi Allah’ın emrettiği şekilde kefareti yerine getirir” dedi.
Âişe (ra), Peygamber (sav)’den şöyle nakletti: “Kim Allah’a itaat etmeyi adamışsa onu yerine getirsin, kim günah işlemeyi adamışsa onu yapmasın”. Yahyâ, Mâlik’in Peygamber (sav)’in hadisinin manasıyla ilgili şöyle dediğini söyledi: “Bir kimsenin Şam, Mısır, Rebeze vb. yerlere kadar yürüyeceğini adamasında Allah’a tâat kabilinden bir şey yoktur. Yine konuşmamaya nezrettiği halde birisiyle konuşursa mesuliyeti olmaz. Konuşabilir ve nezrini bozabilir. Bu gibi şeylerde doğrudan Allah’a itaat ve ibadet maksadı bulunmamaktadır. Sadece Allah’a taat kapsamında olan yeminlerin yerine getirilmesi gerekir.”
Lağv Yemini
Müminlerin annesi Aîşe (ra) şöyle dedi: “Lağv yemini, kişinin hayır vallahi, evet billahi şeklinde yemin etmesidir.” Malik şöyle dedi: Lağv yeminiyle ilgili şundan daha güzel tarif duymadım. Kişinin, bir şeyin olduğuna kesin olarak inandığı ve bu şekilde yemin ettiği halde, o şeyin gerçekte öyle olmadığının ortaya çıkmasıdır. Yemin akdi (akd-i yemin), kişinin bir elbiseyi on dinara satmayacağına yemin ettiği halde onu satması, kölesini döveceğine yemin ettiği halde onu dövmemesi gibi edilip yerine getirilmeyen yeminlerdir. Bu gibi durumlarda yemin eden kişi kefaret yerine getirir. Fakat lağv yemini eden kimse yemin kefareti yerine getirmez. Mâlik şöyle dedi: Kişinin bir şey hakkında bile bile yemin etmesi, yalan yere yemin etmesi, bir şeye razı etmek/memnun etmek için yemin etmesi veya mazur olduğunu göstermek için yemin etmesi veya bir mala sahip olmak için yemin etmesi bozulup yerine kefaret yerine getirilmesi gereken yeminden daha büyük günahtır.
Kefâret Gerekmeyen Yeminler
Abdullah b. Ömer şöyle dedi: Eğer bir kimse yemin eder ve hemen inşallah derse yeminini yerine getirmediğinde yeminini bozmuş sayılmaz. Mâlik şöyle dedi: Duyduğum en güzel sözdür ki, kişi sözünü bitirmeden inşallah demelidir. Bunlar (yemin ve inşallah ifadeleri) art arda söz bitmeden, söze ara vermeden söylenmiştir. Eğer bu iki söz arasında sussa bu durum da yemin edilmiş olur, istisna edilmiş olmaz. Yahyâ, Mâlik’in şöyle dediğini nakletti: “Eğer bir kişi, ’Allah’a küfredeyim’, ’Allah’a şirk koşayım’ derse, daha sonra da bu yeminini bozarsa bu kişiye kefaret gerekmez. Bu kişi kâfir de olmamıştır müşrik de olmamıştır. Fakat gerçekten kalbiyle kâfir/müşrik olmuşsa bu durum farklıdır. Böyle yapan kişi Allah’a yaptığından dolayı tövbe eder ve böyle kötü bir şeyi bir daha yapmaz”.
Yeminlerden Kefaret Gerektirenler
Ebû Hureyre (ra), Peygamber (sav)’in şöyle dediğini nakletmiştir: Kim bir şey için yemin etmiş olur, daha sonra yemin ettiğinden daha hayırlısını görürse yemin ettiği şeyi bırakır yemin kefareti yerine getirerek hayırlı olanı yapar. Yahyâ da Mâlik’in şöyle dediğini söyledi: Bir kimse üzerime adak olsun der ve belirli bir şey zikretmezse bu kişinin de yemin kefareti yerine getirmesi gerekir. Yemini tekitli yapmak ise, kişinin bir şey hakkında defalarca yemin etmesi, bir yeminden sonra başka yemin etmesi, vallahi billahi şundan eksik ve noksan yapmayacağım gibi demesidir. Bu kişi de yeminini bozduğunda tek kefaret yerine getirir. Eğer bir kimse vallahi bu elbiseyi giymeyeceğim, vallahi bu eve girmeyeceğim, vallahi bu yemeği yemeyeceğim diyerek tek bir yemin içinde yemin etmiş olsa bozulduğunda tek kefaretin yerine getirilmesi icâb eder. Eğer adamın birisi karısına eğer senin şu elbiseni giyersem eğer senin mescide gitmene izin verirsem sen boşsun, diyerek peş peşe söyleyerek yemin etse, bunlardan biri bozulmuş olsa adamın eşini boşaması gerekir. Bunun neticesinde diğer aynı yemin içinde yaptığı diğer yeminleri de bozmasının kendisine ayrıca sorumluluğu olmaz. Yemin ettiği hususlardan sadece birinde dahi yeminini bozmuş olsa bu durumda yemini bozulmuş kabul edilir. Mâlik, kadının kocasının izni olmadan kendisiyle ilgili yaptığı adağın caiz olduğunu, onu yerine getirmesi gerektiğini, eğer kocasıyla ilgili olarak kendisiyle ilgili bir durum ise bu halde kocasına zarar vermiyorsa yeminini yerine getirir. Eğer kocası bundan zarar görecekse kocası bunun için kendisini men edebilir, fakat bu kadın üzerinde onu yerine getirinceye kadar da borç olmuş olur.
İbn Enes, Mâlik 1997/1417. el-Muvatta’, thk. Beşşâr Avvâd Ma’rûf, Beyrut, Dârü’l-Garbi’l-İslâmî, C. I, s. 605–617.
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
2.Din Hukuku : Dinden Çıkma: en-Nevevi
Tam adı Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref b. Mürî en-Nevevî (ö. 676/1277)’dir. Döneminin ileri gelen Şâfiî fakihlerinden Nevevî’nin İslam ahlâk ve âdabıyla alakalı sahih hadisler çerçevesinde kaleme aldığı Riyâzü’s-sâlihîn, Müslim’in es-Sahîh’ine şerhi olan el-Minhâc fî şerhi Sahîhi Müslim gibi çok sayıda hadis ilminde meşhur eserinin yanında fıkıh, Kur’ân ilimleri, dil ilimleri alanında da kitapları bulunmaktadır. Müellifin, fıkıh sahasında da Gazzâlî’nin el-Veciz’ine Abdulkerim b. Muhammed er-Râfiî’nin şerhi eş-Şerhu’l-kebîr’in Ravzatü’t-tâlibîn ve ʿumdetü’l-muttakîn adıyla ihtisarı, yine Rafiî’nin el-Muharrer isimli eserini özetlediği ve tashih ederek kaleme aldığı, üzerine kırka yakın şerh ve hâşiyenin yazıldığı Minhâcü’t-tâlibîn gibi önemli eserleri vardır. Nevevî’nin el-Minhâc’ın kelimelerini açıklamak üzere kaleme aldığı Şerhu Dekâʾiki’l-Minhâc adıyla bir eseri de bulunmaktadır.
Dinden çıkma, İslam’dan niyet, küfür sözleri veya fiille alakayı kopartmak demektir. İtikad olarak bunların olmasıyla inatla olması ya da alayla olması da aynı şeydir. Kim yaratıcıyı inkâr eder, peygamberleri yalanlar, veya zina gibi icma ile haram olan bir şeyi helal yapar veya aksini (helal olduğunda icma olan bir şeyi haram yapması) veya yarın küfre gireceğine niyet ederse veya bunda tereddüt ederse bu kimse kâfir olmuştur (dinden çıkmıştır).
Fiil ile dinden çıkmak: Kim kasti ve açık bir istihza ile veya açıkça Mushafı çöplüğe (pisliğe) atmak, puta tapmak veya güneşe tapmak gibi bir fiil yaparsa dinden çıkmış olur. Çocuğun, aklı başında olmayanın veya ikrah altında zorlananın dinden çıkması geçersizdir. Kişi dinden çıkar ve daha sonra delirirse bu durumda delilik halinde öldürülmez.
Mezhebin genel görüşü ise sarhoşluk halinde dinden çıkma ve dine girmenin sahih olduğu şeklindedir. Onun dinden döndüğüne ilişkin şehadeti kabul edilir. Bu konuda ayrıntıya ihtiyaç olduğu da söylenmiştir. İlkine göre eğer dinden çıktığında ilişkin şahit getirilir fakat o bunu inkar ederse bu durumda şehadete göre hükmedilir. Eğer, ben ikrah altındaydım derse bu durumda kâfir esir gibi onun karinesine itibar edilir. Yeminine güvenilir. Aksi takdirde güvenilmez.
Eğer sözlü bir şekilde dinden çıkmışsa bunu ikrah altında söylediğini itiraf ederse bu durumda onun yeminine itibar edilir. Bir kişi iki Müslüman çocuk bırakarak ve Müslüman olduğu bilinerek ölmüşse, çocuklardan birisi babasının kâfir olarak öldüğünü söyler, küfretmesinin sebebini de açıklarsa bu çocuk babasına mirasçı olamaz. O’nun alacağı hisse fey kabul edilir…
Dinden çıkan kadın ve erkeğin tövbeye davet edilmesi gerekir. Bir görüşe göre o kimse, bu halde bulunduğu sürece artık kâfir gibi kabul edilir. Bir başka kavle göre ise bu kimseye üç gün mühlet verilir. Eğer dinden dönmesinde ısrar ederse öldürülür. Eğer tövbe eder düzelirse olduğu halde bırakılır. Bir kimsenin gizli bir şekilde zındık ve bâtınî olarak başka bir dine girmesi durumunda bu kimseye tövbe teklif edilmeyeceği, tövbe ederse de bu tövbesinin kabul edilmeyeceği söylenmiştir.
Dinden dönen kimsenin çocuğu ise onun dinden dönmesinden önce veya sonra iman etmişse onun ebeveyninden birisi Müslümansa o Müslümandır. Ben en uygun olanın kâfir olduğunu söylüyorum. Iraklılar da ittifakla onun kâfir olduğunu söylemişlerdir. En iyisini Allah Teâlâ bilir.
Dinden çıkan kimsenin sahip olduğu maldaki mülkiyetiyle ilgili de farklı görüşler mevcuttur. En sahih olanı, eğer o dinden çıkmış olarak ölürse malında mülkiyet hakkı kalmamıştır, eğer Müslüman olmuşsa bu durumda da mülkiyeti duruyordur. O maldan daha önce mevcut olan borçları ödenir. Bu maldan kendilerine infak edilmesi gerekenlere infak yapılır.
Onun mallardaki tasarrufuna gelince, vakıf, köle azat etme, mevkuf haldeki vasiyetler o kişinin Müslüman olmasıyla geçerli hale gelir ve uygulanır. Eğer Müslüman olmazsa bunlar geçerli olmaz. O kişinin alım satımı, hibesi, rehini, köleyle karşılıklı mükâtebe yapması geçerli değildir…
Nevevî 2005/1426. Minhâcü’t-tâlibîn ve umdeti’l-müftîn fi’l-fıkh, 1. bs., Beyrut, Dârü’l-Minhâc, s. 501-502.
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
3.İbadetler Hukuku
İslam hukukunda, insanın gerek hemcinsleri, gerek Allah, gerekse hayvanlarla ilgili hak ve yükümlülüklerini ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmiştir. İbadetler hukuku, insanın hemcinsleri veya hayvanlarla değil, Allah’la ilgili hak ve yükümlülükleri belirleyen bir hukuk dalıdır. Temizlik (taharet), bütün ibadetlerden önce yapılması gereken bir arınma olduğu için, ibadet hukukuyla ilgili metinlerin temizlik hükümleriyle başlatılması geleneği bulunmaktadır. Daha sonraysa namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin hangi durumlarda geçerli olup olmadığını ayrıntılı olarak belirleyen hükümler yer alır.
Namaz Vakitleri: el-Hırakî
Tam adı Ebü’l-Kâsım Ömer b. Hüseyn b. Abdillâh el-Hırakî el-Bağdâdî (ö. 334/946)’dir. Büveyhîlerin Bağdat’taki baskıları sebebiyle Şam’a göç etmek zorunda kalan Hanbeli fakihi Hırakî’nin günümüze ulaşan tek eseri, kendisinin isimlendirmediği ancak Hanbelî mezhebinin görüşlerini özet bir şekilde içermesi sebebiyle el-Muhtasar olarak anılan eserdir. Klasik anlamda mezhepte yazılan, Şâfiî fıkıh kitapları sistematiğine göre telif edilen ilk fıkıh metni niteliğinde olup İbn Kudâme’nin bu eseri şerhi olan el-Muğnî’yi yazana kadar da bu özelliğini korumuştur. Eserde büyük çoğunluğu Ahmed b. Hanbel’den nakledilen fıkhî görüşler bulunmakla berâber bir kısmı da onun görüşlerine dayanarak Hırakî tarafından yapılan tahrîclerdir. Eser’e yazılan yüzlerce şerhten en önemlileri Muvaffakuddîn İbn Kudâme’ninki başta olmak üzere günümüze ulaşan Ebû Ya’lâ el-Ferrâ (ö. 458/1066), Şemseddin ez-Zerkeşî (ö. 772/1370)’nin şerhleridir.
Güneşin kaymasıyla öğlen namazını kılmak farz olur. Her bir şeyin gölgesi kendi misli kadar olursa bu öğlen namazının son vakti demektir. Eğer bir şeyin kendi gölgesi olmasından biraz daha fazla olursa bu durumda ikindi namazını kılmak farz hale gelmiş olur. Her bir şeyin gölgesi kendisinin iki katı olacak hale gelirse bu esnada ihtiyâr vakti bitmiş olur. Kim ikindi namazından bir rekâtı güneş batmadan önce kılarsa o kişi ikindi namazına yetişmiştir. Bu zaruretle olan bir durumdur.
Güneş battığı durumda da akşam namazını kılmak farz hale gelmiş olur. Şafak batana kadar akşam namazını geciktirmek ise iyi bir şey değildir.
Şafak kaybolduğunda ise, şafak yolculukta bir kırmızılıktır, ikamet halindeyken o bir beyazlıktır. Çünkü mukim halinde (yani yerleşim yerlerinde) kırmızılık duvarlara yansır. Kişi de şafağın kaybolduğunu zannedebilir. Eğer beyazlık da kaybolursa bu durumda yatsı namazı vakti girmiş ve farz hale gelmiş olur. Son vakti ise gecenin üçte biridir. Eğer gecenin üçte biri biterse bu durumda yatsı namazının ihtiyar vakti bitmiş olur. Bundan sonra zaruret vakti başlar. Bu zaruret vakti de ikinci fecrin doğuşuna kadar devam eder ki o doğu tarafından yükselen bir beyazlıktır. Bundan sonra da karanlık olmaz.
Eğer ikinci fecir doğarsa bu durumda sabah namazı farz hale gelmiş yani sabah namazının vakti girmiş olur. Sabah namazının vakti de güneş doğana kadar devam eder. Kim güneş doğmadan önce sabah namazının bir rekâtına ulaşırsa bu kişi sabah namazını kılmış olur. Bu zaruretle olan bir durumdur.
Namazları ilk vakitlerinde kılmak daha faziletlidir. Sadece yatsıyı son vaktinde (gecenin üçte birlik kısmında) ve öğleni de çok sıcak olan bir havada geciktirerek kılmak bundan istisnadır. Eğer güneş batmadan önce bir kadın regl halinden temizlenirse ve bir kâfir Müslüman olursa ve bir çocuk buluğ yaşına ulaşırsa öğlen ve ikindi namazını kılarlar.
Eğer fecir doğmadan önce (sabah namazı vakti girmeden) de çocuk buluğ yaşına ulaşırsa, kâfir Müslüman olursa, akşam ile yatsı namazlarını kılarlar.
Eğer bir kişi baygınlık geçirirse baygınlık bitince baygın haldeyken kılamadığı tüm namazları kılar. En iyisini Allah bilir.
Hırakî. Muhtasarü’l-Hırakî alâ mezhebi’l-İmâm Ahmed b. Hanbel, thk. Muhammed Zuheyr eş-Şâvîş, 1. bs., Dımaşk, Dârü’s-Selâm, t.y., s. 15.
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
Cuma Namazı: eş-Şeybânî
“Dağlık yerlerde ve kırsal kesimlerde yaşayanlara Cuma farz mıdır?” şeklinde sordum. O da, “Onlara Cuma farz değildir. Sadece şehirlerde yaşayanlara Cuma namazı kılmak farzdır” dedi. “Kırsal (veya dağlık) bir yerde insanların mescitlerinde toplandığı, hutbe okunduğu ve Cuma namazı kılmalarına ne dersin?” diye sordum. O da, “Onların bu şekilde Cuma namazı kılmaları câiz değildir. Öğlen namazını iade etmelidirler” dedi. “Yolculuk halinde olsalar ve yine bu şekilde yapsalar, yine mi iade etmeleri gerekir?” dedim. O da, “Evet” dedi.
