Home » Yazarlar » Alev Alatlı » Bize Yön Veren Metinler Cilt 2 Bölüm8

Bize Yön Veren Metinler Cilt 2 Bölüm8

G. AYDINLANMA (EL-İŞRÂK) FELSEFESİ: ES-SÜHREVERDÎ

İşrâkîliğin kurucusu olan Şihâbüddün Yahya b. Habeş es-Sühreverdî (ö. 586/1191), 549/1154’te İran’ın kuzeybatısındaki Sühreverd köyünde doğdu. Merağa’da Mecdüddin el-Cîlî’den felsefe ve kelam okudu, daha sonra İsfahan’da Fahreddin el-Mardînî’nin derslerine katıldı. İran, Anadolu ve Suriye’deki çeşitli şehirleri dolaşan Sühreverdî, Selahaddin Eyyûbî’nin oğlu Halep emiri Melik Zahir ile yakın ilişki kurup özel hocası olarak saraya girmeyi başardı. Sühreverdî, girdiği felsefi ve tasavvufi tartışmalar sonucunda ulema tarafından “zındıklık” ve “ilhâd”la suçlanmış; şikâyetlerin artması üzerine konulduğu Halep hapishanesinde otuz sekiz yaşındayken ölmüştür.

    1. Aydınlanma Felsefesi Üzerine

    2. Işığın Tarife İhtiyacı Yoktur

    3. Cisim Varlığında Soyut Işığa Muhtaçtır

    4. Soyut Işığa Hisle İşaret Edilemez

    5. Zatına Işık Olan Her Şey Soyut Işıktır

    6. Zatını İdrak Eden Soyut Işıktır

    7. Işıkların Kısımları

    8. Bir Cisim Başka Bir Cismi Var Edemez

    9. Aklî Soyut Işıklar Türde Değil Kemal ve Eksiklikte Farklıdır

    10. Soyut Işıkların Farklılığı

    11. Berzahları Varlığa Getiren Varlık Zatını İdrak Eder

    12. Zatıyla Zorunlu Varlık’ın Birliğinin İspatı

    13. Kamil İnsanların Gayba Dair Aldıkları Bilgilerin Kısımları

    14. Müellifin Vasiyeti

H. RÜYADAKİ ARİSTO: ES-SÜHREVERDİ

Dil öğrenimindeki başarının en açık psikolojik belirtilerinden birisinin, öğrencinin rüyasında öğrendiği dilde konuşması olduğu söylenir. Düşünce tarihi boyunca bir filozof üzerine yıllarca çalışıp da anlayamadığı noktaları o filozofa sormak istemeyen hiçbir düşünür yoktur. Şüphesiz İslam düşüncesinde derin izler bırakmış ve pek çok düşünür tarafından uzun yıllar çalışılmış bir filozof olan Aristo (Aristoteles), bu çok merak edilen filozoflardan birisi olarak, İslam düşüncesi yazınında yaygın olarak bilindiği üzere Sühreverdî’nin rüyasına konuk olmuştur. Filozofumuzun anlatımıyla karşılıklı sorular ve cevaplar şöyledir:

Düşünce ve riyazetle çokça meşgul olduğum bir zamandı. Bilgi problemini anlamakta zorlanıyordum. Bana göre kitaplarda anlatılanlar yeterince açık değildi. Bir gece uyur-uyanık haldeyken kendimi zevk halinde ve gayet parlak bir nur içinde buldum. O sırada insan şeklinde birinin belirdiğini fark ettim. Bir de ne göreyim, o, ruhların imdadına yetişen, hikmetin önderi İlk Muallim (Aristo) değil mi! Heybeti ve vakarı karşısında dehşete kapıldım. Beni selam ve merhaba ile karşılayınca dehşet, yerini dostluk ve samimiyete bıraktı. Ben bilgi probleminin güçlüğünden şikâyet edince:

Aristo- Kendi özüne dön, çözersin.

Sühreverdî- Nasıl?

Aristo- Sen kendi varlığını idrâk ediyorsun. Senin kendini idrâkin ya kendinle veya bir başka şeyle olmalı. Bu durumda ya sende bir başka güç var veya sen kendini başka biriyle idrâk ediyor olmalısın. Oysa bunun imkânsız bir şey olduğu besbelli.

Sen kendini kendinle idrâk ediyorsan bu idrâk, kendindeki bir şey (eser) itibariyle mi gerçekleşiyor?

Sühreverdî- Evet, öyle oluyor.

Aristo- O şey senin özünle (zât) örtüşmüyorsa özünü yansıtıyor olamaz. Bu durumda sen kendini idrâk etmiş olamazsın.

Sühreverdî- O şey (eser) benim sûretimdir.

Aristo- Senin suretin mutlak bir nefse mi, yoksa başka özel bir niteliği olana mı aittir?

Sühreverdî- Özel bir niteliği bulunana.

Aristo- Nefisteki her suret tümel bir kavramdır. O birçok tümelden oluşsa bile bu durum kendisine ortak olmaya engel teşkil etmez. Engel olduğu farzedilecek olsa o başka bir engelden kaynaklanıyor olmalıdır ve bu durumda ortaklığa engel olan özünle (zât) kendini idrâk etmiş olursun ki, bu, suretle gerçekleşen bir idrâk değildir.

Sühreverdî- Şimdi anlıyorum “ben” kavramını.

Aristo- “Ben” kavramı “ben” kavramı olması bakımından kendisinde ortaklık bulunmasına engel değildir. Biliyorsun ki, cüz’î (tikel), cüz’î olması açısından külliden başkası değildir, işte ben, biz ve o, cüz’îye (şahıs) işaret etmeksizin ve soyut kavram olmaları itibariyle tümel kavramlardır.

Sühreverdî- O halde nasıl oluyor?

Aristo- Kendi hakkındaki bilgin senin dışındaki bir güçle olmadığına göre sen kendini kendinle idrâk ediyorsun, başkasıyla değil. Seninle örtüşen ve örtüşmeyen bir şeyle (eser) de değil. Öyleyse sen hem akıl hem akleden (âkit) hem de akledilensin (ma’kûl).

Sühreverdî- Biraz daha açıklar mısın?

Aristo- Yönettiğin bedenini sürekli olarak idrâk etmiyor musun?

Sühreverdî- Evet.

Aristo- Bu, kendinde özel bir suretin gerçekleşmesiyle mi oluyor? Oysa sen bunun imkânsız bir şey olduğunu öğrenmiştin.

Sühreverdî- Hayır, tümel bir niteliğin (kavramın) oluşmasıyla.

Aristo- Sen kendine özgü bedenini hareket ettiriyor ve onun sana ait cüz’î (bireysel) bir beden olduğunu biliyorsun. Sana ait sureti edinmiş olman onun ortak bir kavram olmasına engel teşkil etmez. O halde onu (ortak kavramı) idrâk edişin, senden başkasını gösterdiği düşünüleme-yen o kendi benini idrâk edişin gibi değildir.

Sen bizim kitabımızı okumadın mı? Nefis müfekkire gücünü kullanarak düşünür. Bu güç [toplu halde bulunanları] ayırır; parça-bölük olanları birleştirir ve orta terimi düzenler. Halbuki cisme bağımlı olan muhayyile (mütehayyile) gücünün ise tümelleri oluşturmasına imkân yoktur. Eğer nefis cüz’îlerden habersiz olsaydı, öncül önermeleri nasıl oluşturur ve cüz’îlerden küllileri nasıl çıkartabilirdi? Müfekkire gücü neyi kullanır? Hayalden nasıl yararlanır ve muhayyile gücünü dağıtıp ayırması müfekkire gücüne ne kazandırır? Düşünmek suretiyle sonucun bilgisine nasıl ulaşır? Sonra cisme bağımlı olan muhayyile gücü kendini ve küllî nefisteki cisme ait sureti nasıl idrâk eder. Sen hayal ve vehmin iki ayrı güç olduklarını bilirsin ve vehim gücünün bu ikisini (müfekkire ve muhayyile) tamamladığını da anlarsın. (…)

Sühreverdî- Nefislerin birbirleriyle ve fa’âl akılla olan ittisal ve ittihadı ne anlama gelir?

Aristo- Siz bu âleminizde bulunduğunuz sürece onu gerçekleştiremezsiniz. Buradan tamamen ayrılınca artık ittisal ve ittihâd sizin içindir.

Sühreverdî- Biz, bunun yalnız cisimlerde gerçekleşeceğini gerekçe göstererek, ittisalin mutlak olduğunu söyleyen bir grup sûfî ve bilgeye karşı çıkmaktayız.

Aristo- Bilmelisin ki, sen zihninde iki cismin soyut kavramları arasında mutlak bir ittisali düşündüğün gibi bir hayvanın organlarının kavram olarak ittisalini de düşünebilirsin.

Sühreverdî- Evet.

Aristo- Bu durumda senin zihninin belirli bir bölgesinde somut bir boyut söz konusu mudur?

Sühreverdî- Hayır.

Aristo- İşte aklî ittisal budur. Nefisler de böyledir. Ulvî âlemde onların arasındaki ittisal ve ittihadın maddî değil, aklî olduğunu bu âlemden ayrıldıktan sonra anlayacaksın.

Sühreverdî- Sonra hocası Eflâtun’u övmeye başladı. O kadar övdü ki, hayret ettim. Bunu üzerine: “İslâm filozoflarından biri olsun onun derecesine ulaşabildi mi?” diye sordum.

Aristo- Hayır. Onun binde birine dahi ulaşamadılar.

Sühreverdî- Sonra ben tanıdığım kimselerin isimlerini saymaya başladım, fakat o hiçbirini önemsemedi. Ancak Beyâzîd-i Bistâmî, Ebû Muhammed Sehl b. Abdillah et-Tüsterî ve benzerlerine sıra gelince, müjdeli bir haber almış gibi sevindi ve:

Aristo- İşte gerçek filozof ve bilge onlardır. Onlar resmî bilgiyle yetinmeyip huzûrî, ittisâlî ve şühûdî bilgi alanına geçmişlerdir. Onlar bizim gibi hareket etmiş ve bizim konuştuklarımızı konuşmuşlarsa da maddî olanla meşgul olmamışlardır. [Allah katında] yüksek bir makam ve güzel bir gelecek onlar içindir.

Sühreverdî- Sonra o, ayrılıp giderken ben arkasından ağlıyordum. Âh, yaşadığım o hal nerde!

Sühreverdî, “Aydınlanma Felsefesi”, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, Çev. M. Kaya, Klasik, İstanbul 2005, s. 505–513.

VI – TASAVVUF

Gazzâlî’ye gelinceye kadar devam eden üç asırlık Sünnî tasavvuf döneminde yüksek ahlâka yönelik amelî/pratik amaçları yanında kavramsal düzeyde nazarî/teorik boyuta da yönelen sûfîler marifet, tevhid, muhabbet, fenâ ve bekâ gibi terimler üzerinde farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Ancak bunların felsefî doktrin düzeyinde yorumlar olmadığını belirtmek gerekir. Gazzâlî sonrasında 12–13. yüzyıllarda Şehâbeddin es-Sühreverdî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve İbn Seb’în gibi sûfî filozoflar eliyle tasavvuf felsefi bir yapıya bürünmüştür. Bu mutasavvıflar kendi tasavvufî zevk ve eğilimlerini felsefî öğretilerle harmanlayıp başka mistik kültürlerden aldıkları birçok unsuru da buna katarak felsefî-mistik bir tasavvuf oluşturmuşlardır. Özellikle İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd ve tecellî nazariyesi etrafında ördüğü sistemin, ortaya atıldığı andan itibaren büyük yankılar uyandırmış, en çok eleştirilen nazariyelerin başında yer almış ve sonraki dönemlerde gerek tasavvuf çevreleri gerekse edebiyat ve sanat muhitleri üzerinde çok önemli etkiler meydana getirdiği bilinmektedir. Bu bölümde, zühd hareketi ve tasavvufun yapısı ve tarihi gelişimine dair genel bir çerçeve sunacak nitelikte metinler yer almaktadır.

