B. İSLAM’DAN ÖNCE HİCAZ VE HZ. MUHAMMED
Geç Antikçağ’ın (MS 2–8. yüzyıl) sonlarına doğru doğu Akdeniz odağında birbiriyle çekişen iki büyük siyasi otoritenin (Pers/Sasani ve Roma/Bizans) denetimi altındaki onlarca yüksek kültür ve yüzlerce millet içerisinde ortaya çıkan İslam dini, pek çok devrimci yenilikle beraber tarih sahnesinin en görkemli medeniyetlerinden birisine dönüşmüştür. İslam’ın doğuşundan önce Romalıların hem Arabistan yarımadasında hem de kapsamı Hindistan’a kadar uzanan uluslararası bir ticari güç olan Hıristiyan Habeşistan (bugünkü Etiyopya) üzerinde etkili olması gibi, Sasani İmparatorluğu da doğu ve güney Arabistan’da, özellikle Himyerliler üzerinde köklü bir etki uygulamıştır. 6. Yüzyıldan önce, iki büyük güç olan Sasaniler ile Bizanslılar arasındaki çekişmenin, imperyal fırsatlar uğruna Arapları kullanması yoğunlaştı. Bu yüzden her iki güç, kendisiyle bağlantılı kabilelerin ötekilere karşı savaşmasını kışkırtma alışkanlığı içerisindeydi; Araplarsa bağlantılı oldukları imparatorluklara diplomatik delegeler gönderiyorlardı. İslam’ın doğuşundan önce Hz. Muhammed’in güvenilir, adaletli ve barışçı karakteri, bu dinin amacını da bir bakıma belirliyordu.
1. Yeryüzünde İlk Mabed: Kâbe
(Ey Muhammed!) Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. (Ey mü’minler!) Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin. (Kur’ân 2: 150)
2. Kusay b. Kilâb ve Kureyş’in Mekke Hâkimiyeti
Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb Mekke idaresi ve Kâbe hizmetlerine yönelik düzenlemeler yaptığı sırada Kureyşlileri toplayıp önemli bir konuşma yaptı ve onları da hacılara su ve yiyecek temini gibi hizmetlere ortak olmaya çağırdı. O, Kureyşlilere şöyle seslenmişti:
“Ey Kureyşliler! Sizler Allah’ın komşuları, Kâbe ve harem ehlisiniz. Hacılar ise Allah’ın misafirleri ve O’nun kutsal evinin ziyaretçileri olup ikram edilmeye en lâyık misafirlerdir. Şu halde hac mevsiminde hacılar buradan ayrılıncaya kadar onlara yiyecek ve içecek ikram edin. Şayet imkânlarım bunların hepsini yapmaya yetecek olsaydı, buna sizi dâhil etmeden bizzat kendim yerine getirirdim.”
Kusay bu hizmetlerin yürütülebilmesi için bütün Kureyşlilerden gücüne göre para ve mal toplayarak bu maksatla bütçe oluşturulması geleneğini başlatmış oldu.
3. Fil Vak’ası: Ebrehe’nin Kâbe’yi Yıkma Teşebbüsü
Habeş Krallığı’nın müstakil Yemen valisi Ebrehe Arapların Kâbe’yi ziyaretlerini engellemek üzere San’a’da büyük bir kilise (Kalîs, Kulleys) yaptırıp kabilelere gönderdiği elçilerle artık bundan böyle hac için bu mabedin ziyaret edilmesini ilân etmişti. Ancak Araplar onun beklentisinin aksine ciddî bir ilgi göstermemişlerdi. Üstelik kiliseye karşı bazı saygısız davranışlar sergilenmişti. Ebrehe amacına ulaşamamanın getirdiği hayal kırıklığıyla Kâbe’yi yıkmaya karar vermiş, Mekke şehrini zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve Mekkelilerin ticarî faaliyetlerine son vermeyi planlamıştı.
4. Kutlu Doğum
Peygamberimiz Arap yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde yer alan Mekke şehrinde dünyaya geldi. Genel kabul gören kanaate göre Hz. Peygamber Fil Vak’ası’ndan 50-55 gün sonra Rebîülevvel ayının 12. günü Pazartesi sabaha doğru dünyaya gelmiştir. Genellikle Hz. Peygamber’in doğum tarihi 20 Nisan 571 (veya 17 Haziran 569) Pazartesi şeklinde belirlenmektedir. Doğumdan bir hafta sonra dedesi Abdülmuttalib kurban keserek torununun şerefine herkese ziyafet verdi. Abdülmuttalib’e torununa niçin ailenin atalarından birinin adını değil de Muhammed ismini tercih ettiği sorulunca şu cevabı verdi:
“Ona Muhammed adını verdim. İstedim ki, gökte Allah ve yerde insanlar onu hayırla ansınlar, ondan övgüyle bahsetsinler.”
Hz. Peygamber’in doğum yıldönümü 10. yüzyıldan itibaren kutlanmaya başlanmış, 12. yüzyılda Erbil Türk Atabegi Muzafferüddin Kökböri (1190-1233) döneminden sonra da büyük törenlerle kutlanmaya devam etmiştir.
5. Annesi Âmine Hz. Peygamber’i Anlatıyor
İslâm kaynaklarında Hz. Muhammed’in (sav) ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı olağanüstü olayların meydana geldiği ifade edilmektedir. Buna göre Âmine, Hz. Peygamber’e hamile olduğu sırada bir rüya görmüş, rüyada kendisine şöyle denilmiştir: “Şüphesiz sen bu ümmetin efendisi olacak önemli bir çocuğa hamilesin. Çocuk doğduğunda ona Muhammed veya Ahmed adını ver. Onu kem gözlerden, kıskanç bakış ve tavırlardan koruması için Allah’a sığın”
Âmine, ölümünden önce küçük yavrusu Hz. Muhammed’e bakarak şöyle dedi:
“Ey, çekilen dehşetli ölüm okundan Allah’ın lütfu ve yardımı ile yüz deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu! Allah seni mübarek kılsın, ömrünü ve neslini bereketlendirsin. Eğer rüyada gördüklerim doğruysa kerem sahibi Yüce Allah seni insanlığa helal ve haramı bildirmek üzere peygamber olarak göndermiştir. Seni, atan İbrahim’in tevhid inancını devam ettirmek üzere seçmiş, asırlardır devam eden putperestliğe bulaşmaktan korumuştur. Her yaşayan ölür. Her yeni eskir. Her çok azalır. Her büyük yok olur. Şüphesiz ben de öleceğim, ama devamlı anılacağım. Çünkü dünyaya oğlumu hayırlı bir gelecek olarak bırakıyorum”.
6. Süt Annesi Halîme Hz. Peygamber’i Anlatıyor
Âmine Halîme’yi çocuğun bulunduğu odaya götürdü. Halîme devamını şöyle anlatır:
“Odaya girdiğim zaman çocuk sütten daha ak bir yün kumaşa sarılmış, altına da yeşil ipekten bir sergi serilmişti. Sırt üstü yatırılmış vaziyette mışıl mışıl uyuyor, misk kokusu etrafa yayılıyordu. Sevimliliğine ve yüzünün güzelliğine hayran oldum. Uykudan uyandırmaya kıyamadım. Ellerimi göğsünün üzerine yavaşça koyduğumda gülümsedi ve bana bakmak için gözlerini açtı. Gözlerinden semaya bir nurun yükseldiğini gördüm. Hemen iki gözünün arasından öperek kucağıma aldım.”
7. Hz. Peygamber’in Amcası Ebû Tâlib ile Suriye Seyahati ve Rahip Bahîra
Bahira: Sana bazı sorular sormak istiyorum. Lât ve Uzzâ hakkı için bana cevap verir misin?
Hz. Muhammed (Rahibin sözünü keserek): “Lât ve Uzzâ’ya yemin ederek bana soru sorma. Vallahi ben putlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmedim.”
Bahira Kureyşlilerin Lât ve Uzzâ adına yemin ettiklerini bildiği için böyle davranmış, ama farklı bir cevapla karşılaşmıştı.
Bahira: Allah aşkına sana soracağım hususlarda bana cevap verir misin?
Hz. Muhammed: Bana istediğini sorabilirsin.
Hz. Muhammed’e uykusuna varıncaya kadar çeşitli hususlarda sorular soran Bahira verilen cevapları dikkatle dinledi; aldığı cevaplar onun bildiği ve merak ettiği özelliklerle uyum içindeydi. Nihayet uygun bir sırada izin isteyip çocuğun sırtına baktı. Omuzları arasında yer alan Nübüvvet Mührünü (Peygamberlik Mührü) görünce gelmesi yakın olan peygamberle karşı karşıya olduğundan şüphesi kalmadı. Ebû Tâlib’le aralarında şu konuşma geçti:
Bahira: Bu çocuk senin neyin olur?
Ebû Tâlib: Oğlum.
Bahira: Oğlun olamaz; bu çocuğun babasının vefat etmiş olması lazım.
Ebû Tâlib: Kardeşimin oğlu.
Bahira: Peki, çocuğun babasına ne oldu?
Ebû Tâlib: Daha annesi ona hamileyken vefat etti.
Bahira: İşte bu doğru. Peki annesine ne oldu?
Ebû Tâlib: Öldü.
Bahira: Doğru söyledin. Yeğenini buradan uzaklaştırıp geri götür ve onu Yahudilerden koru. Çünkü benim bildiğimi onlar da bilirler ve görüp fark ederlerse ona kötülük yaparlar. Yeğeninin geleceğinde büyük şeyler gizli. Onun yüzü peygamber yüzüne, gözleri de peygamber gözlerine benziyor. Biz kutsal kitaplarımıza ve atalarımızdan gelen rivayetlere göre bir peygamberin gelmesinin yakın olduğunu biliyoruz. Bunu Yahudiler de biliyor, ancak onlar gelecek peygamberin İsrailoğulları arasından çıkmasını bekledikleri için onu kıskanıp zarar verebilirler. Sana bu nasihati yaparak bu konudaki görevimi ifa ettiğimi bilmeni isterim.
8. Hz. Muhammed’in Kâbe Hakemliği
Milâdî 605 yılında, Hz. Muhammed otuz beş yaşlarında iken Kureyşliler yangın ve sel sularından zarar gören Kâbe’yi tamire karar verdiler. Bütün Kureyş kabileleri, aralarında kura çekerek tamir için işbölümü yaptı. Herkes malzeme teminine yardımcı olacak ve belirli bir miktar katılım payı ödeyecekti. Kureyşliler işbaşı yapmak için Kâbe’ye geldiler. Mekke ileri gelenlerinden biri şöyle seslendi:
“Ey Kureyşliler! Kâbe için vereceğiniz para temiz ve helâl kazanç olsun. Buraya haram sokmayın. Fuhuş veya faizden elde edilen veya zulüm ve haksızlıkla başkasından alınan hiçbir şeyi buraya bulaştırmayın.”
9. Güvenilir İnsan: Muhammedü’l-Emîn
Peygamber Efendimiz (sav) Allah tarafından âlemlere rahmet ve hidayet rehberi olarak gönderilmiş, “en güzel ahlâka sahip” ve “en güzel örnek” olarak nitelendirilmiştir. Onun en dikkat çekici, en önemli özelliklerinden biri güvenilir bir insan oluşudur. Bu özellik sadece Müslümanlar için değil, günümüzde insanlığın en çok muhtaç olduğu bir değer olarak çok önemlidir. Hz. Peygamber (sav), vahiy gelmeden önce kırk yıllık hayatını geçirdiği putperest Câhiliyye toplumunda güvenilir bir insan olarak dikkat çekmiş, bu sebeple Muhammedü’l-Emîn veya sadece El-Emîn adıyla anılmıştır. Şüphesiz doğruluk, dürüstlük ve güven onun bütün hayatını kapsayan temel vasfıdır. Yani o, peygamberliğinden önce El-Emîn olduğu gibi, peygamberlik döneminde de El-Emîn’di. Peygamber Efendimiz yirmi yaşlarında iken Mekke’de zulüm ve haksızlıklara karşı kurulmuş olan Hilfü’l-fudûl adlı harekete katıldı. Güçlüden değil, haklıdan yana oldu ve haksızlıklara karşı mücadele etti. Ticaretle meşgul oldu ve dürüst bir tacir olarak dikkat çekti. Otuz beş yaşında olduğu sırada yapılan Kâbe tamirinde Hacerü’l-Esved’i yerine koymak için Kureyş’in ileri gelenleri arasında çıkan anlaşmazlıkta hakemlik yaptı ve kimsenin itiraz edemeyeceği, âdil bir şekilde problemi çözerek bir kez daha insanların güvenini kazandı. Mekke müşrikleri kıymetli eşyalarını ona emanet bırakır, o da emanete asla hıyanet etmeden sahiplerine iade ederdi. Hicret sırasında Mekke müşriklerine ait emanetleri sahiplerine iletmek üzere Hz. Ali’ye bırakması onun en zor anlarda bile emanete riayet ettiğinin en açık delilidir. Peygamber Efendimiz ’gerçek Müslüman elinden ve dilinden insanların güvende olduğu kimsedir’ ve ’bizi aldatan bizden değildir’ buyurmuş, yalan konuşmayı, sözünden dönmeyi ve emanete hıyaneti münafıklık alameti olarak saymıştır.
10. Hilfü’l-fudûl Antlaşması
Mekke’de kabileler arasında yaşanan ve bazen kan dökülmesinin yasak olduğu haram aylarda (zilkade, zilhicce, muharrem, receb) dahi meydana gelen çekişme ve çatışmalar, şehrin güvenli bir belde olmasına gölge düşürmüştü. Öte yandan hac ve ticaret amacıyla Mekke dışından gelen zayıf ve güçsüz kimseler birçok defa haksızlık ve zulme uğramakta idiler. Şehirde mal, can, ırz ve namus güvenliği kalmamıştı. Haram aylar arasında yer alan zilkâdede yaşanan bir olay bardağı taşıran son damla oldu ve vicdan sahibi hakperest insanları harekete geçirdi: Yemenli Zübeyd kabilesinden bir tâcir Mekke’ye mal getirmiş ve belirli bir fiyat karşılığında Âs b. Vâil esSehmî ile pazarlık yapıp malı teslim etmişti. Ancak Âs b. Vâil borcuna sadık kalmayıp oldukça düşük bir para teklif etti ve satıcıyı oyalayıp durdu. Sonunda borcunu inkâr ettiği gibi aldığı malları iade etmeye de yanaşmadı. Zor durumda kalan Yemenli tâcir Mekke’deki nüfuzlu bazı kişilere müracaat etti. Ancak kimi Âs b. Vâil’in dostluğunu kaybetmekten kimi de onun düşmanlığını üzerine çekmekten çekindiği için yardım etmediler. Çaresiz kalan tâcir ertesi gün Ebû Kubeys dağına çıktı. Herkesin duyacağı yüksek sesle acıklı bir şekilde mağduriyetini dile getirdi ve yardım istedi. Bazı Mekkeliler bu çağrıya olumlu cevap vererek harekete geçtiler. Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimi üzerine Kureyşliler şehrin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd’ân et-Teymî’nin evinde toplandılar. Toplantıya o sırada yirmi yaşında olan Peygamberimiz de katıldı. Toplantıda hazır bulunanlar uzun tartışmalardan sonra haksızlığı önlemek için yemin ettiler ve bu iş için gönüllülerden oluşacak bir gurup kurmayı kararlaştırdılar.
Bu harekete “Erdemli insanların yemini” anlamında Hilfü’l-fudûl adı verildi. Bu toplantıda yapılan yemin ve antlaşmanın muhtevası genel hatlarıyla şöyledir:
“Allah’a andolsun ki, Mekke şehrinde birisi zülum ve haksızlığa uğradığı zaman hepimiz o kişi ister iyi ister kötü, ister bizden ister yabancı olsun kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize mâlî yardımda bulunacağız”.