“Cuma günün imamın sadece iki rekât Cuma namazı kıldırdığı ve hutbe okumadığı duruma ne dersiniz?” diye sordum. O da, “İmamın da arkasında namaz kılan cemaatin de bu şekildeki Cuma namazları geçerli olmaz. İâde etmeleri gerekir” dedi. “(Eğer imam) dört rekât öğlen namazını kıldırır, Cuma namazını kıldırmazsa?” diye sordum. O da, “Böyle yapmaları imam ve cemaat için câizdir, fakat imam Cuma namazını terk ettiği / kıldırmadığı için günahkârdır” dedi.
“İmam Cuma gününde Cuma namazı için hutbe okumak istediğinde nasıl hutbe eder?” diye sordum. O da, “Ayağa kalkar, sonra hafifçe oturur, daha sonra kalkarak insanlara hitap eder” dedi. “Eğer imam, cünüp veya abdestsiz olarak hutbe okur daha sonra abdest alır Cuma namazını kıldırırsa bu durum caiz midir?” diye sordum. O da: “Evet caizdir. Fakat mescide cünüp olarak girdiği ve bu halde hutbe okuduğu için günahkâr olur (hata işlemiştir)” dedi.
“İmam’ın Cuma günü hutbede iken Kur’ân’dan sure okuması gerekli midir?” diye sordum. O da, “Evet, gereklidir” dedi. “İmam Cuma günü Cuma hutbesi okurken abdesti bozuldu, indi abdest aldı geldi. Hutbeyi tekrar eder mi?” diye sordum. O da, “Bu şekilde yaparsa caiz olur” dedi. “İmam Cuma hutbesi yapıyorken abdesti bozulsa, cemaatten birisine namazı kıldırmasını istese, o adam da hutbeyi dinlememiş olsa, cemaate kaç rekât namaz kıldırmalıdır?” diye sordum. O da, “Dört rekât kıldırır” dedi. Ben de, “Eğer o adam hutbeyi dinlemiş olsa ne kadar kıldırır?” diye sordum. O da, “İki rekât kıldırır” diye cevap verdi. “Eğer imam Cuma günü hutbe verir daha sonra abdesti bozulursa, cemaatten birine namazı kıldırmasını söylerse, bu kişide namazı kıldırmaya başlar iftitah tekbirinden sonra bu kişinin de abdesti bozulursa yerine geçecek olanın kaç rekât namaz kıldırması gerekir?” diye sordum. O da, “İki rekât kıldırır, imamın bıraktığı yerden devam eder” dedi. “Eğer üçüncü kişinin de abdesti bozulur ve bu kişi hutbeyi dinlemiş olursa bu esnada gecikme olursa yerine geçecek kişinin kaç rekât kıldırması gerekir?” diye sordum. O da, “İki rekât kıldırır, imamın kaldığı yerden devam eder” dedi. “Eğer imam Cuma hutbesinden sonra abdesti bozulur, cemaatten birisine Cuma namazını kıldırmasını emreder, o kişi de cünüp veya abdestsiz halde ise o da hutbeyi dinleyenlerden birisine Cuma namazını kıldırmasını emrederse, kaç rekât kıldırır?” dedi. O da, “İki rekât kıldırır, imamın bıraktığı yerden devam eder” dedi. “Eğer bu kişi hutbeyi dinlememişse, kaç rekât kıldırması gerekir?” diye sordum. O da, “Bu durumda dört rekât kıldırır” dedi. “Eğer imam cünüp olur, cemaatten birisine Cuma namazını kıldırmasını söylerse bu kişi de cünüp veya abdestsiz olur, orada bulunan hutbeye şahit olmuş efendisiyle mükatebe yapmış veya yapmamış köle birisine namazı kıldırmasını söylerse, bu kölenin kaç rekât kıldırması gerekir?” diye sordum. O da, “İki rekât kıldırır” dedi…
“Eğer imam Cuma günü hutbe verirken, insanlarla konuşması, onların meselelerini konuşması gerekir mi?” dedim. “Hayır” dedi. “Eğer bu gerçekleşirse, hutbesi kesilmiş olur mu?” dedim. “Hayır” dedi. “Cuma günü imam hutbe verirken, cemaatten birinin imamla konuşmaları gerekir mi?” diye sordum. “Hayır” dedi. “İmam, selavat getirdiğinde cemaatin de Peygamber’e salâvat getirmesi gibi Allah’ı zikrettiği zaman, cemaatin de Allah’ı zikretmesini hoş karşılamıyor musun?” dedim. “Bana sessiz olmaları ve imamı dinlemeleri daha sevimli” dedi. “Eğer kişi hapşırır, “elhamdulillah=Hamd, Allah’adır” der, onlar da “yerhamukellah=Allah sana rahmet versin” diye cevapta bulunurlarsa, ya da birisi selam verir, onlarda selamı alırlarsa ne gerekir?” dedim. O da, “Onların susmaları ve hutbeyi dinlemeleri bana daha sevimlidir” dedi. “İmam hutbede Cuma günü hutbe verirken, ’elhamdulillah=Hamd, Allah’ındır’, ’subhanellah=Allahım şanın yücedir’ veya ’lâ ilahe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur’ gibi zikirlerde bulunursa, bunlardan daha fazla şey söylemezse, bu hutbe için yeterli midir?” dedim. “Ebû Hanîfe”ye göre caizdir’ dedi. Ebu Yusuf ve Muhammed ise ’İnsanların hutbe olarak nitelendirebileceği kadar kelâm etmesi gerekir” dediler…
“Cuma günü, kamet ve ezan nasıldır, ne zamandır?” diye sordum. O da, “İmam, minbere çıktığında müezzin ezan okur, imam minberden indiğinde o boşlukta müezzin namaz için kamet getirir” dedi.
“Adamın birisi Kur’ân okuyor ve imam Cuma hutbesi veriyor, bu durumu mekruh görüyor musun?” dedim. O da, “Cemaatin susması ve hutbeyi dinlemesi daha sevimlidir” dedi.
“Eğer adamın birisi Cuma namazı kılarken abdesti bozulsa, abdest almaya gittiğinde Cuma namazının kalanına yetişemeyeceğinden korkarsa, bu durumda teyemmüm yapması caiz midir?” diye sordum. “Hayır, caiz değildir, o kişinin gidip abdest alması gerekir. Eğer o arada konuşmamışsa Cuma namazında kıldığı yerden devam eder, kalanı kılar. Eğer konuşmuşsa, namaza baştan başlar ve dört rekât öğlen namazını kılar” dedi. “Adamın birisi yolculuk halinde öğlen namazını iki rekât olarak kılar, daha sonra şehre gelirse ve Cuma namazını imamla birlikte kılarsa, bu kişiye hangi yaptığı farzdır?” diye sordum. O da, “Cuma namazı farzdır” diye cevap verdi…
eş-Şeybânî, Muhammed 2012/1433. el-Asl (el-Mebsût), thk. Mehmet Boynukalın, Beyrut, Daru İbn Hazm, C. I, s. 299–307.
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
Oruçlunun İftar Etmesi: Numân b. Muhammed
Tam adı Ebû Hanîfe Nu’mân b. Muhammed b. Mansûr el-Kâdî et-Temîmî el-Kayrevânî (ö. 363/974)’dir. İsmali mezhebi doktrininin kurucularından kabul edilmektedir. İsmailiyye mezhebinin resmi mezhep niteliğinde olduğu Fâtimî devletinde baş kadılık görevinde bulunduğu ve devletin resmi tarihçisi konumunda olduğu bilinmektedir. Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanife’den ayırt edilmesi için Kadı Nu’mân veya Ebû Hanîfe eş-Şiî olarak meşhur olmuştur. Fıkıh, fıkıh usulü, kelam, tarih gibi alanlarda yazılmış çok sayıda eseri olan müellifin eserlerinin çoğu günümüze ulaşmıştır. Eserlerinden en önemlileri Sünni fıkıh mezheplerinin çeşitli usul meselelerine ilişkin görüşlerini tenkit ettiği İhtilâfü usûli’l-mezâhib, İsmâilî fıkhının gelişmesinde önemli rol oynayan ve İsmaili fıkhının en önemli kaynağı olan Deâ’imü’l-İslâm ve zikrü’l-helâl ve’l-harâm isimli eseridir.
Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Orucu, geceye kadar tamamlayınız” (Kur’ân 2: 187). Ehl-i beytten (sallalallahualeyhim), duvar, dağ vb. ufukta güneşin battığını göstermeyen engeller dışında ufukta güneşin kaybolması ve bu şekilde gecenin başlamasıyla oruçlunun iftar etmesinin helal olduğunda icmâ edildiği nakledildi. Eğer güneşin yuvarlağı ufukta kaybolursa gece girmiş ve iftar yapmak helal olmuş olur. Ali (ra)’den şöyle nakledildi: “Sünnet olan iftar için acele etmek, sahuru geciktirmektir. Namazı öne almaktır.” Yani akşam namazını iftardan önce kılmaktır. Fakat eğer yemek hazırsa önce yemek yenir daha sonra namaz kılınır. Fakat yemek hazır değil (mevcut değilse) namaz kılınır. Ali (ra), Peygamber (sav)’e bir kızartılmış bir deve budunun getirildiğini nakletti. Şöyle dedi: Daha sonra Bilal (ra)’ın ezan okudu, onun emretmesi üzerine o yedi ve biz de onunla yedik. Daha sonra süt getirildi o ve biz onu içtik. Daha sonra Bilâl’e kamet getirmesini emretti ve onunla birlikte namaz kıldık.
Ali (ra)’den nakledildi ki, Rasûlullah iftar ettiği zaman şöyle diyordu: “Ey Allah’ım! Senin için oruç tuttuk. Verdiğin rızıkla orucumuzu açtık. O’nu bizden kabul et”. Susuzluk bizden gitti, terledik ve inşallah onun ecri bizle kaldı.
Peygamber (sav)’in şöyle dediği nakledildi: Hilali gördüğünüzde veya içinizden iki adil kişi onu görürse güneş batana kadar iftar etmeyin. Bu gündüzün ilk tarafıydı veya sonuydu. Buyurdu ki: Hilalin görülmesinden otuz gün sonraya kadar veya sizden iki şahidin onu görmesine değin iftar etmeyiniz.
b. Muhammed, Numân; el-Kâdî, Ebû Hanîfe 2003. Deâimü’l-İslâm ve zikrü’l-helâl ve’lharâm ve’l-kadâyâ ve’l-ahkâm, thk. Asaf b. Ali Asgar Feyzi, İskenderiyye, Dârü’l-Meârif, I, s. 280, 281.
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
Hac: el-Hillî
Hac kitabı üç bölümden oluşmaktadır. İlki giriş niteliğinde olup ibadet yerlerinde yapılması gereken dört menâsiki (ibâdeti) kapsar… Kendisi için gerekli şartları taşıyan herkes için hac farzdır. Hemen yapılması gerekir. Şartlar oluşmasına rağmen geciktirilmesi günahtır. Şartlarını taşıyan bu kişiye ömründe bir defa hac yapması gerekir…
O’nun farz olmasının şartı beştir. İlki kişinin buluğ çağına ulaşmış olmasıdır. Buluğ çağına ulaşmayan çocuğa ve deliye hac farz değildir. Eğer çocuk veya deli hac yapar veya onun yerine hac yapılırsa, onlardan birisi haccın yapıldığı ibadet yerinde (meş’ar) bâliğ olur veya akıllanırsa hac ibadetini yapmış olur. Kendilerine farz olmadığı halde mümeyyiz çocuk ile deli hac yaparsa bu mendup hükmündedir…
el-Hillî, el-Muhakkâk 1409. Şerâ’i’u’l-İslâm fî mesâ’ili’l-helâl ve’l-harâm, talik. es-Seyyid Sâdek eş-Şîrâzî, 2. bs., Kum, İntişârât, s. 105, 106..
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
E. YARGILAMA HUKUKU
İslam hukukunda muhakeme (yargılama) hukukunun adı ve bu alanda yazılan eserlerin genel adına “edebü’l-kâdî” denir. Hakim, dava, mahkeme, taraflar, deliller ve prosedür gibi muhakeme hukukunun temel bahislerini ayrıntılı ve sistematik bir tarzda ele alan edebü’l-kâdî alanında ilk dönemlerden itibaren müstakil eserler verilmeye başlanmıştır. Bu alanda yazılan ilk kaynaklardan ve günümüze ulaşanlardan önemlileri de Hanefî fakihi Hassâf (ö. 261/875)’ın Edebü’l-kâdî isimli eseridir. Tam adı Ebû Bekr Ahmed b. Ömer (Amr) b. Müheyr el-Hassâf eş-Şeybânî olan müellif müteahhirîn dönemi Irak fıkıh ekolünün önde gelen temsilcilerinden kabul edilmekte, fıkhın geneline ilişkin değil de özel konularına (hiyel, nafaka, vakıf, şurut vb.) dâir kaleme aldığı kitaplarla dikkat çekmektedir. Edebü’l-kâdî isimli eseri Hanefî mezhebinin bu alanda yazılmış eserlerinden günümüze ulaşanların en eskisi olup hakkında on civarında şerh yazılmıştır. Bu şerhler arasında Cessâs (ö. 370/981) ile Sadrüşşehîd (ö. 536/1141)’in kaleme aldıkları şerhler önemli olup ayrıca günümüze ulaşmış ve neşredilmişlerdir.
1. Yargı Hukuku: et-Turtuşî
Endülüslü Mâlikî fıkıh âlimi ve muhaddis olan Turtûşî’nin (ö. 520/1126) Sirâcü’l-mülûk adlı eseri siyâsetnâme (nasîhatname) türünün ilk örneklerindendir. Turtûşî bu eserinde siyaset felsefesi, siyaset ahlâkı, devlet yapısı ve kamu hukukunun temel ilkelerine dair görüşlerini kaydetmiştir.
Âdil Davranan Vali ve Yargıçların Erdemine Dair: et-Turtuşî
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Yahudi, Hıristiyan ve Kadınların Yargılanması
Cabîr’den nakledildi ki, Âmir Yahudi, Hıristiyan ve kadınlar için onlar namaz kılmadıkları için (kadınlar kılmıyorsa) yargılamalarını evinin önünde yapardı. Bize göre ise zimmet ehlinin (Müslüman olmayan İslâm ülkesi vatandaşları) mescide girmesinde sakınca yoktur. Fakat hayızlı ve nifas kadınların (bu halde namaz kılamadıkları için) yargılanması mescidin önünde (dış tarafında) yapılır.
Yargılama İçin Uygun Mekânın Seçilmesi
Ebû Hanîfe –Allah ona rahmet etsin– şöyle dedi: Hakimin yargılama esnasında mescitte oturması gerekir çünkü o en meşhur (bilinen, görülen) mekandır. Bu hakimin, yabancıların, dışarıdan gelenlerin ve belde halkından yargılanacakların insanlardan saklanmaması ve gizlenmemesi için uygun yer seçilmiş olması açısından gerekir. Herkesin gelebildiği cami bir yerleşim yerinde, o beldede en meşhur yer olup burada olan bir şey kimseden gizlenmemiş olur. Mescit selamlama mescidi gibi bir yer olursa bunda da beis yoktur…
Eğer hakim evinde oturur ve yargılamayı burada yapmak isterse bunda da sakınca yoktur. İnsanlara yargılamanın olacağını ilan eder ve isteyen kimselerin yargılama için evine girmesine mani olmaz. Orada kimler bulunuyorlarsa, mescitte olduğu gibi isteyen hakimle birlikte oturur (yargılamayı takip eder). Hakim böyle yapmaz, yargılamayı evinde yalnız başına yaparsa onun bir töhmetle karşılaşması mümkündür.
Hakimin yargılama için mescide gelmesi durumunda öncelikle onun iki veya dört rekat namaz kılması güzel olur. Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî (ra)’den, Peygamber (sav)’i, “Kim mescide girerse iki rekât selamlama namazı (tahiyyatü’l-mescit namazı) kılsın” dediği nakledildi. İsteyen kimse bu namazı dört rekât olarak da kılabilir. Peygamber (sav)’den, “Namazın (ibâdetin), devamlı olanı makbuldür, isteyen az kılsın, isteyen artırsın”. Dört rekât namaz kılmak ise daha faziletlidir. Çünkü bu gündüz namazı olduğundan gündüz vakti için dört rekât kılınması daha faziletlidir. Bu selamlama namazında önce oturulup sonra namazın kılınması şeklinde olduğuyla önce namaz kılınıp sonra oturulduğu şeklinde olduğunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları kişi oturur sonra kalkar namazını kılar demiş olmakla birlikte ekser âlimler, “kişi mescide girdiğinde önce namaz kılar” Sonra oturur demişlerdir. Bu şekilde namazını kılan hâkim daha sonra Allah’a, kendisinin hakkı savunması ve günahlardan uzak durması konusunda onu başarılı etmesi için dua eder ve yargılama için oturur.