    A. İNSANIN DÜNYADA BULUNUŞUNUN SEBEBİ: EL-GAZZÂLİ

Dünya, din yolunun duraklarından biri; yolcuları Allah’ın huzuruna götüren bir yol ve çölde yolcuların azıklarını aldıkları bir çarşıdır.

Dünya ve ahiret iki halden ibarettir: ölümden öncesine –bu sana daha yakındır– “dünya” denir, ölümden sonrasına da “ahret” denir. Dünyanın amacı ahiret azığıdır. Zira insan ilkin yalın ve eksik yaratılmıştır; fakat kemale ermek, Allah’a layık olmak, Allah’ın cemalini seyredenlerden biri olmak için manevi âleme gönlünde yer verme yeteneği ile yaratılmıştır. İnsanın gerçek mutluluğu, cenneti budur; insan bunun için yaratılmıştır. Gözlerini açıp cemali idrak etmedikçe görmüş olamaz ve marifete erişemez. İlahi cemali tanımanın anahtarı Allah’ın yarattıklarını tanımaktır. Allah’ın yarattıklarını tanımanın ilk anahtarı da insanın duyularıdır; bu duyular da topraktan sudan yaratılan yerden başka yerde olmaz.

Bu nedenle insan yeryüzüne azığını dermek, Hakkı, kendi nefsini ve duyularla tanınan bütün varlığı tanımak için düşmüştür. Bu duyular insanda olup kendine bilgi ilettikleri sürece “dünyadadır” denilir. Bu duyulara veda edip kendi başına kalınca “ahirete gitti” denilir.

İnsanın dünyada bulunmasının sebebi işte budur.

Ebû Hâmid İmâm Muhammed Gazzâlî-i Tûsî, Kîmyâ-yi Saâdet, haz. Huseyin Hidîvcem, Tahran, İntişârât-i İlmî ve Ferhengî, 1380, s. 71–72.

Çeviren: Kadir Turgut

    B. TASAVVUF TERİMLERİ: EL-KUŞEYRÎ

Abdülkerîm b. Hevâzin b. Abdilmelik el-Kuşeyrî (ö. 465/1072) tasavvuf ilminin özellikle terminolojik gelişiminde önemli bir mutasavvıftır. Kuşeyrî, ulemaya yönelik eleştirilerini kaleme aldığı bir mektup nedeniyle Selçuklu Devletinin veziri Kün-Diri’nin Tuğrul Bey’i etkilemesi sonucu İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî ve Ebû Sehl b. Muvaffak ile birlikte Nişabur kalesine hapsedildi. Daha sonra hapisten kaçarak Bağdat’a sığındı. Alparslan’ın hükümranlığı sırasında tekrar Nişabur’a döndü. Düşünceleriyle Cüveynî ve Gazzâlî gibi İslam bilginlerini etkiledi. Kuşeyrî, tasavvufu Sünni bir çerçeve içerisinde tutmaya özen gösterdi.

    1. Sûfî ve Tasavvuf

    2. Sûfîlerin Akaid ve Tevhid Konularındaki İnançları

    3. Fenâ ve Bekâ

    4. Muhâdara, Mükâşefe, Müşâhede

    5. Şeriat ve Hakikat

    6. İlme’l-yakîn, Ayne’l-yakîn, Hakka’l-yakîn

    C. ÖRTÜNÜN KALDIRILMASI: EL-HÜCVİRÎ

Keşfü’l-mahcûb adlı Farsça eseriyle tanınan sûfî müellif Ebu’l-Hasen el-Hücvîrî (ö. 465/1072) Gazne’de doğdu. Babası Şeyh Osman’dan ilk dini bilgileri aldıktan sonra çeşitli yerleri gezmeye başladı. Hücvîrî, bu gezileri sırasında dönemindeki büyük sufilerle tanışma ve onlardan faydalanma imkânı buldu. Keşfü’l-mahcûb’dan anlaşıldığına göre Hücvîrî genellikle Gaznelilerin hâkimiyeti altındaki bölgelerde ikamet etmiş, bir yerde onların nüfuzu azalınca oradan ayrılmış, bu da onun daha çok yeri gezmesine sebep olmuştur. Gazneli Mahmud’un huzurunda yapılan ilmi toplantılara katılmış, bu toplantılardan birinde bir Hint bilgesiyle giriştiği tartışmada onu susturmuştur. Asıl mürşidi Ebü’l-Fazl el-Huttelî olmakla birlikte Hücvîrî başka bazı sufilerden de istifade etmiş, bunlar hakkında Keşfü’l-mahcûb’da bilgi vermiştir. Tasavvufta Cüneyd-i Bağdâdî’nin görüşlerini benimsediğini, şekle önem veren âlim ve sufilere karşı olduğunu söyler. Birçok mutasavvıfla görüşen Hücvîrî bunların bir kısmından faydalanmış, bazılarını da eleştirmiştir. Muhâsibî kadar akla önem vermekle beraber Bâyezîd-i Bistâmî ve Hallâc-ı Mansûr gibi sufileri candan sever ve onları takdir eder. Hücvîrî geniş, hür ve müsamahalı bir düşünceye sahiptir; hayranı olduğu Hallâc’a uyulmaması ve onun örnek alınmamasını tavsiye edecek kadar da mantıklıdır. Hücvîrî, tasavvufi hayatın derinliklerini kavramak ve bunları ifade etmek için akli ve mantıki ölçüleri ve ilkeleri mümkün olan en geniş şekilde kullanmıştır.

    1. Tasavvuf İlmi

    2. İlmin Faziletinin İspatı

    3. Fakr ve Dervişlik

    4. Tasavvuf Konusu

    5. Hırka Giyme (Murakka’a)

    6. Sûfilerin Fakr Meselesinde İhtilafları ve Safvet

    7. Melâmet

    D. ARİFLERİN MAKAMLARI: İBN SÎNÂ

“Âlim” ve “filozof”un yanı sıra “arif”, tasavvufun etkisiyle İslam bilgeliğinde yerleşmiş bir bilgelik ünvanını veya kimliğini yansıtan bir terimdir. İslam dünyasında felsefenin gelişimine paralel bir şekilde gelişen tasavvufi düşüncenin yarattığı “arif” kimliği, filozoflar tarafından da benimsenmiştir. İslam bilgeliğinin başka alanlarında görülen “sufi-âlim” veya “kelamcı-filozof” tipinin yanı sıra İslam felsefesi içinde bir “filozof-arif” kimliği yaratılmıştır. Aşağıda, bu düşünür tipinin yaratılmasına katkıda bulunan İbn Sînâ’nın görüşleri yer almaktadır.

Tembih

Kuşkusuz ariflerin başkalarından farklı olarak dünya hayatlarında sadece kendilerine özgü makam ve dereceleri vardır. (…) Âriflerin söz konusu makam ve derecelerde gizli bazı durumları ve kendilerinden açık durumları vardır. (…)

Tembih

Dünya metaından ve güzelliklerinden yüz çeviren kimseye ’zahit’; namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadetlere devam eden kimseye ’abid’; Hakkın nurunun sürekli sırrında parlamasını dileyerek, düşüncesiyle ceberut kutsiyetine yönelene ’arif’ adı özgü kılınır. Bazen bunların bir kısmı diğerleriyle bileşir.

Tembih

Arif olmayan nezdinde züht, bir tür muameledir: Adeta zahit, dünya metaı karşılığında âhiret metaını satın almaktadır. Arif nezdinde züht, sırrını Haktan meşgul eden şeyden arındırmak ve Haktan ve ibadetten başka her şeye karşı büyüklenmektir. Arif olmayan nezdinde ise züht, yine bir çeşit muameledir. Adeta o, dünyada âhirette alacağı bir ücret karşılığında amel eder ki o da âhirette alacağı, ödül ve sevaptır. Arif nezdinde ise züht, himmetleri ile tahayyül ve vehim güçlerine yönelik bir tür eğitimdir (riyazet). Bu eğitimin hedefi, söz konusu güçleri, kendilerine alışkanlık kazandırmak suretiyle, aldanmışlık âleminden Hakkın katına yönlendirmektir. (…)

İşaret

Arif İlk Gerçek’i, O’ndan başka bir şey için istemez ve O’nu bilmeye, herhangi bir şeyi yeğlemez ve de İlk Gerçek’e ibadet etmesi, sadece O’nun ibadete müstahak olması nedeniyledir. Ayrıca ibadet İlk Gerçek’e dönük değerli bir bağıntıdır; yoksa ibadetin nedeni, bir arzu ya da korku değildir. (…)

İşaret

Ariflerin hareketlerinin ilk derecesi, onların ’irade’ dedikleri şeydir. İrade, basiretlinin, burhanı kesinlik ile ya da nefsi iman akdinde dinginleşmiş kimsenin ise sağlam ipe bağlanmak için istekten soyutlanmasıdır. Böylelikle kişi, bitişmenin ruhuna ulaşmak için, sırrını kutsiyete hareket ettirir. Derecesi böyle olduğu sürece, kişi irade edendir (mürittir).

İşaret

Sonra, hiç kuşkusuz riyazete gerek duyar. Riyazet, üç gayeye yöneliktir: Birincisi, Hakk’ın dışındaki şeyleri Tercihin (îsarın) yolundan kazımaktır. İkincisi, emredici nefsi (nefs-i emmareyi) tatmin bulmuş nefse (nefs-i mutmainne) boyun eğdirmektir. Böylece tahayyül ve vehim güçleri, aşağı durumlarla bağıntılı vehimlerden yüz çevirmiş olarak kutsal durumla bağıntılı vehimlere çekilir. Üçüncüsü ise, uyarılma için sırrın latifleştirilmesidir. Birincisine, gerçek zühdü yardım eder. İkincisine ise, fikirle eşleşen birtakım ibadetler yardım eder. Sonra da vehimlerin kabulünü vaki kılan sözlerin melodilerinden nefsin güçlerine hizmet eden ritmik melodiler yardım eder. Sonra beliğ bir ibare, yumuşak melodiler ve olgun bir düzeyden olan kelam ile söz söyleyen arınmış bir kimseden öğütleyici sözün kendisi yardım eder. Üçüncü gayeye ise, latif düşünce ve tutkunun sultanının değil âşık olunanın seçkin hususiyetlerinin (şemailinin) emrettiği iffetli bir aşk yardım eder.

İşaret

Sonra, müridi irade ve riyazet öyle bir dereceye ulaştırır ki, Hakkın nurunun üzerinde doğmasından birtakım haz verici sırlar müride görünür. Adeta onlar, kendisine göz çarpıp sonra sönen şimşekler gibidir ki bu da onlar nezdinde vakitler diye isimlendirilir. Her vakit, biri gelen biri giden iki vecd tarafından çevrelenmiştir. Sonra riyazette derinleştikçe, kendisinde bu (bilinçten) perdelenme halleri çoğalır.

İşaret

Kuşkusuz ki mürit bu hususta derinleşir, ta ki eğitimin dışında da bu hal kendisini kaplar. Her ne zaman bir şey parıldarsa, ondan kutsiyet âlemine yönelir, kendi durumundan bir durumu hatırlar ve onun (bilincini) perdeler. Böylece neredeyse her şeyde Hakk’ı görür. (…)

İşaret

Mürit riyazetten ulaşmaya geçtiğinde ise, sırrı cilalanmış bir ayna haline gelir. O aynayla Hakk’ın mertebesinin simetrisinde bulunur ve yüce hazlar dökülür. Mürit, Hakk’ın eseri o hazlarda olduğu için kendi kendine sevinir. Bu esnada bir Hakk’a bakar, bir de kendisine bakar. Henüz ikisi arasında mütereddittir.

