Home » Ekonomi » Bize Yön Veren Metinler Cilt1 Bölüm 7

Bize Yön Veren Metinler Cilt1 Bölüm 7

IV – BİLİM VE TEKNİK

İslam’da peygamberlikten sonraki en yüksek rütbe, bütün türleriyle bilgeliktir (el-hikmet). İslam’ın çeşitli din-dil-milletlerden oluşan çokbiçimli kültür ve siyaset yapısı, İslam’ın bilgiyi teşvik eden ilkeleri ışığında (Kur’ân 28: 78, 39: 9 vd.) kısa zamanda onların birikimlerini İslam potası içerisinde bir araya getirmiş, su damlaları gibi dünyanın çeşitli yörelerine ve tarihin karanlıklarına saklanmış bilgi kırıntılarından büyük bir bilgi denizi yaratmıştır. İslam medeniyetinde, dünyanın çeşitli yörelerde, muhtelif dillerde kaleme alınmış bilgilerin, son derece kısa bir süre içinde ve yaratıcı şekilde bir araya getirilmesi, bilim tarihçilerinin hayretle karşıladığı bir olgudur. Büyük ölçüde bu başarı, yayıldığı geniş coğrafyada kopuk halde bulunan kültürler arasında, asimilasyona uğratmaksızın İslamiyet’in yarattığı iletişim ağının bir sonucudur. Başarının bir başka sebebiyse, Emevi siyasetinin kopardığı İslam topraklarının doğu kanadıyla, Abbasiler sonrasında iletişimin yeniden kurulmasıdır. Bu kadar farklı dil ve kültürün bulunduğu bir ortamda bilimin gelişmesinin başlıca yolunu tercüme oluşturduğu için başta Sanksitçe ve Grekçe olmak üzere pek çok ölü ve yaşayan dilden eserler Arapçaya tercüme ettirilmiştir. Bağdat’ta otuz altı kütüphane bulunduğu rivayet edilir; Endülüs’deki kütüphanelerin sayısı yetmişten fazlaydı. Kahire’de kurulan Darulhikme kütüphanesinde iki milyona yakın kitap bulunduğu kayıtlara geçmiştir. 1258deki Moğol İstilası’nda ve ardından 1492deki Reconquista’da bu kütüphanelerin çoğu yakılarak yok edilmiştir. İslam bilim tarihi yazıcılığı henüz emekleme safhasındadır; bu nedenle pek çoğu modern bilim düşüncesini etkilemiş ve belirlemiş bulunan aşağıdaki metinlerle birlikte İslam Rönesans’ını tasvir edecek metinleri okurun dikkatine sunuyoruz.

A. MANTIK: TUTARLI DÜŞÜNMENİN YÖNTEMİ

İslam kültürü içinde yapılan mantık çalışmalarının genel bir başlığı olarak “İslam mantığı”, özellikle son yarım asırdır gelişmekte olan bir çağdaş çalışma alanıdır. İslam mantığı üzerine ilk çalışan uzmanlar, onun Aristoteles mantığının Arapçada icra edilmesinden ibaret olarak görüp, İslam mantıkçılarını da özgün mantık görüşleri olan düşünürler olmaktan ziyade “Aristoteles yorumcusu” olarak görmüşlerdir. Ancak yeni araştırmalar, İslam kültüründen ve Arap dilinden kaynaklı çeşitli özelliklerden dolayı, İslam mantığında Aristoteles’te görülmeyen yenilikler bulunduğunu göstermektedir. Aşağıda Fârâbî’nin mantık bilimi hakkındaki görüşleri ile İslam mantığının ayırt edici özelliklerinden birisi olan dil sorununu yansıtan metinlere yer verilmiştir.