Hilfü’l-fudûl mensupları toplantıdan sonra Kâbe’ye gidip Hacerü’l-esved’i yıkadılar ve bu mukaddes sudan teker teker içtiler. Ardından topluca Âs b. Vâil’in yanına gittiler ve Yemenli tâcirin hakkını istediler. Mekke ileri gelenlerini karşısında gören Âs b. Vâil borcunu ödemek zorunda kaldı.
Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamber olduktan sonra da Hilfü’l-fudûl ittifakından övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir:
“Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde yapılan antlaşmaya amcalarımla birlikte ben de katılmıştım. Bu ittifakta yer almış olmanın mutluluğunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim”.
C.İslamın Doğuşu ve Gelişimi
1.İlk Vahiy
Otuz beş yaşından sonra Peygamber Efendimizin, Allah hakkında düşünmeye, O’na nasıl iman ve ibadet edileceğini araştırmaya daha fazla yöneldiği fark edilmekteydi. Mekkelilerin ve diğer birçok Arap kabilesinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hz. Muhammed, aklı ve hisleriyle putlara tapmanın faydasızlığı sonucuna ulaşmıştı. Belki de tek tanrı inancına dayalı Hz. İbrâhim’in dini üzere olmaya çalışan az sayıdaki Hanîfler gibi düşünüyordu. Ancak neyi ve nasıl yapacağını bilememenin ıstırabını yaşarken inzivaya çekilmekten hoşlanmaya başladı ve risâletinin birkaç yıl öncesinden itibaren her ramazan ayında, dedesi Abdülmuttalib ve diğer bazı Kureyşlilerin yaptığı gibi, Hira dağındaki mağarada münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Yiyeceği tükenince şehre iniyor, fakirlere yardımda bulunuyor, Kâbe’yi tavaf ediyor ve evden yiyecek alarak tekrar mağaraya dönüyordu. Zaman zaman hanımı Hz. Hatice’yi de yanına alıyordu.
Kur’ân her şeyden önce muhatabı olduğu ilk toplumda büyük bir değişim gerçekleştirmiş, insanın yaratılış gayesine ve şerefine yakışmayan putperestliğin, şirkin yerine tevhîd inancını yerleştirmiştir. Putperestlikle ilgili olan her şeye, başta şirke ve şirkin inanç, ibadet, ahlâk, siyaset, ticaret, hukuk, örf ve âdet sahalarındaki bütün tezahürlerine karşı çıkan Kur’ân, bu geleneğe Câhiliye adını vermiştir. Putperestlik temeline dayalı Câhiliye dönemini kapatarak tevhîd temeline dayalı İslâm dönemini başlatmıştır.
2.Hz Muhammed’in Safa Tepesinde Kureyş’e Yaptığı Konuşma
“Koşun, toplanın Ey Kureyşliler! Size verilecek önemli bir haberim var” diye seslendi. Kureyşliler gelince onlara şöyle dedi: “Ey Kureyşliler! Şu dağın ardında bir düşman var, size baskın yapıp yağmalamak istiyor” desem inanır mısınız?”. Dinleyenlerin hepsi: “Evet, inanırız. Çünkü senin bugüne kadar yalan söylediğine asla şahit olmadık” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Öyle ise Allâh’a yemin ederim ki, nasıl uykuya yatıyorsanız bir gün öyle ölecek ve sonra uykudan uyanır gibi dirilerek yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Şunu da iyi biliniz ki, ebedî bir Cennet ve Cehennem vardır. Öldükten sonra iyiler Cennete, kötüler Cehenneme gidecektir. Önümüzdeki kıyamet gününün azabına karşı sizi uyarmakla görevliyim. Benim Allah katından getirdiğim din, sizi dünya ve ahirette selamete çıkaracaktır. Allah’ın birliğine ve benim peygamber olduğuma iman edenler azaptan kurtulacak, etmeyenler ise çok şiddetli bir ceza görecektir. Bu işi benimle birlikte üstlenmeye ve bana yardım etmeye hazır mısınız?”
Ardından “Ey Abdülmuttaliboğulları! Ey Abdümenâfoğulları! Ey Zühreoğulları!” şeklinde Kureyş’in bütün kollarına seslenip şöyle devam etti:
“Araplar içinde dünyanız ve ahiretiniz için benim size getirdiğimden daha hayırlısını kabilesine getirmiş bir genç tanımıyorum. Ben sizi söylemesi kolay, mizanda ağır basan iki şeye inanmaya çağırıyorum. Geliniz! Allah’ın birliğine ve ondan başka ilah olmadığına; benim de Allah’ın resûlü olduğuma şehadet ediniz. (Diğer boyları da tek tek saydıktan sonra) Allah bana yakın akrabalarımı uyarmamı emretti. ’Allah’tan başka İlâh yoktur’ demeden sizin için dünyadan bir çıkar ve ahiretten bir pay sağlayamam.”
3.Ca’fer b. Ebu Talib’in Neçaşi’nin Huzurunda Yaptığı Konuşma
“Ey Hükümdar! Biz cahiliye karanlıkları içinde yüzen bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, günah işlerdik. Akrabalarla ilişkiyi keser, komşulara kötü davranırdık. Aramızda güçlü olanlar zayıfları ezerdi. Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir elçi gönderinceye kadar bu şekilde yaşamaya devam ettik. Allah’ın elçisi, bizi Allah’ı birlemeye, O’na ibadet etmeye, bizim ve atalarımızın O’nun dışında ibadet ettiğimiz putları ve taşları terk etmeye davet etti. Bize doğru söylemeyi, emaneti yerine getirmeyi, akrabaları ziyaret etmeyi, komşulara iyi davranmayı; haramlardan sakınmayı ve insanları öldürmemeyi emretti. Bize kötü ve günah fiiller işlemeyi, kötü söz söylemeyi, yetimlerin malını yemeyi, iffetli kadına iftira etmeyi yasakladı. Allah’a ibadet etmeyi ve O’na herhangi bir şeyi ortak koşmamayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi ve oruç tutmayı emretti. Onu tasdik ettik, ona inandık ve Allah’tan getirdiği mesajlar doğrultusunda ona uyduk. Böylece sadece Allah’a ibadet ettik ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık. Bize haram kıldığını haram, helal kıldığını helal kabul ettik. Yüce Allah’a ibadetten ayrılıp eskisi gibi putlara tapmamız ve daha önce helal gördüğümüz kötülükleri helal görmemiz için kavmimiz bize düşmanlık yaptı. Bizi işkencelere maruz bıraktılar ve dinimizi terk etmemiz hususunda baskı yaptılar. Mekkeliler bize zulmedince ve baskılarını artırıp dinimizi yaşamamıza izin vermeyince senin memleketine geldik. Birçok hükümdar arasından seni seçtik ve sana komşu olmayı tercih ettik. Senin yanında zulme uğramayacağımızı umarak geldik ey hükümdar!”
4.Hz Peygamber’in Taif Dönüşü Yaptığı Dua
“Allah’ım! Kuvvetsiz ve çaresizliğimi, halk nazarında küçük düşürülmüş olmamı ancak sana arz ve şikâyet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen sıkıntı ve zulüm altında ezilenlerin rabbisin. Sen benim rabbimsin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun! Bana sert ve kötü davranacak yabancıya mı, yoksa mukadderatıma hâkim olacak düşmanlara mı? Gerçekte üzerime çöken bu musibet şayet senin bana karşı bir gazap ve öfkenden kaynaklanmıyorsa ben bunu dert edinmem ve gönülden katlanırım. Fakat senden gelecek bir himaye ve koruma benim için her zaman daha hoştur. İster bu dünyada, ister ahirette her işi nizama sokan ve karanlıkları aydınlatan senin ilahi nuruna sığınıyorum. Allah’ım! Senin öfken ve gazabından yine senin merhametine sığınıyorum. Sen razı oluncaya kadar af diliyorum. Tevbe ve niyaz yalnız sanadır. Gerçek kuvvet ve kudretin kaynağı ancak sensin Allah’ım! ”
5.İsra ve Miraç hadisesi
“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını göstermek için kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir” (Kur’ân 17:1).
“Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) ne sapmış ne de aldatılmıştır. O, ne de kendi arzu ve hevesine göre konuşmaktadır. (Size ilettiği) Kur’ân, kendisine indirilen ilâhî vahiyden başka bir şey değildir. (Kur’ân) ona, son derece kudretli birinin öğrettiği vahiydir. O fevkalâde bir güçle donatılmış bir melektir. Ki, o an geldiğinde kendini gerçek şekil ve hüviyetiyle gösterdi. Ufkun en uç noktasında görünerek ve sonra yaklaşarak yanına geldi. Aralarında iki yay mesafesi kalıncaya kadar. Hatta daha da yakınına. Böylece Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti. Kulunun kalbi, gördüğünü yalanlamadı. Peki siz ne gördüğü konusunda onunla tartışmaya mı giriyorsunuz? Andolsun ki, o, Cebrail’i bir başka inişte daha (aslî suretiyle) görmüştü. Sidretü’l Müntehâ’nın yanında. Va’dedilen cennetin yakınında. O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz ne kaydı ne de başka yöne çevrildi. Andolsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü” (Kur’ân 53:1-18).
“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ’öf!’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: ’Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi, sen de onlara acı’. Rabbiniz içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz iyi kişiler olursanız, şunu bilin ki Allah tövbeye yönelenleri çok bağışlayandır. Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir. Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti istemek için onlardan yüz çevirecek olursan, o zaman onlara yumuşak bir söz söyle. Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın. Şüphesiz Rabbin, dilediğine rızkı bol bol verir ve (dilediğine) ölçülü verir. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir. Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır. Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur. Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine yetki vermişizdir. Ancak o da (kısas yoluyla) öldürmede meşru ölçüleri aşmasın. Şüphesiz o Allah tarafından yardıma layık görülmüştür. Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına onu değerlendirmek amacı dışında sakın yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verdiğiniz sözden mutlaka sorguya çekileceksiniz. Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun. Tartıyı da doğru terazi ile yapın. Böylesi sizin için daha hayırlı, sonuç bakımından daha güzeldir. Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi (kıyamet günü) sorguya çekilecektir. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin. Bütün bunların kötülüğü Rabbinin katında asla hoş karşılanmayan şeyler olmalarıdır. Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği bazı hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilah edinme. Sonra kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsın” (Kur’ân 17: 23–40).
Bu âyetlerde vurgulanan hususlar şöyle sıralanabilir:
1. Allah’tan başkasına kulluk etmemek,
2. Ana-babaya iyi davranmak,
3. Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını vermek,
4. Cimri olmamak ve israf etmemek,
5. Yoksulluk endişesi ile çocukları öldürmemek,
6. Fuhuş ve zinaya yaklaşmamak,
7. Cana kıymamak,
8. Yetim malına el uzatmamak,
9. Verilen sözü yerine getirmek (ahde vefa),
10. Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat etmek,
11. Hakkında bilgi sahibi olunmayan bir konunun peşine düşmemek,
12. Yeryüzünde gurur ve kibirle yürümemek, büyüklük taslamamak.
(Kur’ân 17: 22–29).
6.Akabe Biadları
Birinci Akabe Biatı
Memleketlerine dönen altı Müslüman, peygamberliğin 12. yılında (m. 621) daha kalabalık bir grup olarak Mekke’ye geldiler. Hz. Peygamber onlarla Akabe mevkiinde bir toplantı yaptı. Bu toplantıya on Hazrecli’nin yanı sıra iki de Evsli katılmıştı. Hz. Peygamber onlara nasihat etti ve İslâm ilkelerine uyacaklarına dair onlardan biat aldı. Hz. Peygamber’e şu hususlarda biat edildi:
1. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak.
2. Hırsızlık yapmamak.
3. Zina etmemek.
4. Çocuklarını öldürmemek,
5. Yalan uydurarak hiç kimseye iftira etmemek.
6. İyi olan hiçbir hususta Allah Resûlü’ne isyan etmemek.
Hz. Peygamber bu şartları yerine getirenlerin cennete gireceklerini müjdelemiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de bu biata işaret edilmektedir:
“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, hiç yoktan yalan uydurarak iftira atmamak, hiçbir iyi işte sana karşı gelmemek konusunda sana biat etmek üzere geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” (Kur’ân 60:12).
İkinci Akabe Biatı
Bu görüşmeye Hz. Peygamber’in henüz Müslüman olmayan amcası Abbas da katıldı. Abbas’ın katılma sebebi, Hz. Peygamber’in Medine’ye davet edileceği bu toplantıda yeğenini yalnız bırakmamak, onun güçsüz ve zayıf olduğu izlenimini vermemekti. Abbas yaptığı konuşmada şöyle dedi:
“Bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Onu, bizimle aynı görüşte olan, kavmimizden kimselere karşı koruduk. Kendisi kavmi arasında izzet sahibi, yurdunda ise koruma altındadır. Ancak o size katılmayı ve sizin yanınıza gelmeyi istiyor. Eğer onu davet ettiğiniz hususta sözünüzü tutacaksanız ve muhaliflerinden koruyacaksanız sizi yüklendiğiniz sorumlulukla baş başa bırakıyorum. Yok, eğer yanınıza geldikten sonra kendisini düşmanlarına teslim edip ona ihanet edecekseniz, onu hemen terk edin. Çünkü o kavmi arasında ve yurdunda izzet ve koruma altındadır.”
Görüşmeler sırasında Medineli Müslümanlar, kendi canlarını, mallarını, hanımlarını ve çocuklarını korudukları gibi Hz. Peygamber’i koruyacaklarına; iyi ve kötü günlerinde ona itaat edeceklerine, bollukta ve darlıkta ona gerekli mali yardımları yapacaklarına; iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına; hiç kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair biat ettiler.
D. HİCRET’TEN SONRA
Hicri takvim, Hz. Muhammed öncülüğünde Mekke’deki Müslümanların Medine’ye göç ettiği ve Müslüman toplumun bundan sonra siyasi bir varlık haline dönüştüğü 622 yılı esasına dayanır. Hicretle birlikte siyasi bir kimliğe kavuşan Müslümanlar, bir yandan İslam’ın varlığından rahatsızlık duyan topluluklarla mücadeleye girişmişlerken, diğer yandan bu siyasi kimliğin çevre devletler tarafından tanınması için uğraş vermişlerdir.
1. Mekke’den Medine’ye Hicret
Hz. Peygamber’i öldürmek üzere görevlendirilen Kureyşliler, gece evinin önünde pusu kurdular. Önce evine saldırıp onu öldürmeyi düşündüler; fakat daha sonra dışarı çıkmasını beklemeye karar verdiler. Müşrikler, kapının önünde beklerken Hz. Peygamber yerden bir avuç toprak aldı ve üzerlerine serperek aralarından geçti. Onların arasından geçerken şu âyetleri okudu:
“Yâsîn. Hikmet dolu Kur’ân hakkı için, sen şüphesiz peygamberlerdensin. Doğru yol üzerindesin. (Bu Kur’ân) üstün ve çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir. Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir. Andolsun ki onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir. Çünkü onlar iman etmiyorlar. Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır. Önlerine ve arkalarına setler çektik ve göremesinler diye üzerlerine perdeler geçirdik. Artık onları uyarsan da uyarmasan da onlar için bir şey değişmez; onlar inanmazlar” (Kur’ân 36: 1–10).
Cuma namazı vakti girince Rânûnâ vadisinde Sâlim b. Avf kabilesine uğradı; ilk Cuma hutbesini okudu ve namazını kıldırdı. Resûlullah bu hutbesinde Allah’a hamd ü senâdan sonra insanların âhirette mutlaka hesaba çekileceğinden, herkesin emri altındakilerden sorumlu tutulacağından, öldükten sonra insana dünyada yaptığı iyi davranışlardan başka bir şeyin fayda etmeyeceğinden bahsetti ve büyük-küçük demeden iyilik yarışına girerek âhiret için hazırlıklı olmalarını tavsiye etti.