İşaret

Sonra mürit hiç kuşkusuz kendinden geçer. Bu durumda sadece kutsiyet canibini düşünür. Şayet kendi nefsini düşünürse, bu düşünüyor olması bakımındandır, yoksa ziyneti bakımından değil. İşte burada kavuşma gerçekleşir.

Tembih

Arif, şen, nazik, güler yüzlüdür, tevazuundan küçüğe saygı gösterdiği gibi aynı zamanda büyüğe de saygı gösterir. Önemsiz kimseye yer açtığı gibi soylulara da yer açar. Arif, Hak ile ve her şey ile ferahlamış olduğu halde, nasıl güleç olmaz ki? Her şey ile ferahlaması, Hakk’ı onlarda görmesinden dolayıdır. Herkes onun nezdinde nasıl eşit olmasın ki, onlar batıl ile meşgul olan birbirine eşit rahmet ehlidir.

Tembih

Arifin birtakım halleri vardır ki, diğer meşgul edici işler bir yana, onlarda bir hışırtı fısıltısına bile tahammül edemez. Bunlar, sırrı ile Hakk’a yöneldiği vakitlerdedir. Nefsinden bir perde açtığında ya da vusulden önce sırrından bir hareket olduğunda, bu ya vusul halinde olur ya her şeyden (vazgeçip) Hak ile meşguliyet ile olur ya da gücün genişliği nedeniyle iki tarafı da kuşatmakla olur. Aynı durum keramet kisvesi içinde geri döndüğünde de olur ki, bu durumda arif, Allah’ın yaratıkları içinde onun güzelliğiyle en sevinçli olan kimsedir.

Tembih

Arifi, tecessüs ve tahassüs ilgilendirmez, kötüyü gördüğünde öfke ona hakim olup tıpkı merhametin gitmesi durumundaki gibi onu rahatsız etmez. Zira o, Allah’ın kader hakkındaki sırrıyla aydınlanmıştır. İyiliği emrettiğinde, zorlayıcı bir kin ile değil, nasihat edenin yumuşaklığıyla bunu yapar. İyiliği işlediğinde ise, bazen ehlinden başkasından onu gizler.

Tembih

Arif, yiğittir. Ölüm korkusundan uzaklaştığı halde nasıl yiğit olmaz ki? Arif cömerttir, batılı sevmeden uzaklaştığı halde nasıl cömert olmasın ki! Arif hoşgörülüdür, insan zilletinin kendisini yaralamasından nefsi daha büyükken nasıl hoşgörülü olmasın ki! Kindar değildir, zikri Hakk ile meşgulken nasıl kindar olsun ki! (…)

İşaret

Hakkın katı, her gelen ya da muttali olan için bir yol olmaktan münezzehtir. Ona ancak tek tek kişiler şeklinde ulaşılabilir. Bu nedenle, bu bilim dalının içermiş olduğu şeyler, gafil kimse için gülünç, elde eden için ise ibrettir. Onu duyduğu halde kendisinden yüz çeviren kimse, nefsini suçlamalıdır. Belki de nefsi, o konuya münasip değildir: ’Herkes yaratıldığı şeye kolaylaştırılmıştır!’

İbn Sînâ, İşaretler ve Tenbihler, Çev. A. Durusoy, M. Macit, E. Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 182–190.

    E. OLAĞANÜSTÜ HADİSELERİN SIRLARI: İBN SÎNÂ

Tanrı dostları sayılan arif ve velilerden meydana gelen kerametler, hem tasavvufu hem de Türk-İslam kültürünü belirleyen önemli kavramlardan birisidir. Keramet kavramı, sadece sufileri değil, aynı zamanda akılcılıklarıyla bilinen filozofları derinden etkilemiştir. Bu etkileniş, İslam bilgi anlayışının öteden beri zorunsuzluk temeline dayanmasının bir bakıma sonucudur denilebilir. Aşağıda filozof İbn Sina’nın Tanrı dostlarından meydana gelen olağanüstü hallere ilişkin görüşleri yer almaktadır.

İşaret

Bir arifin az bir gıdadan alışık olunmayan uzun bir süre uzak kaldığı haberi sana ulaştığı zaman bunu doğrulamaya yatkın ol ve doğada görülen yollardan olarak değerlendir!

Tembih

Hatırla ki bizdeki doğal güçler, bozuk (gıda) maddelerini hazmetmek sebebiyle sağlıklı (gıda) maddelerini hareket ettirmekten (sindirmekten) meşgul edildiklerinde, söz konusu iyi maddeler az çözülmüş (sindirilmiş) ve değişimden uzak bir halde korunurlar. Binaenaleyh bazen gıda, sahibinden uzun bir süre kesilse bile, aynı halde olmayan başka birisi onun onda biri müddetinde gıdadan kesilse helak olacak iken, o bununla birlikte hayatını sürdürebilir.

(…)

İşaret

Bir arifin kendisi gibi birisinin kapasitesini aşan bir fiili veya hareket ettirmeyi veya hareketi kendi gücüyle yapmaya güç yetirdiği (haberi) sana eriştiği zaman, onu büsbütün inkâr ile karşılama! Kuşkusuz ki doğa yollarını değerlendirmende, bunun sebebine ulaşmaya bir yol bulabilirsin.

Tembih

Bazen insan, hallerinde itidal üzere iken, öyle bir kuvvet sınırına ulaşır ki, tasarruf ettiği veya hareketlendirdiği şeye son gücünü hasredebilir. Sonra nefsine, tıpkı korku veya hüzün esnasında olduğu gibi, öyle bir yapı arız olur ki onun gücü bu son noktadan inişe geçer; hatta öncesinde rahatlıkla yapabildiğinin onda birini yapmaktan bile aciz kalır. Ya da tıpkı öfke veya yarışma halinde veya mutedil derecede mest olma veya neşelendiren ferahlık esnasında arız olduğu gibi, nefsine öyle bir durum arız olur ki, gücünün son sınırı katlanır, hatta onunla gücünün zirvesine ulaşır. Dolayısıyla ferahlık halinde yardım aldığı gibi, arife bir canlılık yardım ettiğinde buna şaşmamak gerekir. Böylece bu, arifin kuvvelerine bir hükümranlık kazandırır veya yarışma halinde olduğu gibi onu bir izzet kaplar. Bunun neticesinde ise, arifin kuvvetleri alevlenerek parlar. Ve bu durum, neşe veya öfke halindekinden daha büyük ve daha görkemlidir. Nasıl böyle olmasın ki? Bu, apaçık Hak’tan, güçlerin ilkesinden ve rahmetin aslındandır.

İşaret

Bir arifin gaipten bir haber verdiği ve bir müjde veya korkutma bildirerek isabet ettiği haberi sana ulaştığında, onu doğrula! Ona inanmak kesinlikle sana güç gelmesin. Çünkü bu olayın doğanın yollarında bilinen sebepleri vardır.

İşaret

Tecrübe ve kıyas, insan nefsinin uyku halinde gaibe bir tür erişimi olduğunda mutabıktır. Buna göre yitip gitmesi için bir yol veya ortadan kalkması için bir imkân olmadığı takdirde benzeri bir erişimin uyanıklık halinde de vuku bulmasına bir engel yoktur. Tecrübeye gelince, birbirinden işitme ve tanıdık bilgiler (mütearife), buna şahitlik eder ve insanların hepsi böyle bir şeyi doğrulamayı ilham eden bir tecrübeyle kendinde tecrübe etmiştir; birinin karışımının bozuk, tahayyül ve hatırlama kuvvelerinin uykuda olması durumu istisna! Kıyasa gelince, bunun gerçekliğini (aşağıdaki) uyarılardan anla!

(…)

İşaret

Senin nefsin için de, yetenek ve aradaki engelin ortadan kalkmasına göre, bu âlemin nakşı ile nakşolma durumu vardır. Bunu öğrenmiştin, artık bazı bilinmeyenlerin gayb âleminden kendi nefsinde nakşolabileceğini zinhar inkâr etmeyesin! Seni daha fazla aydınlatacağım!

(…)

Tembih

Ortak duyu, nakşın kendisine yerleştiğinde gözlem hükmünde olduğu nakış levhasıdır. Bazen duyusal nakşedici duyu nezdinde yitip gider ama sureti ortak duyuda iyi bir şekilde kalıcı olur. Dolayısıyla nakış, vehmeden olmadan gözlenen hükmünde kalıcı olur. Yağmur damlasının düz bir çizgi şeklinde inmesi ve hızla dönen bir noktanın dairenin çevresi şeklinde nakşolması durumuyla ilgili sana söylenenleri hatırına getir! Dolayısıyla suret, ortak duyunun levhasında temsil olduğu zaman, ister dışarıdaki duyulurdan onda resmedilme halinin başlangıcında olsun, ister duyulurun kalıcılığıyla kalıcı olsun veya duyulurun yitip gitmesinden sonra sabit kalsın isterse de eğer mümkünse onda vukuu, duyulurdan ötürü olmasın, gözlemlenen hale gelir.

İşaret

Bir grup hastalar ve safra dengesi bozuk insanlar, duyulur, açık ve hazır (birtakım) suretler gözleyebilirler ve bu suretlerin dış bir duyulur ile bağıntısı olmaz. O halde bu suretlerin nakş edilişi, iç bir sebepten veya iç sebepte etkin olan bir sebeptendir. Ortak duyu, tahayyül ve vehim madeninde dolaşan suretlerden de kendisine nakşedebilir; tıpkı onların ortak duyu levhasından tahayyül ve tevehhüm madeninde nakşedilmesi gibi. Bu durum karşılıklı aynalar arasında cereyan eden olaya yakındır.

Tembih

Sonra, bu nakşedilmeden yüz çevirten iki meşgul edici vardır: (Birincisi) dış duyusaldır, ortak duyu levhasını onda resmettiği şeyle başka şeylerle meşgul olmaktan alıkor; adeta ortak duyuyu hayalden tamamen soyutlar ve ondan zorla gasp eder. (İkincisi) iç akılsal veya iç vehimseldir ki bu, tahayyülü kendisini ilgilendiren şeyle onda tasarruf edip zorla iş yaptırarak zapt eder. Bu durumda tahayyül, ona boyun eğerek ortak duyuya tasallut etmekten boşta kalır; dolayısıyla hareketinin zayıflığı nedeniyle ortak duyuda nakşetme imkânı bulamaz. Zira o, kendisine bağlanılan değil bağlı olandır. İki meşgul ediciden biri durağanlaştığında bir meşgul eden kalır ve bazen o, (orta duyuyu tam olarak) zapt etmekten aciz kalabilir. Bu durumda tahayyül gücü ortak duyuya egemen olur; böylece onda suretleri ’duyulur’ ve ’gözlenen’ olarak görüntüler.

(…)

Tembih

Duyusal engellerden azaldığı ve daha az engel kaldığı zaman nefsin fırsatlar bulup, tahayyülün meşguliyetinden kurtularak kutsiyet tarafına yönelmesi uzak görülemez. Buna göre gaipten kendisine bir nakış nakşedilir; bu nakış, tahayyül âlemine geçer ve (daha sonra) ortak duyuda nakşolur. Bu durum, uyku halinde veya duyuyu meşgul edip tahayyülü yoran herhangi bir hastalık halinde gerçekleşir. Çünkü tahayyülü hastalık yorabilir, bazen de aleti olan ruhun çözülmesi nedeniyle çok hareket kendisini yorabilir. Akabinde tahayyül, bir tür durağanlığa ve boşta olmaya koşar, nefs de ulvî yöne doğru kolaylıkla çekilir. Nefse bir nakış gelip çattığında tahayyül ona doğru ikaz edilir ve o nakşı telakki eder. Bu da ya gelen şeye ait bir uyarıcı ve istirahatından veya yorgunluğundan sonra tahayyülün harekete geçmesi nedeniyledir. Çünkü tahayyül, buna benzer bir uyarılmaya karşı oldukça hızlıdır. Ya da bunun nedeni natık (düşünen) nefsin doğal olarak tahayyülü kullanmasıdır. Zira tahayyül bunun gibi gelen uğurlu şeylerde nefsin yardımcısıdır. O halde tahayyül, engeller kendisinden uzaklaştığı durumda bu geleni kabul ettiği zaman o, ortak duyunun levhasında nakşolur.