1. Mettâ b. Yûnus ile Ebû Saîd es-Sirâfî Arasındaki Mantık-Dil Tartışması

40/661 yılında Muaviye tarafından kurulan Emevi devleti, Ümeyyeoğullarının dışında kalan Arap kabilelerinin yanı sıra Pers kökenli Müslümanlara karşı olan ideolojik tutumuyla bilinir. Bu tutumun gerisinde, Emevi devletinin bürokratik ve siyasi yapısının Bizans renklerine bürünmüş olması yatar. Esasen Ümeyyeoğullarının, İslam öncesinde Bizans’la güçlü ticari ve siyasi ilişkileri bulunuyordu. 747 yılında Emevi devleti, Pers bölgesindeki Müslümanların etkisiyle yıkılarak, yerine Abbasi devleti kurulmuştu. İbn Haldûn’un tespitine göre Abbasi devletindeki istihdam, giderek artan oranda Pers bölgesinin insan kaynaklarıyla doldurulmuştu ve Bîrûnî’nin deyişiyle 8. Yüzyıl sonunda Abbasi devleti, artık bir Horasanlı (Doğulu) devlet haline gelmişti. Devleti kuran Müslümanların bitmek bilmeyen siyasi talepleri, sonunda 820 yılında Pers bölgesinin özerkleştirilmesiyle sona erdi. Böylece Pers bölgesinden gelen Müslümanlar, devletten tasfiye edildiler. Tasfiye hareketi, idari kadroların arındırılmasıyla sınırlı kalmadı; Abbasi devleti yarım asırdan fazla sürede oluşan entelektüel sınıfı da tasfiye etme yoluna gitti ve Abbasi bilim siyaseti Horasan-Hindistan kanalından Helen kanalına doğru değişim gösterdi. Büyük ölçüde bu motivasyonla 830 yılında, çoğunlukla Hıristiyan Süryani mütercimlerin istihdam edildiği Beytu’l-ḥikme (Felsefe Evi) kuruldu. Beytu’l-ḥikme kadroları, Abbasi bilim siyasetinin etkisiyle, 7. yüzyıldan beri Arap dilbilimini temsil eder hale gelen Pers kökenli Müslümanlarla siyasi bir çatışmaya girdi. Diğer taraftansa İslam’ın temel inançlarıyla bağdaşmazlık içerisinde bulunan Helen felsefesinin ontolojik kabulleri, İslam bilginlerince uzun zamandır eleştiriliyordu. Ebû Hayyân et-Tevhîdî’nin aktardığı aşağıdaki dil-mantık tartışması, Süryani mütercim ve mantık hocası Mettâ b. Yûnus (ö. 328/940) ile Arap dilbilimcisi, kelam ve fıkıh bilgini Ebû Saîd es-Sîrâfî (ö. 368/978) arasında 326/932 yılında gerçekleşmiştir. Özü itibariyle tartışma; mantığın evrensel bir disiplin olduğu savına karşı, mantığın evrenselliğinin, matematik gibi evrensel bir dilin kullanılması şartıyla mümkün olduğu şeklinde ifade edilebilecek bir karşı-savdan oluşmaktadır. Bu karşı-sava göre mantığın, matematik gibi salt kavramlı bir dil yerine, Grekçe gibi lisanları kullanması durumunda, bir Yunan mantığının yanı sıra bir Arap mantığı da mümkün hale gelmektedir. İlginç bir şekilde mantık tarihinin modern döneminde ortaya çıkan gelişmeler, Sîrâfî’nin gösterdiği istikamette olmuştur. Lisanlardan kaynaklanan hataları en aza indirgemek amacıyla mantıkta sembolik ve cebirsel bir dil kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca Fârâbî gibi filozoflar tarafından bağımsız çalışmalara da konu yapılmış olan Sîrâfî’nin edatlar ile mantık ilişkisi hakkındaki soruları 13. yüzyıldan itibaren Avrupa mantıkçılarının gündemine syncategoremata terimiyle girmiş, özellikle 19. yüzyıldan itibaren mantık ve dil çalışmalarının vazgeçilmez konularından birisi olmuştur.

326 yılında meclis toplandığında vezir İbnü’l-Furât (…) topluluğa dedi ki:

— İçinizden Mettâ’nın mantık görüşü üzerine münazaraya girişecek birisi yok mu? Zira o diyor ki: “Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, delilli [bilgiyi] şüpheliden, tereddütlü [bilgiyi] kesin [bilgiden ayırt etmenin] mantıktan sahip olduğumuz ve onu icra etmek suretiyle edindiğimiz [bilgiden] başka yolu yoktur.” (…)

SÎRÂFÎ: Bana mantıkla neyi kastettiğini anlat. (…)

METTÂ: Söz disiplinlerinden birisi olarak mantık, düzgün konuşmadan bozuk olanı, geçerli düşünceden geçersiz olanı ayırt eder; [o] bir tartı gibidir; ben onunla fazla olanı eksikten, ağır olanı hafiften ayırt ederim.

SÎRÂFÎ: Yanılıyorsun! Arapça konuştuğumuza göre düzgün söz hatalı sözden mantıkla değil nazım ve i’râbla ayırt edilir; akıldan söz ediyorsak geçersiz düşünce geçerli olandan akılla ayırt edilir. [Ayrıca] farzet ki fazla olanı eksikten ayırt ettin, tartılan şeyin demir mi altın mı yoksa başka bir şey mi olduğunu nereden bileceksin? Ölçünün bilgisiyle ilgili [tartışmadan sonra] görüyorum ki ölçülen cevherin bilgisinden onun değerinin bilgisine ve sıralaması uzun sürecek pek çok niteliğin bilgisine varıncaya kadar muhtaçsın. Bu durumda kendisine dayandığın ve gerçekte kendisiyle uğraştığın ölçünün sana bir faydası olmayacaktır. [Ölçünün] sana faydası tek bir bakımdan pek azken, [bilmen] gereken daha pek çok şey vardır. Sen Ebû Nuvâs’ın söylediği şu durumdasın: “Bir şey kazandın, ama kaybettiğin çok şey var”. Öte yandan kaçırdığın bir husus daha var; dünyadaki her şey ölçülebilir değildir; zira cisimlerin bir kısmı ölçülür, bir kısmı tartılır, bir kısmının boyu ölçülür, bir kısmına dokunulur, bir kısmınaysa paha biçilir. Bütün bunlar ancak söz konusu şeyler görülebiliyorsa mümkündür. (…) Bunu bir yana bırakırsak, mantık Yunanlı birisi tarafından Grek dili, terminolojisi ve Yunanlıların anladığı sıfatlar ve tasavvurlar üzerine kurulduğuna göre Türkü, Hintlisi, İranlısı ve Arabı onu nasıl inceleyecek, kendi lehlerinde ve aleyhlerindeki hususları [mantıkla] nasıl ayırt edecek, kabul veya reddedecekleri şeyler hususunda [mantıktan] nasıl tanıklık getirecekler?

METTÂ: Mantık, [her millet] için geçerlidir; çünkü o kavranılan niyetler ve anlamlar ile kendiliğinden ve birdenbire akla gelen fikirleri inceler. Zira insanlar kavramları [idrak etme] hususunda birdirler; bilmez misin ki iki kere dört bütün milletlere göre sekiz eder. [Kavramlarla ilgili] diğer hususlar da böyledir.