2. Muâhat: Ensâr-Muhâcir Kardeşliği
Hz. Peygamber hicretten yaklaşık beş ay sonra Mescid-i Nebevî’nin inşa edildiği günlerde Muhacirlerle Ensar’dan kırk beşer kişiyi Enes b. Mâlik’in evine çağırmış ve “İslâm dininde hilf (Câhiliye’deki ittifak yemini) yoktur. Din kardeşliği vardır” diyerek bunların arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetmiş, karşılıklı sorumluluk ve yükümlülüklerini açıklamıştır.
Hz. Peygamber sahabîleri birbirleriyle kardeş yaptığı sırada Hz. Ali yaşlı gözlerle yanına gelip:
“Yâ Resûlallah! Sen sahabîleri birbirleriyle kardeş yaptın. Benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadın” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona “Sen dünya ve âhirette benim kardeşimsin” buyurdu.
3. Hz. Peygamber’in İlk Cuma Hutbesi
“Ey İnsanlar! Kendiniz için âhiret azığı hazırlayınız ve onu önceden gönderiniz. Bildiğiniz gibi ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız. Sonra âlemlerin rabbi herkese ’Benim Resûlüm gelip de size buyruklarımı ulaştırmadı mı! Ben size mal verdim; ihsanda bulundum. Siz bu nimetlerden âhiret için pay ayırdınız mı?’ diye soracak, insanoğlu sağına ve soluna bakacak, hiçbir şey göremeyecek. Sonra önüne bakacak ve orada sadece Cehennemi görecek. Öyle ise yarım hurma ile de olsa Cehennemden kendisini korumak isteyen hemen hayır işlesin. Onu bulamayan da güzel bir sözle kendisini korumaya çalışsın. Çünkü bir iyiliğe on katından yedi yüz katına kadar sevap verilir. Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.”
Hz. Peygamber’in diğer bir hutbesi şöyledir:
“Hamd Allah’a mahsustur. Allah’a hamd eder ve ondan yardım dilerim. Nefsimizin kötülüklerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayete erdirdiğini kimse doğru yoldan saptıramaz. Onun saptırdığını da hiç kimse hidayete ulaştıramaz. Şahitlik ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir; onun asla ortağı yoktur. Sözlerin en güzeli Yüce Allah’ın kitabıdır. Allah kimin kalbini Kur’ân’la süsler ve ona hidayet nasip eder ve o da Allah’ın kelamını insanların sözlerinden üstün tutarsa o kimse gerçek kurtuluşa ermiştir. Çünkü Kur’ân sözlerin en güzeli ve en etkileyicisidir. Allah’ı bütün kalbinizle seviniz. Allah’ın sevdiklerini de seviniz. Allah’ı her zaman zikrediniz ve onun yüce kelamını gönülden gelerek okuyunuz. Çünkü o, Allah’ın yarattığı her şeyin en güzelini seçip ayıran bir rehberdir. En güzel amellerden, en seçkin kullardan, en güzel kıssa ve sözlerden bahseder. Helal ve haramı açıklar. Artık Allah’a ibadet ediniz. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Allah’tan layıkı vechile korkunuz. Allah’ı en güzel sözlerle tasdik ediniz. Allah için birbirinizi seviniz. Şüphesiz Allah ahdinin bozulmasına gazap eder. Allah’ın selamı üzerinize olsun.”
4. Ezan
Namaz Mekke döneminde farz kılınmış, ancak Hz. Peygamber Medine’ye hicret edinceye kadar namaz vakitlerini bildirmek üzere bir usul düşünülmemişti. Medine döneminde Abdullah b. Zeyd b. Sa’lebe’ye rüyasında ezan öğretilmiş, o da ertesi gün Hz. Peygamber’e gelerek durumu haber vermişti.
Dünya üzerinde Müslümanların yaşadığı hemen her yerde mü’minleri namaza davet amacıyla okunan ezan farklı milletlere mensup farklı dilleri konuşan Müslümanların ortak bir sembolüdür.
5. Medine Sözleşmesi
Hicretten sonra Mekke’den Medine’ye göçen Müslümanlar ve Medine’de bulunan yerli Müslümanlardan oluşan kalabalık bir Müslüman kitle ortaya çıkmıştı. Medine’de her eve İslâm girmişti. Bununla birlikte Medine’de Müslüman olmayan müşrik Araplar ve Yahudiler bulunmaktaydı. Hz. Peygamber bu farklı inançlara sahip grupları tek bir çatı altında toplayan bir toplumsal sözleşme yazdırdı. Kimi araştırmacılar bu sözleşmenin tarihte yazılan ilk anayasa olduğunu söylemiştir.
Sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın adıyla
Bu yazı, Kureyş ve Yesrib halkından mümin ve Müslüman olan, onlara uyup katılan ve onlarla birlikte cihad edenler arasında Allah’ın elçisi Peygamber Muhammed tarafından yazdırılmıştır:
Onlar diğer insanlardan ayrı bir ümmettir (topluluktur).
Kureyşli muhacirler önceki örfleri üzere diyet ödemede birbirlerine yardım eder, esirlerinin fidyesini müminler arasında bilinen örf ve adalete uygun şekilde öderler.
Avf oğulları da eskiden uydukları usûl ve örfe uygun biçimde diyet ödemede birbirlerine yardım eder, içlerinden her bir grup esirlerinin fidyesini müminler arasında bilinen örf ve adalete uygun şekilde öder.
Müminler fidye veya diyet ödeme konusunda aralarından ihtiyaç sahibi olan herkese örfen bilinen şekilde yardım edeceklerdir.
Bir mümin başka bir müminin azatlı kölesiyle, onun izni olmadan velâ anlaşması yapamaz.
Samimi müminlerin elleri, içlerinden haksızlık, zulüm, kötülük, saldırı ve müminler arasında bozgunculuk yapmaya çalışan herkesin yakasındadır, içlerinden birinin oğlu da olsa hepsi bunu yapana karşı tek yumruk olacaktır.
Bir kâfir(i öldürdüğü) için bir mümin başka bir mümini öldürmeyecek ve bir mümine karşı bir kâfire yardım etmeyecektir.
Allah’ın ahdi/himayesi tektir, müminlerin en zayıfı bir başkasına himaye sözü verebilir ve müminler diğer insanlara karşı birbirlerinin dostudur.
Bize tâbi olan Yahudilere yardım edilecek, destek olunacak, zulmedilmeyecek ve onlara karşı olan başka kimselere yardım edilmeyecektir.
Müminlerin barışı tektir, Allah yolunda yapılan savaşta, eşitlik ve adalete uygunluk olmadıkça, bir mümin başka bir müminin dışında barış yapamaz.
Bizimle savaşa çıkan gruplardan her biri sırayla nöbetleşerek savaşa gider.
Allah yolunda kanı akıtılan müminlerin intikamı diğer müminler tarafından alınır; samimi müminler en güzel ve en doğru yol üzere hareket ederler.
Bir müşrik bir Kureyşlinin mal ve canını koruması altına alamaz ve onu bir mümine karşı koruyamaz.
Öldürülenin velisi affetmedikçe, kim bir mümini suçsuz yere öldürür ve suçu sabit olursa ona kısas uygulanır, müminlerin hepsi ona karşı bir olmalıdır, ona karşı durmamaları helâl değildir.
Bu sahifenin içeriğini kabul eden, Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir müminin bir suçluya yardım etmesi veya onu saklaması helâl değildir; kim böyle birisine yardım eder veya onu saklarsa kıyamet günü Allah’ın lanet ve gazabı onun üzerine olacak ve suçu hiç bir şekilde affedilmeyecektir.
İhtilafa düştüğünüz bütün konuların çözümünde başvurulacak merci Allah ve Muhammed’dir.
Savaştıkları sürece Yahudiler Müminlerle beraber harcamalara katılırlar.
Avf oğullarının Yahudileri Müminlerle birlikte bir ümmettir, Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir, onların mevâlîsi (köleleri ve velâ anlaşmasıyla onlara bağlı olanlar) ve kendileri bu hükme dâhildir, ancak zulüm veya kötülük yapan bunun dışındadır, o sadece kendisini ve ev halkını zarara uğratmış olur.
Avf oğullarının Yahudilerine tanınan hakların aynısı Neccar oğullarının Yahudileri için de tanınmıştır.
Ancak zulüm veya kötülük yapanlar bunun dışındadır, onlar sadece kendilerini ve ev halklarını zarara uğratmış olur.
Sa’lebe’nin bir kolu olan Cefne de onlar gibi aynı hükümlere tabidir.
Avf oğullarının Yahudilerine tanınan hakların aynısı Şatîbe oğulları için de tanınmıştır.
İyilik ve kötülük aynı şekilde değerlendirilmeyecektir.
Sa’lebe’nin mevâlîsi kendileri gibidir (onlarla aynı haklara sahiptir).
Yahudilere tâbi/sığınmış olanlar da onlar gibidir.
Bu gruplardan hiç biri Muhammed’in izni olmadan şehirden çıkamaz (ya da askerî sefere katılamaz).
Bir yaralamanın intikamının alınmasına engel olunmaz.
Zulme uğrayan dışında kim başkasını öldürür veya yaralarsa kendisi ve ev halkı bundan sorumludur.
Buna en güzel şekilde uyulması hususunda Allah şahidimizdir.
Yahudiler kendi harcamalarını yapmaktan sorumludur, Müslümanlar da kendi harcamalarını yapmaktan sorumludur. Onlar, bu sahife halkıyla savaşanlara karşı birbirlerine yardım edecek, aralarında samimiyet, nasihat ve iyilik hâkim olacak, kötülüğe yer olmayacaktır.
Kimse dostunun suçundan sorumlu değildir.
Zulme uğrayana yardım edilecektir.
Müminler savaştıkları sürece Yahudiler de onlarla birlikte harcamalara katılacaktır.
Bu sahife halkı için Yesrib’in içi güvenli ve dokunulmazdır.
Herkes komşusunu kendisi gibi görecek, ona zarar vermeyecek ve ona karşı suç işlemeyecektir.
Sahibinin izni olmadan herhangi bir hak koruma altına alınamaz.
Bu sahife halkının arasında bozgunculuğa dönüşmesinden korkulan bir hadise veya ihtilaf meydana gelirse bunun mercii Allah ve onun elçisi Muhammed’dir. Bu sahifeye en samimi ve en iyi şekilde uyulması hususunda Allah şahidimizdir.
Kureyş kabilesi ve onlara yardım edenler koruma altına alınmayacaktır.
Bu sahife halkı Yesrib’e saldıranlara karşı birbirine yardım edecektir; onlar barış yapmaya ve buna uygun şekilde davranmaya davet edilirlerse barış yapar ve ona uygun şekilde davranırlar; Yahudiler böyle bir barışa davet edilirse, din sebebiyle müminlerle savaşanlar dışında, herkesle barış yapabilirler ve müminler de buna uyarlar. Herkes kendi bulunduğu bölgeyi dışa karşı savunmakla yükümlüdür.
Evs Yahudileri, kendileri ve dostları, bu sahife halkının sahip olduğu aynı haklara sahiptir ve bu sahife halkından sadece iyilik görecektir; iyilik yapılacak, kötülükten uzak durulacaktır; herkes sadece kendi yaptığından sorumludur; Allah bu sahifede olanlara en doğru ve en iyi şekilde uyulması hususunda şahidimizdir.
Bu yazı haksızlık yapan ve suç işleyeni korumaz; haksızlık yapan veya suç işleyen dışında Medine’de oturan da Medine dışına çıkan da güvendedir.
Allah ve onun elçisi Muhammed iyilik yapan ve samimi olanın dostudur”.
6. Benû Damre Antlaşması
Hz. Peygamber hicretin ikinci yılının Safer ayında Bedir yakınında oturan Benî Damre kabilesi ile iki antlaşma yapmıştır. Anlaşma özetle şöyledir:
Benî Damre’ye asla hücûm edilmeyecek; buna karşılık onlar da herhangi bir saldırıda bulunmayacaklar. Hz. Peygamber’in aleyhinde toplanmayacaklar ve ona karşı hiçbir düşmana yardımda bulunmayacaklardır.
İbn Sa’d 1388/1968. et-Tabakâtü’l-kübrâ, nşr. İhsan Abbas, I-IX, Beyrut, II, s. 8.
Benî Damre ile ikinci antlaşma metni şöyledir:
Onlar canları ve malları konusunda emniyet içerisinde olacaklardır. Onlara bir saldırı halinde, kendilerine yardım edilecektir. Onlar da buna karşı Resûlullah’a yardım elini uzatmayı vaad ederler. Bu antlaşma deniz, bir yün parçasını (istiridye kabuğunu) yok edinceye kadar (ilelebed) yürürlükte kalacaktır. Ancak Müslümanların Allah’ın dini için yapacakları savaş bundan müstesnadır. Resûlullah onları yardıma çağırır çağırmaz derhal icabet edeceklerdir. Bu antlaşmayla onlar Allah ve Resûlünün himayesi altına alınmıştır. Onlardan antlaşmaya sadık kalanlara mutlaka yardım edilecektir.
7. Benû Gıfâr Antlaşması
Medine’ye yakın bir yerde ikamet eden müşrik Gifâr kabilesi ile hicretin 2. yılında (m. 624) bir antlaşma yapılmıştır.
“Onlar (Benî Gifâr) Müslümanların müttefikidir. Müslümanlar hangi hak ve sorumluluklara sahipse onlar da aynı hak ve sorumluluklara sahiptir. Resûlullah onların mallarını ve canlarını Allah ve Resûlü adına himaye altına almıştır. Onlara zulme kalkışanlara Müslümanlar yardım edecektir. Allah yolunda cihâd müstesna şayet Resûlullah onları yardıma çağırırsa buna icabet ederler. İlelebet geçerli olan bu antlaşma suçları kapsamaz.”
Muhammed Hamidullah 1965. el-Vesâiku’s-siyâsiyye, Beyrut, s. 268.
Gifâr oğulları Hz. Peygamberle yaptıkları bu antlaşmaya sadık kalmışlar, Hudeybiye Antlaşması dolayısıyla Hz. Peygamber onların topraklarından geçerken İslâm ordusuna yiyecek vererek yardımcı olmuşlardır.
8. Mekke Müşrikleriyle İlk Savaş: Bedir Gazvesi
Bedir Gazvesi, Hz. Peygamber ile Mekkeli müşrikler arasında meydana gelen ve İslâm tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden önemli bir savaştır.
Hz. Peygamber ordusuyla Bedir’e gelip karargâh kurdu. Bunun üzerine Hubâb b. Münzir Resûl-i Ekrem’in yanına giderek:
“Biz savaşçı insanlarız. Ben bütün su kuyularını kapatıp düşmana en yakın su kuyusu civarına karargâh kurmayı daha doğru buluyorum” dedikten sonra: “Ey Allah’ın elçisi! Bu yeri Allah’ın emriyle mi seçtiniz? Biraz ileri veya biraz geri hareket imkânımız yok mu? Yoksa bu sizin şahsi görüşünüz ve savaş taktiğinizin bir gereği midir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Hayır, bu Allah’ın emri değil. Ben taktik icabı burayı tercih ettim” deyince, Hubâb b. Münzir şöyle cevap verdi: “Yâ Rasûlallah! Burası karargâh için uygun bir yer değildir. Buradan kalkıp Kureyşlilerin konaklayacağı yere en yakın su kuyusunun başına gidelim. Onun gerisindeki bütün su kuyularını kapatalım. Böylece su konusunda düşmana karşı avantajlı olalım.”