İşaret

Nefs, çeken taraflara gücü yetecek derecede cevheri güçlü olduğu zaman onun için böyle bir kazanç veya fırsatın uyanıkken de vuku bulması ihtimal dışı değildir. Buna göre bazen (ulvî âlemden gelen) eser, zikir (hatırlama) gücüne iner ve orada durur. Bazen ise eser istila eder ve hayalde parlak bir şekilde ışıldar. Bu durumda hayal ortak duyu levhasını kendi yönüne doğru zorla alı kor ve kendisinde nakşedilmiş şeyi resmeder. Özellikle de natık nefis ona destekçi olur ve vehim gücünün hasta veya safrası dengesiz kimselere bazen yaptığı gibi ondan yüz çevirmez ki bu, daha uygundur. Böyle yaptığı zaman, eser gözlenir, görülür, işitilir vb. hale gelir. Ve bazen yapısı oldukça çok olan örnekler şeklinde veya düzenli bir söz olarak yer tutar; bazen de ziynet hallerinin en yücesinde olur.

(…)

İşaret

[342] Nefse uyku ve uyanıkken gelen ruhanî eser, zayıf olabilir. Bu durumda söz konusu eser, hayali ve hatırlama gücünü hareket ettirmez ve onun bir izi kalmaz. Bazen ise bundan daha güçlü olur ve hayali hareket ettirir ancak, ne var ki hayal, kendini tamamen intikale kaptırır ve açıklıktan uzak kalır. Dolayısıyla gelenleri hatırlama gücü zapt edemez, sadece tahayyülün intikallerini ve kopyaladıklarını zapt eder. Bazen de gelen eser, oldukça güçlü olur ve onu telakkide nefis son derece dayanaklı olur. Dolayısıyla suret hayalde açık bir şekilde resmedilir ve nefs onu anlamlandırabilir. Bu durumda hatırlama gücünde güçlü bir şekilde resmedilmiş olur ve intikallerle karmaşıklaşmaz. Bu durum sana, sadece bu eserlerde arız olmaz, dahası uyanıkken doğrudan gelen düşüncelerinde de olabilir. Buna göre bazen düşüncen hatırlama gücünde zabt edilir, bazen sana işini unutturarak oradan tahayyül edilen şeylere intikal eder. Bu durumda, (hatırlamak için) onun aksiyle çözümlemeye ihtiyaç duyarsın ve zapt edilen veriden onu izleyen veriye aynı şekilde diğerine intikal edici olursun. Böylece kişi, yitirdiği ilk işini bazen yakalayabilir bazen de ondan kopabilir. Sen onu (yitirdiğin şeyi) ancak bir çeşit çözümleme ve tevil (yorumlama) ile yakalarsın.

Ekleme

Hakkında konuşulan eserden uyanıklık veya uyku halinde hatırlama (zikr) gücünde karar kılmış bir şekilde zapt edilmiş olan, ’ilham’, ’açık bir vahiy’ veya tevil ya da tabire ihtiyaç duymayan bir ’rüya’ olur. Bu eserden kendisi ortadan kalkıp, geriye kopyaları ve izleri kalan ise tevil ve tabire ihtiyaç duyar. Bu da, şahıslara, vakitlere ve adetlere göre farklı farklı olur: Vahiy tevile, rüya ise tabire muhtaçtır.

(…)

Tembih

Bazen ariflerden, onların neredeyse ’âdeti’ (doğal düzeni) ters çevirebildikleriyle ilgili haberler sana ulaşır ve sen hemen onları yalanlamaya yeltenirsin. Bunlar örneğin şöyle sözlerdir: “Bir arif yağmur duası etti ve insanlar (için) yağmur yağdı veya şifa bulmaları için dua etti, onlar da şifa buldu veya onlara beddua etti, onlar da yerin dibine geçti, sarsıldılar veya başka bir tarzda yok oldular veya onlara dua etti; böylece kendilerinden veba, salgın, sel ve tufan uzaklaştırıldı veya bir ariften vahşi hayvan korktu veya bir kuş ondan kaçmadı” veya buna benzer apaçık olanaksız yollu kabul edilmeyecek şeylerdir. Böyle bir (haber karşısında) sen de bekle ve acele etme! Çünkü buna benzer şeylerin doğanın sırlarında birtakım sebepleri vardır; belki bunların bir kısmını sana anlatma durumum olabilir.

Hatırlatma ve Tembih

Daha önce senin için açıklığa kavuşmamış mıydı ki: Natık nefsin bedenle ilgisi, onda doğalaşma ilgisi değil; aksine diğer bir ilgi türündedir. Ve biliyordun ki: Eğer natık nefste veya ona bağlı olanda bir inanç yapısı yer ettiğinde, cevher bakımından ayrı olmakla birlikte bazen bu, onun bedenine de ulaşabilir. Öyle ki havada (yüksekte) duran bir dal üzerinde yürüyenin vehmi, dal (yerde) sabitken benzer birinin vehminin yapmadığı bir şekilde onun ayaklarını kaydırır. İnsanların vehimlerine, karışımların aşama aşama veya bir anda başkalaşması, birtakım hastalıkların başlaması veya onlardan iyileşme bağlı olur. Dolayısıyla bazı nefisler için etkisi bedenlerine geçen bir meleke olmasını uzak görme! Bunlar, güçleri nedeniyle adeta âlemin bir tür nefsi gibi olurlar. Ve de karışımsal nitelikle (bedende) tesir ettikleri gibi, aynı zamanda saydığım (âlemdeki) hepsinin ilkesiyle de tesir ederler. Çünkü onların ilkeleri, bu niteliklerdir. Özellikle, bedeniyle arasındaki özel bir ilişki nedeniyle ona daha uygun bir hale gelen cisimde bu tesir gerçekleşir. Özellikle her ısıtıcının sıcak olmadığını ve her soğutanın da soğuk olmadığını daha önce öğrenmiştin. Dolayısıyla sen de bazı nefislerin böyle bir gücü olduğunu inkâra yeltenme! Hatta onlar, kendi bedenlerinin etkilenmesi gibi onlardan etkilenen başka cisimlerde fiilde bulunurlar. Yine özellikle kendi bedensel güçlerine egemen olmakla melekeleri keskinleştiği zaman, bu gibi nefislere özgü güçlerin başka nefislerin güçlerine aşıp onlarda fiilde bulunduklarını inkâr etmeyesin! Buna göre bu nefis, başkasının tutkusuna, öfkesine ve korkusuna da egemen olur.

(…)

İşaret

Bu durumun nefsinin yaratılışında vuku bulduğu, sonrasında da ’hayırlı’, ’olgun’ ve ’nefsini arındırmış’ olan kimse, işte mucize sahibi bir peygamber veya keramet sahibi bir dosttur. Onun nefsini (daha da) arındırması, bu kuvveyi yaratılışının gereği üzerine ilaveten bu anlamda artırır. Böylece o, en yüksek dereceye erişir. Bu durum kendisi için vuku bulup da sonrasında ’kötü’ olan ve bu gücü kötülükte kullanan kişi, alçak bir sihirbazdır. Onun nefsinin kadri, haddi aşmasından dolayı bu anlamda kırılır; dolayısıyla arınmışların olduğu zirveye katılamazlar.

İşaret

Göz değmesi de, bu kabilden bir iş olabilir. Bunun kaynağı, hayranlık duyan nefsanî bir haldir ki bu hal, bir özelliği nedeniyle hayranlık duyduğu şeye bitkinlik vermek şeklinde tesir eder. Bunu, cisimlere tesir eden şeyin onunla buluşan veya ona bir parçasını ulaştıran veya ortadaki bir niteliğe nüfuz edici olmasını varsayan kişi uzak görebilir. Bizim aslını ortaya koyduğumuz şeyi derinliğine düşünen kimse, bu şartı değerlendirmeye alınma derecesinden aşağıya düşürür!

İşaret

Garip durumlar doğa âleminde üç ilkeden kaynaklanır: Birincisi, zikredilen nefsanî heyet; ikincisi, kendine özgü bir kuvvet ile mıknatısın demiri çekmesi örneğinde olduğu gibi, unsursal cisimlerin özellikleri; üçüncüsü ise, göksel kuvvetlerdir. Ki onlarla cisimlerin karışımları arasında konumsal yapılarla özelleşmiş yerseller vardır veya onlarla nefislerin kuvveleri arasında uygun fiilî ya da edilgin yeteneksel hallerle özelleşmiş yerseller vardır ki, garip etkilerin ortaya çıkışı bunlara bağlıdır. Sihir, birinci kısımdandır, dahası mucize ve kerametler de bu kısımdandır. Çekim kuvveti ise, ikinci kısma, tılsımlar ise, üçüncü kısma girer.

Nasihat

Senin zeki olman ve sıradan insanlardan beri olmanın, her şeyi inkâr ederek karşı koyman olmasından kaçın! Böyle bir tavır, hafif meşreplik ve acizliktir. Açıklığı henüz senin için belli olmayan bir şeyi yalanlamandaki ihlalin, elinde herhangi bir delil bulunmayan şeyi doğrulamalıdaki ihlalinden farklı bir şey değildir. Aksine senin, imkânsızlığına kesin bir kanıt bulmadığın sürece kulak verdiğin şeyi yadırgamak seni rahatsız etse bile, ’durup düşünme’ (tevakkuf) ipine sarılman gerekir. Dolayısıyla senin için doğrusu, buna benzer şeylere, kesin kanıtı kurulu olan tard etmediği sürece, ’imkân’ dairesinde serbestlik vermendir. Bil ki doğada acayip şeyler vardır ve faal yüce kuvveler ile edilgin aşağı kuvvelerin garip şeyler üzerine toplanmaları söz konusudur.

Son ve Vasiyet

Ey kardeşim! Senin için bu işaretlerde gerçeğin özünü süzdüm ve kelimelerin inceliklerindeki hikmetlerin en hasını sana lokma lokma sundum. Artık sen de bu bilgiyi, bayağı insanlardan; cahillerden; parlak zekâ, eğitim ve âdetten nasibini almamış kişiden; kafası karışık insanlarla haşır neşir olandan; veya bu filozofların mülhitlerinden ve onların asalaklarından sakın! Gönlünün duruluğuna, gidişatının düzgünlüğüne, vesveselerin kendisine üşüşmesine izin vermediği, gerçeğe rıza ve doğrulukla baktığına güven duyduğun kimseyi bulduğunda, sana sorduğu şeyden ona peyderpey, parça parça, bölüm bölüm ver! Böylece kendisine öğrettiklerinden, daha sonra karşılaşacağı şeyleri ferasetle kavramasını beklersin. Sana uyarak, kendisine ulaştırılanları mecrasından çıkartmayacağı konusunda onunla Allah ve iman üzerine ahitleş! Eğer bu ilmi ifşa veya zayi edersen, benimle senin aranda Allah vardır! Allah vekil olarak yeter!

İbn Sînâ, İşaretler ve Tenbihler, Çev. A. Durusoy, M. Macit, E. Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 191–204.