SÎRÂFÎ: Anlamların niyet ve lâfzın bütünlüğü içinde ortaya konulması, toplumların farklı olması ve aynı anlama ilişkin değişik ifade şekillerinin bulunması ihmal edilirse iki kere dördün sekiz etmesi gibi görüş ayrılığı kalmazdı ve işte o zaman mantığın bütün toplumları bağladığı iddia edilebilirdi. Halbuki mantıkta durum böyle değildir. Bu örnekle durumu çarpıtıyorsun; zira siz [mantıkçıların] bu örneğe benzer bir aldatma yöntemi bulunmaktadır. Kavranabilen niyet ve anlamlara, ancak isim, fiil ve harfleri içeren bir dil sayesinde ulaşılacağından, her şeyden önce dilin bilinmesi zorunlu değil midir?

METTÂ: Evet (neam).

SÎRÂFÎ: Bu verdiğin “neam” cevabı yanlıştır, söz konusu soruya Arap gramerine göre “belâ” (evet gerekir) lâfzıyla cevap vermeliydin.

METTÂ: Evet, gerekir (belâ); ben bu konuda seni takip ediyorum.

SÎRÂFÎ: Öyleyse sen bizi mantık bilimine değil Grek dilini öğrenmeye davet ediyorsun. Peki Grekçe bilmediğin halde bilmediğin bir dili öğrenmeye neden davet ediyorsun? Zira Grekçe, uzun zamandan beri konuşulmayan, halkının nesli tükenmiş ve sonuç olarak farklılaşmış bir dildir. (…) Öte yandan sen bir mütercim olduğuna göre, önce Grekçeden Süryaniceye oradan da Arapçaya yapılan mantık tercümeleri arasında çeviriye bağlı anlam değişmeleri hakkındaki görüşün nedir?

METTÂ: Grekler her ne kadar diliyle birlikte yok olmuşsa da bu dilden yapılan mantık tercümeleri, orijinal eserlerdeki amaç ve anlamları korumuş ve olduğu gibi yansıtmıştır.

SÎRÂFÎ: Yapılan tercümelerin yanlış değil doğru, değiştirilmeyip özgün, dağınık değil düzenli olduğunu, (…) ne eksiltilip ne de çoğaltıldığını, [sözün parçalarının] ne önceye ne de sonraya alındığını, ne özel anlamlarıyla genel anlamlarının ne de genel anlamlarıyla özel anlamlarının birbirine karıştırıldığını senin için kabul ettiğimizde –buysa dillerin doğasında ve anlamların miktarında geçerli bir kabul olmaz– bu durumda sen sanki şöyle diyorsun: Grek aklından başkasına ihtiyaç yoktur, onların ortaya koyduklarından başka bir ispat yoktur, onların sundukları hakikatten başkası yoktur.

METTÂ: Böyle değilse de Grekler hikmeti sevip yaşatmada, bu âlemin bitişik- ayrı, görünen-gizli bütün yönlerini araştırmada [benzersiz] bir millettir. Onların titiz çalışmalarıyla çeşit çeşit bilimler, türlü türlü sanatlar meydana gelmiş, gelişmiş ve yayılmıştır. Bu

[hayranlık verici]

durumla başka toplumlarda karşılaşmıyoruz.

SÎRÂFÎ: Yanılıyorsun, duygusal eğiliminden dolayı taassuba saplanıyorsun. Çünkü varlık ilmi (ılmu’l-âlem) dünyadaki bütün toplumlar arasında bilinen bir şeydir. (…) Sanatlara gelince onlar yeryüzünün özelliklerine göre dağılmıştır. Bundan dolayı bir bölgede bir ilim diğerlerine göre daha yaygın olarak bilinir; belirli bir beldedeki sanat diğerlerinden daha çok yayılır. Bu son derece açıktır; bu konuda daha fazla söz dikkati dağıtır. Bununla birlikte senin sözün ve iddian, Greklerin doğası gereği hatasız, üstün zekâlı, apayrı bir millet olduğunun kabul edilmesi şartıyla geçerli ve kabul edilebilir olurdu; öyle ki onlar hata yapmak isteseler bile bunu yapamayacak bir millet olurdu. (…) Halbuki Grekler diğer milletler gibi bazı hususlarda isabet eder bazılarında yanılırlardı, bazı şeyleri bilir bazılarını bilmezlerdi, bazı konularda yalan söyler bazılarında doğru söylerlerdi, bazı durumlarda iyi bazılarında kötü davranırlardı. Mantığı kuran Aristoteles ise Grek toplumunun kendisi değil, sadece onun bir bireyidir. Kendisinden sonrakiler ondan fikir aldığı gibi o da önceki filozofların görüşlerinden faydalanmıştır. O mutlak bir bilimsel otorite olmadığından hem Greklerden hem de başka milletlerden onun görüşlerine karşı çıkanlar vardır. Öte yandan görüş, inceleme ve araştırmada fikir ayrılığı ilmin yapısında bulunan asli ve doğal bir özelliktir. Bir insanın [bilimin] bu özelliğini ortadan kaldıracak bir delil getirmesi nasıl kabul edilebilir? [Heyhat!] Bu imkânsızdır. (…) Burada bir sorun daha var: Sen diyorsun ki insanların akıl düzeyleri farklı ve akıldan nasipleri derece derecedir. METTÂ: Evet. SÎRÂFÎ: Pekiyi bu farklılık ve derecelenme doğal mıdır yoksa kazanılmış mıdır?

METTÂ: Doğaldır.

SÎRÂFÎ: Öyleyse bu doğal farklılığı ve köklü derecelenmeyi nasıl bir şey ortadan kaldırabilir?