Yargılamada Hâkimin Hangi Yöne Döneceği
Hakim, yüzünü kıbleye doğru döner. Nitekim Peygamber (sav)’den, “en güzel oturma kıbleye karşı olandır” şeklinde nakledilmiştir. Bu o zamanın örfü mesabesindedir. Günümüzde ise kadı mihraba dayanarak yargılamada bulunur. Hakimin yargılama esnasında sırtını mihraba vererek cemaate dönmesi Peygamber (sav)’den nakledilen namaz arasında mihraba dayanıp sahabeye, “Herhangi biriniz bir rüya gördü mü?” şeklinde sorduğu rivâyete de uygundur. Ayrıca Cuma günü hatip de insanlara dönerek minberde sırtı kıbleye gelecek şekilde hitap etmektedir. Eğer hâkimin kıble yönüne dönerek yargılamada bulunduğu düşünülürse bu durumda hasımlar (davası görülenler) de kıbleye dönmüş olacaklar ve (topluluğa ve hâkime doğru dönmediklerinden) yalan söylemeleri daha kolay hale gelebilecektir.
Hâkimin Muhâfızları ve Yardımcıları
İnsanlar hâkimden birazcık önde bulunurlar. Hattâ ki hakimin önüne gelen hasımlarla arasında ne geçtiğini duyamazlar. İnsanlarla ise yardımcıları yoluyla münasebette bulunur. Bu hâkimin meclisinin heybetli, haşmetli ve görkemli olması açısından önemlidir. Yardımcıları iki tarafında dururlar, bu şekildeki oturma ve yargılama düzeni kendisine bakanların gözünde heybet ve korku oluşmasına neden olur.
Hâkimin Defteri, Dosyası ve Araç Gereçlerin Konumu
Hakim yargılama esnasında içinde defter, silah vb. her türlü ilgili belge ve mührünün bulunduğu nesne sağ tarafından gelecek şekilde önünde (veya elinde) bulunur. Yan tarafına koymaz çünkü bunun içinde kadının silahı, siciller, dava tutanağı, kıymetli evraklar vb. şeyler bulunur. Bu sebeple elinin altında / önünde olması gerekir. Sağ tarafına doğru koyması da olur Çünkü Peygamber (sav)’in her işinde sağından başladığı nakledilmiştir. Aynı şekilde hakim yargılama için kıymetli evrak, belge ve gereçleri evinden mescide getirir… Günümüzde meliklerin (ileri gelenlerin) silahlarını bu şekilde ellerinde (önlerinde) taşırlar.
Yargılamada Kâtibin Oturma Şekli
Yargılama esnasında kâtib hakimin yanında bir yerde insanların göreceği şekilde oturur. Bu herhangi bir rüşvet almaması şahitlerin sözlerine ek yapmaması ve eksiltmemesi içindir.
Yargılamada Şûrâ Ehlinin Oturması
Eğer hakimle birlikte fakihlerden, emanet ehlinden kimseler yargılamayı takip etmek üzere otururlarsa hakimin yanında otururlar. Fıkıh ehli kimseler hakimle birlikte onunla istişare yapmak için otururlar. Bu şekilde ona yakın otururlarsa istişare yapabileceklerinden maksat da gerçekleşmiş olur. Bu hakimin muhafızlarının (yardımcılarının) oturuş durumundan farklıdır. Muhafız ve yardımcılarının durması ise heybet ve ihtişamı sağlamak içindir. Bu şekilde hakimden biraz uzak dururlarsa bu durumda maksat gerçekleşmiş olur.
Güvenilir/emanet sahibi kimselerde hakime yakın otururlar. Çünkü onlar kadıya yargılamada şahitlik yapmak ve gerçekleşen hadiseyi anlatmak (veya bilgi vermek) için gelmişlerdir. Fakihlerin istişare için yakın oturtulmaları onlara bir ikram niteliğindedir. İkincisi olan emanet ehlinin yakın oturtulması için onların gelmelerindeki maksadın gerçekleşmesi içindir.
Sadrüşşehid 1977/1397. Şerhu edebi’l-kâdî li’l-Hassâf, thk. Muhyî Hilâl Serhân, Bağdad: Matbaatü’l-İrşâd, C. I, s. 308–317.
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
2. Cinayet Şahitliği: el-Mergînânî
3. İslam Hukukunda Hileler (Hile-i Şer’iyye): el-Kazvînî
“Hiyel”, değiştirmek anlamındaki “hile” kelimesinin çoğulu olup İslam hukukunda şekil bakımından fıkha uygun olan bir işlem yoluyla yasak bir sonuca gitme ve bu yasak fiilleri işleme anlamında bir terim ve fıkhın bir alt dalıdır. Hangi hile durumlarının caiz olduğu, hangi durumların hile sayıldığı İslam hukukçuları arasında ihtilaflı olup leh ve aleyhte çeşitli görüşler ve eserler yazılmıştır. Hiyel konusunda, müçtehit mezhep imamları döneminden fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinde yer aldığı gibi bu alanda müstakil eserler de verilmiştir. Bunlardan en önemlileri olarak Hassâf’ın Kîtâbü’l-Hiyel’i ile Şâfiî fakihi Kazvînî’nin Kitâbü’l-Hiyel’i zikredilebilir. Kazvînî’nin bu eseri önce Kahire’de (1316) daha sonra da meşhur Batılı İslam hukukçusu Joseph Schacht tarafından üzerinde doktora tezi hazırlanarak Hanover’de (1923) neşredilmiştir.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Rabbim kolaylaştır. Sen kerimsin. Sen bana yetersin, sen ne güzel vekilsin. Güç ve kuvvet sadece yüce ve büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir. Şeyhü’l-İmâm Ebû Hâtim Muhammed b. el-Hasan el-Kazvînî şöyle dedi: Hiyel (hileler) üç çeşittir: Mahzurlu (yasak), mekruh ve mübah hilelerdir. Mahzurlu (yasak) hilelerin kullanılmasından fakih toplumu sakındırmalıdır. Eğer böyle bir durumla (mahzurlu hileyle) karşılaştığında da kişinin fakihe giderek fıkhi durumunu öğrenmesi ve fakihin bu konuda cevabını edinmesi gerekir. Mekruh olan hileler ise iyi şeyler olmayıp bu konuda dikkat etmeleri istenir. Mübah hilelerin ise sorularak öğrenilmesi gerekir. Bunlar hakkında bilgi sahibi olunmalıdır. Ben burada bu hilelerden her türlüsüne, onlarının yolunun bilinmesi, yol göstermesi için işaret edeceğim. Allah’a hamd ederek, Peygamber (sav) salât ve selam ederek bunları yapacağım.
Dinen Yasak Hileler Bölümü
Eğer bir kadının kocası kaybolursa, geride karısı için nafaka bırakmış olsun veya olmasın o beldenin hakimi o ikisinin arasını ayırmaz (onları boşamaz). Eğer erkek nafakayı karşılamaktan aciz kalır veya kadın kocasıyla münasebetten uzak durursa ve münasebetten sonra kadın dinden çıkarsa ve iddet bitmeden önce tekrar Müslüman olursa bu durumda öldürülmez. İddetin bitmesiyle de kocasıyla arasındaki nikah bitmiş olur. Eğer yine kadın ile koca arasındaki münasebetten önce kadın irtidat ederse nikah düşer. İslam’a geri dönerse öldürülmez, nikahı İslam’a girmesiyle tekrar sahih hale gelmez. Eğer kız çocuk bakireyse bu durumda kendisine denk biriyle nişanlanır ve kendisi bu evliliği istemez, baba ve dedesinin kendisini evlendirmesinden korkarsa bu durumda, “nişanlım benim sütkardeşimdir, evlenmek caiz değildir” der. Aynı şekilde bir cariye de efendisinin kendisini rızası olmaksızın başka biriyle evlendirmesinden korkarsa, bu kişi benim sütkardeşimdir, der. Eğer adamın birisinin bir hırsızlıktan dolayı eli kesilmesi gerekirse, o da ben hırsızlık yapmadım bu mal benimdir veya o girdiğim iddia edilen ev benimdir derse, hırsızlıktan dolayı uygulanacak had cezası sâkıt olur. Eğer adamın birisinin elinde başkasına ait bir olan gasp ettiği mal bulunursa, hak sahibi gâsıbın inkâr edeceğini düşünerek yemin talebinde bulunursa o da ben gasp etmedim, küçük çocuğumun derse ondan sâkıt olur (düşer). Bu mahzurlu bir hiledir…
Eğer bir kişi başka bir kişiyi yaralar ve onun ölmesinden ve kısas edilmekten korkarsa bu durumda hileye başvurur. O kişinin altında onun dönmesi, bu sebeple yararlandığının anlaşılması için bir şey koyar veya köpek veya yırtıcı bir hayvan göndererek onun da parça alması durumda iki görüşe (iki mezhebe) göre de adamdan kısas düşer…
Eğer adamın birisi ölmek üzereyken ve karısının da kendi ölümünden sonra kendisine mirasçı olmasını istemiyorsa ve beldenin hâkimi de hastalık anında karısını boşayan adamın karısının kendisinden mirasçı olacağı görüşündeyse bu durumda adam, ben onu üç kere boşamıştım derse bu durumda kendisi öldüğünde karısı ona mirasçı olamaz.
Bir kişinin elindeki mal nisap miktarına ulaştığı için zekât düşüyor ve bir yıl üzerinden geçtiği halde nisap miktarından daha aza düşmemişse ve bu kimse de zekât vermek istemiyor ve zekât yükümlülüğünü düşürmek istiyorsa şöyle hile yapar: Ben onu sattım ve geri aldım derse bu söz ondan kabul edilir. Aynı şekilde ticaretle iştigal eden ve kendisine zekât düşen bir kimse hile yaparak zekât vermek istemediğinde, bununla şu tarihte bir şey satın alacağım veya kendi ihtiyacım için kullanacağım derse bu kişiden zekât sakıt olur (ticaret malı ihtiyaç malı haline gelmiştir.)
Eğer adamın birisi ramazan gününde eşiyle cinsel münasebette bulunmak istiyorsa ve cinsel münasebette bulunduktan sonra da kendisinin kefaret ödemesi gerektiğini biliyorsa niyetini bozar veya orucunu iptal eder veya yemek yer bunun neticesinde karısıyla münasebette bulunursa bu kişiye kefaret gerekmez…
Mekruh Hileler Bölümü
Eğer bir kimsenin zekât düşecek kadar malı mülkü var ve üzerinden bir yıl dolmaya zekâtın vacip olmasına az kalmışsa bu durumda, küçük oğluna hibe ederse daha sonra ondan geri alırsa bu şekilde zekât ondan sakıt olmuş ve hile yapmış olur. Aynı şekilde büyük oğluna da hibe eder ve bundan istinaf ederse ve her defasında zekât vacip olmaya bir süre kala böyle yaparak zekatın kendisine farz olmasını kendinden düşürürse hile yapmış olur. Bir kişinin yine zekât verecek kadar malı olmuş olsa ve üzerinden bir yıl geçip zekâtı kendisine farz olmadan önce o malı kendisi için kullanmaya niyet etse zekât vermek sâkıt olur…
Helal Hileler Bölümü
Eğer bir yerde yiyecek olsa bir kişi karısına bu konuda şöyle diyerek şartlı talakta bulunsa, yani eğer bundan yersen sen üç talakla boşsun, eğer sen bunu tutarsan üç talakla boşsun eğer bunu atarsan üç talakla boşsun derse o da bu durumdan kurtulmak için şöyle yapabilir. Kişi de bu yiyeceğin yarısını yer yarısını da atar. Bu durumda karı koca arasında talak gerçekleşmez. Çünkü bu sayılan üç şeyin de dışındadır. Burada tamamını yeme, tamamını atma, tamamını tutma şeklindeki üç şeyden birisini yapmamıştır.
Eğer bir kadın evlenmek istiyor ve küçük bir çocuğu bulunuyorsa bu durumda evlendiğinde çocuğa bakma (hidâne) görevinin de devam etmesini istiyorsa bu durumdaki hile de şöyledir: Bu kadın çocuğun amcasıyla evlenirse bu durumda hidâne hakkı düşmemiş olur…
Kazvînî 1924. Kitâbü’l-hiyel fi’l-fıkh = Das Kitâb al-hijal fi’l-fiqh, thk. Joseph Schacht, Hannover, Orient Buchhandlung Heinz, s. 1–7.
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
F.ANAYASA HUKUKU : EL-MAVERDİ
Allah’ın hükümleri, işlerin yürütülmesi için en uygun olanıdır. İlâhî hükümlerin bütün işlerle kaynaşması, insanların siyâsetle, idarî işlerle meşgul olmasına rağmen bu hükümlerden uzaklaşmalarını, yüz çevirmelerini önler. Hukukçularca, ilâhî hükümlerdeki hukûkî yolların bilinmesi, onlardan istifâde, yerine getirilmesi gerekli olanların yerine getirilmesi için, kaza işlerinin çözümünde, adaletin tevziinde hakkâniyet ve nısfet esaslarının araştırılması, bu esaslara uyulması için gerekli olan işlere giriştim ve bu konuda bir kitap yazdım. Allah’tan bana yardımcı olmasını, başarıya ve doğruluğa ulaştırmasını dilerim. O, bana kâfîdir.
Bundan sonra, şüphesiz ki Allah gönderdiği dinden idarî hükümlerin, kâidelerin çıkması uygun olan görüşte fikirlerin birliği için Peygamberin (sav) şerefli bir ümmeti olan Müslümanlara kudretini açıkladı, güzellikleri saydı, kendi hoşnutluğunun nerede olduğunu gösterdi. Onun kuralları siyâsî, idarî işlerin yürütülmesi, İslâm toplumunun her türlü ihtiyaçları için yeterlidir. Hilâfet bu hükümlerin yürütülmesi için Devletin temel müessesidir. Milletin uyacağı kaidelerin tatbiki ancak onun başta bulunması ile mümkündür. Devlet Başkanı âmmenin işlerini tesbitte, yürütmede, topluluğun yararına olan işleri yapmada bu kurallara başvurur ve ancak onlarla yürütebilir. İşlerin yürütülmesi, yerine getirilmesi ânında özel bir takım idare şekilleri ortaya çıkar. Bu bakımdan bölümlerin birbiriyle olan ilişkisine dikkatle, göndermeler yaparak idare hükümlerinin sıraya konulması gerekmiş, devlet başkanı İmâm’ın hukûkî durumu, hükümleri ilk olarak ele alınmıştır. Devlet başkanlığının hukûkî durum ve hükümlerini âmme ve idâre hukûku kâidelerini içine alan bu kitap yirmi bölümden ibârettir.
el-Mâverdî 1396/1976. el-Ahkâmü’s-sultâniyye (İslâm’da Hilâfet ve Devlet Hukuku), Çev. Ali Şafak, İstanbul: Bedir Yayınevi, s. 3, 4, 7–9.
G. DEVLETLERARASI HUKUK: ES-SERAHSÎ
Devletlerarası hukukun bahisleri fıkıh kitaplarının, “siyer”, “cihâd”, “ahkâmü’l-muhâribîn” ve “cizye” gibi bölümlerinde ele alınmıştır. Bununla birlikte dönemlerden itibârên “siyer” adıyla bu konuda müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Siyer bahislerinde günümüzdeki devletler hukukunda olduğu şekliyle savaş, barış, diplomatik münasebetler, ticaretin yanında gayrimüslim olup İslam ülkesinde yaşamayanların durumları ve savaş-barış hâlinde bunlarla münasebetler, gayrimüslim topluluk ve ülkelerle yapılan zimmet anlaşmaları, siyasi otoriteye isyanlar gibi konular ele alınır. Bu sahada kaleme alınan eserlerin en önemlisi Hanefî fakihlerinden ve Ebû Hanîfe’nin de öğrencisi olan ve kendisine ve yazarına devletlerarası hukukun kurucusu unvanını kazandıran Muhammed b. Hasan Şeybânî (ö. 189/805)’nin es-Siyerü’l-kebîr’dir. Burada Şeybânî’nin bu eserinin de şerhi olan Serahsî (ö. 483/1090)’nin Şerhu’s-siyeri’l-kebîr’inden iktibas yapılmıştır.
1. Savaşın Hile Olması
Saîd b. Zî Huddân ve Alî b. Ebî Tâlib yoluyla Peygamber (sav)’den nakledilen bir rivayet şöyledir: “Savaş, hiledir”. Burada savaş esnasında Müslümanın muhatabına karşı hile yapabileceğinin, bunun aldatma olmadığının delili vardır. Bazıları bu rivayetin zahirine bakarak, savaş halinde yalan söylemeye izin olduğunu belirtmişlerdir. Bu konuda Peygamber (sav)’den nakledilen şu rivayeti de delil almaktadırlar: “Yalan sadece üç yerde söylenebilir. Bunlar, iki kişinin arasını bulmada, savaş halinde ve kocanın eşini razı etmesinde”. Bizim mezhebimizin görüşüne göre ise burada kastedilen tam anlamıyla yalan değildir. Bunda ruhsat yoktur. Kastedilen, çok anlama gelecek şekilde söylemektir. Bunun benzeri İbrahim (as)’ın üç kez yalan söylediğini belirten hadistir. Yani onun yalan söylemesinden maksat, çok anlama gelecek şekilde ifade etmesidir. Çünkü Peygamberler masumdurlar ve onların yalan söylemeleri söz konusu değildir. Ömer b. Hattâb da, üstü kapalı çok anlama gelecek şekilde söz söylemede yalandan uzak durma vardır, demiştir.