VII-BİLİMDE GELİŞMELER

Bilim tarihinde mukayese gerektiren filoloji, botanik ve dinler tarihi gibi bilimler, genellikle büyük imparatorlukların sunduğu geniş tecrübe ve veri toplama imkanları sonucunda meydana gelmiştir. İslam düşünürlerinin geniş bir coğrafyaya yayılmış çeşitli ırk, dil ve dinlerle ilgili deneyimleri önceleri mezhepler tarihi, dinler tarihi, dünya tarihi gibi bilimlerin gelişmesini, ardından da antropolojiye ilişkin ilk düşüncelerin doğmasına yol açmıştır.

A. TARİH VE TOPLUM

İslam’da tarih bilimi, Hz. Muhammed’in söz ve davranışlarını inceleyen hadis bilimiyle birlikte başlamıştır. Hadis biliminden kopan bir gelenek, daha sonra vakanüvislik halinde gelişmiştir; vakanüvislikten de soyut genellemelere dayanan tarih bilimi ortaya çıkmıştır. Ancak İslam kültüründe bu gelişme burada durmamıştır. Pek çok çağdaşımızın dile getirdiği gibi tarih biliminden de modern toplum biliminin temelleri ortaya çıkmıştır. İşte bu bölümde vakanüvislikten tarih bilimine oradan sosyoloji biliminin temellerine giden serüvene ilişkin kesitler görülecektir.

    1. İnsan Sosyal Bir Varlıktır: İbn Haldûn

    2. İnsanlarla İlgili Haberleri Konu Edinen Haberler İlminin Üstünlüğü: Yâkût el-Hamevî

Ebu’l-Hasen Ali b. Hüseyn şöyle söylemiştir: Ȃlimler şöyle söylemişlerdir: Ȃlimler, (geçmişe dair) haberlerle ilgili akıllarında bulunanları kayıt altına almış olmasalardı ve rivayetleri yazmasalardı, ilmin başı da sonu da kaybolup giderdi. Zȋrâ geçmişe dair haberler sayesinde; her bilgi, ortaya çıkarılmakta, her hikmet, kaynağından alınmakta, beyitler toplanmakta, düzgün konuşma sanatı öğrenilmektedir. Kıyas yapanlar, bu haberlere dayanarak kıyas yapmakta, (farklı) görüş sahipleri bunlar ile görüşlerine delil getirmektedir. Yine insanların bilgileri bunlardan öğrenilmekte, bilge kimselerin deyimleri bunların içinde bulunmakta, güzel ve üstün ahlak ilkeleri bunlardan alınmakta ve devlet idare etme âdâbı bunlar arasında aranmaktadır. Her bilinmeyen, bu haberlerle bilinmekte ve her ilginç bilgi bunlar arasından seçilmektedir. Bu haberleri konu edinen ilim, âlimlerin kendisinden yararlandığı, ahmak kimselerin bile kendisini dinlemekten zevk aldığı, akıllı kimselerin, meclisinde bulunmakla huzur bulduğu, hem özel kimselerin hem de halkın ilgi gösterdiği, Arap olsun Acem olsun herkesin rivayet etmeye yöneldiği bir ilimdir. Sonra bu ilimle, söz söyleme imkânı elde edilmekte, her makamda onunla süslenilmekte, her ortamda onunla güzellik kazanılmakta ve her toplantıda ona ihtiyaç duyulmaktadır. Dolayısıyla bu ilmin üstünlüğü, her ilmin üzerindedir. Her kavrayışta bu ilmin rolü vardır. Kendini bu ilme verip, onun anlamını kavrayan, onun faydalarından yararlanan, onun büyüklüğünün farkında olan ve onu öğrenmenin sevincini yaşayan kimseden başkası bu ilmi öğrenmeye sabredemez ve onun kazanımlarını elde edemez.

Eskiden şöyle denilmiştir: “Soy ve geçmişe dair haberlerle ilgili ilim, kralların, önemli kimselerin ilgilendiği ilimlerdendir. Bu ilme ancak şeref sahibi kimseler yönelir ve ondan ancak aklı kıt olanlar geri durur.” Filozoflar şöyle söylemişlerdir: “Kitap ne güzel bir arkadaştır. O ne güzel bir saklanacak eşyadır. Dilersen onun harikalıkları seni oyalar, hikâyeleri seni güldürür. Dilersen onun öğütleri sana cesaret verir. Dilersen de onun ender rastlanır faydaları karşısında hayrete düşersin. O, önce olanı da, sonra olanı da, eksik olanı da, fazla olanı da, hazır olanı da, olmayanı da, her türlü şekli, her cinsi senin önünde toplar. O, ölmüş kimselerden söz eden bir ölüdür. Yaşayanlara tercümandır. O, cana yakın bir dosttur. Sen canlandıkça o da canlanır. Sen uyursan o da uyur. O, ancak senin arzu ettiklerini söyler. Ondan daha insaflı bir komşu, ondan daha içten bir dost, ondan daha mütevazı bir öğretmen, sana ondan daha çok yetecek, daha az yanlışlık yapacak, daha çok yararı olacak, daha ahlaklı, seni daha uzun süre sevinçli kılacak, senden daha az uzak kalacak, seninle daha güzel anlaşacak, seni daha çabuk ödüllendirecek ve sana daha az yük olacak bir arkadaş bilinmemektedir. Onunla meşgul olursan, o seni daha uzun süre yararlandırır, senin kişiliğini güçlendirir ve ilmini artırır. Ondan bir ay içinde insanlardan hayat boyu öğrenmediklerini öğrenirsin. O seni öğrencilerden gelecek sıkıntılardan, hem temel olarak hem de ayrıntılar açısından kendilerinden daha bilgili olduğun kimselere boyun eğmekten kurtarır. O, sana cefâ çektirmeyen bir öğretmendir. Onunla meşgul olmayı bıraksan da, onun sana olan faydası devam eder.

Yâkût el-Hamevȋ 1400/1980. Mu’cemü’l-Üdebâ; nşr. Dâru’l-fikr; 1, s. 66–94.

Çeviren: Ahmet Turan Arslan

    3. Tarih İlmi ve Önemi: İbn Haldûn

    4. Bedevi ve Şehirli Nesillerin Varolmalarının Doğallığı: İbn Haldûn

    5. Refah Asabiyetin Mülk Haline Gelmesine Mani Olan Hususlardandır: İbn Haldûn

B.MİLLETLERİN TASNİFİ : SACİD EL-ENDÜLÜSİ

1.Bölüm Yedi Kadim Millet

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

Bu Kitâb el-Tabakatû’l’Umûm (Milletlerin Tasnifi Kitabı) Sa¢id tarafından yazılmıştır. Allah onu esirgesin!

Kadı Ebu el-Kasım Sa¢id İbn Ahmet İbn Sa¢id şöyle söyler: Bilindiği üzere doğudan batıya, kuzeyden güneye dünya üzerindeki bütün insanlar tek bir kökene mensup olmalarına rağmen üç bakımdan birbirlerinden ayrılırlar: Davranış, fiziksel görünüş ve dil.

Milletlerin tarihi ile ilgilenenler, yüzyıllardır bu konuyu araştıranlar, milletlerin varislerini inceleyenler, insanlık tarihinin kayıtlarını çalışanlar, insanlığın tarihin başında kabilelere ayrılmadan ve dillerle ayrışmadan önce yedi milletten oluştuğunu ifade etmektedirler.

İlk millet, meskûn dünyanın ortasında yaşayan Farslardır (Perslerdir). Onların bölgesi, Mahat, Kerej, Dinur, Hemedan, Kum, Keşan ve diğerlerini de içerecek şekilde kuzeyde Zagros Körfezine kadar uzanarak Kuzey Irak dağlarına sınırlanır. Bu sınırlar Ermenistan, Hazar Denizinin kıyısında bulunan Derbent, Azerbaycan, Teberistan, Mogan, Baylakan, Ran, Şahberan, Talakan, Cürcan ve Nişabur, Mervan, Sarkaz, Hirat, Harezm, Balak, Buhara, Semerkant, Fergana, Şah gibi Horasan ülkesi ve Horasan’ın diğer şehirleri Sigistan, Kirman, Faris, Ahvaz, Isfahan ve diğer komşu ülkelere kadar uzanmaktadır. Onların bir krallığı, bir kralı ve bir dili –Farsça– vardı. Konuşma şekillerinde çok az farklılık olmasına rağmen, alfabedeki harflerin sayısı ve yazım şekilleri konusunda mutabıklardı ve bu farklılıklar Pehlevi, Dâri ya da diğer Fars dilleri gibi dillerin diğer veçhelerini etkilemedi.

İkinci millet Keldânilerdir; bunlar Suriyeliler ve Babillilerdir. Bu halklar Kenanlılar, Asurlular, Ermeniler, Musul’da yaşayan Haramiler ve Irak’ta yaşayan Nebatilerden oluşmaktadırlar. Onların ülkesi de meskûn dünyanın merkezinde yer almaktadır. Irak, Diyar Rabia ve Diyar Mudar adıyla tanınan Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında bulunan Mezopotamya, Şam (Suriye) ve Hicaz, Najd, Tahama, Gür ve Yemen’den oluşan Arap Yarımadası bölgelerini kapsamaktadır. Bu bölgelerin hepsi, Zabid, Sana, Aden, Urud, Şar, Hadramut, Oman ve diğer Arap ülkelerinin arasında bulunmaktadır. Bu bölgenin hepsinin tek bir kralı olan krallığı ve bir dili –Süryanice- vardır. Bu dil, Âdem’in, İdris’in, Nuh’un, İbrahim’in, Lut’un ve diğerlerinin konuştuğu antik bir dildir. Daha sonra, Süryanice Arapça ve İbranice olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Daha sonra Benî İsrail olarak da bilinen Yahudiler Şam’ı ele geçirerek oraya yerleşmişlerdir. Araplar ise Rabia ve Mudar olarak bilinen Arap Yarımadasının tamamını ele geçirmiş ve oraya yerleşmişlerdir. Geri kalan Suriyeliler ise, krallığının başkenti Kelvaza’nın bulunduğu Irak’ta kalmışlardır.

Üçüncü millet Yunanlılardan, Romalılardan, Frenklerden, Galisyalılardan, Bürjanlardan, Slovenlerden, Ruslardan, Bulgarlardan, Alanlardan ve Karadeniz ve Azak Gölü’nün çevresinde yaşayan diğer milletlerden ve kuzeybatı çeyreğinin diğer bölgelerinde yaşayan halklardan oluşmaktadır. Onlar da bir krallığa bağlıydılar ve hepsi aynı dili konuşuyordu.

Dördüncü millet Koplardır. Onlar da Mısır’ın ve güneyin insanlarıydılar. Bunlar, Ebizyan, Nubiya, Zinc ve diğer bölgelerden gelen Sudanlılardı. Aynı zamanda Mağrip, Berberiler ve Atlas Okyanusu’nun batısındaki komşuları da bu gruba dâhildi. Onlar da bir krallığa bağlıydılar ve hepsi aynı dili konuşuyordu.

Beşinci millet olan Türkler ise, Karluklar, Kimaklar, Gagavuzlar, Hazarlar, Sarirler, Jilanlar, Kuzanlar, Tilsanlar, Kazaklar ve Burtaslardan oluşuyordu. Onlar da bir krallığa bağlıydılar ve hepsi aynı dili konuşuyordu.

Altıncı millet Hint, Sind ve onların komşu halklarıydı. Onlar da bir krallığa bağlıydılar ve hepsi aynı dili konuşuyordu.

Yedinci millet Çinliler ve komşuları Yafes’in ve Nuh’un soyundan gelen Amurlulardı. Onlar da bir krallığa bağlıydılar ve hepsi aynı dili konuşuyordu.