METTÂ: Bu daha önce senin sözünde geçmişti.

SÎRÂFÎ: Kesin bir cevaba, arı bir açıklamaya ulaşabildin mi? Bunu bir kenara bırakalım. Arapçada yaygın olarak kullanılan ve bilginlerce anlamları ayrıntılı olarak bilinen tek bir harfi, ’vâv’ harfini soracağım. Kendisinden delil getirdiğin ve anlaşılmasını istediğin Aristoteles mantığı açısından değerlendirirsen ’vâv’ harfinin anlamları nelerdir? Kullanıldığı yerler nelerdir? Tek bir anlamda mı yoksa çok anlamda mı kullanılır?

Bu [sorunun] üzerine Mettâ afalladı ve dedi ki:

METTÂ: Bu bir dilbilgisi [sorusudur], bense dilbilimini incelemiyorum. Zira mantıkçının ona ihtiyacı yoktur, halbuki dilbilimcinin mantığa şiddetle ihtiyacı vardır. Çünkü mantık düşünceyi araştırırken [dilbilim sözü araştırır]. Mantıkçının sözle ilgilenmesi ilineksel bir durum olduğu gibi dilbilimcinin düşünceyle ilgilenmesi de ilineksel bir durumdur. Öte yandan düşünce, sözden daha üstündür; söz ise düşünceye göre daha açık bir konudur.

SÎRÂFÎ: Bu yanlış bir görüştür; çünkü söz, konuşma, dil, sözcük, duygunun ifadesi, açıklama, laf, haber, arz,

[temenni]

, yasaklama, dua, ünlem ve istek gibi söz çeşitleri aynı ilkenin (düşünce) türev ve benzerlerinden kaynaklanmıştır. (…) O halde [Arap] dilbilimi bir mantıktır fakat o Arapçanın mantığıdır, mantığın kendisi ise bir dilbilimdir çünkü o ancak dille anlaşılır. Söz ile düşünce arasındaki fark, sözün doğal olmasına karşın düşüncenin akli olmasıdır. Bundan dolayı söz zaman içinde geçer, zira zaman doğanın bıraktığı izi [doğanın başka bir iziyle] takip eder. Bundan dolayı düşünce zamanla kalıcı olur, çünkü düşüncenin özü akıldır akıl ise ilahidir. Sözün maddesiyse toprağa benzer, her topraktan olan şey de yok olur. Bu durumda üzerinde çalıştığın ve onunla kendini geliştirdiğin sanatın isimsiz olduğu ortaya çıkar. Bu sorun ise ancak Arapçadan bir isim ödünç alarak bir derece çözülebilir. (…)

METTÂ: Sizin dilinizdeki isim, fiil ve harf bu sorunu çözmek için bana yeter; çünkü bu kadarıyla Greklerin bana ifade ettiği [düşünce zenginliğini] Arapça olarak dile getirilebiliyorum.

SÎRÂFÎ: Yanılıyorsun, çünkü [bir dildeki] isim, fiil ve harf konusunda, [o dili kullanan] insanların niyetleri içerisinde oluşan düzene bağlı olan [sözcüklerin] yapı ve nitelik bilgisine muhtaçsın. Aynı şekilde bundan sonra bu isimler, fiiller ve harflerin [cümle içindeki] hallerinin (el-ḥarekât) [bilgisine] muhtaçsın, çünkü harekelerdeki hata ve bozukluk, hareket eden [canlılardaki] hata ve bozulma gibidir. Bu, sizden (ayrılmayan bir sır içerdiği halde sen, arkadaşların ve öğrencilerinin habersiz olduğu) bir konudur. Aklından henüz şüphe etmiyorum; o sır şudur: Hiç bir dil bütün özellikleriyle başka bir dille örtüşmez. Bunlar ise o dildeki sıfatların tarifleri, isim, fiil ve harfleri, lafızların birleştirilmesi (et-te’lîf), cümledeki ögelerin sözdizim bakımından öne alınması (et-takdîm) yahut geriye bırakılması (et-te’ḫîr), sözün istiare yahut hakikati ifade etmesi, vurgular, anlamın kapsamlı (es-se’atu) ve dar (ed-ḍayqu) olması, sözün nazım, nesir, secî, vezin ya da esnek (el-meylu) olması vb. birçok özelliktir. Bu bilgiyi reddeden ve doğruluğundan şüphe eden akıldan bir parça pay ve insaftan nasibini almış birini düşünemiyorum. Öyleyse [dilin] bu niteliklerini

[dikkate alırsan Grekçeden Süryaniceye]

yapılmış tercümelerin güvenilir olduğunu nereden çıkarıyorsun? Dillerin Farsça, Arapça ve Türkçe diye ayrılmasına karşın düşüncelerin ne Grekçe ve ne de Hintçe şeklinde ayrılmamasına rağmen senin Arapçayı öğrenmen Grekçe düşüncesini öğrenmenden daha önceliklidir. Bununla birlikte sen düşüncelerin akıl, araştırma ve düşünme yoluyla meydana geldiğini savunuyorsun, bu durumda sadece dile [ilişkin] bilgiler söz konusudur. Öyleyse hakikatini bilmemekle birlikte Aristoteles’in kitaplarını kendisiyle şerhettiğin Arapçaya niçin haksız eleştiriler yapıyorsun?