Kişinin mübâreze yaptığı muhatabına bir şeyin gerçekte öyle olmadığı halde olduğunu söylemesidir. Fakat bu durum gözüken şeyi gizlemiş olmaktadır. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib’de, Hendek savaşında Amr b. Abdivüd’le mübareze yaparken şöyle demiştir: “Sen bana karşı, başkasından yardım almayacağına ilişkin söz vermedin mi? Bu davet ettiğin insanlar kimlerdir?” dedi. Bunun üzerine muhatabı da arkaya bakınca Ali b. Ebî Tâlib ona karşı galip geldi. Savaş esnasında kişinin kendi arkadaşlarına karşı galip olduklarını iyi durumda olduklarını ortaya koyacak şekilde sözler söylemesi de bir hiledir. Gerçekte iş böyle değildir fakat kişi başka bir yönden konuşmakta olduğundan görünüşte yalan değildir. Bu konuda rivayet edildiğine göre Ali (ra) de, katıldığı savaşlarda önce yere doğru bakıyor, sonra başını gökyüzüne kaldırıyor ve şöyle diyordu: Ne sen yalan söyledin ne de ben yalan söyledim. Yanında bulunan kimseler de bu konuda Peygamber (sav)’in ona bir şeyler demiş olduğunu, bu şekilde savaşmalarını onun emrettiğini düşünüyorlardı. Fakat bu gerçekte bu şekilde olmayabilir. Bu gibi durumlarda bir sakınca bulunmamaktadır. Peygamber (sav)’den de, “Yaşlılar cennete giremez” şeklinde bir rivayet nakledilmiştir. Yaşlıların da bu sözü duyunca ağlamaya başlamaları üzerine oda cennete gireceklerin yaşlı olmayacakları yani genç olacakları şeklinde özellikleri olduğunu söylemiştir…
2. Savaş Esnasında Yaralıların Tedavisi
Ebû Umâme b. Sehl b. Huneyf’ten Peygamber (sav)’in Uhut savaşında yaralanması sebebiyle kendi yüzünü kuru bir kemikle tedavi ettiği nakledilmiştir. Peygamber (sav)’in yüzünden Uhut savaşı gününde kan akınca, “Peygamber(sav)’in yüzünü kanatan bir kavim nasıl iflah olur diyerek Allah’a dua ettiği” nakledilmiştir. Bunun üzerine şu ayet nâzil olmuştur: “Bu konuda senin yapman gerekin bir şey yoktur. Allah ya tövbelerini kabul eder ya da zalimlikleri sebebiyle azap eder” (Kur’ân 3: 128). Bir rivayete göre Peygamber (sav) kendisini bir kemik parçasıyla ya da bir bez parçasıyla tedavi etmiştir. O’nu yüzüne doğru tutturmuştur. Günlerce bu sargı üzerine mesh yapmıştır. Bazı insanlar Peygamber (sav)’den nakledilen çeşitli rivayetlerden hareketle tedavi olmayı nehyedilmiş olarak görmüşlerdir. Bunlardan birisine göre Peygamber (sav) şöyle demiştir: “Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete girecektir. Onlar kimdir? Diye sorulunca Peygamber (sav) şöyle buyurdu: Onlar kendilerini ateşte dağlamazlar, sihir-büyüyle uğraşmazlar, kuşların uçmasından manalar çıkarmazlar, onlar Allah’a tevekkül ederler.” şeklindedir. Biz ise Peygamber (sav)’den nakledilen, “Ey Allah’ın kulları tedavi olunuz, Allah Teâlâ hiç bir hastalık yoktur ki onun çaresini de yaratmamış olsun. Sadece ölüm ve yaşlılık bunların dışındadır”. Onların bu konuda rivayet ettikleri rivayetin ise hükmü kaldırılmıştır. Nitekim Sa’d b. Muaz’ı Hendek savaşı esnasında elinin yaralanması üzerine onu dağlayarak tedavi etmiştir. Aynı zamanda sahabeden Es’ad b. Zürâre’yi de tedavi ettiği nakledilmiştir…
3. Antlaşmalı Düşman Malları
Müslümanların kendileriyle anlaşma yaptıkları müşriklerin mallarını onlardan izinsiz almaları caiz olmaz. Fakat onlar kendi gönül rızalarıyla verirlerse bu durum farklıdır. Onlarla Müslümanlar arasında yapılan antlaşma gereğince onların canları ve malları, Müslümanların kendi can ve malları gibi olmuştur. Müslümanların malını kendi gönül rızalarıyla vermeleri dışında almak caiz olmadığı gibi kendileriyle antlaşma yapılan kimselerin mallarını da gönül rızaları olmaksızın almak caiz değildir. Bu şekilde izinsiz ve gönül rızası olarak malları almak yapılan sözleşme verilen söze karşı vefasızlık göstermektir. Peygamber (sav) de, “Antlaşmalara uymak, verilen sözlerde durmak gerekir” demiştir. Ebû Sa’lebe el-Haşenî / Hışnî’den nakledilen bir rivayet de bu konuda delil getirilmiştir. Rivayet şöyledir: Kendileriyle anlaşma yapılan bir Yahudi halkından birisi Peygamber (sav)’e gelerek şöyle dedi: “Aramızda antlaşma olduğu halde, sizin arkadaşlarınızdan bir kısmı bahçeme girip bakla veya sarımsak aldılar.” Peygamber (sav) Abdurrahman b. Avf’ı çağırarak ondan Müslümanlara şöyle hitap etmesini istedi: “Kendi gönül rızaları olmaksızın kendileriyle antlaşma yapılan kimselerin mallarını almanız helal değildir.”
Serahsî. Şerhu kitâbi’s-siyeri’l-kebîr, thk. Muhammed Hasan İsmâil eş-Şâfiî, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, C. I, s. 86, 87, 91, 92, 95, 96.
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
H.DEVRİM HUKUKU : ZALİM DEVLET BAŞKANINA İSYAN HAKKINDA : VERCELANİ
İslam’da devlet başkanına itaat, genel olarak Allah’a olan itaat gibi değerlendirilmiştir. Ancak devlet başkanı bir insan olduğuna göre Allah gibi yanılmaz olması düşünülemez. Böylece adaletten, ahlâkın temel ilkelerinden sapmış bir devlet başkanına itaat edilip edilmeyeceği sorunu İslam hukukçuları tarafından ayrıntılı bir şekilde tartışılmış, isyan ve devrimin hukuki temelleri sorgulanmıştır.
Tam adı, Ebû Yakub b. İbrâhim Vercelânî İbâzî (ö. 570/1175)’dir. Vercelânî, Hâricîlerin en mutedil ve günümüze eserleriyle birlikte ulaşan kolu olan İbâziyye mezhebinin fakihidir. Fıkıh ve fıkıh usulü ilimlerinin yanında tarih, hadis ve kelam ilminde de mezhebin ileri gelen âlimlerinden olan Vercelânî çeşitli Kuzey Afrika şehirlerinde hayatını geçirmiştir. Bazı eserleri günümüze ulaşan müellifin fıkıh usulünde kaleme aldığı el-Adl ve’l-insâf fî ma’rifeti usûli’-fıkh ve’l-ihtilâf ile İbâziyye fıkhında kaleme aldığı ed-Delîl ve’l-burhân isimli eserleri önemlidir.
Bil ki ey kardeşim, ehl-i davet mezhebinde zalim devlet başkanına karşı isyan etmek caizdir. Sünnilerin dediği gibi değildir. Onlar, zalim sultana karşı savaşmanın ve isyan etmenin caiz olmadığını söylemektedirler. O’na karşı teslim olma ve sabır göstermenin isyan etmekten daha evla olduğunu söylerler.
Bu meseleyle ilgili ümmet ihtilaf ederek üç gruba ayrılmıştır.
İlki, davet ehlinin görüşüdür. Zâlim devlet başkanına isyan etmek, onunla savaşmak, onun mevki sahibi memurlarıyla (mücadele etmek) ve onun hükmünün altında değilsek, onun bizim üzerimize kurallarını uygulamasına mani olmak için kaçınmak ve çabalamak câizdir.
Fakat onun hükmü ve yönetimi altında bulunuyorsak da onun hükümlerinin üzerimizde uygulanmasından tamamen uzak duramayız. Fakat zorlukların üstesinden gelmek istersek bu durumda isyan etmek câiz olur.
İkinci görüş, bu konuda bize muhalefet edenlerin görüşüdür. Buna göre, zalim devlet başkanına karşı isyan etmek, onunla savaşmak, hükmünün uygulanmasından uzak durmak câiz değildir.
Üçüncü görüş, Ezârıka, Sufriyye ve Necedat mezheplerine aittir. Zalim devlet başkanı, onun halkı, yöneticileri, şirk üzere hüküm sürmektedirler. Herkese bunu gösterirler. Herkesin üzerine şirk hükmünü, ölümü, köleleştirmeyi uygularlar…
Bizim doğru olarak kabul ettiğimiz görüş şöyledir: Bize, zalim hükümdarın halkına, yolculara, tüccarlara, çiftçilere ve diğerlerini kırıp geçirmemiz (yok etmemiz) helal değildir. Sadece gaye zalim devlet başkanının görevden alınmasıdır. Onları da, dalalet ve sapıklık üzere oldukları şeyi terk etmeleri için davette bulunuruz. Biz halk ile karşı karşıya gelmeyiz, sadece orduyla mücadele ederiz. Çünkü zâlim devlet başkanıyla ordusu aynı mesâbededir. Biz isyana cevaz verdiğimiz için ordusuna karşı isyana da cevaz vermiş oluyoruz.
Eğer zalim devlet başkanına ve ordusuna isyan ederek öldürürsek onların memleket ve halk üzerindeki zulümlerini gidermiş oluruz. Fakat biz onlara karşı isyan etmezsek bu durumda onların hükmü altında yaşamayı kabul etmiş ve bundan razı olmuş sayılırız.
Vercelani 2006/1427. ed-Delil ve’l-burhan, thk. Salim b. Ahmed el-Harisi, 2. bs., Amman: Vizaretü’t-Türâs ve’s-Sekâfe, C. III, s. 81-83.
Çeviren: Abdurrahman Yazıcı – Reşadet Ahmadov
I. HUKUKİ BELGE YAZIMI: ET-TAHÂVÎ
İslam hukukunda hukuki muamelelerini, mahkeme kayıtlarını belgeleme usul ve yöntemini konu edinen ilim ve bu alanda yazılan eserlerin ortak adı “şürût ve sicillât” tır. Şurût ilminin de muâmele, belge yazım kuralları (kitâbetü’l-vesâik), şürûtî (kâtip), muâmele belgesi (şart), dîvânü’l-kâdî (kadı arşivi, mahkeme sicili), hüccet (taraflardan birinin hâkim huzurunda yaptığı ikrar ve diğerinin ikrarı tasdikini gösteren belge), mahzar (dava tutanağı), sicil/i’lâm (ikrar veya yeminden kaçma neticesindeki hâkimin hüküm belgesi) şeklinde bölümleri vardır. Fıkıh kitaplarıyla ve edebü’l-kâdî konusunda yazılan kitapların ilme yer vermelerinin yanında ilk dönemlerden itibaren bu alanda müstakil eserlerde de yer verilmiştir. Bu konuda günümüze ulaşan ilk eserler Hanefî fakihi ve muhaddisi et-Tahâvî’ye âittir. Tam adı Ebû Ca’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme el-Ezdî el-Hacrî el-Mısrî et-Tahâvî (ö. 321/933) olan ve fakihliğinin yanında muhaddis olarak da bilinen Tahâvî döneminin önde gelen Hanefî âlimlerindendir. Kendisine ait fıkıh dışında tefsir, hadis, akâid ilimlerine dair çok sayıda eseri olup ayrıca şürût ve’s-sicillât ilminde de eş-Şürûtü’l-kebîr ve eş-Şürûtü’s-sağîr adıyla eserleri bulunmaktadır. Müellifin bu eserleri Ruhi Özcan tarafından neşredilmiştir.
1. İkrar Belgesi Düzenleme
Ebû Ca’fer et-Tahâvî şöyle dedi: Eğer bir kişi ölse geriye iki tane bilinen oğlunu bıraktığı, bunlar terekeyi aralarında paylaşarak mirasçı kardeşlerden birisinin, kendisinin babasından bir kardeşi daha olduğunu söylediği durum hakkında fakihler ihtilaf etmiştir.
Ebû Hanîfe, Züfer, Ebû Yusuf ve Muhammed şöyle dedi: İkrarda bulunan erkek çocuk babasından kendisine intikal eden elindeki terekenin yarısını kendisi gibi aynı babadan olan kardeşi olduğunu ikrar ettiği kişiye verir.
İbn Ebî Leylâ ile Mâlik b. Enes de şöyle dedi: İkrarda bulunan kişinin hakkında ikrarda bulunduğu kişiye elinde bulunan terekedeki hissesinin üçte birini verir.
Şâfiî de şöyle dedi: Kendisinin, ikrarda bulunduğu kişiye bir şey vermesi gerekmez…
Eğer mukır (kendisi aleyhine ikrarda bulunan kişi), mukarrun leh (kendisi lehine ikrarda bulunulan kişi) için gerektiğinde kullanması için elinde bulunacak hüccet olmak üzere bir belge yazmak isterse şöyle yazar: Bu, “kendi yazılmasına şahit olan adılı yazılı şahitlerin şahitlik ettiği” belgedir. Yani kendisi aleyhine ikrar bulunan mukır, tarih belirterek şöyle yazar. “Şu kişinin babası öldü ve geriye onu ve kardeşi fulanı bıraktı”. Yani iki çocuktan kendisi aleyhine ikrarda bulunmayan (itiraz eden) kişiyi bıraktı. Yine “belgede isimleri şahitleri getirerek kendi aleyhine ikrarda bulunanı geride bıraktı. Onların tamamı şu fulan mirasbırakan kişinin oğullarıdır. O’nun yatağında doğmuşlar ve ona mirasçı olmuşlardır. Onlardan başka daha mirasçı yoktur. Bu kitapta ikrarda bulunulduğu üzere ve ikrarı fulan kişice yapıldığı üzere ona terettüp eden haklarla ilgili gereğinin yerine getirilmesi de gerekir” Yani kendi aleyhine ikrarda bulunan (mukır)’dan (alınarak) mukarrun leh (kendisi lehine ikrarda bulunulan kişiye)’e dâir…
Daha sonra şehadetten sonra kendi lehine ikrarda bulunulan mukarrun leh’in nesebi, isimleri, tanıdığını belirten durumların da yazılmasıyla belgeyi düzenler. Eğer, mukarrun leh isterse, mukır aleyhine olmak üzere miras bırakan kişinin terekesinden ona intikal eden ve elinde bulunan hissede yazılır. Bunlardan sonra, “onun (sayılanlardan) daha başka mirasçısı yoktur” ile, “Miras bırakan kişi fulan’ın terekesinden ikrar gününde şöyle şöyle malların bulunduğu, Miras bırakan kişi fulan’ın terekesinden ikrar gününde şöyle şöyle malların bulunduğu, ikrarı kabul etmeyen diğer kardeşinde de aynı şekilde” diye yazılarak, “bu kadar aldı”, “elinde şu kadar bulunuyor.” diye yazılmasında da sakınca yoktur. Daha sonra belgenin devamı düzenlenir…
2. Mirasçılardan Bir Kısmının Miras Bırakana İlişkin Borç İkrarında Bulunması
Ebû Ca’fer et-Tahâvî şöyle dedi: Eğer miras bırakan vefat etse geride bilinen iki oğlunu ve oldukça yüklü miktarda mal bırakmış olsa ve bir adam gelerek onların babasının kedisine yüz dirhem vereceği olduğunu iddia etse. Bu durumla ilgili olarak kardeşlerden birisi bunu kabul ederken diğeri reddetse ve kendi aleyhine ikrarda bulunan mukır, babasının borcuna ilişkin kendi ikrarıyla ilgili mukarrun leh’in lehine dâir belge düzenlemek istese şöyle düzenler.
“Bu, isimleri bulunan kimselerin şahitlik yaptıkları belgedir (senettir).” şeklinde yazar. Daha sonra tarihi yazar ve devamına da “Babası fulan kişi öldü. Öldüğü günde kendisinden ve oğlundan başkasını mirasçı bırakmadı”…
Kendi aleyhine ikrarda bulunan mukırın yaptığı ikrar neticesinde mukkarrun lehe (kendisi lehine ikrarda bulunulan kimse) elinde babasından kalan terekeden vermekle mükellef olup olmadığı konusunda âlimler ihtilaf etti.
Ebû Hanîfe, Züfer, Ebû Yusuf ve Muhammed şöyle diyorlardı: Mukır (ikrarda bulunan) kişi elinde babasından kendisine intikal eden terekenin tamamını borca karşılık olmak üzere lehine ikrarda bulunduğu kişiye verir. Çünkü babasının borcu vardır. Kendisi bu durumda borcun verilmesinden sonra terekeden kalmıyorsa mirasçı olamaz.