Bütün insanlık, bu yedi milletten oluşuyordu. Hepsi sabîiydiler, yani yedi gezegen ve diğer gök cisimlerini temsil eden idollere tapıyorlardı. Daha sonra bu yedi millet yayıldılar, dilleri çeşitlendi ve dinleri farklılaştı.

2.Bölüm Milletlerin Genel Tasnifi

Bütün bu milletlerin büyük farklılıklarına ve fikir ayrılıklarına rağmen tabakatayn biçiminde ikiye ayrıldığını tespit etmiş bulunuyoruz. Bu milletlerden bir tanesi bilimle uğraşmış, böylece bilgi sanatının doğmasına ve bilimsel bilginin farklı türlerinin üretilmesine neden olmuştur. Diğeri ise bilime yeteri kadar katkı sağlamamış, bilimsel olarak üretken milletler ailesine dahil olamamış ya da böyle bir birlik onurunu hak etmemişlerdir. Bu gruptaki milletler pratik düşünce üretemedikleri gibi kullanışlı bir felsefe de oluşturmamışlardır.

Bilimi üreten tabakat sekiz milletten oluşmaktadır: Hintler, Persler, Kaldeanlar, Yunanlar, Romanlılar, Mısır halkı, Araplar, İbraniler.

Daha önce bahsi geçmeyen ve geriye kalan bütün milletlerin oluşturduğu diğer tabakat, bilime hiç ilgi göstermemiştir: Çinliler, Yecûc ve Mecûc, Türkler, Burtas, Sarirler, Hazarlar, Gilanlar, Tilsanlar, Murkanlar, Kazaklar, Alanlar, Slavlar, Bulgarlar, Ruslar, Bürcanlar, Berberiler, Sudan halkı: Etiyopyalılar, Nubiyanlar, Zinçler, Ganalılar ve diğerleri.

3.Bölüm: Bilimler İlgisi Olmayan Milletler

Bilime ilgi göstermeyen milletlerin en önemlileri Çinliler ve Türklerdir. Çinliler en kalabalık millettir. En zengin krallığa ve en geniş topraklara sahiptirler. Göksel ekvatorla kuzeyde yedi iklim arasında yer alan meskûn dünyanın doğu ucuna yerleşmişlerdir. Zanaatta ve resim sanatında diğer milletleri geçmişlerdir. Ürettiklerini mükemmelleştirmede, işlerini geliştirmede ve külfetli işleri yaparken dayanışma konusunda uzmanlaşmışlardır.

Türkler de aynı şekilde geniş bir nüfusa ve zengin bir krallığa sahip bir millettir. İslam krallığının şehirlerinden Horasan’ın doğusuyla, Çin’in batısı ve Hindistan’ın kuzey bölgeleri ile meskûn dünyanın uçlarına kadar olan bölgenin arasında yerleşmişlerdir. Türkler, en yetenekli süvari ve taktisyenlere sahip olmaları, silah yapma ve savaşma yetenekleri ile diğer milletlerden ayrılırlar. Mızrak atmada, kılıç kullanmada ve ok fırlatmada en keskin gözlere sahiplerdir.

Bilime ilgi göstermeyen geri kalan tabakat, insandan çok hayvana benzerler. Bunlardan en uç kuzey ve yedi iklimle meskûn dünyanın sonunda yaşayan bazıları, Güneş’e uzak olmanın sıkıntısını çekerler. Orada hava daima soğuk ve gökyüzü daima bulutludur. Neticede onlar soğuk ve kaba bir yaradılışa sahiptirler. Sonuç olarak bedenleri çok iri, renkleri beyaza çalan ve saçları sarkık insanlardır. Onlar anlama kabiliyetlerini ve algılama yeteneklerini kaybetmişlerdir. Cehalet ve tembellik onları ele geçirmiş ve aptallık ve yetersizlik onları kuşatmıştır. Bunlar, Slavlar, Bulgarlar ve komşu halklardır.

Bu sınıfta ayrıca, meskûn dünyanın güney sınırında ve göksel ekvator çizgisine yakın olan bölgede yaşayanlar da bulunmaktadır. Güneş üzerlerinde uzun süre etkili olduğu için, orada hava da, iklim de sıcaktır: Bu yüzden sıcakkanlı ve coşkulu insanlardır. Renkleri siyaha çalar ve saçları kıvırcıktır. Neticede, tahammül seviyelerini ve algılarındaki dengeyi kaybetmişlerdir. Aptallık ve cehalet tarafından ele geçirilmişlerdir. Bunlar, Etiyopya, Nubya, Zinc etrafında yaşayan Sudan halkı ve diğerleridir.

Celaliler (Galisyalılar ve Asturialılar), Berberiler ve bu sınıfa ait olan Batı’nın geri kalan milletlerine Allah, C.C., onlara sadece despotluk, cehalet, adaletsizlik ve şiddet gibi özellikleri bahşetmiştir. Kuzeyin ve güneyin uzak sınırlarına yerleşmemiş olmalarına rağmen, sert iklim koşullarıyla cezalandırılmışlardır. Aslında bu milletlerin yaşam alanı ılıman iklim kuşağına yakındır. Galisyalılar beşinci iklimin batı bölümünde ve komşularından bazıları da altıncı iklim bölgesinde yaşarlar. Berberiler üçüncü ve dördüncü iklimlerin sınırı olan ikinci iklim bölgesinin batısında yaşarlar. Allah merhametini istediğine ve inayetini de isteyenlere bahşeder.

Bu sınıfın daha önce hiçbir gruba dahil edilmeyen diğer halkları, cehaletleriyle daha önce bahsedilen halklara benzerler. Farklı sınıflara ve benzemeyen ortak noktalarına (cehalet) rağmen aynı sınıfa aittirler ve aynı ifadelerle tanımlanabilirler. Onlar hiçbir zaman bilgeliği araştırmamışlar ve felsefe çalışmaları yapmamışlardır. Ancak, bu halkların çoğu kentlerde yaşamaları na rağmen, hizmetlileri kırsal alanlarda yaşarlar. Doğuda, Batıda, Güneyde veya Kuzeyde nerede olurlarsa olsunlar, kraliyet hükümleri ve ilahi kurallar tarafından yönetilirler. Bu insani kurumları reddeden ve bu akılsal kanunların dışında yaşayan halklar ise, çöllerde ve vahşi doğada yerleşik olan Bajah fukaraları, Gana barbarları, açgözlü Zincliler ve onlara benzeyenlerdir

4.Bölüm Bilim Üreten Milletler

Bilimi üreten tabakat Allah’ın kendi yarattıkları içinden seçtiği seçkinlerden oluşur. Onlar ilgilerini insan ırkını yöneten ve doğasını (davranışlarını) düzenleyen ruhun saflığına ulaşmaya odaklarlar. Onlar, ruhlarında hiddetle yarışan ve hayvani (fiziksel) güçleriyle gurur duyan Çinliler, Türkler ve onlara benzeyen diğer halklara çekici gelen değerleri göz ardı etmişlerdir. Bu milletler kimi açıdan kendilerinden üstün olan hayvanlarla bazı nitelikleri paylaştıklarını bilirler. Örneğin, arılar yiyeceklerini depolamak için inşa ettikleri hücrelerin mükemmel şekilleri ve ince yapıları sayesinde üstünlüklerini kanıtlarlar. Dikkatli örümcekler ise yuvalarının ağlarını birbirleriyle kesişen halkalarla uyumlu olacak şekilde inşa ederler.

Diğer hayvanlar öyle sıra dışı işler ve garip faaliyetler yaparlar ki Araplar birçok atasözünde bunları kullanırlar örneğin; ’Larvadan daha çalışkan’ bu kurtçuk türü küçük tahtalardan kare şeklinde bir ev inşa etme yeteneğine sahiptir. Başka bir atasözü ise; “bir tanuttan (ispinoz kuşundan) daha becerikli” şeklindedir. Bu kuşun, inşa etme konusundaki üstün yeteneği, bir ağaçtan sarkan bir yuva yapmasını sağlar. Cesaret ve atılganlık bakımından aslan, kaplan ve diğer vahşi kediler insanoğlundan daha üstündür. Ve insanoğlu hiçbir zaman aksi şekilde davranmamıştır. Cömertlik ve açgözlülük gibi bazı özelliklerde hayvanlar insanları geçerler. Araplar bunları da atasözlerinde kullanırlar. Örneğin, “bir horozdan daha cömert, bir kurttan daha açgözlü, bir sinekten veya bir aslandan daha cesur, bir tilkiden ya da bir kertenkeleden daha kurnaz, bir köpekten daha mütevazı, bir yılandan daha güçlü, bir karınca veya kurttan daha çalışkan, bir devekuşundan daha kayıtsız, bir posta güvercininden daha iyi yolunu bulan, bir kargadan daha dikkatli, bir köpekten daha açgözlü, bir böcekten daha dayanıklı, bir tilkiden daha kurnaz, yaşlı bir attan daha hasta, bir bülbülden daha çekingen ve bir deveden daha sevecen.”

Algılarda keskinliğe ve fiziksel güce geldiğimizde hayvanların paylaşımının insanoğlundan daha geniş bir yeri kapladığını kimse inkâr edemez. Bu nedenle, Araplar birçok atasözünde, “bir şahinden veya bir attan daha keskin görüşlü’, ’bir kurttan ya da sırtlandan daha zinde’, ’bir karıncadan daha güçlü’ (çünkü kendi ağırlığının birkaç katındaki tohumu rahatça kaldırabilir), ’bir maymundan, bir kirpiden ya da çöldeki bir attan daha iyi duyan’, ’bir aygırdan daha hızlı’. Arapların, hayvanların çeşitli özellikleri ile ilgili pek çok benzer atasözleri vardır.

İnsani değerleri, insan erdemlerinin yüceliğini ve insanların diğer yaratıklara karşı üstün olduğunu gösteren muteber vasıflara ve asil akla mukabil olarak bilim adamları ortaya çıktı. Bu bilim adamları, insanlar ve hayvanlar arasındaki bütün benzerlikleri ortadan kaldırmış ve insan ırkını aslan ve kaplanların üzerine yüceltmişlerdir. Bu bilim adamları, karanlık içindeki meşalelerdir. Onlar, hikmetin rehberleri, insan ırkının efendileri ve milletlerin seçkinleridir. Onlar Tanrı’nın onlardan ne istediğini anlamışlar ve onlara işaret edilen görevi bilmişlerdir. Allah’ın rahmeti onların üzerine olsun. Eğer onlar olmasaydı, Dünya ne perişan olurdu.

Daha önce bahsettiğimiz gibi, bilimi üreten tabakat yedi milletten oluşur. Bizim amacımız onların bilimini tanıtmak ve bilim adamlarına dikkat çekmektir. Allah’ın izniyle, kısa ve öz bir şekilde, bunu yapmaya başlayalım.

5.Bölüm: Hindistan’da Bilim

(Bilim üreten) ilk millet Hintlilerdir. Geniş bir nüfusa ve zengin bir krallığa sahip güçlü bir millettir. Hindistan hikmet dolu insanlarıyla bilinir. Yüzyıllar boyunca, geçmişteki bütün krallar Hintlilerin bütün bilgi dallarındaki yeteneklerini fark etmişlerdir.

Çin hükümdarları, dünyanın beş hükümdarı olduğunu ve dünyadaki bütün halkların onların tebaaları olduğunu belirtirler. Bunlar; Çin Hükümdarı, Hint Kralı, Türk Sultanı, Pers Şahı, Roma İmparatoru’dur.