Birinin sana şöyle dediğini duydum : “Hakikati araştırmak ve bilmek hususunda benim durumum, mantığın kurucusu [Aristoteles’ten] önceki [Sofist ve filozof] topluluğunun durumuna benzer. [Hakikati] onlar gibi dil yoluyla araştırır ve onlar gibi düşünürüm. Çünkü ben dili, küçükken ve irsî bir yolla; hakikatten çıkardığım anlamları ise inceleme, akılyürütme, derinleşme ve çalışmayla kazandım”. Onun bu görüşü hakkında ne dersin? Yoksa bu görüşün doğru olmadığını ve bu durumun devam etmediğini, çünkü o kimsenin varlıkları senin bildiğin yolla bilmediğini mi söyleyeceksin. (…)

Bunu da bir kenara bırakalım, bana ’vâv’ harfinin görevlerinden söz et. Çünkü mantığın önemine ilişkin yaptığın vurgunun sana bir faydası olmadığını, üstelik senin Grek felsefesini kendisi sayesinde öğrettiğin Arapçadaki tek bir harfi bile bilmediğini göstermek istiyorum. Zira bir harfi bilmeyen bir kimsenin diğer harfleri de bilmemesi mümkündür, harfleri bilmeyenin ise dili tam anlamıyla bilmediği söylenebilir. Eğer bütününü değil de bir kısmını bilmiyorsa bu takdirde ihtiyaç duyduğu şeyleri bilmediği anlaşılır. Böyle birine belki de ihtiyaç duymadığı bir bilgi faydalı olabilir. Bu bilgi ise avâm yahut bir üst derecesindeki kişilerin bileceği basit bir şeydir. Öyleyse niçin dili öğrenmekten kaçınıyor, büyükleniyor ve bu bilginin havassa ait bir iş olduğu zannına kapılıyorsun? (…)

[Metnin gidişinden Mettâ b. Yûnus’un cevap veremediği anlaşılmaktadır.]

SÎRÂFÎ: Sana sadece bir harfin anlamlarını sordum, bütün harflerin anlamlarını ve kullanıldığı yerleri sorsaydım ne yapacaktın? (…) Siz mantıkçıların, dilbilimcilerin ’fî’ harfinin kullanıldığı yerleri bilmediğini ve ’bâ’ harfinin bağlaç olarak kullanılması gibi onun da bağlaç görevi gördüğü görüşünde olduklarını söylediğini duydum. Halbuki ’fî’ harfinin ’şey kaptadır’, ’kap mekândadır’, “siyasetçi siyasetin içindedir”, ’siyaset siyasetçide bulunur’ örneklerindeki gibi kullanıldığı birçok yer vardır. Bu kadar ayrıntılı bilgiyi Grek bilginlerinde ve Grekçede görebilir misin?

(…)

et-Tevḥîdî, Ebû Ḥayyân tsz. Kitâbu’l-İmtâ’ ve’l-mu’ânese, tah. Aḥmed Emin-Aḥmed ezZeyn, Beyrut: Mektebetu’l-Aṣriyye, 2 c, I, s. 108–119.

Çeviren: Sadık Türker

2. Mantık Hakkında: el-Fârâbî

Özellikle mantık alanındaki önemli başarı ve katkıları dolayısıyla Muallim-i Sânî unvanıyla anılan Fârâbî, kendisinden önceki mantıkçıların çalışmalarını da dikkate alarak Aristoteles’in Organon’u üzerine özet, şerh ve tefsir şeklinde metinler yazmakla kalmamış, mantık disiplininin bütün bölümlerine dair bağımsız ve özgün eserler de kaleme almıştır. Ayrıca o, önceki mantıkçılarda rastlanmayan ve sonraki İslam mantıkçılarına yön veren bir yaklaşımla mantık konularını tasavvurât (kavramlar) ve tasdîkât (önermeler) olmak üzere iki kısımda değerlendirir. Aşağıdaki metinde filozof, mantık disiplininin kısa fakat kuşatıcı bir tanıtımını yapmaktadır.

Mantığın Konusu ve Gramerle Olan İlişkisi

Bu risalede, yanlışa düşme ihtimali olan her hususta aklı doğruya yönelten şeyleri kapsayan ve akılla bulunup çıkarılan her konuda yanlıştan sakınmayı sağlayan ilkeleri bildiren; mantık sanatını incelemeyi amaçladık. Mantık sanatının akıl karşısındaki konumu, gramerin dil karşısındaki konumu gibidir. Nasıl ki gramer, kendi dilinin gramerini yapan bir milletin dilini düzenliyorsa, tıpkı bunun gibi mantık ilmi de aklı, yanlışa düşme ihtimali bulunan bir konuda bile ancak doğruyu düşünecek hale getirir. Şu halde gramer ilminin dil ve kelimelerle olan ilişkisi, mantık ilminin akıl ve akledilirlerle olan ilişkisi gibidir; ve yine nasıl gramer ifadede yanlış yapma ihtimali olan noktada dilin ölçüsü ise, aynı şekilde mantık ilmi de hataya düşme ihtimali bulunan akledilirler konusunda aklın ölçüsüdür.

Kıyas ve Beş Sanat

Bazı sanatlar kıyasa dayalı, bazısı ise kıyasa dayalı değildir. Kıyasa dayalı olanlar, parçaları bir araya getirilip tamamlandıktan sonra işlevi kıyası kullanmak olan disiplinlerdir. Kıyasa dayalı olmayanlar ise tıp, çiftçilik, marangozluk, ustalık ve kendilerinden herhangi bir iş ve etki/sonuç elde etmeye elverişli bulunan başka sanatlar gibi unsurları bir araya getirilip tamamlandıktan sonra işlevi ve amacı herhangi bir iş/uygulama yapmak olan disiplinlerdir.