Hz. Peygamber Hubâb’a “Doğru söylüyorsun” dedi ve onun gösterdiği yere gidip karargâhını buraya kurdu. Bu Hz. Peygamber’in istişareye, ashâbının fikir ve düşüncelerine ne kadar önem verdiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Savaşın önemini anlayan Hz. Peygamber Bedir’de savaş başlayacağı sırada secdeye kapanıp Allah’a yönelerek ondan şöyle yardım istiyordu:
“Ey Allah’ım! İşte Kureyş, bütün kibir ve gururuyla geldi; sana meydan okuyor ve peygamberini de yalanlıyor. Ey Allah’ım! Peygamberlere yaptığın yardım vaadini, bana da hususi olarak yaptığın zafer sözünü yerine getirmeni diliyorum. Ya Rabbi! Şayet şu küçük ordu eriyip giderse sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmayacaktır.”
Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen iki savaştan biri olan Bedir’de (diğeri Huneyn) Allah’ın meleklerle Müslümanları desteklediği açıkça ifade edilmektedir:
“Andolsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir’de yardım etmişti. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız. Hani sen mü’minlere, “Rabbinizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Evet, sabrettiğiniz ve Allah’a karşı gelmekten sakındığınız takdirde; onlar ansızın üzerinize gelseler bile Rabbiniz nişanlı beş bin melekle size yardım eder. Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yardım ve zafer ancak mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındadır” (Kur’ân 3: 123–126).
“Hani Rabbinizden yardım istiyor, yalvarıyordunuz. O da, ’Ben size art arda bin melekle yardım edeceğim’ diye cevap vermişti. Allah bunu, sadece bir müjde olsun ve onunla kalpleriniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Hani (Allah) kendi tarafından bir güvenlik olarak sizi hafif bir uykuya daldırıyor; sizi temizlemek, sizden şeytanın vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve ayaklarınızı sağlam bastırmak için üzerinize gökten yağmur yağdırıyordu. Hani Rabbin meleklere, ’Ben sizinle beraberim. İman edenlere sebat verin. Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Şimdi vurun boyunlarının üstüne. Vurun, onların bütün parmaklarına’ diye vahyediyordu. Bu, onların Allah’a ve Resûlüne karşı gelmelerindendir. Her kim de Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse bilsin ki Allah’ın cezası şiddetlidir” (Kur’ân 8: 9–13).
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” (Kur’ân 8: 17).
Hz. Peygamber Bedir’de ele geçirilen esirlere iyi muamele edilmesini emretti ve “Onlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz” buyurdu. Mus’ab b. Umeyr’in kardeşi ve müşriklerin sancaktarı olan Ebû Azîz b. Umeyr şöyle anlatıyor: “Bedir’den getirdikleri zaman ben Ensar’dan bir gurubun elinde esirdim. Sabah ve akşam yemeklerinde ekmeği bana tahsis ederler, kendileri sadece hurma ile yetinirlerdi. Çünkü Resûlullah bize iyi davranmalarını istemişti. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse hemen onu bana verirler, ben de utandığımdan geri verirdim. Fakat onlar ekmeğe elini bile sürmeden bana iade ederlerdi.” Hz. Peygamber 70 esire nasıl muamele edileceğini ashabıyla istişare etti. Müşrik esirlerin fidye karşılığı salıverilmesi kararlaştırıldı. Okur yazar esirler on Müslüman çocuğuna okuma yazmayı öğretme karşılığında serbest bırakıldı.
9. Hz. Muhammed’in Uhud’da Okçulara Emirleri
Hz. Peygamber Abdullah b. Cübeyr komutasındaki elli kişilik okçular gurubunu Ayneyn tepesine yerleştirdi ve onlara şu kesin emri verdi:
“Sizin göreviniz bize saldıracak süvarileri ok yağmuruna tutup püskürtmek, onların arkamızdan gelmelerine meydan vermemektir. Haydi kalkıp mevzilerinize yerleşiniz ve bizi arkamızdan koruyunuz. Düşmanı mağlup edip ganimet topladığımızı görseniz de sakın yerinizi terk etmeyiniz. Yırtıcı kuşların orduyu parçaladığını görseniz bile yerinizden ayrılmayınız. Düşmanı yendiğimizi görseniz de ben size haber vermedikçe yerinizden ayrılmayınız. Onların bizi yendiğini görseniz de sakın bize yardım etmek için yerinizden ayrılmayınız. Siz yerinizde sebat etmezseniz biz galip gelemeyiz” buyurdu.
Fakat sahabiler Müslümanların galip gelip ganimet topladıklarını görünce Hz. Peygamber’in emrini unutmuşçasına yerlerinden ayrılıp ganimet için koşuştular. O sırada Hâlid b. Velîd komutasındaki müşrik süvari birliği tepeyi dolaşarak Müslümanlara arkadan saldırdı. Böylece savaş Müslümanların aleyhine döndü.
Uhud Gazvesi ile ilgili âyetlerden bir kısmı şunlardır:
“Andolsun, Allah, izniyle, onları (müşrikleri) kırıp geçirdiğiniz sırada size olan vadini gerçekleştirdi. Nihayet sevdiğiniz şeyi (zaferi) size gösterdikten sonra, za’f gösterdiniz. (Peygamber’in verdiği) emir konusunda tartıştınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de. Sonra sizi denemek için onlardan yüzünüzü çevirdi. (Kaçıp hezimete uğradınız. Buna rağmen) sizi bağışladı. Allah mü’minlere karşı çok lütufkârdır” (Kur’ân 3: 152).
Uhud Gazvesi sırasında Mekke müşrikleri Müslümanların moralini bozmak için Hz. Peygamber’in öldürüldüğü şayiasını çıkardılar. Bu yalan haber Müslümanlar arasında yayılmış, asker paniğe kapılmıştı. Bunun üzerine Müslümanları uyaran şu âyetler nâzil oldu:
“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır. Hiçbir kimse Allah’ın izni olmadan ölmez. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükâfatını isterse, ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız. Nice peygamberler var ki, kendileriyle beraber birçok Allah dostu çarpıştı da bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar, zaafa düşmediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri ancak, ’Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sağlam tut. Kâfir topluma karşı bize yardım et’ demekten ibaretti. Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiretin güzel mükâfatını verdi. Allah güzel davrananları sever” (Kur’ân 3: 144–148).
10. Hendek Gazvesi
Müslümanlar Hendek Gazvesi’nde büyük sıkıntılara maruz kalmış ve kalabalık düşman ordusu karşısında endişeye kapılmışlardır. Kur’ân-ı Kerim’de bu olay şöyle tasvir edilir:
“Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani (düşman) ordular üzerinize gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgâr ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir. Hani onlar size hem üst tarafınızdan hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Hani gözler kaymış ve yürekler ağızlara gelmişti. Siz de Allah’a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada mü’minler denendiler ve şiddetli bir şekilde sarsıldılar. Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar, ’Allah ve Resülü bize, ancak aldatmak için vaadde bulunmuşlar’ diyorlardı. Hani onlardan bir grup, ’Ey Yesrib (Medine) halkı! Sizin burada durmak imkânınız yok. Haydi geri dönün’ demişti. Onlardan bir başka grup da, ’Evlerimiz açık (korumasız)’ diyerek Peygamberden izin istiyorlardı. Oysa evleri açık (korumasız) değildi. Onlar sadece kaçmak istiyorlardı. Eğer Medine’nin her tarafından üzerlerine gelinse ve orada karışıklık çıkarmaları istenseydi, onu mutlaka yaparlardı; o konuda fazla gecikmezlerdi. Andolsun ki, onlar, daha önce geri dönüp kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen söz ise sorumluluğu gerektirir” (Kur’ân 33: 9–15).
“Düşman birliklerinin gitmediğini sanıyorlar. Düşman birlikleri (bir daha) gelecek olsa, isterler ki, (çölde) bedevilerin arasında bulunsunlar da size dair haberleri (gidip gelenlerden) sorsunlar. İçinizde bulunsalardı da pek az savaşırlardı. Andolsun, Allah’ın Resülünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır. Mü’minler düşman birliklerini görünce, ’İşte bu Allah’ın ve Resülünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resülü doğru söylemişlerdir’ dediler. Bu onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır” (Kur’ân 33: 20–22).
“Allah inkâr edenleri, hiçbir hayra ulaşmaksızın kin ve öfkeleriyle geri çevirdi. Allah, savaşta mü’minlere kâfi geldi. Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir” (Kur’ân 33: 25).
11. Hudeybiye Antlaşması
Hz. Ali’nin kaleme aldığı bir Barış Antlaşması metni Hz. Peygamber ve Süheyl b. Amr tarafından imzalandı.
Antlaşmanın şartları şunlardır:
1. Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden Hudeybiye’den geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve şehirde ancak üç gün kalabilecekler.
2. Mekkeli bir kimse Hz. Muhammed’in yanına kaçarsa velisinin isteği üzerine geri verilecek, fakat bir Müslüman kaçarak Mekke’ye sığınırsa iade edilmeyecek.
3. Barış on yıl sürecek; taraflardan biri bu ittifaka dâhil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacak. İki taraf, kendi hâkimiyetleri altındaki toprakları kervanların geçişi, hac ve umre için emniyet altında tutacak.
4. Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabilecekler.
5. Bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacak.
Bu antlaşma Hz. Peygamber’in Kur’ân’le teyid edilen en büyük siyasi zaferi idi. Konuyla ilgili Fetih sûresindeki bazı âyetler şunlardır:
“Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın, seni doğru yola iletsin ve Allah sana, şanlı bir zaferle yardım etsin. O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Bütün bunlar Allah’ın; inanan erkek ve kadınları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyması, onların kötülüklerini örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir başarıdır” (Kur’ân 48: 1–5).
“Şüphesiz Allah, ağaç altında sana bîat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir” (Kur’ân 48: 18–19).
“Andolsun, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bildi ve size bundan başka yakın bir fetih daha verdi” (Kur’ân 48: 27).
Müslümanların aleyhte gördüğü bu antlaşmanın hayırlı sonuçlar doğuracağına şu âyet-i kerimede de işaret edilmiştir:
“Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Kur’ân 2: 216).
12. Hz. Peygamber’in Huzâa Kabilesi İle İttifakı
Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib ile Huzâa kabilesi arasında Câhiliye döneminde imzalanmış olan bir ittifak antlaşması vardı. Hicretin 6. yılında (m. 628) Hudeybiye’de Hz. Peygamber Mekke müşrikleriyle antlaşma yaparken Huzâa kabilesi reisi Büdeyl b. Verkâ gelerek bu ittifakı hatırlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“İttifakınızı çok iyi biliyorum. Siz Müslümanlığı kabul ettiğiniz takdirde bu ittifakınız geçerlidir. İslâm, Câhiliye döneminde iyilik üzerine yapılmış olan her ittifakı (hilf) teyid eder. İslâm’da din kardeşliği vardır; yeni bir hilfe gerek yoktur.” Böylece ahidnâme yenilenerek teyid edilmiş oldu. Resûlullah zâlime değil, mazluma yardım etmeyi şart koştu.
Hz. Peygamber’in Büdeyl b. Verkâ’ya verdiği bir ahidnâme şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın elçisi Muhammed’den Büdeyl b. Verkâ’ya. Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a hamd ederim. Bugüne kadar ne ben size bir zarar verdim: ne de sizden bir zarar gördüm. Tihâme halkının en şereflisi ve akrabalık bakımından bana en yakını siz ve size tabi olanlardır. Sizden hicret edenler benimle aynı haklara sahiptir. Kendi topraklarından hicret edenler umre ve hac müstesna Mekke’de kalamaz. Antlaşma yaptığımız tarihten itibaren bizden yana sizi rahatsız edecek bir davranışımız olmamıştır.”
13. Hz. Muhammed’in Yemen Valisi Amr b. Hazm’e Verdiği Talimatnâme
Hz. Peygamber Amr b. Hazm’ı 10 (632) yılında Yemen’e vali olarak gönderirken İslâm esaslarıyla ilgili önemli hususları içeren bir talimatname yazdırıp vermiştir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bu, Allah ve Peygamberinden bir açıklamadır.
“Ey iman edenler! Akitlere vefa gösterin” (Kur’ân 5: 1). Bu, Resûlullâh’ın, Yemen’e gönderdiği Amr b. Hazm’a talimatıdır.
1. Ona her işinde takvayı gözetmesini emretti. Şüphesiz Allah, takva sahipleri ve iyilerle beraberdir.
2. Ona Allah’ın emrettiği şekilde hak ve adaletle hükmetmesini emretti.
3. İnsanlara iyiliği duyurmasını ve emretmesini, Kur’ân’ı öğretmesini ve dinî bilgiler vermesini, insanları kötülüklerden sakındırmasını, herkesin Kur’ân’a yalnızca temizken dokunmasını,
4. İnsanlara hak ve sorumluluklarını öğretmesini,
5. İnsanlara haklı olduklarında yumuşak, haksız olduklarında sert davranmasını emretti. Çünkü Allah zulmü sevmez ve onu yasaklar, şöyle buyurur “Dikkat edin! Allah’ın laneti zalimlerledir” (Kur’ân 11:18).
6. İnsanlara cenneti ve onları cennete götürecek amelleri müjdelemesini, cehennemden ve cehenneme götürecek amellerden sakındırmasını,
7. dinî kavramaları için insanlarla dostluk kurmasını, haccın esaslarını, sünnetini ve farzını ve Allah’ın emirlerini öğretmesini emretti. Büyük hac, Hacc-ı Ekber’dir. Küçük hac ise umreden ibarettir.
8. İnsanların küçük tek parça elbise içerisinde namaz kılmalarını yasaklamasını emretti. Ancak elbise kısa olmaz ve iki ucunu omuzlarına atabilecek kadar uzun olursa müstesna. Avret mahalli gözükebilecek şekilde oturmayı yasaklamasını emretti.
9. İnsanlar arasında bir olay çıktığında “Yetişin Ey Filânoğulları!” şeklinde kabile ve aşiretlere çağırmayı yasaklamasını, böylece davaların sadece Allah’ın emir ve hükümlerine arz edilmesini.
10. Kim davasını Allah’ın emir ve hükümlerine arz etmeyip kabile ve aşiret taassubuyla hareket ederse onlar davalarını ortağı bulunmayan tek Allah’a arz edinceye kadar kılıçla cezalandırmasını,
11. İnsanların abdesti güzelce almalarını, Allah’ın emrettiği gibi yüzlerini ve dirseklerine kadar ellerini, topuklara kadar ayaklarını yıkamalarını, başlarını meshetmelerini.
12. Namazı vaktinde, tadil-i erkâna uyarak huşû içinde kılmayı, sabah namazını erken kılmayı, öğle namazını güneş meyledince öğle sıcağında kılmayı, ikindi namazını güneş batmaya yönelmişken kılmayı, akşamı yıldızlar çıkıncaya kadar geciktirmeyi, yatsıyı gecenin ilk vaktinde kılmayı emretti.
13. Cuma günü gusledip ezan okununca Cuma namazına gitmeyi emretti.
14. Ganimetlerin beşte birini Allah için ayırmayı emretti.
15. Mü’minlere farz olan zekât oranları şöyledir:
Yağmur ve kaynak sularıyla sulanan araziden onda bir (öşür), kuyu suyuyla sulanan araziden yirmide bir,
Deveden her on devede iki koyun, yirmide dört koyun,
Sığırdan her kırk sığırdan bir sığır, her otuz sığırda iki yaşına girmiş dana,
Koyundan her kırk koyunda bir koyun.
Bunlar Allah’ın zekât konusunda mü’minlere farz kıldığı zorunlu miktarlardır. Kim iyilik için daha fazla öderse, onun hayrınadır.