Çin halkının otoriteye daha fazla boyun eğdiği, hükümet politikalarını dünyadaki diğer halklardan daha güçlü bir şekilde izlediği için, Çin Hükümdarı ’insanlığın hükümdarı’ olarak nitelendirilir. Hintlilerin dikkatli ilmi faaliyetleri ve bilgi dallarındaki ileri başarıları nedeniyle, Hint Kralı, ’hikmetin kralı’, olarak nitelendirilir. Türklerin gaddarlığı ve cesareti sebebiyle, Türk Sultanı ’aslanların kralı’ olarak nitelendirilir. Meskûn dünyanın ortasında bulunan en verimli topraklara sahip krallıkları boyunduruk altına aldıklarından, krallığının zenginliği, ihtişamı ve büyüklüğü dolayısıyla, Pers Şahı, ’Şahların Şahı’ olarak nitelendirilir. Romalılar, en güzel yüzlere, en iyi şekilli bedenlere ve en sağlam fiziğe sahip olduklarından, Roma İmparatoru, ’insanların imparatoru’ olarak nitelendirilir.

Bütün milletler tarafından yüzyıllardır bilindiği üzere, Hintliler, hikmetin özü, adaletin ve tarafsızlığın kaynağıdırlar. Onlar, ince fikirlerin, evrensel hikâyelerin ve faydalı ve olağanüstü icatların insanlarıdırlar. Her ne kadar onları siyahlarla aynı kategoriye koyan renkleri siyahlığın ilk evresinde olsa da, (onları siyahlarla denk tutan, siyahlığın ilk evresinde olan renkleri) Allah (c.c.) onlara zayıf karakter, terbiye yoksunluğu ya da bayağı ilkeler vermemiştir ve onlara, çok sayıdaki beyaz ve kahverengi insanın üzerinde yer vermiştir.

Bazı astrologlar, bu durum için bir açıklama ileri sürmüşlerdir: Onlara göre Merkür ve Satürn Hint halkının kaderlerini yönlendirir. Satürn’ün etkisi yüzünden renkleri siyaha döner, Merkür’ün etkisi ise entelektüel bir güç ve iyi bir ruh sağlar. Merkür ve Satürn’ün birlikteliği, onlara uslamlama doğruluğu ve algılama derinliği verir. Bu durum neden beceri saflığına nail olduklarını ve onların niçin Zinc, Abissyianlar, Etiyopyalılar ve diğerleri gibi Sudan halklarından sağlam bir şekilde ayrı tutulduklarını açıklar. Hintlilerin aritmetik ve geometri çalışmalarındaki başarıları en önemli özellikleridir. Matematikte olduğu kadar, yıldızların hareketleri (astronomi) ve gökyüzünün sırları (astroloji) ile ilgili bilgide de en yüksek noktaya ulaştılar ve muazzam bilgi elde ettiler. Bütün bunların yanında, tıp alanındaki çalışmalarda ve bileşiklerin yapısı ve maddelerin özellikleri gibi farklı ilaçların gücü ile ilgili bilgilerinde diğer tüm halkları geride bıraktılar.

Onların kralları, güzel ahlaki ilkeleri, bilgece kararları ve otoritelerini uygulamadaki mükemmel yöntemleri ile tanınırlar.

Dini inançları açısından, Tanrı’nın birliği konusunda hemfikirdirler ve Tanrı’nın gücü ve kudretini ilan ederler ve O’nu tüm yaratıcıların üstünde görürler, ancak Tanrı’nın farklı tecellileri konusunda uzlaşmazlar. Bazıları Brahman bazıları da Sabîi’dir. Brahmanlar az sayıdadır ve asil atalarının soyundan gelmektedirler. Onlardan bazıları evrenin sonradan yaratıldığına inanırken, diğerleri evrenin ezeli olduğuna inanırlar. Ancak hepsi kehanetlerin reddedilmesi, hayvanların kesilmesinin, onlara kötü davranılmasının ya da yiyeceklerinin yenilmesinin yasaklanması konusunda aynı görüşü paylaşırlar. Ancak Sabîiler, Hintlilerin büyük çoğunluğunu oluştururlar, onlar evrenin en üstün yaratıcı olan, her şeye gücü yeten Tanrı tarafından yaratıldığına inanırlar. Onlar yıldızlara tapar ve o yıldızları resmederler ve onlara göre isteklerine yaklaşırlardı. Bu sayede, her yıldızın gücünü kazanırlar ve bu gücü daha alt dünyadaki isteklerine uygun olarak kullanırlardı. Onlar zamanın döngüsüne, gezegenlerin yörüngelerinde dolandıklarına, dört elementten türeyen her şeyin, yedi gezegenin Koç burcunun başlangıcına rastladığı her zaman bozulacağına, ve her devirde bileşenlerin tekrar yaratılacağına inanırlar. Bu konuda, çok fazla görüşe ve farklı inançlara sahiptirler, bu konudaki bilgileri daha önce yazdığımız Halkların Dinleri ve İnançları Hakkında Makaleler kitabımızda belirtmiştik.

Hintliler, bizim topraklarımızdan uzaklaştıktan ve farklı krallıklara bölündükten sonra, onlar hakkında çok az kitaba ulaşabildik. Bilgilerinin çok az bir kesimi ve inançlarının küçük bir parçası bize ulaşmıştır ve âlimleri hakkında çok az bilgiye sahibiz.

Hintlilerin astronomi sistemlerinden üç tanesi meşhurdur, döngüsel zaman anlamına gelen Siddhanta, Arjbahd (Aryabhar) ve Arkand (Brahmagupta’nın Kandakadyaka’sı). Ancak bizler sadece Müslüman bilim adamları tarafından geliştirilen ve uyarlanan Siddhanta sistemi hakkında doğru bilgilere sahibiz. Onların içinden Muhammed İbn İbrahim el-Fezâri (yaklaşık 760-790), Habeş İbn Abdullah el-Bağdâdî (yaklaşık 800), Muhammed İbn Musa el-Harezmi (yaklaşık 800-847), İbn Âdamî olarak da bilinen el-Hüseyin İbn Muhammed (yaklaşık 920) ve diğerleri. Sindhind’in anlamı el-dahrü’l dehirdir (sonsuz zaman, döngüsel zaman). Bu Âdamî’nin astronomi tablolarında belirttiği bilgidir.

Sindhind’e inananlar yedi gezegenin ve onların perije ve apojelerinin Koç başlangıcına her 4.320 milyon yılda bir uğrayacağını söylerler. Bu döngüyü ’evren periyodu’ olarak adlandırırlar çünkü bütün gezegenler Koç başlangıcına denk geldiğinde, yeryüzünde bulunan her şey yok olacaktır, gezegenler ve onların perije ve apojeleri Zodyak’taki yerlerine dönene kadar, alt evreni bir yıkım halinde bırakacaktır. Bu olay meydana geldiğinde, Dünya ilk haline dönecektir. Bu döngü sonsuza kadar kendini tekrarlar. Sindhind taraftarları bu durum için açıklama yapmazlar ancak her gezegen ve onların apoje ve perijelerinin belirli bir zaman içinde belirli bir yörüngeyi tamamlayacağını iddia ederler, buna da evren periyodu adını verirler. Bu konuları daha önce yazdığım Yıldız Hareketlerinin Düzeltimi için Yazılar adlı kitabımda bahsetmiştim.

Arjbahd’a inananlar, evren döngüsünün periyodunun uzunluğu konusu hariç, Sindhind taraftarları ile aynı fikirdedirler. Gezegenler ve onların apoje ve perijeleri Koç başlangıcına periyodun birinci bin yılında denk gelirler şeklindeki temel Sindhind öğretisi onların da inandığı bir görüştür.

Arkand taraftarları ise gezegenlerin hareketi ve evren döngüsünün periyod uzunluğu ile ilgili tanımlamalar konusunda kendilerinden önceki iki okuldan ayrılırlar. Bu farklılığın doğası ile ilgili kesin bir bilgiye sahip değilim.

Hintlilerin müzik ile ilgili çalışmalarından bize ulaşan, Hintçe yazılmış olan Timâr el-Hikme (Bilgeliğin Meyveleri) anlamına gelen Bafir (Nafir) adlı kitaptır. Bu kitap melodi yapılarının temelleri ve makamların kökenleri ile ilgili bilgiler içerir.

Onların ahlakın iyileştirilmesi ve çocuk terbiyesinin düzeltilmesi ile ilgili çalışmalarından bize ulaşan, Persli doktor Burzuvah’ın Hindistan’dan Pers hükümdarı Anuşirvan ibn Kibâd ibn Feyruz’a getirdiği Kelile ve Dimne adlı kitaptır. Burzuvah Kelile ve Dimne’yi Hintçeden Farsçaya çevirmiştir. Bu kitap daha sonra, İslam Dünyasında Abdullah ibn Mukaffa tarafından Farsçadan Arapçaya çevrilmiştir. Bu asil bir amacı ve büyük pratik değeri olan bir kitaptır.

Onların aritmetik çalışmalarından bize ulaşan ise Hisâb el-Gubâr adlı kitaptır. Bu kitap Ebu Câfer Muhammed ibn Musa el-Harezmi tarafından sadeleştirilmiştir. Bu hesaplama yöntemi en basit, en hızlı ve en kolay anlama ve uygulama yöntemidir ve olağanüstü bir yapısı vardır. Bu çalışma Hintlilerin zekâsının ispatı, yaratıcılıklarının belirtisi ve kabiliyetlerinin gücüdür.

Onlardan bize ulaşan satranç ise açık zihinlerin keşfi ve harika icatlarından biri olarak görülmektedir. Hintliler satrançtaki birimlerin yapısı, çift sayılar, semboller ve onların gizemleri konusunda en ileri bilgiye ulaşmışlardır. Onlar gizemlerini doğaötesi güçlerden çıkarmışlardır. Oyun oynanırken ve taşları hareket ettirirken, oyunun yapısal güzelliği ve harika uyumu ortaya çıkar. Bu oyun yüce amaçları ve asil eylemlerin tezahürünü temsil eder, düşmanların tehlikelerinin farklı formlarını sağladığı gibi ve bu tehlikelerden sakınmak için başvurulan hileleri ifade eder. Bu açıdan satrançta dikkate değer bir kazanç ve kullanışlı bir fayda vardır.

Kanka el-Hindî’den öğrendiğimiz kadarıyla, Hintli bilim adamları yıldızların hareketi, göksel kürelerin konumlanması ve fiziksel evrenin şekli konusunda bilgi sahibiydiler. Ebu Ma¢şer Cafer ibn Muhammed ibn Ömer el-Balkî (787–886) el-¢Ulûf (Binler) adlı kitabında el-Hindî’nin geçmişteki Hint bilim adamları içerisinde astronomi alanındaki en önemli bilim adamı olduğunu söyler. Bu bahsettiklerim dışında, onun nerede ve ne zaman yaşadığı ile veya çalışmaları ve hayatı ile ilgili bir bilgiye sahip değilim.

Salem, Sema’an I., Kumar, Alok, 1996. Science in the Medieval World, “Book of the Categories of Nations”, Austin: University of Texas Pres, s. 3-14.

Çeviren: S. Ertan Tağman – Ceren Karaca

C. EĞİTİM

İslam dini, Hıristiyanlıkta olduğunun aksine insanın asli bir günahla doğduğu fikrini şiddetle reddeder. İnsanların günah veya suç işlemesi, soyu veya kanıyla ilgili değil, yetiştiği koşullarla ilgilidir. Dolayısıyla suçlu veya günahkâr insanın davranışlarının nedenini, erişilemeyecek kadar gerilerde kalmış bir asli günahta aramak, acizliktir. İslam, insanın acziyetini de reddeder; insan, iyi davranışları nasıl gerçekleştirebileceğinin arayışı içerisinde olmalıdır her zaman. İşte bunun yoluysa eğitimden geçer. Eğitim çoğunlukla çocukluk çağında verimli olduğu için İslam çocuk eğitimine, yetişkin eğitiminden daha fazla ağırlık vermiştir. İnsan neslini sürdürecek çocukların belirli bir yaşa kadar ebeveyn, eğer bulunmuyorsa yakın akraba, eğer bu da bulunmuyorsa devletin himayesi altında eğitilmesi, evrensel ahlaki değerleri kazanması gerekir. Çocukların, yetişkinlerin yarışma ihtiraslarını tatmin etme aracı haline geldiği bugünlerle mukayese edildiğinde, on beş asır önce “Çocuklarınızı geçim korkusuyla öldürmeyiniz!” (Kur’ân 17: 31) ilkesini belirleyen İslam’da çocuk eğitimi, anakronistik şekilde moderndir.