Kıyasa dayalı sanatlar felsefe, cedel, safsata, hitabet ve şiir sanatı olmak üzere beş tanedir.(…)

Kıyas ya bir başkasına hitap etmede ya da insanın bir şey ile kendisi arasındaki ilişkiye dair herhangi bir sonuç çıkarmasında kullanılır. Kıyası her iki konuda birden kullanmak felsefenin bir özelliğidir. Bu beş sanatın geri kalanına gelince, bunların her biri kıyası daha çok onunla başkasına hitap etmek üzere kullanır.

Felsefi söyleme, onunla bir şeyin kesin bilgisini ortaya koyacak olan şeylerin hakikati öğretilmek ve açıklanmak istendiği için “burhânî” adı verilir. Cedelî (diyalektik) söylem ile konuşanın yaygınlıkla bilinen önermelere dayanarak üstün gelmesi amaçlanır. Sofistik söylem ile de konuşan kişinin, aslında öyle olmadığı halde görünüş bakımından yaygınlıkla bilindiği sanılan önermelere dayanarak sanal bir üstünlük sağlaması beklenir; bu yolla konuşanın ve dinleyenlerin birbirini yanıltması, ayrıca çarpıtma ve aldatma amaçlanır. Böylece konuşan, öyle olmadığı halde kendisinin ilim ve hikmet sahibi olduğu vehmine kapılır. İşte buradan hareketle, öyle olmadığı halde hikmet olduğu zannedilen sanatın adı olmak üzere “aldatıcı hikmet/el-hikmetü’l-mümevvihe” ismi türetilmiştir ki burada “sûfya” hikmet, “vâstas” ise aldatma/çarpıtma demektir. Hatâbî (retorik) söyleme gelince, bu yolla, kesinlik düzeyine ulaşmamış önermelerle zihin yatıştırılarak dinleyen ikna edilmek istenir. Şiir türü (poetik) söylem ile de bir şeyin sözle anlatılması ve hayalde canlandırılması amaçlanır ki bu tiyatro (temsil) sanatında beden hareketleriyle çeşitli canlıların ve başka cisimlerin anlatılmasına benzer. Şiir sanatının diğer kıyasa dayalı sanatlara olan nisbeti, tiyatro sanatının diğer uygulamalı sanatlara ve satranç oyununun duygusal olarak orduların yönetilmesine olan nisbeti gibidir. Aynı şekilde herhangi bir şeyi beden, organ ve sesleriyle anlatanlar [pantomim] birçok şeyi yaptıkları eylemle anlatmış olurlar. O halde şairin sözlü olarak nesneler hakkında canlandırmak istediği şeyler tıpkı insan heykeli yapan heykeltıraşın insanla ilgili, diğer canlıları anlatanın bu anlattığı canlılarla alakalı, satranç oyuncusunun savaş taktikleri hakkında canlandırmak istediği şeyler gibidir.

Mantığın Kısımları

İmdi, mantık sanatı kıyasa dayalı sanatların her birine, onun düzenlenmesini sağlayan özel kanunlar verir. Ayrıca bu sanatlardan herhangi birinin usulüne uygun olarak ortaya konulan şeylerin belirlenmesini ve ayrılmasını, dolayısıyla da onların usûlüne uygun olup olmadığının bilinmesini sağlayan kanunlar verir ki bunlar beş kitapta yer alır. Beş sanatın hepsinin ortak olduğu başka kanunlar da verir ki bunlar üç kitapta bulunur. Şu halde mantığın bütün kısımları sekiz kitapta ortaya konulmuş olmaktadır.

Bunların ilki Kategoriler Kitabı olup müfret (yalın) terimlerle (elfâz) gösterilen müfret kavramlar (ma’kûlât) ve müfret kavramları gösteren müfret terimleri kapsar ki bunlar kıyasların ve karşılıklı konuşmada kullanılan sözlerin düzenlenmesini sağlayan asgarî unsurlardır.

İkincisi mürekkep (birleşik) kavramlar ve birleşik terimleri içeren Önerme Kitabı’dır. Bunlar ikişer kavramdan ve ikişer terimden oluşur; kendileriyle kıyasın düzenlendiği öncüllerin her birinin düzenlenişi de bu şekildedir.

Üçüncüsü Önerme Kitabı’nda zikredilen öncüllerden oluşan şeyleri konu alan Kıyas Kitabı’dır. İşte bu üç kitap, beş sanatın hepsini kuşatan genel konuları kapsar.

Dördüncü kitap özellikle felsefe sanatının düzenlenmesini sağlayan özel kanunları içeren Burhan Kitabı’dır. Geri kalan dört kitap ise öteki dört sanatı konu edinir.

İlimlerin Sınıflandırılması ve Mantık

Felsefenin matematik, fizik, ilahiyat ve siyaset ilmi olmak üzere dört kısmı vardır. Matematik de dört kısımdır: Aritmetik, geometri, astronomi ve musikî ilmi. Fizik/tabiat ilminin konusu cisimler ve cisimlerde doğal olarak yani insanın iradesi dışında bulunan her şeyin incelenmesidir. Cisim olmayan ve cisimde bulunmayan şeyler ile diğer ilimlerin alanına giren şeylerin en uzak sebeplerinin araştırılması İlâhiyat/metafizik ilminin konusudur. Siyaset ilmi gerçek anlamda mutluluk ve gerçekte öyle olmayıp mutluluk zannedilen, ayrıca yapılması halinde ülke halkının mutluluğunu engelleyecek olan şeylerin incelenmesini konu alır. Bu ilim, ’insan felsefesi’ ve ’uygulamalı felsefe’ olarak da isimlendirilir. Çünkü o, sadece iradeli olarak yapılan ve iradeyle ulaşılan şeyleri araştırır.