16. Yahudi ve Hristiyan iken içten gelerek Müslüman olan ve İslâm’ı benimseyen kimse mü’minlerden olur. Müslümanlar sahip oldukları hak ve sorumluluklara onlar da aynen sahip olur. Kim de Hıristiyan ve Yahudi olarak kalırsa, dininden dönmeye zorlanamaz. Erginlik çağına gelmiş her erkek veya kadın, hür veya köle herkes cizye olarak bir dinar veya onun karşılığı elbise vermekle yükümlüdür.
Kim bu şartları yerine getirirse, Allah’ın ve Peygamber’inin himayesine girmiş olur. Kim kaçınırsa, o Allah’ın Peygamber’inin ve bütün mü’minlerin düşmanıdır.
14. Hz. Muhammed’in Muâz b. Cebel’e Talimatı
Hz. Peygamber hicretin 9. yılında (m. 630) Muâz b. Cebel’i Ebû Mûsâ el-Eş’arî ile birlikte Yemen’e elçi, zekât memuru ve kadı sıfatıyla gönderdi. Ona görevini yaparken dikkat etmesi gereken hususlarda bazı talimatlar verdi ve nasihatlerde bulundu. Hz. Peygamber’in Muâz’a verdiği talimatnâmede şu hususlar yer almaktaydı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah’ın elçisi Muhammed b. Abdullah’tan işlerini yürütmekle görevlendirdiği Muâz b. Cebel’e ve Yemen halkına bir ahidnâmedir. Ben ona Allah’tan korkmasını, Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine göre hareket etmesini emrettim. Onların işlerini yürütmek için gayret eden iyiliğe iyilikle karşılık veren, kötülük yapanları engelleyen bir babaları olsun. Ben size Muâz’ı bir rab (mutlak otorite sahibi) olarak değil, size bir kardeş, bir öğretmen, Yüce Allah’ın emirlerini tatbik eden, hak ve sorumluluklarını bilen biri olarak gönderdim. O halde siz de ona gizli ve açık, her hal ü kârda itaat edin. Eğer bir hususta şüpheye ve anlaşmazlığa düşerseniz bunu Allah’ın hükümlerine ve kitabına göre halledin. Yine ihtilafa düşerseniz eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûlü’ne havale ediniz. Zira bu, sizin için çok daha uygun ve daha güzeldir.
Ona Rabbinin yoluna hikmet ve güzel sözlerle davette bulunmasını, Allah’ın rızasını gözetmesini, Allah için öfkelenmesini emrettim. Kim Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet eder ve İslâm’a gönülden bağlanırsa bütün Müslümanların sahip oldukları hak ve sorumluluklara sahip olur. Kim İslâm’ı kabul etmeyip kendi dininde kalır ve cizyesini öderse onun dinine ve inancına asla müdahale edilmez. O, Allah’ın, Resûlü’nün ve bütün mü’minlerin himayesi altına girmiş olur. Canı, malı emniyet altına alınır. Sadece gücü yettiği kadar sorumlu tutulur. Dinini terk etmesi için asla zorlanamaz, baskı yapılamaz. Allah onu gözetir ve korur. Kim İslâm’a ve Müslümanlara karşı cephe alırsa onunla savaşılır. Malları ve ailesi ganimet alınır. Bu ganimetin beşte biri (Humus) Allah için ayrılır.
Müslümanların mallarından zekât al… (Bu arada hangi mallardan ne kadar zekât alınacağı açıklanmaktadır). Zekât memurları normalden fazla tahsile yönelmesinler.”
Muhammed Hamidullah 1965. el-Vesâiku’s-siyâsiyye, Beyrut, s. 213-214.
Hz. Peygamber Muaz b. Cebel’i Yemen’e uğurlarken aralarında şöyle bir konuşma geçti:
— Sana halledilmek üzere bir mesele getirildiği zaman nasıl hüküm verirsin?
— Allah’ın kitabına göre hüküm veririm.
— Ya aradığını Kur’ân’da bulamazsan?
— O zaman Resulullah’ın sünnetine göre hükmederim.
— Ya Sünnette de o mesele ile ilgili bir hüküm bulamazsan ne yaparsın?
— Ya Resûlallah! Bu durumda aklımla, kendi içtihadımla hükmederim.
Hz. Peygamber (sav) bu cevaba çok sevindi ve ellerini kaldırıp “Resûlullah’ın elçisini Resûlullah’ın razı olduğu şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!” diye memnuniyetini ifade etti.
İbn Sa’d 1388/1968. et-Tabakâtü’l-kübrâ, nşr. İhsan Abbas, I-IX, Beyrut, III, s. 584.
Ebû Dâvûd 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Akziye”, 11.
Tirmizî 1413/1992. es-Sünen, I-V, İstanbul, “Ahkâm”, 3.
Hz. Peygamber (sav) daha sonra Muâz’a şu tavsiyelerde bulundu:
Yâ Muaz! Sen ehl-i kitap bir kavme gidiyorsun. Onları evvela Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna iman etmeye davet et. Şayet bunu kabul ederlerse onlara Allah’ın her gün beş vakit namazı emrettiğini söyle. Şayet bunu yerine getirirlerse o zaman Allah’ın kendilerine zenginlerden alıp fakirlere ve muhtaçlara vermek üzere zekâtı farz kıldığını haber ver. Ancak onların malların en iyilerini ve en kıymetlilerini seçip almamaya dikkat et.
Yâ Muaz! Sakın mazlumun bedduasını almayasın. Çünkü mazlum ile Allah arasında perde yoktur.
Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Megâzî”, 60.
Muaz b. Cebel Hz. Peygamber’e: “Yâ Resulallah! Bana nasihatte bulunur musunuz?” diye ricada bulundu. Hz. Peygamber ona: “Yâ Muaz! Her nerede olursan ol, Allah’tan kork! İşlediğin bir günahın arkasından hemen bir iyilik yap ki onu imha etsin. İnsanlara güzel bir şekilde muamele et” buyurdular.
Ahmed b. Hanbel 1413/1992. Müsned, I-VI, İstanbul, V, 236.
Hz. Peygamber Muaz b. Cebel’i ve Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi Yemen’e gönderirken ikisine şu tavsiyede bulundu: “Kolaylık gösteriniz, zorluk çıkarmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz! Birbirinizle iyi geçininiz!”
Buhârî 1413/1992. el-Câmi’u’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, “Megâzî”, 60.
Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casim Avcı
15. Mekke’nin Fethi ve Genel Af
Mekkeli müşriklerin Hudeybiye Antlaşması’nı ihlal etmeleri üzerine Mekke’ye yürümeye karar veren Hz. Peygamber kan dökmemek ve düşmanı hazırlıksız yakalamak için hazırlıklara başladı. 13 Ramazan 8 (4 Ocak 630) tarihinde şehirden çıktı. Yolda katılanlarla birlikte 10.000 kişiyi bulan İslâm ordusunu gören müşrikler paniğe kapıldılar. Hz. Peygamber dört koldan Mekke’ye girilmesini planlamış ve kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını tavsiye etmişti. Hz. Peygamber 20 Ramazan 8 (11 Ocak 630) tarihinde Mekke’ye girip ciddi bir çatışma olmaksızın şehri fethetti. Daha sonra Mescid-i Haram’a gidip Kâbe’yi tavaf eden Hz. Peygamber yıllardır kendisine ve Müslümanlara zulüm ve haksızlık eden Mekkelilere eman verdiğini ve genel af ilan ettiğini bildirdi.
Hz. Peygamber Mekke’nin fethinin ikinci günü üç kere tekbir getirdikten sonra şöyle buyurdu:
“Allah’tan başka ilâh yoktur. Onun eşi ve ortağı yoktur. O, va’dini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Aleyhinde toplanan düşmanları tek başına bozguna uğrattı. İyi biliniz ki, Câhiliyye çağına âit olup, iftihar vesilesi yapılagelen her şey kan ve mâl dâvâları, bunların hepsi bugün şu ayaklarımın altına alınmış ve ortadan kaldırılmıştır. Ancak hicâbe (Kâbe hizmetleri), ve sıkâye (hacılara su temini) bunların dışındadır. Ey insanlar! Allah Câhiliye gururunu, atalarla, soy sopla övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem’den Âdem de topraktan yaratılmıştır. Allah buyuruyor ki: “Ey insanlar! Sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da, birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, ondan en çok korkanınızdır. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır” (Kur’ân 49: 13). Hz. Peygamber bundan sonra Mekkelilere: “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” diye sordu. Kureyşliler: “Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Benim halimle sizin haliniz, Yusuf’la kardeşlerinin durumu gibidir.” Hz. Yûsuf’un kardeşlerine söylediği sözü şimdi ben de size söylüyorum: “Bugün sizin için bir kınama yoktur! Allah, sizi affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir” (Kur’ân12: 92). “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz”.
16. Müşriklere Ultimatom
Hicretin 9. yılında (m. 631) Hz. Ebû Bekir hac emiri tayin edilmiş ve Müslümanlarla birlikte hacca gönderilmişti. Tevbe sûresi nâzil olunca Hz. Peygamber Allah’ın emirlerini hac için giden insanlara tebliğ etmek üzere Hz. Ali’yi görevlendirdi. Hz. Ali Kurban Bayramının birinci günü Akabe cemresinde Müslümanlara hitab ederek Hz. Peygamber’in kendisini Tevbe Sûresi’nin ilk 30 (veya 40) âyetini tebliğ etmek üzere görevlendirdiğini söyledi ve orada bulunan Müslümanlara şu dört hususu tebliğ etti:
1. Bu yıldan sonra Kâbe’ye hiçbir müşrik yaklaşmayacaktır.
2. Hiç kimse Kâbe’yi çıplak olarak tavaf edemeyecektir.
3. Mü’minlerden başkası cennete giremeyecektir.
4. Müşrik kabileler tarafından bozulmamış antlaşmalar sürelerinin bitimine kadar yürürlükte kalacaktır.
Bilindiği üzere ilk peygamber Hz. Âdem’den beri tevhid inancının merkezi ve yeryüzündeki ilk mabed olan Kâbe Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yeniden inşa edilmiş, daha sonra ise Câhiliye Arapları tarafından putperestliğin merkezi haline getirilmiş ve bu durum Mekke fethine kadar sürmüştür. Hz. Peygamber fetihten sonra Kâbe’yi putlardan temizlemiş ve burası yeniden tevhid inancının sembolü olmuştur. Bununla birlikte Tevbe sûresi ininceye kadar bazı müşrikler Kâbe’yi çıplak olarak tavafa devam ettiler. Tevbe sûresinin ilgili âyetleri ile bu Câhiliye geleneğine son verilmiştir.
Konuyla ilgili Tevbe Sûresi’nin ilk âyetleri şöyledir:
“Allah ve Resûlünden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar! (Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir. Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde Allah ve Resûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed) O kâfirlere elem verici bir azabı müjdele! Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Allah (haksızlıktan) sakınanları sever. Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah yarlığayan, esirgeyendir. Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (Müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır” (Kur’ân 9: 1–6).
17. Huneyn Gazvesi
Mekke’nin fethinin ardından 8 (630) yılında Hz. Peygamber ile Hevâzinliler arasında meydana gelen bu savaş Kur’ân-ı Kerîm’de adı zikredilen iki gazveden biridir (diğeri Bedir Gazvesi). Câhiliye döneminden beri Kureyş’e düşmanlık besleyen Hevâzinliler aynı kabileye mensup olması itibariyle Hz. Peygamber’e ve onun getirdiği İslâmiyet’e de düşman kesilmişlerdi. Bundan dolayı Kureyş’ten sonra Hz. Peygamber’in en önemli hedeflerinden biri olmuştur. Hz. Peygamber hedefini gizleyerek 6 Şevval 8 (27 Ocak 630) tarihinde 12.000 askerle yola çıkmıştır. 11 Şevval 8 (1 Şubat 630) günü başlayan savaşta Müslümanlar sayılarının çokluğuna bakarak zaferin kesin olduğuna inanıyorlardı. Ancak savaşın başlangıcında düşmanın kurduğu pusuya düşerek bozguna uğradılar ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Ancak Hz. Peygamber’in kararlı tutumu ve Müslümanlara yaptığı çağrı üzerine tekrar hücuma geçerek büyük bir zafer kazandılar. Kur’ân-ı Kerim’de bu savaşın başlangıcındaki bozguna, 12.000 kişilik ordudan gurur duyan Müslümanların kendilerine güvenip böbürlenmelerinin sebep olduğu belirtilir:
“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz” (Kur’ân 9: 25).
Kur’ân-ı Kerim’de savaş sonunda kazanılan zafere de işaret edilerek şöyle buyurulur:
“Sonra Allah, Resûl’ü ile müminler üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) gönderdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır” (Kur’ân 9: 26).
Hz. Peygamber Hevâzinlilerden elde edilen esir ve ganimetleri ashabı arasında paylaştırdı ve müellefe-i kulûb denilen, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kişilere daha fazla pay verdi. Bu sırada bir Hevâzin heyeti gelerek Müslüman olduklarını belirttiler ve mal ve esirleri geri istediler. Hz. Peygamber esirleri iade etti. Esirler arasında yer alan süt kardeşi Şeyma’yı da hediyelerle kabilesine gönderdi. Bazı rivayetlerde ganimet olarak alınan malların da iade edildiği nakledilir.
18. Tebük Gazvesi ve İlgili Ayetler
Tebük Gazvesi Hz. Peygamber’in 9 (630) yılında Bizans’a karşı düzenlediği bir seferdir. Tebük seferinde büyük güçlük ve sıkıntılarla karşılaşılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de zor bir zamanda yapıldığına işaretle “Sâ’atü’l-usra” (Kur’ân 9:117), buradan hareketle sefere katılan orduya da “zor zamanların ordusu” anlamında “ceyşü’l-usra” denilmiştir. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye 700 km. mesafedeki Tebük’e varan Hz. Peygamber burada 15-20 gün beklemiş; ancak hiçbir düşmanla karşılaşılmadığı için geri dönülmüştür. Yaklaşık 50 gün süren ve Hz. Peygamber’in son gazvesi olan Tebük Seferi Müslümanlar için bir imtihan olmuş, bazı Müslümanlar çeşitli mazeretler ileri sürerek bu sefere katılmamıştır. Tebük Seferi sosyal sorumlulukların dağılımındaki hassasiyeti göstermesi ve cizye âyetinin ilk defa uygulanması bakımından da dikkat çekicidir. Kur’ân-ı Kerim’de hem Müslümanlar hem de onları bu seferden vazgeçirmeye çalışan münafıkların tavrı hakkında birçok âyet yer almaktadır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ’Allah yolunda savaşa çıkın!’ denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir. Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebû Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir. (Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, «Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık» diye kendilerini helâk edercesine Allah’a yemin edecekler. Halbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor. Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin? Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini pek iyi bilir. Ancak Allah’a ve ahiret günü ne inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler. Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara ’Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!’ denildi. Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir. Andolsun onlar önceden de fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri yerini buldu. Onlardan öylesi de var ki: ’Bana izin ver, beni fitneye düşürme’ der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır” (Kur’ân 9: 38–49).
“(O münafıklar) Rızanızı almak için size (gelip) Allah’a and içerler. Eğer mümin iseler Allah ve Resûlünü razı etmeleri daha doğrudur. (Hâlâ) bilmediler mi ki, kim Allah ve Resûlüne karşı koyarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvaylıktır. Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz. Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların kendileridir. Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini vâdetti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır” (Kur’ân 9: 61–68).
“(Ey Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. Allah’ın Resûlüne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; ’bu sıcakta sefere çıkmayın’ dediler. De ki: ’Cehennem ateşi daha sıcaktır!’ Keşke anlasalardı! Artık kazanmakta olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar! Eğer Allah seni onlardan bir gurubun yanına döndürür de (Tebük seferinden Medine’ye döner de başka bir savaşa seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız! Çünkü siz birinci defa (Tebük seferinde) yerinizde kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun! Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler” (Kur’ân 9: 80–84).