İbn Ebî Leylâ, Malik ve Şâfiî de şöyle dedi: Elinde bulunan malın yarısını lehinde ikrarda bulunduğu kişiye verir…
3. Mirasçılardan Bir Kısmının Miras Bırakana İlişkin Vasiyet İkrarında Bulunması
V.FELSEFE
İnsana yönelik ilk hitabı “ikra’” (oku) olan Kur’ân-ı Kerim’de insanın algılama, bilme ve düşünme yeteneğinin türlü boyutları çok sayıda terimle ifade edilmiştir. Bu bağlamda ilim, hikmet, kitap; sem’, basar, fuâd, kalb, basiret, lübb; hakk, kader, âyet, beyyine, burhan, sultan, zikr, ibret, tedebbür, taakkul, tefakkuh, tefekkür, tezekkür, nazar, i’tibâr ve daha başka terimlerin çeşitli türev ve zıt anlamlılarıyla birlikte Kur’ân’daki yekünü dikkate alındığında, onun akıl ve tefekküre verdiği önem rahatlıkla anlaşılacaktır.
Kur’ân’a göre tefekkür insan için bir imkândan öte onun varlık sebebi ve asli görevidir. Duyu ve duygu gücünü de kullanarak insan aklının yönelip besleneceği kaynaklar (1) Allah’ın sözlü ayetlerini içeren Kur’ân, (2) sünnetullahın geçerli olduğu ferdi ve toplumsal davranışlar ile bunların sonuçlarından oluşan tarih (enfüs) ve (3) fiilî/tekvînî ayetlerin tecelli ettiği tabiî varlık, olgu ve olaylardır (âfâk). Kendisine verilen bu gücü, hizmetine sunulan evreni imar etmek ve ondan yararlanmak üzere kullanması, insan için aynı zamanda ahlakî bir sorumluluk, dini bir görev, uhrevî bir azık ve hazırlıktır. Şu var ki, zihni bir faaliyetin Kur’ân’a göre akli tefekkür sayılabilmesi için, onun ortaya koyduğu Allah-âlem-insan ilişkileri modeliyle bağlantılı olması; insanın duyu, duygu, düşünce, inanç ve davranış bütünlüğü ile dünya-ahiret, fert-toplum dengesini asla göz ardı etmemesi; ayrıca zann, tahmin ve taklid ürünü verilerle değil, güvenilir delillerle beslenmesi şarttır.
İslam toplumunun dini, ahlaki, hukuki, içtimai ve siyasi her türlü meselesinin bizzat Hz. Peygamber tarafından çözüme kavuşturulduğu, son ilahi dinin büyük bir aşk ve heyecanla yaşandığı “mutluluk çağı”nda Müslümanlar arasında inanç ve fikir birliği hüküm sürmüştür. Bu durum, Allah elçisinin irtihaliyle birlikte yerini başta hilâfet meselesi olmak üzere çeşitli konular etrafında yapılan tartışmalara ve giderek siyasi ve dini gruplaşmalara bırakmaya başladı. Yapılan fetihler sonucunda eski çağlardan beri çeşitli inanç ve kültürlerin yaşandığı, farklı medeniyetlerin kurulduğu bölgelerin İslam coğrafyasına katılması, bir yandan İslam toplumunun eski İran, Hind, Helen ve daha başka yabancı kültür ve düşüncelerle tanışmasına imkân sağlarken, diğer yandan da iktisadi hayatın canlanıp refah düzeyinin yükselmesini hızlandırdı. Bu arada gerek yeni karşılaşılan farklı inanç ve kültürlere yönelik merak, gerekse fethedilen bölgelerde tesis edilen egemenliğin pekiştirilmesi bakımından o toplumların sahip bulunduğu düşünce ve bilgi birikimini daha yakından tanıma ihtiyacının da yönlendirmesi sonucunda büyük bir tercüme hareketi başladı. Bu hareket, esas itibariyle İslam dininin her vesileyle, akıl ve aklı kullanmanın önemine yaptığı vurgu doğrultusunda vahiyle gelen Kur’ân-ı Kerîm’in yanı sıra insanın ruh-beden yapısı, tarih (enfüs) ve tabiat (âfâk) üzerinde düşünmeyi ve araştırmayı ısrarla teşvik etmesiyle başlayan ilmi tecessüs ve gayretlerin, daha bir ivme kazanarak devam etmesine önemli katkılar yapmıştır.
Bu ve başka birtakım gelişmeler neticesinde İslam toplumunun kendi iç şartlarından kaynaklanan tartışmalara, kültür ve düşünce etkileşiminin yol açtığı yeni tartışma konularının eklendiği; ayrıca yöneticiler başta olmak üzere bazı kesimlerin dini ve ahlakî hayatında iktisadi zenginleşmeden mütevellit bir tavsamanın ortaya çıktığı görülür. Kısaca işaret etmeye çalıştığımız bu ortam, aynı zamanda İslam düşüncesinin “kelam”, “tasavvuf” ve “felsefe” olmak üzere ayrı tarz ve alanda gelişmesinin de zemini olmuştur. Bu bölümde, İslam toplumunun felsefe alanında ortaya koyduğu başarı ve dinamizmin yansıdığı konu ve meselelere dair genel bir çerçeve oluşturacak nitelikteki metinler sunulmaktadır.
A.FELSEFE VE VARLIK
Her bilimin bir inceleme konusu vardır; sosyolojinin toplumu, biyolojinin canlıyı ele alması gibi felsefenin incelenme konusu da mahiyeti veya ne olduğu bakımından varlık, Türkçe olmayan ancak felsefe yazınında geçerli bir söz dizisiyle “varlık olması bakımından varlık” tır
1.Valık Hakkındaki Bilgi Edinme Yöntemi Olarak Felsefenin tarifi ve Değeri: el – Kindi
Tam adı Ebû Yusuf b. İshâk b. es-Sabbâh el-Kindî olan ve soylu bir aileden gelen filozof Kûfe’de doğmuştur. Çocukluk ve ilk gençlik dönemini Kûfe ve Basra’da geçiren Kindî, geleneksel temel eğitimin ardından dil ve edebiyat eğitimi gördü. Onun diyalektik bakış ve zihin disiplini kazanmasında, İslam düşüncesinin ana akımlarından kelâmın sistemleşmesini sağlayan Mu’tezile ekolünün etkisi olduğu kabul edilir. Tahsil hayatını Bağdat’ta tamamlayan Kindî, halife Me’mûn’un sarayında düzenlenen edebi, dini, ilmi ve felsefî toplantılara katılma imkânı bulmakla kalmamış, bu halifenin kurduğu Beytü’l-hikme kadrosu içinde yer almayı da başarmıştır. Gerek dini gerekse akli bilimlerin sistemleştirildiği, başka dillerde yazılmış düşünce ve kültür eserlerinin Arapçaya çevrildiği, kelam ve felsefe alanında yoğun tartışmaların yapıldığı bir dönemde yaşayan filozof bütün bu faaliyet ve tartışmalara etkin ve yetkin bir şekilde katılmıştır. Kelami düşüncenin yanı sıra felsefi düşüncenin de bir akım olarak İslam toplumunun gündemine girmesini sağlayan öncü katkıları dolayısıyla ilk İslam filozofu sayılan Kindî, Meşşai felsefenin de başlatıcısı olmuştur. Metafizikten tıbba, matematikten siyasete, astronomiden psikolojiye, diyalektikten astrolojiye, optikten kimyaya uzanan geniş ilimler yelpazesinde kaleme aldığı 270’i aşkın eserden bazılarını şöylece sıralamak mümkündür: İlk Felsefe Üzerine, Tarifler Üzerine, Âlemin Sonluluğu Üzerine, Cisimsiz Cevherler Üzerine, Üzüntüyü Yenmenin Çareleri
Felsefenin Tarifi ve Değeri
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Varlık Hakkında Bilgi Edinme Yöntemi
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
2.Felsefe Üzerine: İbni Sina
“eş-Şeyhü’r-reîs” (baş üstad) unvanı ile de anılan İbn Sînâ (ö. 427/1037), Batı’da genellikle Avicenna olarak bilinir. Babasının çevresi dolayısıyla erken yaşlarında felsefi konularla tanışan ve zekâsıyla dikkat çeken filozof on yaşında Kur’ân’ı ezberlemiş; dil, edebiyat ve dini ilimlerin yanı sıra geometri, aritmetik, astronomi, mantık ve felsefe dersleri almıştır. Tıp alanındaki başarısı dolayısıyla on sekiz yaşında iken saray hekimliğine getirilmiş olması ona saray kütüphanesindeki zengin tıp ve felsefe literatüründen yararlanma imkânı sağladı. Sâmânî Devleti çökünce Buhara’dan ayrılıp Gürgenç’e giden İbn Sînâ, emirin sarayında ünlü bilgin Bîrûnî ve daha başka âlimlerle tanıştı. İslam düşünce tarihinde Kindî tarafından başlatılıp terminoloji, yöntem ve problemleri açısından Fârâbî’nin eserlerinde sisteme kavuşan felsefeyi İbn Sînâ yeniden işlemiş ve bir külliyat halinde sunmayı başarmıştır. Ontoloji ve psikolojinin yanı sıra bilgi problemi üzerinde en fazla duran düşünür konumundaki filozofun eserlerinin çoğu ortaçağda Latince ve İbraniceye çevrildi. “Latin İbn Sînâcılığı” aracılığı ile Batı düşüncesini yüzyıllar boyu etkilemiş olan İbn Sînâ’nın tıp alanındaki el-Kânûn adlı eseri Batı üniversitelerinde 19. yüzyıla kadar ders kitabı olarak okutulmuştur. Eserlerinden bazıları şunlardır: Mantığa Giriş (el-Medhal), Yorum Üzerine (el-İbâre), II. Analitikler (el-Burhân), Metafizik (el-İlâhiyyât) I-II, Fizik, I-II, Kitâbu’l-Hidâye, en-Necât fi’l-hikmeti’l-mantıkiyye ve’t-tabî’iyye ve’l-ilâhiyye, Tevhîdin Hakikati ve Nübüvvetin İspatı Üzerine (er-Risâletü’l-arşiyye fî hakâiki’t-tevhîd ve isbâti’n-nübüvve), İşaretler ve Tembihler (el-İşârât ve’t-tenbîhât).
İlk Felsefe yahut Metafiziğin Mahiyeti
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Metafiziğin Konusunun Belirginleşmesi
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
B.AKIL ÜZERİNE
Aklın ne olduğu, kaynağın madde mi, madde ötesi mi olduğu, insanın birbirinin karşıtı olan madde ile ruhun bileşimi mi olduğu, yoksa bunların karşıt değil de türdeş oldukları gibi sorular, Eskiçağ’dan beri düşünürlerin ana gündemlerinden birisini oluşturmuştur. İslam kültüründe aklın, kendisini idrak eden bir cisim olduğu yönündeki özgün tez karşısında Helen geleneğinden kaynaklanan akıl ile bedenin karşıt oldukları görüşü İslam filozofları tarafından yaygınlık kazanmıştır.
1.Aklın anlamları üzerine: el-Farabi
2. Akıl Üzerine: el-Gazzâlî
Gazzâlî’ye göre idrakle ilgili üç durum düşünülebilir: a) İdrakin kesintisiz sürekliliği, b) İdrakin hiçbir şekilde varolmadığı, c) İdrakin bazen bulunup bazen bulunmadığı. Ona göre akıl, mümkün varlıklarda yaratmanın kesintisiz olması gibi, kesintisiz bir idrak demektir ve kendisini yanıltan etkenlerden soyutlandığında ortaya çıkan salt aklın, imkânın sınırları içerisinde yanılması mümkün değildir. İnsan aklının kendisine ilişkin bilincinde (eş-şu’ûr) bir bilişsel kesinti (el-ğaflet) düşünülemez. Gazzâlî, insan aklının sınırları üzerinde çalışarak, Descartes ve Kant gibi modern dönem filozoflarında görülen salt akıl (el-’aqlu’l-mahḍ) kavramını, uzay ve zaman kavramları üzerinde temellendiren ilk filozoftur. Akıl, cismin veya imkânın mutlak şartları dışında olan bir şey değildir. Başka bir deyişle akıl, imkânın mutlak şartlarını idrak eden mümkün bir haldir veya maddeyi idrak eden maddedir.
Aklın Şerefi
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Aklın Hakikati ve Kısımları
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
İnsanların Akılca Farklılıkları
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
C.BİLGİ : DİN VE FELSEFE
6. Felsefe-Din İlişkisi Hakkında Son Söz: İbn Rüşd
Meşşai felsefenin İslam düşünce tarihindeki en önemli temsilcisi olan İbn Rüşd, Doğu’da “eş-Şârih”, Latin dünyasında ise “Commentator”, yani ’Yorumcu’ unvanıyla anılır. Temel dini ilimleri babası Ahmed’den tahsil eden ve bu dönemde İmam Mâlik’in Muvatta’ adlı eserini ezberleyen İbn Rüşd, hukuk, tıp, matematik ve felsefe alanında iyi bir eğitim almıştır. İbn Tufeyl ile tanışması ve onun tarafından Muvahhidlerin ikinci hükümdarı Ebû Ya’kûb Yûsuf b. Abdilmü’min’e takdim edilmesi, felsefe alanındaki çalışmalarına yeni bir boyut ve ivme kazandırmıştır. İbn Tufeyl’in yaşlılığı sebebiyle ayrılmasıyla boşalan saray hekimliğini de üstlenen İbn Rüşd, olağanüstü zekâ ve insanüstü çalışma azmiyle felsefe tarihinde önemli bir yere sahiptir. Meşşai doktrini, Yeni-Eflatunculuk’tan gelen etkilerden arındırma yolundaki dikkat ve çabasıyla mantıktan metafiziğe, fizikten tabiat bilimleri ve psikolojiye kadar bütün Aristo külliyatını; Eflâtun’un Devlet’ini, Porphyrius’un Îsâgûcî’sini şerheden İbn Rüşd, Meşşai felsefeyi en ağır ve en ciddi şekilde eleştiren Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-felâsife’sine cevap olmak üzere Tehâfütü’t-tehâfut adlı eseri kaleme aldı.
Din Açısından Felsefe ve Mantığın Durumu
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Mantık Neden Vaciptir
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Yabancı İlimlerin Kıymeti
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
İnsan Her Şeyi Bilemez
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Felsefe Allah’ı Tanıtır
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Din ile Felsefenin Yöntemleri Uyumludur
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Te’vîlin Anlamı ve Önemi
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Akıl ile Nakil Arasındaki Uyum
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Teorik Konularda İcmâ İmkânsızdır
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
D.İNSAN
1.İnsan Üzerine: İbn Sina
3. Yalnız İnsanın Kendini Yönetmesi: İbn Bâcce
Batılıların “Avempace” olarak tanıdıkları İbn Bâcce (ö. 532/1138), Ortaçağda İslâm coğrafyasının batısında ortaya çıkan felsefe hareketinin ilk önemli temsilcisidir. Çocukluk ve ilk gençlik yılları doğum yeri Sarakusta’da geçen ve iyi bir eğitim gören filozofun önceleri matematik, astronomi, mûsikî ve mantıkla ilgilendiği, daha sonra da tabiat bilimlerine yöneldiği, biliniyor. Kısa sürede tıp ve felsefede de kendinden söz ettirecek yetkinliğe ulaşan İbn Bâcce, Sarakusta’nın Murâbıtların eline geçmesi üzerine vezirliğe getirilmiştir. Yirmi yıl kadar Mağrib’de Yahya b. Yûsuf b. Tâşfin’in veziri ve saray hekimi olarak çalışan zorlu ve çalkantılı hayatı boyunca pek çok düşman da kazandığı bilinen filozof, bir rivayete göre hekim İbn Zühr’ün hizmetçisi tarafından zehirlenerek 533/1139 tarihinde Fas’ta vefat etmiş; hekimlik ve vezirlik görevlerinin ağır yükü altında kaleme aldığı yetmişe yakın eserden sadece on tanesi günümüze ulaşmıştır.
Tedbîrin Anlamı
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Aykırı Fikirler Üzerine
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Kuruntu ve Mutluluk
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
E.AHLAK
1.Edebin Güzelliği: İbn Abdürrabbih
Tam adı Ebû Ömer Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Abdirabbih b. Habîb el-Kurtubî (ö. 328/940)’dir. 10 Ramazan 246’da (28 Kasım 860) Kurtuba’da (Cordoba) doğdu. Şiir, edebiyat ve edebiyat tarihine meraklı idi. Bu alanlarda Endülüs’ün büyük âlimlerinden istifade etti. Daha yaşadığı asırda şiir ve edebiyat alanında şöhreti yayıldı. Felç hastalığına yakalandıktan bir süre sonra 18 Cemâziyelevvel 328’de (1 Mart 940) Kurtuba’da vefat etti. Endülüs Emevî Halifesi III. Abdurrahman’ın h. 301–320 (m. 913–932) yılları arasında yaptığı savaşları ve gösterdiği başarıları, yıl yıl anlatan 444 beyitlik bir urcûze yazdı. O dönemin tarihi için de önemli bir kaynak olan bu urcûze, James T. Monroe tarafından İngilizceye tercüme edildi. İbn Abdürabbih’in en meşhur eseri ise el-’İkdü’l-ferîd’dir. Edebiyat, şiir, ahlâk, tarih, siyaset, mizah, musiki ve eğlence gibi çok değişik konuları içeren eser, bir genel kültür ansiklopedisi ve antoloji mahiyetindedir. Müellif, yirmi beş bölümden oluşan eserini, yirmi beş mücevherden yapılmış gerdanlığa benzettiği için ona ’gerdanlık’ anlamında “el-’İkd” adını verdi. Daha sonra eseri çoğaltanlar tarafından “eşsiz” anlamında “el-ferîd” sıfatı eklendi ve el-’İkdü’l-ferîd ismi meşhur oldu.