Mantık sanatı felsefenin bölümlerinde kullanıldığında ilmî ve amelî sanatların kapsamına giren bütün şeylere ilişkin kesin bilgi sağlayan bir alettir. Mantık sanatı olmadan bilinmek istenen herhangi bir konuda kesin doğruya ulaşmanın yolu yoktur.

Mantığın Dil ve Düşünceyle Olan İlişkisi

Bu sanatın adı “nutk” kelimesinden türetilmiştir. Bu kelime eskilere göre üç şeyi gösterir: O ilk olarak insanın akledilirleri kavramasını, ilim ve sanat sahibi olmasını, güzel ve çirkin davranışlar arasında ayırım yapmasını sağlayan güce delalet eder. İkincisi anlayış sonucunda insan zihninde ortaya çıkan kavramlardır ki buna “iç konuşma” adı verilir. Üçüncüsü, içte bulunan şeyin dil ile ifade edilmesidir ki buna da “dış konuşma” denir. Bu sanat, akla hem kavramlar/fikirler demek olan “iç konuşma” hem sözlerden ibaret olan “dış konuşma” konusunda hem de bütün dillerde ortak olan kanunlar verdiği ve “düşünen-konuşan güç” her iki durumda da onun sayesinde doğruya yönelip yanlışa düşmekten korunduğu için ona “mantık” adı verilmiştir. Bununla beraber gramer ile bazı konularda ortak olsalar da aynı şekilde farklılıkları da vardır. Çünkü gramer herhangi bir millete ve o dili konuşanlara özgü sözlere dair kanunları verir. Halbuki mantık sanatı bütün dillerde ortak olan terimlere ilişkin kanunları verir.

Fârâbî, “et-Tavtıe ev er-Risâle elletî suddira bihe’l-mantık”, el-Mantık inde’l-Fârâbî, Neşr. R. el-Acem, Beyrut 1985, s. 55–62; ayr. Fârâbî, “Mantığa Başlangıç”, Mantık Risâleleri, Çev. H. Sarıoğlu, Çantay, İstanbul 2001, s. 2–15.

Çeviren: Hüseyin Sarıoğlu

B. BİLİMSEL GELENEK – YÖNTEM VE BİLİMLER SINIFLAMASI

1.İlmin ve Aklın Değeri Üzerine : İbn Bacce

ibn Bacce’nin tam adı Ebu Bekr Muhammed bin Yahya bin as Saig tir.Hayatının başlangıcı hakkında fazla bilgi yoktur.Endülüs de Saragossa şehirinde doğduğu bilinmektedir.İşbiliye,Gırnata ve Fas şehirlerinde yasamıştır.1138 de Fas’da ölmüştür.Kıskanan bazı kişilerin onu zehirleyerek öldürdüğü rivayet edilir.Zehirleme işini yapanın bir doktor olduğu söylenir.

Ibn Bacce’nin akılcı bir filozof olduğu şüphesizdir.Özellikle Aristo ve Farabi nin izinden gitmiştir.Ebu Nasar al Feth Bin Hakan ‘ Kalaid ak ilkyan ‘ adlı eserinde onu dinsizlik ve zındıklıkla itham etmiştir.

Ibni Hakan’ın böyle bir ithama sürükleyen sebep,ibn bacce ile onun arasında geçen özel bir meseledir.Ibn Bacce akılcılığı yüzünen zındıklıkla suçlanmiştır. Gerçek şudurki biraz düşünceye önem veren ve aklın yanında  yer alan bir çok islam düşünürleri Ibn bacce gibi küfürle damgalanmıştır.

Ibn Bacce bir çok eserler yazmış ve Aristo’nun bazı eserlerinide şerhetmiştir.

Ibn Bacce varlıkları sayılar olarak nitelemektedir.Bu sayılarda buut sahibi sayılar ve buut sahibi olmayan sayılar diye ıkıye ayrılır.Buut sahibi sayılar,insan,ağaç ve taş gibi varlıklardır.Buut sahibi olmayan sayılara örnek olarak da cömertlik,şeref,ilim ve savaş zikredilebilir.

Ibn Bacce hareketleri de ikiye ayırıyor :

1- Müfret olaylarla ilgili hareketler.Kuşun uçması,taksinin sürülmesi ve insanın yürümesi bu cins hareketlerdendir.

2- Mutlak hareketler,Aletleri iten kuvvet ve yıldızları döndüren kuvvet bu cins hareketlerdendir.Böyle hareketler daimidirler. Başlangıç ve sonları yoktur.Daimi hareketler inkıtalı hareketlerden daha şereflidir.Kendisinde daimi hareket bulununa varlıklarda inkitalı harekete maruz kalan cisimlerden daha üstün ve daha ulvidir.

Daimi hareketlerde de dairevi ve düz olarak üzere ikiye ayrılırlar

Ibn Bacce’ye göre fasit her varlık için 3 suret mertebesi vardır

1- Umumi ruhani suret,Buna akli suretde diyebiliriz

2- Hususi ruhani suret

3- Cismani suret

Nefsin Kuvvetleri ise altı tanedir

1-Fikriyye

2-Ruhaniyye

3-Hassase

4-Müvellide

5-Gazz,ye

6-Ustukusiyye

Bu kuvvetler ya zorunludurlar yahut da ihtiyaridirler

Akıl sorununa gelince : Ibn Bacce’ye göre aklın önemi çok fazladır. Çünkü sağlam ve kesin bilgi ancak akılla nasıl olur. Mutluluga kavuşmanın yolu akıldan geçer. Ahlakda akla bağlıdır. İnsan aklı sayesinde ne aşağı maddeden en yüksek değer taşıyan ilahi gerçeklere kadar herşeyi bilebilir.