    1. Hz. Muhammed ve Çocuklar

“Hz. Peygamber karşılaştığı çocuklara selam verip onlara hal ve hatrını sorardı.”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Edeb”, 81.

Müslim1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “Selâm”, 15.

“Çocuklarınıza önce “Lâ ilâhe illallah” cümlesini öğretiniz”

İbn Mahled 1986. Ahbâru’s-sıgâr (nşr. Abdullah Kenûn), Rabat, III, 142

“Siz kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse çocuklarınıza güzel isimler veriniz.”

Ebû Dâvûd 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Edeb”, 70.

“Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Hibe”, 12–13.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “Hibât”, 13.

“Kimin üç (veya iki veya bir) kızı (veya kızkardeşi) olur da onlara iyi muamelede bulunur, oğlan çocuklarını bunlara tercih etmez ve eğitimlerini en güzel şekilde yerine getirirse, Allah onları kendisi için cehenneme karşı bir perde kılar ve onu cennetine koyar.”

İbn Mâce 1413/1992. es-Sünen, I-II, İstanbul,“Edeb”, 3;

Ebû Dâvûd 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Edeb”, 130.

Tirmizî 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Birr”, 13.

İnsan öldüğü zaman amel defteri kapanır. Ancak şu üç husustan dolayı ona sevap yazılmaya devam eder. Sadaka-i câriye (sürekli olarak insanlara ve insanlığa faydası dokunan işler ve müesseseler). İnsanların istifade ettiği ilim. Kendisine dua eden salih evlat.

Ahmed b. Hanbel 1413/1992. Müsned, I-VI, İstanbul, V, 261.

Üsâme b. Zeyd anlatıyor: “Hz. Peygamber (sav) bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan’ı oturtur ve ikimizi birden bağrına basarak ’Ey Rabbim! Bunlara rahmetinle muamele eyle. Çünkü ben de bunlara karşı merhametliyim’ derdi.”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Edeb”, 21.

Akra’ b. Hâbis Hz. Peygamber’in yanına gelmişti. Bu sırada Hz. Peygamber’in torunu Hasan’ı veya Hüseyin’i) öptüğünü görünce bunu yadırgamış ve şöyle demişti: “Doğrusu benim on çocuğum var. Ama hiçbirini öpmedim”. Hz. Peygamber ona şu cevabı verdi: “Allah senin kalbinden merhameti çıkarmışsa ben ne yapabilirim!” “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Edeb”, 18;

Tirmizî 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Birr”, 12.

Mahmûd b. Rebi’ anlatıyor: “Ben beş yaşlarında iken Hz. Peygamber’in (sav), bir kovadan su alarak yüzüme serptiğini çok iyi hatırlıyorum.”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul,“İlim”, 18.

Hz. Enes anlatıyor: “Kardeşimin oynadığı küçük bir serçesi vardı. Hz. Peygamber (sav) bize geldiğinde kardeşimle ilgilenir ve hatırını sorardı. O, kardeşime latife ederek, şöyle hitap ediyordu: ’Yâ Ebâ Umeyr. Mâ feale’n-Nuğayr? (Ey Umeyr’in babası. Küçük serçen ne âlemde, ne yapıyor?)”

Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Edeb”, 81.

Hz. Peygamber bir sabah namazında birinci rek’atte uzun bir sûre okuduğu halde, ikinci rek’atte kısa surelerden birini okudu ve namazı tamamladı. Hz. Peygamber (sav)’e bunun sebebi sorulunca şöyle dedi: “Bir çocuğun ağlamadığını duydum ve annesine eziyet vermeyeyim diye namazı kısa tuttum.”

Nesâî 1413/1992. es-Sünen, I-VIII, İstanbul, “Kıble”, 35.

“Bir babanın evladına verebileceği en değerli hediye (bırakabileceği en kıymetli miras) güzel terbiyedir (iyi bir eğitimdir).”

Tirmizî 1413/1992, es-Sünen, I-V, İstanbul, “Birr”, 33

“Kişinin, çocuklarının eğitim ve terbiyesiyle meşgul olması, sadaka vermesinden daha hayırlıdır.”

Tirmizî 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Birr”, 33.

Hz. Enes anlatıyor: “Peygamberimize on yıl hizmet ettim. Zaman zaman hatalar da yapıyordum. Buna rağmen Hz. Peygamber (sav), bir defa olsun bana vurmadı ve surat asmadı. Beni azarlamadı ve ayıplamadı. Hatta öf bile demedi. Hoşuna gitmeyen bir şey için ’Niçin böyle yaptın?’ diye beni sorguya çekmedi. Herhangi bir hatalı davranışım için hanımlarından biri ’Keşke şöyle yapsaydın’ diyecek olsa, ’Bırakın çocuğu… O, ancak Allah’ın dilediğini yapmıştır’ deyip beni korurdu. Çünkü O, çocuklara karşı insanların en şefkatlisiydi. Hayatımda peygamberimizden daha güzel kokan bir koku koklamadım. Onun elinden daha yumuşak bir ipeğe ve kumaşa dokunmadım. O, insanların ahlâk bakımından da en güzeliydi. Bir gün beni bir işe yollamıştı. Önce –çocukluk işte– ’Gitmem’ diye itiraz ettim. Ancak içimden de Peygamberimizin gönderdiği yere gitmek geliyordu. Yola çıktım, sokakta oynayan çocuklara rastladım. Onların yanında oyalanıp kalmışım. Birden ensemde bir el hissettim. Dönüp baktım, bir de ne göreyim? Karşımda Peygamberimiz, gülümsüyor. Bana: ’Enesciğim! Sana söylediğim yere gittin mi? diye sordu. Ben de: ’Pekâlâ, derhal gidiyorum Yâ Resulallah’ diyerek bana söylenen yere gittim.”

Ebû Dâvûd 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Edeb” 1.

Tirmizî 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Birr”, 69.

Müslim 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, İstanbul, “Fedâil”, 54.

Râfi’ b. Amr el-Gifârî anlatıyor: “Çocukken bir gün komşuların hurma ağaçlarını taşladım. Bahçe sahibi, beni yakalayarak Hz. Peygamber’in huzuruna getirdi. Hz. Peygamber ’”Hurma ağaçlarını neden taşlıyorsun yavrum?” diye sordu. Ben mahçup bir şekilde “Yemek için Yâ Resûlallah!” cevabını verdim. Hz. Peygamber bana, “Ağaçları taşlama yavrum. Ama istersen ağaçların altına düşenlerden alıp yiyebilirsin” dedi ve sonra başımı okşayarak “Allah’ım! Bu yavrunun karnını sen doyur” diye dua etti.”

İbn Mâce 1413/1992. es-Sünen, I-II, İstanbul, “Ticârât”, 67.

Hz. Hasan anlatıyor: Peygamberimizle birlikte yürüyorduk. Fakirlere sadaka için ayrılmış hurmaların bulunduğu yerden geçerken bir hurma alıp ağzıma attım. Bunu gören Hz. Peygamber (sav) derhal onu ağzımdan çıkarıp attı. Orada bulunan sahabîlerden biri, “Neden izin vermediniz Yâ Resulallah? Bir hurma yemesinden ne olur?” dedi. Bunun üzerine Resûlullah: ”Hayır! Benim ailemden olanlara sadaka malından yemek helal değildir” buyurdu.

Ahmed b. Hanbel 1413/1992. Müsned, I-VI, İstanbul, I, 20.

Hz. Hasan şöyle diyor: Resûlullah’ın şu tavsiyesini hiç unutmuyorum: “Sana şüpheli gelen her şeyi terket. İçinde şüphe uyandırmayan şeye yönel. Çünkü doğruluk insanın gönlüne huzur verir. Yalan ise huzursuzluk uyandırır.”

Tirmizî 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Sıfatü’l-Kıyâme”, 60.

Abdullah b. Abbâs anlatıyor: Bir gün peygamberimiz devesine binmiş, ben de O’nun terkisindeydim. Bana şöyle buyurdu:

“Yavrum! Öncelikle sana şunları öğretmek isterim. Genişlik zamanında kendini Allah’a sevdir ki, O da seni sıkıntılı zamanında sevsin. Sen Allah’ın emir ve yasaklarını gözet ki, Allah da seni koruyup gözetsin. Allah’ı unutma ki, onu yanı başında bulasın. Bir şey istediğin zaman Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah’tan dile. Şunu bil ki bütün insanlar sana yardım etmek için bir araya gelseler Allah’ın izni olmadıkça bunu yapamazlar. Yine hepsi sana zarar vermek için bir araya gelseler Allah’ın izni olmadan en ufak bir zarar veremezler.”

Tirmizî 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Sıfatü’l-Kıyâme”, 59.

Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casım Avcı

    2. Çocuk Eğitimi: Nasruddîn et-Tûsî

    3. Ahirette Çocukların Durumu: İbn Hazm

Allah “Cehenneme gidecek olan sadece azgın ve bedbaht kimsedir; o, dini yalanlamış ve ondan yüz çevirmiştir” (Kur’ân 92: 15-16) buyurmuştur. Çocuklar ise herhangi bir şeyi yalanlamış ya da herhangi kötü bir fiil işlemiş değillerdir. Bu yüzden cehennemin onların kalacağı yurt olduğu görüşü geçersizdir. Aynı şekilde kıyamette onların sorumluluk sahibi olacağı da ümmetin ahirette bu tür bir sorumluluk olmayacağı konusundaki ittifakına binaen geçersizdir. Zira ahiret sadece karşılık verilecek bir yerdir…

“Çocuk yaşta ölenler(in bir kısmı), Allah onlar yaşasaydı kötü işler yapacaklarını bildiği için bunların karşılığı olarak cezalandırılacaktır” görüşü geçersizdir. Çünkü icma ile sabittir ki Allah kimseye işlemediği bir fiilden ötürü azab etmez.

Şayet birisi “Cehennemin yapılan işlerin karşılığının görüleceği bir ceza yeri olması gibi cennetin de bir işlenenlerin mükâfatının bulunacağı bir yurt olduğu haber verilmiştir. Çocukların ise herhangi bir ameli söz konusu değildir” derse ona şöyle karşılık veririz: Evet çocukların durumu dediğiniz gibidir (sorumluluklarını gerektiren amelleri yoktur) ancak âhirette cennet ve cehennem dışında bir yer-yurt yoktur. Allah kimseye günahsız yere azap etmeyeceği için çocukların cehennem ehli olması geçersiz olacağına göre geriye onların cennet ehli olmasının geçerliliği kalır. Allah Teâlânın fazl u keremiyle onları cennete katması da uzak bir ihtimal değildir… Hz. Peygamber’e çocuk yaşta ölenlerin durumu sorulunca o her doğanın fıtratı üzere öleceğini haber verdi. Biri, ey Allah’ın elçisi müşriklerin (Allah’a ortak koşanlar) çocukları da mı böyledir? diye sorulunca “Evet, müşriklerin çocuklarının da böyledir” buyurdular.

İbn Hazm 1984. el-Usûl ve’l-Fürû’, Beyrut, s.122-125.

Çeviren: Mehmet İlhan