Bazı bilgeler çocuklarına şöyle nasihat etmişlerdir:
“Edeb, yapısı itibariyle mücevherlerin en değerlisi, kıymetçe en üstünüdür, düşük nesebleri yükseltir, büyük arzulara fayda verir, tek başına izzet verir, dostları artırır, kişiye güzel bir elbise giydirir, onu süsler, yalnızken arkadaşınız olur, gönülleri de size bağlar.”
Hz. Ali de şöyle demiştir:
“Yumuşak huylu olan, baş tâcı edilir. Baş tacı edilen de bunun faydasını görür. Hayâ sahibi olan saygı görür. Korkan hüsrana uğrar. Lider olmak isteyen yönetimde sabırlı olur. Kendi ayıbını gören başkasını ayıbını görmez. Azgınlık kılıcını çekenin sonu da yine onunla olur. Kim kardeşi için bir kuyu kazarsa oraya kendisi düşer. Kendi hatasını unutan başkasının hatasını gözünde büyütür. Başkasının mahremiyetini lekeleyen kendi mahremiyetini lekelemiş olur. İnatlaşan kimse kendisine zarar verir. Büyük denizlere dalmaya kalkan orada boğulur. Kendi görüşünü beğenen başarısız olur. Kendi aklını üstün gören hata eder. İnsanlara karşı kibirlenen zelil olur. İşinde aşırı çalışan usanır. Alçak kimselerle arkadaşlık eden hakaret görür. Âlimlerle oturup kalkan ise değer görür. Kötü yerlere girip çıkan töhmet altında kalır. Ahlakı güzel olanın işleri kolay olur. Sözü güzel olanın itibarı olur. Allah’tan korkan kazanır. Cehâletin peşine düşen adâlet yolundan sapar. Ecelin bir gün yakalayacağını bilenin arzuları kısa olur.” Sonra da şöyle demiştir:
Kardeşinin ayıplarını ört… Günahlarını da sakla ve bunları geç
Alçak kimsenin iftiralarına da zamanın sıkıntılarına da sabret
Cevap verme nezaketinde de bulunma… Zâlimin işini de Allah’a havale et.
Şebib b. Şeybe de şöyle demiştir:
“Edebi öğrenin. Çünkü o aklın gıdası, kişiliğin göstergesi, gurbette arkadaş, yalnızlıkta yoldaş ve sohbet meclislerindeyken de bir süstür. Gönülleri de size bağlar.”
(Emevî Halifesi) Abdülmelik b. Mervân da oğullarına şöyle demiştir:
“Mutlaka edebi öğrenmelisiniz. Çünkü ihtiyacınız anında sizin için bir mal, diğer zamanlarda ise sizin için bir güzelliktir.” Bazı bilgeler de şöyle demiştir:
“Biliniz ki malla birlikte gelen şan, mal sende olduğu müddetçe devam eder. Edeble kazanılan şan ise asla senden gitmez.”
İbnü’l-Mukaffa’ da şöyle demiştir:
“Eğer insanlar sana bir mal ya da bir yetki sebebiyle değer verirlerse buna sakın sevinme. Çünkü bunların gitmesiyle değerin de gider. Ancak dinin ve edebindeki güzellik sebebiyle sana değer verirseler işte buna sevin.”
Ahnef b. Kays da şöyle demiştir:
“Edebin başı akıllıca konuşmaktır. Çünkü eyleme geçmeyen bir sözde, cömertliği olmayan bir malda, vefası olmayan bir arkadaşta, takvası olmayan bir fıkıhta ve iyi niyet olmayan dürüstlükte asla hayır yoktur.”
İbn Abdürabbih, el-’İkdü’l-Ferîd, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut 1404, c. I s. 1–2.
Çeviren: Ali Bulut
4.Nefsin Fazileti : İbn Miskeveyh
Kindî’den itibaren İslam dünyasında ahlâkın felsefi zeminde temellendirilmesi çalışmaları başlamışsa da bu konuya özellikle eğilen düşünürün İbn Miskeveyh olduğu söylenebilir.
Nefsin kendine has fiillerine, yani ilimlere ve marifetlere karşı arzu duyması, cisme has fiillerden kaçması onun faziletlini teşkil eder. İnsanın, bu fazileti aradığı ve arzu ettiği ölçüde değeri artar. Bu değer insanın nefsine verdiği önem ve kendisini bu manevî gerçeğe ulaşmaktan alıkoyan işlerden geri durması için sarf ettiği çaba ve güç oranında çoğalır.
Bizi faziletlerden uzak tutan engellerin neler olduğu yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır. Bunlar ise bedenî şeyler, duyular ve bunlara bağlı olan hususlardır. Faziletleri de ancak nefislerimizi onların karşıtları olan kötülüklerden temizledikten sonra kazanırız. Bu kötülükler de, nefislerimizin cismanî kötü arzuları ve hayvanî çirkin yönelişleridir. İnsan bu şeylerin faziletler olmadığını, aksine kötülükler olduğunu bilince, bunlardan kaçınır ve onlarla nitelenmekten hoşlanmaz. İnsan onları fazilet sanırsa, onlara sarılır ve bu onun için bir alışkanlık olur. İnsan bunlara girdiği ve bulaştığı ölçüde faziletleri kazanmaktan uzaklaşır.
İnsan, bedenin duyularla arzu edip yöneldiği ve çoğunluğun benimsediği bu şeylerin, yani yiyecek, içecek ve cinsî ilişkilerin faziletler değil, kötülükler olduğunu görür. İnsan bunların diğer canlılarda da bulunduğunu düşününce, domuz, köpek, birçok su hayvanı, yırtıcı hayvan ve kuşlar gibi canlılardan çoğunun bunları daha çok istediklerini ve bol miktarda kullanma gücüne sahip olduklarını anlar. Bu canlılar, söz konusu şeylerde insandan daha güçlü, daha çok imkâna sahip ve onlara daha çok düşkündürler. Bununla birlikte onlar, insandan daha üstün değildirler. Yine insan yiyecek, içecek ve diğer bedenî isteklerden yeteri kadarını elde edince, faziletlerin arttırılması istenir gibi, kendisine bunların fazlası teklif edilince reddeder ve bunlardan tiksinti duyar. Özellikle yetinmek ve ihtiyaç duymamak mümkün iken, bunlara düşkünlük gösteren kimsenin çirkinliği ortaya çıkar; hatta insan ondan tiksinir onu kınar, düzeltmek, terbiye etmek ister. Burada bizim nefsin mutluluğu ve faziletleri karşısında ne istediğimizi kolayca belirtmek için birkaç söz söylememiz gerekir.
İbn Miskeveyh, Ahlâkı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s. 18–22.
5.Ahlak Sanatı Sanatların En Üstünüdür: İbn Miskeveyh
Bu sanat, yani insan olması itibarıyla insan fiillerini iyileştirmeyi amaçlayan ahlâk sanatı, sanatların en üstünüdür, bu husus aşağıdaki açıklamalarımızdan anlaşılacaktır.
Yukarıda açıkladığımız gibi, insan cevherinin kendisine has ve dünyadaki varlıklardan hiçbiri ile ortak olmayan bir fiili vardır. İnsan bu dünyadaki varlıkların en şereflisidir. Fiilleri cevherine uygun olarak meydana gelmediği takdirde onun, tam olarak atlık görevlerini yerine getirmeyen ve bu yüzden palan vurularak eşek yerine kullanılan bir ata benzediğini söyledik. İnsanın varolmasının kendisi için yok olmasından daha iyi olduğunu da belirttik. Buna göre, insanın bütün fiillerinin cevherine uygun, tam ve mükemmel olarak meydana gelmesi için insan fiillerini iyileştirmeyi amaçlayan, Allah’ın gazabına acıklı azabında kalmaya lâyık kılan en aşağı mertebeden insanın yükselmesini sağlayan bu sanatın, sanatların hepsinden üstün ve şerefli olması gerekir. (…)
Cansız varlıklarla bitki ve hayvanlardaki cevherler, şeref bakımından birbirinden farklıdırlar. Sözgelimi, kurt ve böcekler gibi canlıların cevheri ile insan cevheri birbiri ile karşılaştırıldığında bu fark anlaşılır. Diğer varlıkların cevherlerinde de durumun aynı olduğu, araştırıcı için açıktır. Dolayısıyla bu cevherlerden en üstünü ile uğraşan ilim, bunların en aşağısı ile uğraşan ilimden daha üstündür. “İnsan” sözcüğü en üstün insan ve en basit insan için de kullanıldığından bu iki uç arası da uzaklık bakımından karşıt şeyler arasındakinden daha fazla bir mesafe bulunduğu bilinmelidir. (…)
Bu cevherler arasında insan, çeşitli mertebelere ulaşmak için çeşitli kabiliyetlere sahiptir. İnsanın yetiştirilmesi için bir düzeyde kalınmaması gerekir. Bu husus ileride daha iyi anlaşılacaktır. Şimdi bilinmesi gereken husus, insan cevherinin varlığının, onu yaratan ve meydana getiren Yüce Tanrı’nın kudretine bağlı oluşudur. İnsan cevherinin iyileştirilip geliştirilmesi ise, insana bırakılmış ve onun iradesine tevdi edilmiştir.
İbn Miskeveyh, Ahlâkı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s. 40–47
6.En Yüksek Derece ve En Yüze Mutluluk: İbn Miskeveyh
Varlıklardan tam olan, varlığı sürekli olandır. Varlığı sürekli olan da ebedî bir varlığa sahip (bâki) olan varlıktır, mükemmellik sayesinde kalıcı olan nimetlerin hiçbirisi senden ayrılmaz, çünkü böyle bir mükemmellikle sen sürekli olarak Tanrı’nın feyzini almaya yatkınlık kazanırsın ve ona öyle bir şekilde yaklaşırsın ki, onunla seni ayıran bir perde konusu olamaz. İşte en yüksek derece ve en yüce mutlu budur.
Bir insan, kendi özünü mükemmelleştirmede ve yükselerek eksiklerini tamamlamada bu dereceyi elde edemezse, onun durumu, yok olma, değişikliğe uğrama ve tamamlama imkânı bulunmayan eksiklikler bakımından öteki canlılar ve bitkiler gibi olur, ebedî hayatı ve sonsuz nimeti kazanamaz, Rabbı’nın katına yükselemez ve onun cennetine giremez.
Orta derecede bilgi sahiplerinden bu durumu düşünemeyen ve bunun ilmine ulaşamayanlar kuşkulara düşerler. Bu yüzden onlar, insanın bedenî bileşimi bozulunca onun öteki canlılar ve bitkilerde olduğu gibi, yok olup gideceğini sanırlar ve böylece gerçek inançtan uzaklaşmış, hikmet ve dinden ayrılmış olurlar.
İbn Miskeveyh, Ahlâkı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s. 40–47
7.Sevgi Türleri ve İlahi Sevgi: İbn Miskeveyh
Yukarıda söylendiği ve açıkça belirtildiği gibi, insanlar birbirlerine muhtaçtırlar. Her insan kendisini tamamlamak için diğer insanlara muhtaçtır. Birbirleriyle yardımlaşmak zorundadırlar. Çünkü onlar birtakım eksikliklerle yaratılmış ve bunları tamamlamaya mecburdurlar. Yukarıda açıkladığımız gibi her birinin tek tek kendi başına mükemmelliğe ulaşmaları imkânsızdır. O halde bütün organları yararlı bir yapmada birleşen bir şahıs gibi, birbirine bağlı ahenkli toplum olmak için dağınık fertlerin birleşmelerine ve kaynaşmalarına ihtiyaç ve zaruret vardır.
Sevginin birçok türleri vardır ve bunların sebepleri türleri kadardır:
1– Hemen oluşan ve hemen kaybolan sevgi,
2– Çabucak oluşan ve yavaş yavaş kaybolan sevgi,
3– Yavaş yavaş oluşan ve çabucak kaybolan sevgi,
4– Yavaşça oluşan ve yavaşça kaybolan sevgi.
Sevgi sadece bu çeşitlere ayrılır. Çünkü insanların yaşayışlarında göz önüne aldıkları amaçlar üç olup dördüncüsü her üçünün birleşmesiyle oluşan şeydir. Zevk, iyilik, menfaatler ve bunların oluşturduğu şey. İnsanların ulaşmak istedikleri amaçlar bunlar ise, şüphesiz sevginin sebepleri de bunlar kadar olur. Bu amaçlara ulaşmak için yardımlaşan kimse, başarıya erişmiş olur.
Sebebi zevk olan sevgi, çabucak oluşur ve çabucak kaybolur. Çünkü zevk, çabucak değişen bir şeydir. (…) Sebebi iyilik olan sevgi ise, çabucak oluşur ve yavaşça çözülür. Menfaatlere dayanan sevgi de, yavaş oluşur ve çabucak çözülür. Bunların birleşmesinden meydana gelen sevgide iyilik varsa, yavaşça çözülür, yavaşça oluşur.
İşte bu sevgilerin hepsi özellikle insanlar arasında ortaya çıkar. Çünkü bunlar irade ve düşünüp taşınmayı gerektirir, bunlarda cezalandırma ve ödüllendirme söz konusu olur.
Düşünmeyen canlılardaki sevgiye gelince, buna yakınlık demek daha doğrudur ve bu yalnızca aynı türden olanlar arasında meydana gelir.
Bizim üzerinde durduğumuz konu, insanlar arasında irade ile ortaya çıkan oran ve ondan dolayı meydana gelen ödüllendirme ve cezalandırmadır.
Dostluk, sevginin özel bir türü olup buna “meveddet” denir. Ayrıca bu, sevgi gibi büyük sayıda insanlar arasında yerleşemez.
Aşk ise aşırı derecede bir sevgidir ve sadece iki kişi arasında meydana geldiği için meveddetten daha dar bir çerçeve taşır. Bu aşk, ne yararlı alanda, ne de yararlının bulunduğu başka alanda ortaya çıkar. Ancak bunu, aşırı derecede zevk düşkünü ve aşırı derecede iyiliği seven kimseler duyar. Bunlardan biri kınanmış, öteki de övülmüştür. Dostluk, gençler arasında ve yaratılışça onlar gibi olanlarda yalnızca zevkten dolayı ortaya çıkar. Bunlar çabucak birbirleriyle dost olur ve çabucak birbirlerinden ayrılırlar. Bu, onlar arasında az zamanda sık sık görülür. Kimi vakitte dostluk, zevkin sürekliliğine olan güvenleri ve zaman zaman onu tekrar etmeler ölçüsünde devamlılık gösterir. Bu güven kesildikten sonra derhal dostluk da sona erer. Yaşlıların ve yaratılışça onların durumunda olanların dostluğu birbirlerine bağlanmalarını sağlayan bir menfaat uğruna ortaya çıkar. Aralarındaki menfaatler ortak ise bunlar çoğunlukla uzun sürelidir, dostlukları sürekli olur. Aralarındaki menfaat ilişkisi kesilir ve ortak menfaat ümitleri tükenirse, dostlukları da biter.
İyi insanlar arasındaki dostluk, sırf iyilik içindir ve onun sebebi iyiliktir. İyilik öz itibarıyla değişmeyen bir şey olunca ona sahip olanların sevgileri de değişmez ve sürekli olur. (…) İnsanda diğer tabiatlarla müşterek olmayan yalın, ilâhî bir cevher bulunduğundan dolayı onun zevki öteki zevklere benzemez ve bu da yalın bir zevktir. (…)
Böyle bir zevkin yol açtığı sevgi, öyle bir coşku hal gelir ki, tam, halis ve delice bir aşk olur. İşte bu sevgi Tanrı’ya yaklaştıklarını iddia eden kimselerin nitelendirdikleri ilâhî aşktır. (…)
İnsanda bulunan ilâhî cevher, tabiatla temasından doğan kirlerden temizlenince ve çeşitli bedenî zevklerle türlü şeref tutkunluklarının çekiminden kurtulunca, kendi benzerine doğru yönelmek ister ve akıl gözüyle hiçbir maddenin lekelemediği mutlak “ilk iyiliği” temaşa eder, ona doğru koşar ve o zaman ilk iyilikten kendisine doğru gelen nurdan feyz alır. Böylece bundan eşi ve benzeri bulunmayan bir zevk duyar ve bedenini kullansın veya kullanmasın yukarıda anlattığımız birliğe varır. Ancak tabiattan tamamıyla ayrıldıktan sonra, bu yüksek mertebeye daha lâyık olur. Çünkü tam arınma, ancak dünya hayatından ayrıldıktan sonra gerçekleşir.