«Allah’a inanın, Resûlü ile beraber cihad edin» diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım, dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular, onların kalblerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar. Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir. Allah, onlara içinde ebedî kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kazanç budur. Bedevîlerden, (mazeretleri olduğunu) iddia edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah ve Resûlüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara elem verici bir azap erişecektir. Allah ve Resûlü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum, deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur). Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalblerini mühürledi, artık onlar (neyin doğru olduğunu) bilmezler. (Seferden) onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: (Boşuna) özür dilemeyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah, haberlerinizi bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Resûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına and içecekler. Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir” (Kur’ân 9: 86–95).
“Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir. Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir. Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir. Allah’ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah’ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi?” (Kur’ân 9: 101–104).
“(Sefere katılmayanlardan) diğer bir gurup da Allah’ın emrine bırakılmışlardır. O, bunlara ya azap eder veya tevbelerini kabul eder. Allah çok bilendir, hikmet sahibidir. (Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka bir şey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever” (Kur’ân 9: 106–108).
“Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan Muhacirlerle Ensar’ı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir. Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O’nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun. Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevî Araplara Allah’ın Resûlünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. İşte onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa dûçar olmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez. Allah onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri her vâdi mutlaka onların lehine yazılır. Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar” (Kur’ân 9: 117–121).
19. Hz. Peygamber’in, Oğlunun Vefatı Üzerine Muâz b. Cebel’e Gönderdiği Taziye Mektubu
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın elçisi Muhammed’den Muâz b. Cebel’e.
Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a hamd ederim.
Allah ecrini artırsın ve sana sabır ihsan etsin. Bize de, sana da, şükretmeyi nasib etsin. Şurası muhakkak ki, canımız, malımız, ailemiz ve çocuklarımız, Allah’ın bize emaneti ve en güzel nimetlerindendir. Allah onları belli bir süre için bize emanet etmiştir. Dilediği zaman alır. Verdiği nimetlere şükretmeli ve sınayınca da sabretmeliyiz. Oğlun da Allah’ın sana bir lütfu ve emaneti idi. Seni onunla sevindirdi. Şimdi ise büyük bir mükafat karşılığında onu senden aldı. Sabreder ve dayanırsan sana rahmet ve hidayet vardır. Sabret. Sakın nankörlük ve sabırsızlık etme. Yoksa amellerin, sevabın boşa gider ve kaçırdığın bu fırsat için pişman olursun. Başına gelen musibetin sevabını almaya gayret edersen, Rabbine itaat etmiş olur ve buna mukabil vadettiği mükâfatı alırsın. Musibetler karşısında insanın aciz kaldığını görüyorsun. Bil ki, dövünüp yakınmalar boşunadır; öleni geri getirmez, üzüntüyü dindirmez. Mükâfatının güzel olmasına çalış.
20. Hz. Peygamber’in Ci’râne’de Ensâr’a Yaptığı Konuşma
Hz. Peygamber Huneyn Gazvesi’nde Hevâzinlilerden elde edilen ganimeti muharipler arasında dağıtmış, bu arada Kureyş’ten Ebû Süfyan ve oğlu Muâviye gibi kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenen ve müellefe-i kulûb adı verilen kimselere daha fazla pay ayırmıştı. Ensâr’dan bazı kimseler Hz. Peygamber’in bu tasarrufundan memnun olmadıklarını dile getirdiler. Hz. Peygamber onları toplayarak müellefe-i kulûba niçin daha fazla pay ayırdığını izah etti ve Ensar’ın faziletinden bahsetti. Konuşmanın bir bölümü şöyledir:
“Ey Ensar topluluğu! Siz yolunu şaşırmış kişiler idiniz de Allah sizi benim sayemde hidayete erdirmedi mi? Siz birbirinizle mücadele eden bir kavimdiniz; benim hicretim sayesinde Allah sizi birleştirmedi mi? Siz fakirdiniz. Benim sayemde sizi bolluğa kavuşturmadı mı? Sizi birbirinize sevdirmedi mi?”
Hz. Peygamber’in bu sorularına onlar: “Yâ Resûlallah! Bütün lütuf ve nimet Allah ve Resûlünündür” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ey Ensar! İsteseydiniz benim sorularıma şöyle de cevap verebilirdiniz” dedi ve kendisini Ensar’dan biri yerine koyarak konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ey Allah’ın elçisi! Sen kavmin tarafından kovulmuş olarak yanımıza geldin. Biz seni bağrımıza basıp tasdik ettik. Sen yoksuldun biz malımıza ortak kıldık!”
Hz. Peygamber böyle bir girişten sonra Ensâr’ın ganimet konusundaki sözlerini hatırlattı. Bunun üzerine Ensar’ın ileri gelenleri şöyle dediler:
“Yâ Rasûlallah! Bizim ileri gelenlerimizden hiç biri sizi üzecek bir şey söylememiştir. Sadece bazı gençler: “Resûlullah ganimetleri Kureyş’e veriyor da bizi bırakıyor. Halbuki bizim kılıçlarımızdan hâlâ Kureyş kanı damlıyor” demişlerdir. Bu defa Resûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ensâr! Çok basit bir dünya malı yüzünden mi bana gücendiniz. Ben onlar küfre ve şirke yakın olduklarından onlara daha fazla pay ayırarak İslâm’a ısındırmak istedim. Size de Allah’ın İslâm nimetinden ayırdığı payı kafi gördüm. Ey Ensâr! Buna memnun olmadınız mı? Ey Ensâr! Onlar aldıkları mallarla, sürülerle, develerle evlerine giderken siz Peygamberle birlikte olmak istemez misiniz! Allah’a yemin ederim ki, sizin benimle Medine’ye dönüp gitmeniz onların ganimet mallarıyla evlerine gitmesinden çok daha hayırlıdır.” Ensar Hz. Peygamber’in bu iltifatından son derece heyecanlanmış olarak hep birlikte: “Yâ Resûlallah! Elbette biz seninle Medine’ye dönmeyi tercih ederiz” dediler. Hz. Peygamber konuşmasına devamla şöyle dedi: “Eğer hicret şerefi ve fazileti olmasaydı, muhakkak ki ben Ensâr’dan biri olmak isterdim. Andolsun ki, bütün insanlar bir tarafa, Ensâr başka bir tarafa gitmiş olsa ben Ensâr’ın gittiği tarafa gitmek isterdim.” Ardından şöyle duâ etti: “Allah’ım Ensâr’a, Ensâr çocuklarına ve torunlarına merhamet eyle.”
Hz. Peygamber’in kendilerine yönelik övücü sözlerinden son derece duygulanan Ensâr, yaptıkları konuşmalardan pişmanlık duydular ve: “Biz Resûlullah’ın bizimle birlikte olmasını her şeye tercih ederiz” dediler.
21. Vedâ Hutbesi
Hz. Peygamber’in, hicretin 10. yılında (m. 632) eda ettiği ilk ve son haccı olan Vedâ Haccı sırasında okuduğu hutbelere Vedâ Hutbesi denilmektedir. Hz. Peygamber arefe günü Arafat’ta Nemire mevkiinde Kasvâ adlı devesi üzerinde sayıları 100.000’ı aşan sahabîlere ilk konuşmasını yapmıştır. Kurban Bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde de ashâb-ı kirâma hitap etmiştir. Onun birkaç yerde yaptığı bu konuşmalara Vedâ Hutbesi denilmiştir.
Bu konuşmayı yaptıktan yaklaşık üç ay sonra vefat eden Hz. Peygamber, vasiyet özelliği taşıyan ve en önemli hususları dile getirdiği bu hutbesinde, insan hayatının, malının ve namusunun mukaddes ve dokunulmaz olduğunu beyan etmiş; can, mal ve ırz emniyetinin önemini açıklamıştır. Toplum düzenini bozan, can, mal ve ırz emniyetini ortadan kaldıran Câhiliye devrinin içki, kumar, faiz ve kan davası gibi bütün kötü âdetlerinin kaldırıldığını bir kere daha ilan etmiştir. Bu yanlış inançların yerine, insanların insan olma açısından eşit olduklarını, bütün insanların Hz. Âdem’den, onun ise topraktan yaratıldığını hatırlatmıştır. Mü’minlerin kardeş olduğunu; erkeklerin kadınlar üzerinde olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları bulunduğunu vurgulamak suretiyle toplumda dirlik ve düzeni sağlayan üstün değerleri dile getirmiştir. Kısaca insanlığın birinci derecede dikkate alması gereken temel ilkeleri özetlemiştir. Hz. Peygamber bir daha hac yapamadığı ve haccı esnasında ashâbıyla vedalaştığı için bu haccına “Vedâ Haccı” denilmiştir.
Güvenilir kaynaklardaki rivayetlerden derlenen Vedâ Hutbeleri metni anahatlarıyla şöyledir:
Hamd ve şükür Allah’a mahsustur. O’na hamdeder ve O’ndan yardım isteriz. Allah kime hidâyet nasip ederse, artık onu kimse saptıramaz, sapıklığa düşeni de kimse hidayete ulaştıramaz. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, tektir, eşi, ortağı ve dengi benzeri yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve resûlüdür.
Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar! Bu gününüz Arefe nasıl mukaddes bir gün ise, bu ayınız Zilhicce nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz Mekke nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü taarruzdan korunmuştur.
Ashâbım! Yarın Rabbinize kavuşacak ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorguya çekileceksiniz. Sakın benden sonra küfre ve sapıklığa düşüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada işitenden daha iyi anlayarak itâat eder.
Ashâbım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Yararlanılmak üzere alınan şeyler de sahiplerine iade edilmelidir. Borçlar ödenmelidir. Birinin borcunu üstlenen kefil de o borcu ödemelidir. Rabbınız olan Allah’tan sakının, ona kulluk edin. Faizin her türlüsü kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat anapara sizindir. Böylece kimseye haksızlık etmediğiniz gibi siz de haksızlığa uğramamış olursunuz. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Câhiliye’den kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır.
Câhiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamiyle kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası akrabalarımdan Rebîa b. Hâris b. Abdülmuttalib’in oğlu Âmir’in kan davasıdır.
Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınlarınızı Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın.
Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslümanın malı, rızası olmadan diğer Müslümana helal olmaz. Ashâbım! Sakın zulmetmeyiniz. Herkes ancak kendi işlediği suçtan sorumludur. Baba oğlunun, oğul da babasının suçundan sorumlu tutulamaz. Allah her vârisin mirastan payını tayin etmiştir. Artık bir kişinin diğer varisleri mahrum edecek şekilde vasiyette bulunması helal değildir. Çocuklar babalarından başkasına nisbet edilemez.
Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanların da Araplara karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Bütün insanlar Âdem’dendir. Âdem de topraktandır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük Allah’tan hakkıyla korkma, takvâ iledir. Benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir.
Ey mü’minler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah’ın kitabı Kur’ân ve O’nun peygamberinin sünnetidir veya ehl-i Beytidir.
Ey insanlar! Devamlı dönmek olan zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü durumuna dönmüştür. Bir yıl on iki aydır, bunlardan dördü, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb mukaddes aylardır.
Ashâbım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız, bu da onu sevindirir, ona cesaret verir. Dininizi muhafaza etmek için bunlardan da uzak durunuz.
Ashâbım! Allah’tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekâtını verin, hac ibadetini yerine getirin. Allah’ın kitabına uydukları sürece yöneticilerinize itaat edin. Böylece Rabbinizin cennetine girersiniz.
“Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar; o zaman ne diyeceksiniz?” deyince ashab: “Allah’ın mesajını tebliğ ettin, görevini yaptın, bize nasihatte bulundun” diye şahitlik ederiz” dediler.
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, üç defa:
“Şahit ol ya Rab!” dedikten sonra: “Burada hazır olanlar, benim söylediklerimi burada bulunmayanlara tebliğ etsinler” buyurdu.
Bu veciz konuşma, dinleyenlerin tamamının işitebilmesi için gür sesli sahâbîler tarafından tekrarlanmıştı.
22. Hz. Muhammed’in Vasiyeti ve Son Konuşmaları
Hz. Peygamber ölüm döşeğinde iken sahabeye bazı nasihat ve tavsiyelerde bulunmuştur. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Eliniz altındaki zayıflara ve kölelere iyi davranınız. Onlara yediklerinizden yedirin; giydiklerinizden giydiriniz. İslâm’ı Arap Yarımadasının tamamına yayın. Peygamberinizin kabrini mescit edinmeyin. Ben size Allah’ın helal kıldığını helal, haram kıldığı şeyi de haram olarak tebliğ etmiş bulunuyorum. Ben hiçbir şeyi kendiliğimden haram veya helal ilân etmiş değilim. Ey Resûlullah’ın kızı Fâtıma ve ey Resûlullah’ın halası Safiyye Allah katında kendinizi kurtaracak salih ameller işleyiniz. Yoksa ben sizi Allah’ın huzurunda kurtaramam. Ey Abdümenâfoğulları! Ey Abbas b. Abdülmuttalib! Ey Fâtıma bint Muhammed! Sizleri de Allah huzurunda hesaba çekilmekten kurtaramam. Kendinizi ona göre hazırlayınız.”
“Namaza devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allah’tan korkunuz.”
“Ben sizin bundan sonra tekrar şirke döneceğinizden korkmuyorum. Fakat dünya menfaatleri için birbirinizle çekişmenizden ve sizden öncekilerin helâk olduğu gibi sizin de helâk olmanızdan endişe ediyorum.”
“Ben size Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Cenâb-ı Hakk’ın sizi korumasını dilerim. Ben sizin yeryüzünde ve kulları arasında Allah’a karşı gurur ve kibir taslamaktan açıkça korkutmak için gönderilmiş bir peygamberim. Yüce Allah bana ve size: ’İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyecek ve fesat arzusuna düşmeyecek olanlara veririz. En güzel âkibet takvâ sahiplerinindir’ (Kur’ân 28: 83) buyurmuştur.”
İbn Sa’d 1388/1968. et-Tabakâtü’l-kübrâ, nşr. İhsan Abbas, I-IX, Beyrut, II, s. 253-257.
“Ey insanlar! Size Ensar hakkında hayırlı olmanızı, onlara karşı iyi davranmanızı tavsiye ederim. Onlar benim samimi dostlarım ve sırdaşlarımdır. Onlar sizi vaktiyle evlerinde misafir etmediler mi? Her hususta sizi nefislerine dahi tercih etmediler mi? Ey insanlar! Bugün halk, Medîne’de günden güne çoğalmakta, halbuki Ensar yemek içindeki tuz kadar azalmaktadır. Sizden biriniz iş başına geçer de iyilik veya kötülük edebilecek nüfuza sahip olursa, Ensar’ın iyiliklerinin karşılığını versin, kusurlularının da hatalarını bağışlasın.
Ashâbım! İlk Muhâcirlere de hürmet etmenizi vasiyet ederim. Bütün Muhâcirler de birbirlerine karşı iyi davransınlar. Her iş Allah’ın izin ve iradesiyle cereyan eder. Allah’ın iznine, iradesine karşı gelmeye çalışanlar en sonunda muhakkak yenik düşerler. Allah’ı aldatmak isteyenler de muhakkak aldanırlar. Ey insanlar! Peygamberinizin irtihalini düşünerek telaşa kapıldığınızı işittim. Hangi peygamber gönderildiği ümmeti arasında ebedî kalmıştır ki, ben de sizin aranızda sonsuza kadar kalayım? Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım ve buna hepinizden daha lâyıkım. Yine biliniz ki siz de bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer de Kevser havuzunun kenarıdır. Orada benimle buluşmak isteyenler, ellerini ve dillerini günahlardan çeksinler.