Bu ilâhî aşkın faziletlerinden biride, eksikliği kabul etmemesi ve ona entrikanın karışmaması, hükümdarın itirazına uğramaması ve sırf iyilere mahsus olmasıdır. Menfaat ve zevk ileri gelen sevgiler ise, kötüler arasında olduğu gibi, iyilerle kötüler arasında da olur. Fakat bunlar zevk ve menfaatlerin sona ermesiyle bitip tükenirler. Çünkü bu sevgiler gelip geçicidirler ve çoğunlukla alışılmayan yerlerdeki birleşmeler dolayısıyla ortaya çıkarlar. Bunlar, gemi ve benzerlerinde olduğu gibi, bu yerler terkedilince, ortadan kalkarlar. Bu sevginin sebebi sosyal yakınlıktır. Zira insan yaratılışı itibarıyla yabanî ve ürkek değil, sosyal yakınlık duygusuna sahip bir varlıktır. İşte Arapçadaki “insan” kelimesi de bu kökten türemiştir. Bu konu dilbilgisinde açıkça anlatılmıştır. “İnsan unutkan olduğu için bu adı aldı” diyen şair doğru söylememiştir. Bu şaire göre “insan” kelimesi, unutma (nisyân) kökünden türetilmiştir. Bu ise yanlıştır. Bilmemiz gerekir ki insanda yaratılıştan gelen yakınlaşma duygusunu beşerî ilişkilerimizde hataya düşmemek için, büyük bir titizlikle korumamız ve onu hemcinslerimizle birlikte ortaya koymamız gerekir. Çünkü bütün sevgilerin kaynağını o teşkil eder. İnsanlarda bu yakınlık duygusunun gerçekleşmesi için din ve güzel âdetlerce davetlere katılmak birlikte yemek yemek gibi usuller konulmuştur.
İbn Miskeveyh, Ahlâkı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s. 122–126.
F. KELAM VE FELSEFE
İbn Haldun’a göre kelamın mantık yöntemiyle birleştirildiği 5/11. yüzyıl itibariyle İslam kelamı, öncekiler (el-mutekaddimûn) ve sonrakiler (el-muteahhirûn) olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Gazzâlî’den farklı olarak sonraki kelamcılar, sadece mantığı kelamda kullanmakla kalmamışlar, kelam ile felsefenin konu ve sorunlarını, birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde birleştirmişlerdir. Bu sentezde kelamcılar ile filozoflar arasındaki bilgi, varlık, evren gibi çeşitli konular üzerine yapılan tartışmaları kapsayan ve çağdaş yazından “tehâfüt geleneği” biçiminde terimleşmeye başlayan geleneğin büyük payı olmuştur. Gazzâlî ile birlikte başlayan, ardından İbn Rüşd (ö. 595/1198), Alâuddîn et-Tûsî (ö. 887/1482), Hocazâde (ö. 893/1488), Kemalpaşazâde (ö. 940/1533), Muhyiddin Muhammed Karabaği (ö. 942/1535), Musa Kazım Efendi (ö. 1920) gibi düşünürler tarafından zenginleştirilen “tehafüt geleneği”, çoğunlukla olumsuz yorumlarla tasvir edilmişse de, İslam düşüncesinin en verimli, zengin ve yaratıcı alanlarından birisi haline gelmiştir. Hatta Fatih Sultan Mehmet Han gibi bazı Türk devlet adamlarının Tehafüt geleneğinin canlanmasında ve gelişmesinde rol oynadıklarını da belirtmek gerekir.
1. Kelamdan Felsefeye Gazzâlî’nin Serüveni: el-Gazzâlî
Gazzâlî, Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün ilim adamlarına her türlü imkânın sunulduğu karargâhında geçirdiği altı yıl boyunca bir yandan yaptığı ilmi müzakere ve tartışmalarla ufkunu geliştirirken diğer yandan telif çalışmalarını sürdürür, Nizamiye Medresesi’nde 300’e yakın öğrenciye ders verdiği dönemde başta felsefe olmak üzere kelam, Bâtınilik ve tasavvuf alanlarında inceleme ve araştırmalarını devam ettirir.
Yoğun zihni ve fiili mesainin de etkisiyle büyük bir ruhi-zihni bunalıma giren Gazzâlî kendi durumu ve ifa ettiği görevi sorgulamaya başlamış; zirvesinde bulunduğu şöhretin manevi hayatı için büyük bir tehlike olduğuna karar vererek Şam’a gitmek üzere Bağdat’ı terketmiştir. Burada inziva ile geçirdiği iki yılın ardından Kudüs’e giden Gazzâlî, daha sonra hac farizasını yerine getirmek üzere Mekke ve Medine’ye gitmiştir. On bir yıl süren bu inziva dönemini takiben vatan hasreti ve çocuklarının daveti üzerine Nişâbur’a dönmüş ve buradaki Nizamiye Medresesi’nde tekrar öğretim faaliyetine başlamışsa da üç yıl kadar sürdürebildiği bu görevini bırakarak Tûs’a dönmüş ve ömrünün kalan kısmını ders okutmak ve eser telif etmekle geçirmiştir.
İslam ilim ve düşünce tarihindeki en etkili şahsiyetlerden biri olan Gazzâlî, elli dört yıllık ömrüne fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi dini ilimlerin yanı sıra mantık, felsefe, eğitim ve ahlâk alanlarında yazdığı 400’den fazla eser sığdırmıştır.
Başlangıç
Her kitabın ve her makalenin başında kendisine hamdolunan Allaha hamdederim. Hakkı haber veren Allah elçisi Muhammed Mustafa’ya insanları dalâletten kurtarıp doğru yola götüren âline ve eshabına salât ve selâmet okurum. Bu vecibeyi eda ettikten sonra maksada başlıyorum:
Ey din kardeşim, ilimlerin gayesi ile sırlarını; mezheplerin, şaşkınlık doğuran halleriyle derinliklerini (mahiyetlerini) sana anlatmamı istedin. Türlü dinî meslek ve yollar içinde hakkı bulup meydana çıkarmak için çektiğim zahmetleri, taklit suretiyle olan itikattan kurtulup tahkik derecesine nasıl yükseldiğimi, ilkin İlmi Kelâmdan faydalandığım cihetleri sonra Hakka ermeyi İmam tanıdıkları bir kimseyi taklit etmeye hasreden “Ehl-i Tâlim”in gittikleri yolları, daha sonra, beğenmeyip tenkit ettiğim felsefe mesleklerini, nihayet doğru bulduğum ve kabul ettiğim tasavvuf tarikini, halkın sözlerini ve düşüncelerini tetkik ettiğim sıralarda bana malûm olan hakikat özlerini, Bağdat’ta birçok talebeye ders vermekte iken ne sebeple bundan feragat ettiğimi, uzun müddet sonra niçin Nişabura dönüp tekrar ilim yaymaya başladığımı açıklamamı arzu ettin. Bu istekte samimî olduğuna kanaat getirdiğim için arzunu, yerine getiriyorum. Tanrıdan yardım isteyip ona tevekkül ederek, tevfikını benden esirgememesini dileyip ona sığınarak size söylüyorum: Biliniz ki –Allah sizi doğru yolda yürümeğe muvaffak etsin ve hakikata boyun eğmenizi kolaylaştırsın– insanların muhtelif din ve milletlere ayrılması; bir ümmetin, yolları ayrı olan türlü fırkalara ayrılarak birçok mezhepler meydana getirmesi derin bir denizdir ki çokları içinde boğulmuş. Pek az kimseler ondan kurtulmuştur. Her fırkaya mensup olan kimse, kurtulan kendi fırkası olduğunu zanneder ve “Her zümre kendi gidişinden memnundur –ayet” Bütün sözleri hakikat olan Peygamberlerin ulusu –Allanın salâvatı ona olsun– kendi ümmetinin de böyle olacağını: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinde necat bulan yalnız bir tanedir” mânasındaki hadis-i şerifinde bize haber vermiştir. O büyük Peygamberin, olacağını haber verdiği şey tahakkuk etti. Gençliğimin ilk devresinden itibaren, yirmi yaşına girmeden evvel, bülûğa yaklaştığım zamandan bugüne kadar –ki şimdi yaşım elliyi geçmiştir– bu derin denizin dalgalariyle mücadele ediyorum. Cesaretle derinliklerine dalıyorum. Korkak ve çekingen değilim. Bütün karanlık durumlarda da uğraşıyorum. Her güçlüğü yenmeğe çalışıyorum. Her uçurumu atlatmağa gayret ediyorum. Her fırkanın itikadını araştırıyorum. Her taifenin mezhebine ait sırları meydana koymağa çabalıyorum. Hangisi hak, hangisi bâtıl; hangisi Peygamberin sünnetine uygun, hangisi bid’at üzerine kurulmuş, anlamak istiyorum. Bir bâtınînin10 içindekini öğrenmek dilerim. Bir zahirinin gittiği yolun neden ibaret olduğunu öğrenirim. Bir felsefecinin felsefesinin mahiyetini anlamayı arzu ederim. Bir mütekellimin (İlm-i Kelâm âliminin) fikrinin ne olduğunu, ne için mücadele ettiğini tetkik ederim. Bir mutasavvıfın iç temizliğine nasıl eriştiğinin sırrına vakıf olmayı çok isterim. Bir âbidin ibadetinin ona ne sağladığını incelerim. Allah’ı inkâr eden bir zındıkın bu inkâra cüret etmesinin sebeplerini araştırırım. Gençliğimin iptidasından beri hakikatleri kavramağa susamış olmak fıtrî bir âdetimdir. Allah tarafından yaradılışımda yer etmiştir, Bunda benim ihtiyar ve arzumun tesiri yoktur, Bu sayede taklit bağından kurtuldum. Çocukluk devrine yakın bir zamanda, göreneğe dayanan akidelerden azade kaldım. Çünkü gördüm ki daima Hristiyan çocukları Hristiyan olarak, Yahudi çocukları Yahudi olarak Müslüman çocukları da Müslüman olarak yetişiyorlar. Tanrı elçisinden -Allah ona asalât ve selâm etsin rivayet olunan şu manâda bir hadîs işittim. “Her doğan çocuk Müslüman yaradılışı üzere dünyaya gelir. Sonra ana ve babası onu Yahudi yapar, Hristiyan yapar, Mecusi yapar”. Asıl yaradılışın hakikati ile ana ve babayı, öğretmenleri taklit etmek dolayısiyle arız olan akidelerin hakikatini araştırmayı arzu ettim. Telkin ile başlıyan; hangisi hak, hangisi bâtıl olduğunda birçok ihtilâflar vuku bulan bu taklitleri ayırdetmek istedim. İlkin kendi kendime dedim ki benim maksadım işlerin hakikatlerini anlamak ve bilmektir. O halde evvelâ (bilgi) nedir? Bunun hakikatini araştırmak icap eder. Nihayet anladım ki (yakîn) reddesine varan bilgilerde bilinen şeyin asla şek götürmeyecek derecede anlaşılmış olması gerektir. Bunda yanılmış olmak, vehme kapılmak ihtimali varit olmaz. Kalp böyle bir ihtimale imkân veremez. Hatadan emin olmak için (bilgi) o suretle kuvvetli olmalıdır ki mesela birisi o bilginin bâtıl olduğunu iddia etse ve taşı altına çevirmek, değneği ejderha yapmak suretiyle de dâvasının doğruluğuna delil gösterse bu keyfiyet o bilgi sahibine şek vermez. Ben (on) sayısının (üç)ten büyük olduğunu bildiğim halde birisi “hayır üç on’dan daha büyüktür. Sözüme inanmanız için de şu değneği ejderhaya çevireceğim” dese ve dediğini yapsa, ben de görsem bu yüzden bilgimde bana bir şek arız olmaz. Ancak o adamın bunu nasıl yaptığına şaşarım. Yoksa bildiğim şeyde şüphe etmem. Sonra anladım ki bu tarzda bilmediğim, bu suretle (yakîn) hasıl etmediğim her bilgi itimada şayan değildir, hatadan emin olamaz. Hatadan emin olmayan bilgi de yakîn ifade etmez.
Safsataya Kapılarak Bilgiyi İnkâr Etme
Sonra bilgilerimi kontrol ettim. Gördüm ki bende (hissiyat) ve (zaruriyat) tan başka böyle bilgi yok. Dedim ki şimdi bende hâsıl olan yeisten sonra hissiyat ve zaruriyattan ibaret olan bedihî bilgilerden başka müşkülleri çözerek bir vasıta kalmadı. Öyle ise ilkin bu bilgileri inceliyerek kuvvet derecelerini anlamalıyım. Tâ ki mahsusata olan güvenim, zaruriyatta yanılmaktan emin olmaklığım; taklide dayanan eski bilgilerimle birçok kimselerin ispata dayanan bilgilerindeki emniyet cinsinden midir? (yani şek götürür). Yoksa bu emniyet hakikate uygun, yanılmak ihtimalinden uzak bir şey midir? Anlaşılsın. Çok ciddî bir gayretle mahsûsat ve zaruriyat üzerinde düşünmeğe, bunlarda nefsimi şüpheye düşürmek mümkün olup olmadığını aramağa başladım. Uzun müddet şüpheden ileri gelen araştırmalardan sonra mahsûsatta hata olmıyacağına emin olmayı nefsim kabul etmedi. Bu hususta düştüğü şek kuvvet buldu. İçim diyordu ki “Mahsûsata nasıl güvenilebilir? Bunların en kuvvetlisi göz hassesidir. Bu hasse gölgeye bakar, onu sabit, hareketsiz görür. Onda hareket olmadığına hükmeder. Bir müddet sonra tecrübe ve müşahede ile anlar ki o, hareket ediyor. Ancak o hareket birdenbire olmayıp tedriç ile, zerre zerre oluyor, onda sabit olmak durumu görülmüyor. Keza göz yıldıza bakıyor. Onu bir altın lira büyüklüğünde görüyor. Halbuki hendesî deliller, onun üzerinde bulunduğumuz küreden daha büyük olduğunu gösteriyor. Mahsûsatta bu gibi hallerde his hâkimi hükmediyor. Fakat akıl hâkimi müdafaasına imkân olmıyacak şekilde tecrübe ile yalanlıyor.”
Dedim ki “mahsûsata olan güven bâtıl oldu. O halde zarurî olan aklî bilgilerden başka itimada değer bir şey kalmadı.” “On, üçten büyüktür; bir şeyde nefiy ve ispat bir araya gelmez; bir şey hem hâdis, hem kadîm; hem var, hem yok; hem vacip (bulunması zaruri), hem muhal olamaz,” sözleri gibi.
Bunun üzerine mahsûsat işe karıştı. Dedi ki:
“Bu gibi aklî bilgilere olan itimadının mahsûsata olan itimadına benzemeyeceğine nasıl emin olabilirsin? Bana güvenin vardı. Akıl hâkimi geldi. Beni tekzip etti. O olmasaydı beni tasdikte devam edecektin. İhtimal ki akıl anlayışının ötesinde diğer bir hâkim vardır. Ortaya çıktığı vakit aklı verdiği hükümden dolayı tekzip eder. Nasıl ki akıl hâkimi ortaya çıktığında hissi verdiği hükümden dolayı yalanladı. Aklın ötesinde diğer bir idrakin ortaya çıkmaması onun muhal olmasına delâlet etmez.”
Nefis bunun cevabında biraz durakladı ve rüya hadisesiyle içindeki şüpheyi kuvvetlendirdi ve dedi ki:
— Görmüyor musun? Uykuda birtakım şeylerin varlığına inanıyorsun, birtakım halleri tehayyül ediyorsun, onlarda sebat ve istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar hakkında hiçbir şekke düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin, yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın hak olduğuna nasıl emin olabilirsin? Vakıa o itikat, içinde bulunduğun hale nazaran haktır. Lâkin mümkündür ki sana diğer bir hal arız ola ki onun uyanıklığına nisbeti senin uyanıklığının uykuya nisbeti gibi olsun, uyanıklığın o hale izafetle uyku sayılsın. O hal sana arız olduğu zaman aklınla tevehhüm ettiğin her şeyin hayal olduğunu, asılsız bulunduğunu kesin olarak anlarsın. Belki bu hal sofilerin kendilerinde bulunduğunu iddia ettikleri haldir. Onlar kendilerinden geçip hasselerini kaybettikleri zaman kendilerinde mâkulata uymıyan bazı halleri müşahede ettiklerini söylerler. İhtimal ki bu hal ölümdür. Çünkü Hazreti Peygamber –Allah ona salât ve selâm etsin– “İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar” buyurmuştur. Dünya hayatı ahirete nisbetle uyku sayılabilir. İnsan öldüğü zaman her şey ona şimdi gördüğünden başka türlü görünür. O zaman kendisine denir ki:
Üzerinden örtünü (Perdeni) kaldırdık. Bugün gözerin daha keskindir.
Bu vesveseler içime doğunca kalbimde yer etti. Buna bir ilâç aradım, fakat bulamadım. Çünkü bu vesveseleri ancak delil ile giderebilirdim. Delil de ancak (bedihî) dediğimiz bilgilerden meydana gelebilirdi. Bu bilgiler müsellem olmayınca onlardan delil tertip etmek de mümkün olmadı. Bu hal güç iyileşen bir dert gibi iki ay kadar içimi kemirdi. Durum itibariyle safsata mezhebine saplanmıştım. Fakat kimseye bundan bahsetmiyordum. Nihayet Cenabı Hak beni o hastalıktan kurtardı. Nefsim sıhhat ve itidale döndü. (Zaruriyat) dediğimiz bilgilerin kabule şayan, güvenilir olduğuna emin oldum. Bu emniyet, delil tertip ve tanzim etmek suretiyle hâsıl olmuş değildi. Ancak Cenabı Hakkın kalbime attığı bir nur sayesinde olmuştu. Bu nur, birçok bilgelerin anahtarıdır. Hakikatlere ermek daima delil ile olur zannedenler Allah’ın geniş ve sonsuz rahmetini daraltmış olurlar. “Tanrı bir kimseyi hidayete eriştirmek istediği zaman, İslâm dinini kabul etmesi için göğsünü şerh eder” mânasındaki ayeti kerimede “şerh” ten maksat ne olduğunu Hazret Peygambere sormuşlar.