Allah Teâlâ, bir kulunu dünya hayat ve nimeti ile kendi nezdindeki ahiret hayat ve saâdeti arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allah nezdindekini seçti. (Bu sırada Hz. Ebû Bekir ağlamaya başlamıştı. Rasûlullah, ona hitap ederek konuşmasını devam ettirdi) Ey Ebû Bekir ağlama! Gerek arkadaşlık, gerek mal fedakârlığı itibariyle bana en çok yardımcı olan Ebû Bekir’dir. Ümmetimden birini kendime dost edinseydim hiç şüphesiz Ebû Bekir’i seçerdim. Ancak din kardeşliği, şahsi kardeşlikten efdaldir. Mescidde Ebû Bekir’in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın.”
E.Hz. Muhammed ve Diplomatik İlişkiler
1.Hz. Muhammed’in Bizans İmparatoru Herakliüs’a Mektubu
Mekke müşrikleriyle imzalanan Hudeybiye Antlaşması’yla sağlanan barış ortamından istifade eden Hz. Peygamber dönemin güçlü hükümdarlarına ve Arap emirlerine mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etti (Muharrem 7/Mayıs 628). Hz. Peygamber bu konuya büyük özen göstererek hükümdarlardan her birine bu işe en layık sahabileri seçip gönderdi. Onların mühürsüz mektuba itibar etmediklerini öğrenen Hz. Peygamber gümüşten bir mühür yaptırdı ve üzerine ’Muhammed Resûlullah’ (Allah’ın elçisi Muhammed) ibaresini yazdırdı.
Hz. Peygamber, mektubu imparatora götürmek üzere, ticaret amaçlı seyahatleri dolayısıyla Suriye bölgesini iyi bilen, ayrıca sahâbîler arasında fizikî özellikleriyle dikkat çeken Dihye b. Halife el-Kelbî’yi görevlendirdi. Mektubun metni şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Bizans imparatoru Heraklius’a, Hidayete uyanlara selâm olsun. Seni İslâm’a çağırıyorum. İslâm’ı kabul et ki, kurtuluşa eresin ve Allah da mükâfatını iki kat versin. Eğer kabul etmezsen halkın (Erîsiyyîn) günahını sen çekersin. “Ey Ehl-i Kitap! Sizin ve bizim aramızda müşterek olan söze geliniz: Sadece Allah’a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse şahid olun biz Müslümanız deyiniz” (Kur’ân 3: 64).
Yıllar süren savaşlar sonunda Sâsânîler karşısında Ninova’da kesin bir zafer kazanmış olan Herakleios bir şükran ifadesi olarak hac ziyaretinde bulunmak ve İranlılardan geri almayı başardığı kutsal haçı tekrar eski yerine dikmek üzere o sıralarda Kudüs’te bulunuyordu. İmparator, Busra valisi aracılığıyla kendisine gelen peygamber elçisi Dihye’yi kabul etti.
İmparator, bu arada ticaret için Gazze’de bulunan Ebû Süfyan’ı ve arkadaşlarını huzuruna getirtti ve Hz. Muhammed’in soyu, ailesi, çevresi, toplumdaki konumu, kişiliği, getirdiği mesajın niteliği ve temel prensipleri vs. hakkında bilgi aldı. Yanlarında bir tercüman vardı.
Tercüman: Peygamberim diyen bu adama hanginiz soy olarak daha yakındır? diye sordu:
Ebû Süfyan anlatıyor: “Benim” dedim.
Bunun üzerine Herakleios: “Onu yanıma, arkadaşlarını da yakına getirin. Onun arkasında dursunlar” dedi. Sonra tercümanına dönüp dedi ki:
“Bunlara de ki: Ben bu zat hakkında bu adama bazı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse onu yalanlasınlar.”
Ebû Süfyan dedi ki: “Vallahi arkadaşlarım yalan söylediğimi etrafta yayarlar diye utanmasaydım onun (peygamberin) hakkında yalan söylerdim.” Heraklius’un ilk sorusu şu oldu
— İçinizde soyu nasıldır?
— O içimizde şerefli bir soydandır.
— Ondan evvel içinizde peygamberlik iddiasında bulunan kimse oldu mu?
— Hayır.
— Ataları içinden bir hükümdar çıkmış mıdır?
— Hayır.
— Ona uyanlar, halkın önde gelenleri mi, yoksa güçsüzleri mi?
— Çoğunlukla güçsüz ve zayıf kimselerdir.
— Ona uyanların sayısı artıyor mu, azalıyor mu?
— Artıyorlar.
— Onun dinine girdikten sonra beğenmeyerek dininden dönenler var mıdır?
— Yoktur.
— Kendisinin peygamber olduğunu söylemeden önce onu yalan ile itham ettiğiniz olmuş mudur?
— Hayır.
— Sözünde durmadığı olmuş mudur?
— Hayır. Ancak biz şimdi onunla bir süreliğine ateşkes yaptık. Bu süre içinde ne yapacağını bilmiyoruz. (Ebû Süfyan dedi ki “Peygamber’i kötülemek adına araya katacak bundan başka bir söz bulamadım.)”
— Onunla hiç savaş yaptınız mı?
— Evet yaptık.
— Bu savaşlar nasıl sonuçlandı?
— Karşılıklıdır, bazen o yener, bazen biz yeneriz.
— Size neyi emrediyor?
— Bize; yalnızca Allah’a kulluk edin, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın, Atalarınızın inanıp söyledikleri şeyleri terk edin, diyor. Namazı, doğruluğu, iffeti ve akraba ile ilişkiyi sıkı tutmayı emrediyor. Bunun üzerine Heraklius tercümanına dedi ki:
— Ona söyle: Soyunu sordum, içinizde yüksek bir soya sahip olduğunu söyledin. Peygamberler de zaten böyle toplumlarının yüksek soya sahip olanlarından gönderilirler.
— Aranızda daha önce peygamberlik iddiasında bulunan olup olmadığını sordum, olmadığını söyledin. Daha önce böyle birisi olsaydı, bu adam da kendisinden önceki bir söze uymuş kimsedir, derdim.
— Atalarından hiç hükümdar gelip gelmediğini sordum, gelmediğini söyledin. Babaları içinden bir hükümdar gelmiş olsaydı, bu da babasının krallığını geri almaya çalışıyor, derdim.
— Peygamberlik iddia etmeden önce onun yalan söylediğini duydunuz mu diye sordum. Duymadığını söyledin. Ben ise biliyorum ki önceden halka yalan söylememiş bir kimse sonradan Allah’a yalan söylemeye cüret etmez.
— Ona tabi olanlar önde gelenler, güçlüler midir, zayıflar mıdır, diye sordum. Zayıfların ona bağlandığım söyledin. Peygamberlerin bağlıları da zaten zayıf kimselerdir.
— Ona uyanlar artıyor mu azalıyor mu diye sordum, arttığını söyledin. İman işi tamamlanıncaya kadar hep bu şekilde artarak gider.
— Onun dinine girenlerden, bu dini beğenmeyerek dönenler olup olmadığını sordum, yoktur dedin. İman da kalplere karışıp kökleşinceye kadar böyledir.
— Hiç anlaşmalarını bozar mı diye sordum, bozmadığını söyledin. Peygamberler de böyledir, anlaşmalarını bozmazlar.
— Size ne emrediyor diye sordum. Yalnız Allah’a kulluk edip, ona hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrettiğini, putlara kulluğu yasakladığını, namaz, doğruluk ve iffeti emrettiğini söyledin. Bu söylediklerin doğruysa şu ayaklarımın bastığı yerlere yakında O zat sahip olacaktır. Ben zaten bir peygamberin yakında çıkacağını biliyordum. Ancak sizin içinizden olacağını tahmin etmezdim. Onun yanına varabileceğimi bilsem, onunla buluşmak için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olsaydım ayaklarını yıkardım!
Bu konuşmanın ardından Heraklius, Dıhye’nin getirdiği Hz. Peygamber’in mektubunu istedi ve okuttu. Daha sonra Dihye’ye hediyeler verip uğurladı.
2.Hz. Muhammed’in Bizans İmparatoru Herakliüs’a 2. Mektubu
9 (630) yılında Hz. Peygamber İmparator Heraklius’a ikinci bir mektup gönderdi. Heraklius’un büyük bir ordu hazırladığı haberi üzerine, 30.000 kişilik büyük bir ordunun başında Tebük’e kadar gelen Hz. Peygamber, Bizans ordusunun çekilmiş olduğunu görünce Heraklius’a Dihye b. Halîfe’yi elçi olarak gönderdi. Bu mektupta imparatora İslâm’a girme, cizye ödeme veya savaş alternatifleri teklif edilmekte, bunun yanında hiç olmazsa halkından İslâm’ı seçecek olanlara engel olmaması istenmekteydi. Mektup şöyledir:
“Allah’ın elçisi Muhammed’den Bizans İmparatoruna,
Seni İslâm’a girmeye dâvet ediyorum. İslâm’ı kabul edersen Müslümanların sahip olduğu haklara sen de sahip olur, onların sorumlu olduğu şeylerden sen de sorumlu olursun. Eğer İslâm’a girmeyi kabul etmezsen cizye ödersin. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allâh ve elçisinin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle size boyun eğerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” (Kur’ân 9: 29). Bu tekliflerimi kabul etmezsen halkın (fellâhîn) İslâm’a girmelerine veya cizye ödemelerine engel olma.”
Mektubu alan Heraklius’un dinî ve askerî çevresiyle istişare ettikten sonra Hz. Peygamber’e, Tenuhlu Hıristiyan bir Arap’ı, bir mektup ve bir miktar dinarla birlikte elçi olarak gönderdi. Elçi Müslümanlar tarafından ağırlandı ve kendisine hediye verildi.
3.Hz Muhammed’in Sasani İmparatoru II.Hüsrev Perviz’e Mektubu
Hz. Peygamber Kisrâ’ya İslâm’a davet mektubunu Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî ile gönderdi. Mektup şöyledir:
“Bismillahirrahmanirrahim.
Allah Resulü Muhammed’den, İran hükümdarı Kisra’ya: Selam, hidayete tabi olup Allah’a ve Resulüne iman eden, Allah’ı bir bilip onun ortağı olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna şahadet edenlerin üzerine olsun! Seni İslam’a davet ediyorum. Hiç şüphesiz ben yaşayan herkesi uyarmak ve böylece kâfirlerin layık oldukları cezayı bulmaları için Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği elçisiyim. Müslüman ol ve kurtul. Eğer kabul etmezsen Mecusilerin günahları da senin üzerine olacaktır.”
Hz. Peygamber’in mektubu okunduğunda Kisra son derece hiddetlendi: “O benim kölemdir. Nasıl olur da bana mektup yazabilir” dedi ve mektubu yırtıp attı. Elçi bu durumu Hz. Peygamber’e iletince: “Allah onun mülkünü paramparça etsin” diye beddua etmiştir.
Taberî 1960–70. Târîhu’r-rusül ve’l-mülûk, nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl, I-XI, Kahire, II, 654;
Muhammed Hamidullah 1965. el-Vesâiku’s-siyâsiyye, Beyrut, s. 140.
Kisrâ kısa bir süre sonra oğlu tarafından öldürüldü. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de Sâsânî İmparatorluğu yıkılıp tarihe karıştı.
4.Hz Muhammed’in Habeş Necaşisi Ashame’ye Mektubu
Hz. Peygamber’in Amr b. Ümeyye ed-Damrî eliyle Necâşî’ye gönderdiği İslâm’a davet mektubu şöyledir:
“Bismillâhirrahmanirrahîm. Allah’ın elçisi Muhammed’den Habeş Necaşisi Ashame’ye. Kendisi’nden başka ilah bulunmayan gerçek Melik (hükümdar), Kuddûs (mukaddes) , Selâm, Mü’min ve Müheymin (koruyucu ve kurtarıcı) olan Allah’a hamd ederim. Tasdik edip şahadet ederim ki; Meryem oğlu İsa Allah’ın Ruhu ve Kelime’sidir. Bu kelime kendisine dokunulmamış olan Meryem’e ilka edilmiştir. Böylece Meryem İsa’ya hamile kalmış, Allah Ruh ve Nefesinden olmak üzere Âdem’i nasıl yarattıysa onu da öylece yaratmıştır. Seni tek olan, eşi ve ortağı bulunmayan Allah’a davet ediyorum. O’na itaat konusunda karşılıklı yardıma çağırıyorum. Beni takib et, bana uy ve bana gelen şeye iman et. Muhakkak ki ben, Allah’ın Resûlüyüm. Bu nedenle seni ve etrafında bulunan askerlerini Allah’a iman etmeye çağırıyorum. Nasihat ve sözlerimi kabul etmenizi tavsiye ederim. Amca tarafından yeğenim olan Cafer’i yanında az sayıda Müslüman grubuyla beraber sana doğru yola çıkarıyorum. O sana ulaşır ulaşmaz gurur ve azameti bir kenara bırakıp onlara konukseverlik göster. Selam gerçek hidayet yolu üzerinde bulunanlara olsun”.
Muhammed Hamidullah 1965. el-Vesâiku’s-siyâsiyye, Beyrut, s. 100.
Necâşî elçiyi iyi karşılamış ve Müslüman olduğunu belirterek Hz. Peygamber’e şu cevabî mektubu göndermiştir:
“Bismillâhirrahmanirrahîm. Allah’ın elçisi Muhammed’e, Necâşî Ashame b. Ebcer’den. Ey Allah’ın elçisi! Kendisinden başka ilah olmayan ve beni İslâm’la şereflendiren Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun. Hz. İsa’dan bahsettiğin mektubun bana ulaştı. Göğün ve yerin rabbine andolsun ki, İsa senin anlattığın gibidir. Bize gönderdiğin mesajı aldık. Amcazâdeni ve arkadaşlarını ağırladık. Ben senin Allah’ın elçisi olduğunu tasdik ederek şahadet ediyorum. Amcazâdene ve arkadaşlarına sana olan bağlılığımı bildirdim. Onun huzurunda âlemlerin rabbi olan Allah için Müslüman oldum. Sana oğlum Urha’yı gönderiyorum. Ben sadece kendimden sorumluyum. Ey Allah’ın elçisi! Gelmemi istersen gelirim ve senin her sözünün hak olduğuna şahadet ederim. Selâm sana Yâ Resûlallah!”
Muhammed Hamidullah 1965. el-Vesâiku’s-siyâsiyye, Beyrut, s. 104–105.
Daha sonra Necâşî’nin vefat haberini öğrenen Hz. Peygamber gıyâbî cenaze namazı kılmıştır.
5.Hz Muhammed’in Mısır Mukavkıs’ına Mektup
Mukavkıs unvanıyla bilinen Cüreyc b. Mînâ Hıristiyan din adamı ve Bizans’ın Mısır valisi idi. Hz. Peygamber Mukavkıs’a İslâm’a davet mektubunu Hâtıb b. Ebû Belte’a eliyle göndermiştir. Mektup şöyledir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın kulu ve Resûlü Muhammed’den, Kıbtîlerin Reisi Mukavkıs’a. Allah’ın selamı hidayet yoluna girenlere olsun. Ben seni İslam’a davet ediyorum. İslâm’a gir ki, selamet bulasın. Bunun karşılığında Allah sana iki kat sevap verecektir. Şayet kabul etmezsen bütün Kıbtilerin günahı senin üzerine olacaktır: “De ki: Ey Ehl-i Kitap! Aramızda ortak olan söze geliniz: Sadece Allah’a kulluk edelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse ’şâhid olun biz Müslümanız’ deyiniz” (Kur’ân 3: 64).
Mukavkıs mektubun okunmasından sonra onu fildişi bir kutuya koyup üzerini mühürlemiş ve saklanmasını istemiştir. Rivâyete göre Mukavkıs elçiyi beş gün süreyle ağırlamış, bu arada Hz. Peygamber ve İslâm dini hakkında bilgi almış ve Hz. Peygamber’e bir de cevap mektubu yazmıştır. Mektupta “Bir peygamberin çıkacağını biliyordum. Ancak bunun Suriyeli olacağını sanıyordum” dedikten sonra elçiye güzel davrandığını belirtip gönderdiği hediyeleri sıralamıştır. Bu hediyeler arasında Mâriye ve Sîrin adlı iki Kıbtî cariye ile o dönemde Araplarda görülmeyen beyaz bir katır (Düldül) ve değerli bir elbise yer almaktaydı.
6.Hz Muhammed’in Yemame Emiri Hevze Bin Ali’ye Mektubu
Hz. Peygamber Yemâme emiri Hevze b. Ali’yi İslâm’a davet etmek için Selît b. Amr’ı bir mektupla birlikte gönderdi. Mektup şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın elçisi Muhammed’den Hevze b. Ali’ye. Hidâyete uyanlara selâm olsun. Bil ki benim dinim dünyanın en ücra köşesine kadar yayılacaktır. Müslüman ol ki, kurtuluşa eresin. Ben de hâkimiyetin altındaki toprakları sana bırakayım.”
Hevze b. Ali bu mektuba şöyle cevap verdi:
“Senin davet ettiğin şey ne kadar hoş ve ne kadar güzel! Ben halkımın şairi ve hatibiyim. Araplar benim mevki ve makamımdan çekinir ve saygı duyarlar. Bana elinde bulundurduğun siyasî ve idarî görevlerin bir kısmını bırakırsan sana tabi olurum.”
Benî Hanîfe kabilesinin reisi olan Hevze b. Ali elçiyi iyi karşılayıp hediyelerle uğurlamakla birlikte Hz. Peygamber’in İslâm’a davetine iktidar hırsı yüzünden olumlu cevap vermemiş ve iki yıl sonra Hıristiyan olarak ölmüştür.
7.Hz Muhammed’in Bayreyn Emiri Münzir B. Sava’ya Mektubu
Hz. Peygamber Bahreyn emiri Münzir b. Sâvâ’ya İslâm’a davet mektubunu Alâ b. Hadramî ile gönderdi. Mektup şöyledir:
“Bismillahirrahmanirrahim.
Allah Resulü Muhammed’den, Münzir b. Sava’ya! Hidayete uyanlara selâm olsun. Ben seni İslâm’a davet ediyorum. Müslüman ol ki, kurtuluşa eresin ve Allah yönettiğin toprakların hâkimiyetini yine sana versin. Bil ki, benim dinim dünyanın en ucra köşesine kadar ulaşacaktır”
Hz. Peygamber’in mektubunu alan Münzir b. Sâvâ, Alâ b. Hadramî ile yaptığı görüşmelerden sonra: “Hem dünya hem de âhiret için elverişli buldum” diyerek İslâm’a girdi ve bunu bir mektupla Hz. Peygamber’e bildirdi. Ardından gönderdiği diğer bir mektupla halkı İslâm’a çağırdığını, bir kısmının Müslüman olduğunu, bir kısmının ise Yahudi ve Mecusi olarak kaldığını belirterek onlara nasıl muamele etmesi gerektiğini sordu. Hz. Peygamber Münzir b. Sâvâ’ya şu mektupla cevap verdi:
“Bismillâhirrahmânirrahim. Allah’ın elçisi Muhammed’den Münzir b. Sâvâ’ya. Allah’ın selamı üzerine olsun. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamd ederim Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in de onun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim. Sana Azîz ve Yüce olan Allah’ı hatırlatırım. Kim iyi bir nasihate kulak verirse kendi iyiliği içindir ve kim benim elçilerime itaat eder ve emirlerine uyarsa bizzat bana itaat etmiş olur. Ayrıca, kim onlar hakkında iyi düşünürse benim hakkımda iyi düşünmüş olur. Muhakkak benim elçilerim seni hayırla yâd etmişlerdir. Ben de senin halkına şefaatini kabul ediyorum. Müslüman olmadan evvel sahip oldukları şeyleri Müslümanların elinde bırak. Ve ben suçluları affediyorum. Sen de onların pişmanlıklarını kabul et. Görevini iyi yaptığın sürece seni azletmeyeceğiz. Kim Yahudi ya da Mecusi olarak kalırsa cizye ödemesi gerekir.”
8.Hz Muhammed’in Gassani Emiri Haris b. Ebu Şemir’e Mektubu
Hz. Peygamber Gassânî emiri Hâris b. Ebî Şemir’e, İslâm’a davet mektubuyla birlikte Şucâ’ b. Vehb el-Esedî’yi elçi olarak gönderdi (Muharrem 7/Mayıs 628). Mektup şöyledir:
“Bismillahirrahmanirrahîm. Allah’ın resûlü Muhammed’den Hâris b. Ebû Şemir’e,
Allah’ın selâmı hidayet yoluna giren ve O’na inanıp tasdik edenlerin üzerine olsun. Seni tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan Allah’a inanmaya davet ediyorum. İnandığın takdirde mülkün senin elinde kalmaya devam edecektir.”
Elçinin getirdiği mektubu okuyan Hâris: “Beni kim makam ve mülkümden uzaklaştıracakmış!” diyerek sert tepki gösterdi ve savaş hazırlıklarına başlayarak durumu Heraklius’a bildirdi. Ancak ondan gelen cevap üzerine tutumunu değiştirip elçiyi tekrar huzuruna çağırdı ve hediyelerle uğurladı.
9.Hz Muhammed’in Umman Melikleri Ceyfer ve Abd’ye Mektubu
Hz. Peygamber Umman’ı birlikte idare eden Ceyfer ve Abd b. Cülendâ kardeşlere İslâm’a davet mektubuyla birlikte Amr b. Âs’ı elçi olarak göndermiştir. Mektup şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Culendâ’nın iki oğlu Ceyfer ve Abd’e: “Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun! Sizin her ikinizi İslam’a davet ediyorum. İslam’a tabi olun ve kurtuluşa erin. Zira ben, Allah’ın yaşayan herkesi uyarmak ve böylece kâfirlerin layık oldukları cezayı bulmaları için tüm insanlığa gönderdiği elçisiyim. Eğer her ikiniz de İslam’ı kabul ederseniz, sizi görevlerinizde bırakacağım. Eğer kabul etmezseniz iktidarınız elden gidecektir. Süvarilerim, sizin topraklarınıza girecek ve peygamberliğim sizin mülkünüze hâkim olacaktır.”
Ceyfer ve Abd b. Cülendâ kardeşler Hz. Peygamber’in elçisini güzel bir şekilde ağırlayıp İslâm’ı kabul ettiler.
10.Mübahele ve Necran Hıristiyanları ile Yapılan Antlaşma
Mübâhele, bir tartışma esnasında haksız ve yalancı olanın Allah’ın lanetine uğraması için beddua edilmesi demektir. Hz. Peygamber, Necranlı Hristiyanlara elçi ve mektup göndererek onlara İslâmiyet’i kabul veya cizye ödemeyi teklif etmişti. Bunun üzerine Necran Hristiyanları 9 (631) yılında Medine’ye bir heyet gönderdiler. Heyettekiler özellikle Hz. İsa konusunda Hz. Peygamber’le tartışmaya girdiler. Bu sırada Hıristiyanlık ve Hz. İsa hakkında bilgi veren Âl-i İmrân sûresinin ilk seksen âyeti nâzil oldu. Hıristiyanlar Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ederken Hz. Peygamber ilgili âyetleri okuyarak Hz. İsa’nın Allah’ın kulu ve peygamberi olduğunu, Hz. Âdem nasıl ki, annesiz ve babasız olarak yaratılmışsa Hz. İsa’nın da Hz. Meryem’den babasız olarak dünyaya geldiğini söyledi. Necran heyetinin iddialarını sürdürmeleri üzerine Hz. Peygamber Hz. Hasan, Hüseyin, Fâtıma ve Ali’yi de yanına alıp Âl-i İmrân sûresinin 61. âyetini okuyarak onları “mübâhele”ye davet etti. Necranlılar Hz. Muhammed’in peygamber olma ihtimalini göz önünde bulundurarak mübâheleye cesaret edemediler. Cizye ödemek şartıyla anlaşma yaptılar ve ülkelerine döndüler. Necranlılarla yapılan antlaşma şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın elçisi Muhammed’in Necranlılar ile antlaşma metnidir.
Allah elçisinin onların her çeşit meyve, altın, gümüş ve kölesi ile ilgili tasarruf hakkı bulunmakla beraber o bundan vaz geçerek onlara sadece 1.000’i her yılın recep ayında, 1.000’i de safer ayında olmak üzere 2.000 elbise cizye ödemelerini kararlaştırdı… Gönderdiğim elçiler bir ayı geçmemek üzere misafir edilecektir. Necranlılara aittir. Yemen’de bir cürüm işlendiği veya bir savaş çıktığı zaman, onlar (Necranlılar) gönderdiğim elçilere, 30 zırhlı gömlek, 30 at, 30 deve ödünç olarak temin etmek mecburiyetindedirler. Bu zırhlı gömleklerden, atlardan, binitlerden ve elçilerime temin edilip verilen diğer şeylerden telef olup kaybolanların, Necranlılara iade edileceğine elçilerim teminat verecektir. Necran ve civarında yaşayan herkesin malları, canları, dinleri, aşiretleri, mabetleri, az veya çok sahip oldukları her şey Allah’ın ve onun elçisi Hz. Muhammed’in himayesi altındadır. Hiçbir piskopos, kâhin, papaz ve rahibin görevlerini yapmasına mani olunamaz ve mabetlerinden uzaklaştırılamaz. Almış oldukları ödünç para için faiz istenemez ve onlara karşı Câhiliye’den kalma kan davası güdülemez. Onlar askere alınamaz ve kendilerinden öşür talep edilemez. Topraklarına asker ayak basamaz. Onlardan herhangi bir hak talebinde bulunan olursa insaf ile hareket edilecek, ne zulmedecek, ne de zulme maruz bırakılacaklardır. Anlaşmadan sonra faiz yiyenler benim himayem altında değildir. Onlardan hiç kimse, başkasının yaptığı haksızlıktan dolayı cezalandırılamaz. Onlar antlaşma hükümlerine samimi olarak bağlı kaldıkları sürece kıyamete kadar Allah’ın ve onun peygamberi Hz. Muhammed’in himayesi altında olup hiçbir zulme uğramayacaklardır.”
11.Hz Peygamber’in Taifli Sakif Kabilesine Verdiği Emanname
Hz. Peygamber hicretin 8. yılında (630) Mekke Fethi ve Huneyn Gazvesi’nden sonra Tâif Gazvesi’ne çıktı ve şehri bir ay süreyle kuşattı. On bir sahâbî şehid oldu. Hz. Peygamber kuşatmayı kaldırıp geri dönerken çekilen sıkıntılardan dolayı kendisinden Tâiflilere beddua etmesi istendi. Fakat o, “Allah’ım! Sakifoğullarına hidayet nasip eyle; onları Müslüman olarak bize gönder” diye duâ etti.
Tâifliler 9 (630) yılında Medine’ye bir heyet gönderdiler. Heyet namazdan ve zekâttan muaf tutulmaları, Lât’a dokunulmaması, Tâif’in kutsal bölge ilân edilmesi, içki ve faize izin verilmesi gibi şartlarla Müslüman olabileceklerini söylediler. Hz. Peygamber, onların ileri sürdüğü bu şartlardan sadece bir süreliğine zekâttan ve cihada katılmaktan muaf tutulmayı kabul ettikten sonra Osman b. Ebü’l-Âs’ı Tâif’e vali tayin etti. Hz. Peygamber’in Tâiflilerle imzaladığı antlaşma şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in Sakif kabilesi için yazdırdığı bir vesikadır. Bu vesikada yer alan hususlar, kendisinden başka ilah olmayan Allah’ın ve peygamber Muhammed b. Abdullah’ın teminatı altındadır.
1. Onların bütün vadileri kutsal ve dokunulmazdır. Burada bulunan ağaçlar ve av hayvanlarına verilecek her türlü zarar, gasp, hırsızlık ve kötü Allah adına yasaklanmıştır.
2. Sakifliler Vec vadisinin mülkiyetine diğer insanlardan daha çok hak sahibidirler. Etrafı surlarla çevrili onların Tâif şehrine hiç kimse zorla giremez ve hiçbir Müslüman onlara tahakküme kalkışamaz. Tâifliler şehre ihtiyaç hissettikleri her tür inşaat malzemesini getirebilirler.
3. Onlar ne öşre tabi tutulacak ve ne de cihad için askere alınacaktır. Onların malları ve canları üzerinde hiçbir zor kullanılmayacaktır.
4. Onlar Müslümanlarla birlikte bir ümmet teşkil ederler. İstedikleri yerde yaşama ve ikamet etme hakkına sahiptirler.
5. Ellerinde bulunan bütün esirler onların olacaktır.
6. Teminat altında olmayan vadesi gelmiş bütün borçların ödenmesi Allah’ın bir emridir.
7. Sakiflilerin Müslüman olduklarında kayıt altına alınmış olan alacakları kendilerine ödenecektir.
8. Sakiflilere ait olup halkın elinde bulunan mal yahut şahıs (köle) şeklindeki bütün emanetler, emaneti alanın mülkiyetine ister geçmiş ister elden çıkmış ya da kaybolmuş olsun her hâl ü kârda iade edilecektir.
9. Sakiflilerin burada bulunsun ya da bulunmasın bütün mensuplarının sahip oldukları mallar teminat altına alınmıştır.
10. Sakiflilerin bütün müttefikleri yahut yabancı olup onlar arasında bulunan bütün tüccarlar, Sakiflilerle aynı haklara sahiptirler.
11. Eğer birisi Sakiflilere saldırır veya zulmederse onun can ve mal güvenliği garanti edilemez. Aksine Resûlullah ve Müslümanlar, bu zalime karşı onlara yardım edeceklerdir.
12. Kim olursa olsun onların hoşlanmadığı bir kimse asla onların arasına girmeyecektir.
13. Pazar ve alış veriş yerleri evlerin avlularıdır.
14. Onların reisi kendi aralarından seçilecektir. Beni Mâlik’in bir emiri onların müttefiklerinin de ayrı bir emiri olacaktır.
15. Kureşylilere ait olup Sakifliler tarafından sulanan üzüm bağlarından elde edilen mahsulün yarısı onu sulayanlara aittir.
16. Teminat altına alınmış bütün borçlar hiçbir şekilde faize tabi tutulamaz. Ödeme imkânı olan borçlular borçlarını derhal öderler. İmkanı olmayanlar ise gelecek yılın cemâziyelevvel ayına kadar ertelenir. İmkanı olup da vaktinde borcunu ödemeyenler ise faize bulaşmış olur.
17. Borçlular sadece anaparayı ödemek zorundadır.
18. Esirleri sahipleri satabilir. Satılmamış olanlar da belirli bir fidye karşılığında serbest bırakılır.
19. Bir şeyi satın alan kimse onun üzerinde tasarruf hakkına sahiptir.
Muhammed Hamidullah 1965. el-Vesâiku’s-siyâsiyye, Beyrut, s. 284–286.
Hz. Peygamber Tâif’e Osman b. Ebü’l-Âs’ı vali tayin etmiş ve ona şu tavsiyede bulunmuştur:
“Ey Osman! Cemaate namaz kıldırırken namazı fazla uzatma. İnsanların en zayıfını ölçü al. Çünkü onlar arasında yaşlılar, çocuklar, zayıflar ve işleri dolayısıyla acelesi olanlar vardır.”