Şerh tanrının kalbe attığı bir nurdur, buyurmuşlar.
Bunun alâmeti nedir? demişler.
Gurur yeri olan dünyadan uzaklaşmak, ebediyet diyarı olan ahirete bağlanmak, sığınmaktır, cevabını vermişlerdir.
Hazreti Peygamber bir hadis-i şerifinde: “Allah halkı karanlık içinde (nefsin hükmü altında) yarattı. Sonra onların üzerine kendi nurundan serpti (hidayet etti) buyurmuşlar. İşte yukarda bahsi geçen nur, bu nurdur. Keşfi, yani hakikatlara vakıf olmayı bu nurdan beklemek gerektir. Bu nur zaman zaman Tanrının kereminden fışkırır. Ona ermek için kollamalıdır. Nitekim Hazreti Peygamber; “Dünyadaki hayatınızda zaman zaman Rabbinizin ilhamkâr lûtufları zuhur eder. Onları kaçırmamaya çalışın” buyurmuştur.
Bu hikâyeyi anlatmaktan maksat, hakikati aramakta çok ciddî hareket ettiğimi göstermektir. O derecede ki aramak lâzım olmayan şeyi bile aradım. Çünkü bedihîyatı aramak iktiza etmez. Onlar hazırdır (herkesçe malûmdur). Hazır olan şey aranırsa kaybolur, gizlenir. Aranması lâzım olmayan bir şeyi ariyan kimse aranması iktiza eden şeyi aramakta kusur etmekle itham olunamaz.
Hakikati Araştıranlar
Cenabı Hak lûtfu ve keremi ile beni bu hastalıktan iyi edince hakikati araştıranların dört sınıftan ibaret olduğuna dikkat ettim. Birinci sınıf İlmi Kelâm âlimleridir. Bunlar rey ve istidlal sahibi olduklarını iddia ederler.
İkinci sınıf Bâtiniye fırkasıdır. Bunlar, talim ashabından olduklarını, hakikatleri “İmam-ı masum”dan öğrendiklerini söylerler.
Üçüncü sınıf felsefecilerdir. Bunlar da mantık ve Bürhan erbabı olduklarını iddia ederler.
Dördüncü sınıf mutasavvıflardır. Bunlar Tanrının huzurunda bulunduklarını, müşahede ve keşif ashabından olduklarını iddia ederler.
Ben de kendi kendime dedim ki hakikat bu dört mesleğin dışında kalamaz. Bu meslekler erbabı hakikati aramak yolunda yürüyorlar. Hakikat bu meslekler dışında kalırsa o, zaman ona ulaşmak ümidi kalmaz. Çünkü taklitten ayrıldıktan sonra tekrar ona dönmek imkânı yoktur. Mukallidin mukallit olduğunu bilememesi şarttır. Mukallit olduğunu bildiği anda taklide dayanan bilgisi bir şişe gibi parçalanır, hiçe iner. Bu parçalar birbirine eklenmekle düzelmiş olmaz. Meğerki dimağda eritilerek yeni bir kalıba dökülmüş olsun. Bu yola girmeye, bu fırkaların düşüncelerinin mahiyetini araştırmaya koyuldum. Önce ilmi kelâmı, sonra felsefe yolunu, daha sonra bâtınîlerin talimatını, dördüncü olarak tasavvuf mezhebini inceledim.
İlm-i Kelâmdan Maksat ve Gayenin Ne Olduğu
Evvelâ ilmi kelâma başladım. Onu lâyıkıyle öğrendim. Özüne vâkıf oldum. Bu ilimde “Muhakkik”16 sayılan kimselerin kitaplarını mütalâa ettim. Arzu ettiğim konulara dair kitap tasnif ettim. Gördüm ki bu ilim kendi gayesini temine kâfi geliyor. Fakat benim maksadımı temin edemiyor. İlmi kelâmın gayesi Ehli Sünnetin akidesini muhafaza etmek, onu bid’at erbabının karıştırmasından korumaktır. Tanrı, elçisinin diliyle kendi kullarına din ve dünyalarının iyiliğini sağlayan hak bir itikadı telkin etti. Kur’anı Kerim, Peygamberin sözleri (hadisler) bunu bize haber veriyor. Sonra Şeytan, bid’at ashabının vesveselerine, sünnete muhalif bir takım kanaatler karıştırdı. Onu yaydılar, Müslümanların doğru itikatlarını teşvik edeyazdılar. Cenabı Hak İlmi Kelâm âlimlerini yarattı. Geleneğe bağlı Ehl-i sünnete muhalif olan türemiş bid’at ashabının kötü gidişlerini meydana koyacak sözerle sünnete yardım etmek arzusunu onlarda uyandırdı.
İşte (İlmi Kelâm) ve (Mütekellimîn) bundan doğdu. Bunlardan bir taife Cenabı Hakkın kendilerine verdiği vazifeyi yerine getirdi. Sünneti iyi müdafaa, Peygamberin telkin ettiği akideyi muhafaza ettiler. Uydurma bid’atlere karşı koydular. Lâkin bu müdafaalarda, hasımları tarafından ileri sürülmüş, kendileri tarafından ya taklit, ya icma-ı ümmet, yahut da Kur’an ve hadise uygunluk dolayısiyle kabul ve teslim edilmiş bazı mukaddemetlere dayandılar. En çok hasımlarının sözlerindeki tenakuzları meydana koymak, onların kabul ettikleri esasların doğurduğu batıl fikirleri muaheze etmek gibi şeylerle uğraştılar. (Bedihî) sözlerden başka sözleri asla kabul etmeyen bir kimse için bu çeşit sözlerin faydası pek az olur. Binaenaleyh ilmi kelâm kâfi derecede beni tatmin etmedi. Yukarıda şikâyet ettiğim derdime şifa olmadı. Evet (Kelâm) sanatı meydana geldikten sonra onunla iştigal çoğalıp zaman geçince (Mütekellimûn) sünneti müdafaa ederken eşyanın hakikatlerini anlatmağa özendiler. Cevherden, arazdan ve bunların ahkâmından bahsetmeğe başladılar. Fakat ilmi kelâmdan maksat bu değildi. Bunun için sözleri asıl gayeyi temin edemedi. Halkın akide ihtilâfından doğan şaşkınlık karanlığını tamamiyle gideremedi. Benden başkası için böyle bir gaye tahakkuk etmiş olabilir. Hattâ bir kısım insanlarda böyle bir gayenin tahakkuk etmiş olduğuna şüphe etmem. Fakat bunun (evveliyat) tan(2) olmayan bazı noktalarda taklit ile karışık olduğu da şüphesizdir. Ben şimdi kendi halimi anlatıyorum. Yoksa ilmi kelâmdan şifa bekleyenlere diyeceğim yok. Şifa veren ilâçlar derdin başkalığına göre değişir. Ne kadar ilâç vardır ki bir hastaya menfaat, diğer birine mazarrat verir.
Gazalî 1989. el-Munkızu min-ad-dalâl, Çev. H. Güngör, İstanbul: MEB, s. 13–25.
2. Gerçek ve Sahte Felsefenin Keşfi: el-Gazzâlî
(…) İlmi kelâmı bitirdikten sonra felsefeye başladım. Şunu kesin olarak anladım ki bir ilme son haddine kadar vâkıf olmayan kimse o ilimdeki bozukluğa vâkıf olamaz. O derece vâkıf olmalı ki o ilimde en büyük âlim sayılan kimseye eşit olmakla kalmayıp onun derecesini geçmeli ve onun kavrayamadığı derin noktaları, gaileleri kavramalıdır. Ancak o zaman o ilmin fasit olduğuna dair iddiası doğru olabilir. İslâm âlimleri içinde himmetini bu noktaya sarf etmiş bir kimseyi göremedim. Mütekellimînin, kitaplarında felsefecileri reddettikleri yerlerde onlardan aldıkları sözlerin hep vuzuhsuz, perişan, tenakuz ve fesatla dolu olduğunu gördüm ilimlerin inceliklerine nüfuz ettiğini iddia edenler şöyle dursun, cahil halktan bir kimse bile o sözlere kanamaz. Anladım ki bir mezhebi iyice anlamadan, özüne vâkıf olmadan reddetmek karanlığa kubur sıkmak gibidir. Bu sebeple felsefe tahsiline ciddiyetle sarıldım. Bu bapta yazılmış kitapları bir üstattan yardım görmeğe muhtaç olmadan mütalaaya koyuldum. Şer’î ilimlerin tedris ve tasnifinden boş kaldığım saatlerde buna çalıştım. O sıralarda Bağdat’ta üç yüz talebeye ders veriyordum. Cenabı Hak, boş zamanlarımdaki bu mütalâalarla iki seneden az bir vakitte beni bu ilmin en son haddine muttali kıldı. İlmi tamamiyle anladıktan sonra bir sene kadar da daimî surette onu düşündüm, tekrarladım, derinliklerine daldım. Nihayet oradaki aldatmalara, tezvirlere, hakikat ve hayallere şek ve şüpheye mahal kalmayacak surette vâkıf oldum. Şimdi felsefecilerin ve ilimlerinin hikâyesini benden dinle. Bunların birkaç sınıf olduğunu, ilimlerinin de birkaç kısımdan ibaret bulunduğunu gördüm. Bütün bu sınıflar; eskilerle daha öncekiler, sonrakilerle evvelkiler arasında, hakikatten uzak ve yakın olmak hususunda büyük fark bulunmakla beraber hepsi küfür ve ilhat damgasını taşırlar.
3. Filozofların Sınıflarına ve Hepsinde Küfür Damgasının Bulunduğuna dair: el-Gazzâlî
Felsefeciler; fırkaları çok, mezhepleri muhtelif olmakla beraber üç kısma ayrılırlar: Dehrîler, tabiîler, ilâhîler.
Birinci sınıf dehrîlerdir. Bunlar en eski felsefecilerden bir taifedir. Kâinatın tedbirli, âlim, ve muktedir bir yaratıcısı bulunduğunu inkâr ettiler, âlem öteden beri kendiliğinden böylece mevcuttur, bir yaratıcısı yoktur. Hayvan meniden vücuda gelir. Meni de hayvandan hasıl olur. Öteden beri böyledir ve böyle gidecektir; dediler. Bu kısım felsefeciler zındıktırlar.
İkinci sınıf tabiîlerdir. Bunlar bir zümredir ki en çok tabiat âleminden, hayvanların ve nebatların acaibinden bahsettiler. “Hayvanların azasını teşrih” ilmi ile çok meşgul oldular ve bu ilimde Cenabı Hakkın çok hayret verici sanatlarını ve yüksek hikmetlerini gördüler. İşlerin gayelerine vâkıf, kadir ve hakîm bir halikın varlığını itirafa mecbur kaldılar. Teşrihi ve menafilü’l-aza ilminin acayip cihetlerini mütalâa eden her insanda hayvan yapısını, bahusus inan yapısını bina eden Allanın tedbirlerindeki kemale dair böyle zaruri bir ilim hasıl olur. Fakat, tabiîler tabitattan çok bahsettikleri için hayvani kuvvetlerin kıvam ve kemal üzere bulunmasında mizaın itidal üzere bulunmasının büyük tesiri olduğuna vâkıf oldular. İnsandaki “Kuvve-i âkıle”nin de mizaca tâbi olduğunu zannettiler ve mizacın bozulmasiyle o da bozulur ve yok olmuş bir şey tekrar var olamaz, dediler. Bu sebeple bunlar “Nefs ölür, bir daha dönmez” fikrine sahip oldular ve ahiret yoktur, dediler. Cenneti, cehennemi, kıyameti ve hesabı inkâr ettiler. İbadet için sevap, günah için azap olacağını kabul etmediler, gemsiz, başıboş kaldılar. Hayvanlar gibi, şehvetlere daldılar, Bunlar da zındıktılar. Çünkü imanın esası Allaha ve ahirete inanmaktır. Bunlar Allaha ve sıfatlarına inandılarsa da ahireti inkâr ettiler.
Üçüncü sınıf ilâhilerdir. Bunlar daha sonra yetişen felsefecilerdir. Bunlardan biri Eflâtunun hocası olan Sokrat’tır. Eflâtun da Aristo’nun hocasıdır. Mantık ilmini tertip eden, felsefî ilimleri telhis edip kolayca istifade edilir hale getiren Aristo olmuştur. Bu suretle bu ilimlerin, anlaşılması güç kısımları daha kolay anlaşılır bir hale geldi. Bunların hepsi, yukarıdaki iki sınıfı, yani dehrilerle tabiîleri reddettiler. Onların büyük hatalarını başkalarına söz bırakmayacak surette açıkladılar. Onların bu suretle birbiriyle çarpışmaları “Allah müminleri çarpışmadan kurtardı” mânasındaki ayeti kerime fehvasınca müminlerin onları reddetmek için uğraşmasına hacet bırakmadı. Sonra Aristo, Eflâtunun, Sokrat’ın ve daha önce yaşamış ilâhîlerin felsefesini şiddetle reddetti, hepsinden uzaklaştı, ayrı kaldı. Bununla beraber onların küfür ve bid’at sayılan bazı fikirlerini kabul etti, kendini o gibi fikirlerden kurtaramadı. Bu sebeple gerek bunları, gerek İbni Sina, Farabi ve başkaları gibi onlara uyan İslâm felsefecilerini tekfir etmek vacip oldu. Şunu da ilâve edelim ki hiçbir Müslüman filozof İbni Sina ve Farabî kadar Aristo’nun ilmini bize lâyıkıyla nakletmeğe muvaffak olamamıştır. Başkalarının naklettikleri hep hatalı ve karışıktır. Okuyanların zihni karışır, anlayamaz. Anlaşılmayan bir şey nasıl red veya kabul edilebilir? İbni Sina ve Farabi’nin nakillerine göre Aristo’nun bizce malûm olan bütün felsefesi üç kısma ayrılır. Biz kısmı küfre gider, bir kısmı bid’at sayılır, bir kısmının da asla inkârı icap etmez. (…)
Gazalî 1989. el-Munkızu min-ad-dalâl, çev. H. Güngör, İstanbul: MEB, s. 25–29.
4. Filozofların Tutarsızlığı: el-Gazzâlî
5. el-Gazzâlî’nin Tutarsızlığı Üzerine: İbn Rüşd
Tehâfut’u kâleme alırken Gazzâlî’yi en çok eğlendiriyor görünen şey, filozofların, doğabilimlerinde adım adım izledikleri mantık bilgisinin gereklerinin, metafizik söz konusu olduğunda tamamen dışında davrandıklarını düşünmesidir. Gazzâlî, akılcılık konusunda kendisini filozoflardan öylesine üstün görmüştür ki, onların tutarsızlıklarını çürütmenin kendisi için “[bir yudum] su içmekten daha kolay” olduğunu bile çekinmeden söyleyecektir. Aklı en yüksek derecede temsil ettiğine inanan bir filozof için akılsızlıkla yargılanmak, bardağı taşıran en son damla olmuştur. Nitekim İbn Rüşd’ü, bir “felsefe savunması” yapmaktan ziyade, “kelamcıya haddini bildirme” ve “filozofluk rüştünü ispatlama” gayelerini öne çıkardığı Tehâfutu’t-Tehâfut adlı Gazzâlî reddiyesini yazmaya sevk eden en önemli psikolojik etken de, Gazzâlî’nin bu şımarıkça kendinden eminliği ve alaycılığı olmuştur. Tehâfutu’t-Tehâfut, bekleneceği gibi Tehâfut’te görüldüğünden daha büyük ölçüde mantığın konuşturulmak istendiği bir karşı meydan okumadır; çünkü Gazzâlî’nin yazdığı reddiyenin şah damarı tutarlılık, yani mantıktır. Gazzâlî’nin başlattığı felsefe eleştirisi geleneği, İbn Rüşd’den sonra da Muslihuddin Mustafa Hocazade (ö. 893/1487), Alauddin et-Tusi (ö. 887/1482), Kemalpaşazade (ö. 940/1533), Muhyiddin Muhammed Karabaği (ö. 942/1535), Musa Kazım Efendi (ö. 1920) gibi filozoflar tarafından sürdürülmüştür. Hatta Fatih Sultan Mehmet Han gibi bazı Türk devlet adamlarının Tehafüt geleneğinin canlanmasında ve gelişmesinde rol oynadıklarını da belirtmek gerekir. İbn Rüşd’ün Gazzâlî’yi eleştirirken kullandığı deliller, Ernest Renan (ö. 1892) gibi çağdaş şarkiyatçılar tarafından da kullanılmıştır.
Sebepliliği Reddetmek Akıl ve Bilgiyi Reddetmektir
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Âdet Ne Anlama Gelmektedir
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Dinin İlkelerini Tartışmak Doğru Değildir
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Tabiatı Anlamak Olacak Olanı Bilmeyi Sağlar
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.
Bu Konuya Nasıl Yaklaşılabilir?
Telif hakları sebebiyle içerik yayınlanamamaktadır.