Ibn Bacce’ye göre alemde birtakım akıllar vardır.Bunlarda şunlardır

1-Al Aki Al İnsani

2-Al Akl Al Fa’al

3- Al akl al Küll, Faal akıl insani akli etki yapar.Böylece de bilgiler insani akla intkal eder.ölümden sonra bilgiler faal akla döner

Ibn Bacce’ye göre ilim elde etmenin vasıtası sadece akıldır. Filozofumuzun özellikle Gazzaliyi tenkit etmektedir. Bilindiği üzere Gazzali gerçek ilmin kalp yolu ile ögrenileceğini ifade etmişti .Başka bir deyimle Gazzali ilhami ilim olarak kabul etmiştir. İbn Bacce ise kalbe doğan nurların ve keşfi bilgilerin ilmi değeri olmadığını ileri sürmüştür. Böylecede tasavvufa karşı bir cephe almıştır. Ona göre bilgi duyumlar ve kıyaslarla elde edilir. Akıl süzgecinden geçmeyen hiç bir şey yakini bilgi olamaz

İbn Bacce Tedbir al Mutevahhid adlı eserinde siyasi felsefeye yer vermiştir. İbn Bacce bir seçkinler topluluğu tasarlıyor. Seçkinlerin meydana getireceği böyle bir toplulukta doktor ve hakim bulunmamalıdır. Doktora luzüm yoktur. Çünkü vatandaşlar en uygun şekilde gıdalarını da alacaklardır. Kendileren zarar verecek bir şey yemeyeceklerdir. Hakimede ihtiyaç yoktur. Çünkü vatandaşlar birbirlerine sevgiyle bağlanmışlardır. Onlar arasında asl geçimsizlik olmayacaktır.

İbn Baccenin tasarladığı mükemmel cumhuriyette her vatandaş azami derecede olgun olmalıdır. Hiçbir kimse kanun ve adetlerin cahil kalmamalıdır. Herkes davranışlarında bile,hata veya şaka yolunu asla seçmemelidir.O halde manebi doktorlara da ihtiyaç olmayacaktır. Filozofumuza göre gerçek doktor olarak Yüce allah kafidir.

Olgun olmayan bir toplumda yaşayan olgun vatandaş ruhen münzevi bir hayat sürmeli ve olgun davranışlarıyla diğer vatandaşlara etki yapmalıdır. Ruhen münzevi olmak demek kirli işlere karışmamak demektir. İbn Bacce nin tasarladığı münzevilik sufilerin herşeyden el çekme anlamındaki yanlızlığı değildir.

Ibn Bacce yapılan fiilerin ahlakiliği sorunu üzerindede durmuştur. Eğer bir fiil düşünmeden iç güdü ile yapılırsa bu fill hayvanidir. Aynı zamanda ahlaki değildir. Eğer bir fiil insanın hür iradesinin mahsulü olursa insanidir ve ahlakidir.Örneğin bir taşın bir insanı düşürdüğünü farzedelim. Bu sebeple düşen insan taşa kızarak onu kırarsa hayvani bir fill işlemiş olur.Fakat taşı başkalarına zarar vermemesi için kırarsa insani bir fill işlemiş olur.Fakat taşı başkalarına zarar vermemesi için kırarsa insani bir fill işlemiş olur.Ruhen münzevi insanında daime iradi hareketler ve filler yapması gereklidir.Insan kendi iradesine dayanarak işler yaptığı nisbettte ahşaki hareket etmiş olur.

Ibn Bacce’ye göre filozof üstün ve ilahi bir insandır. O daime akli ve en iyi olanı yapar. Yapacağı işin amacını ve sonucunu düşünür.Böyle bir düşünür kötü ahlaklı kimselerden sakınır.Düşün insanları olmayanlarla ancak zaruret halinde ilgi kurar.Onun işi örnek insan olmaktır. Buda daime düşünmekle olur. Ruhen münzevi düşünürün  son amacı sırf akli düşünce olmak,başka bir deyimle speculatif formlara ulaşmaktır.

Bütün bu yazdıklarımızdan şu sonuç çıkmaktadır. İbn bacce çok kez Farabinin izinden gitmiş olan akılcı bir filozoftır. Tasavvufun ve keşfi bilgilerin karşısından olmuştur. Böylecede Aristoya daha yakın olmuştur. Siyasi felsefesinde ise ideal bir toplum tasarlar. Bu toplumun fertleri kötü fiillere ve kişilere karışmamak anlamında münzevi yaşarlar. Daha doğrusu diğer insanlara örnek olmaya ve düşünmeye önem verirler. Bu tür münzeviler ,tasavvufi anlamda yalnız yaşayanlara benzemezler. Kötü fill ve hareketlerden kaçınmak anlamında münzevidirler. Böyle kimselerin meydan getireceği toplumda ideal toplumdur.

Bilindiği üzere Eflatunda kendine ideal bir siyasi bir toplum tasarlamıştı.Fakat Ibn Bacenin siyasi toplumu onunkinde farklıdır.

Ibn Bacce’nin akla ve düşünceye fazla önem vermesi devrine göre büyük bir cesaret işidir.Onu dinsizlikle suçlanmasıda bu cesaretin sonuc olsa gerektir.

8.Uygulamalı Felsefe: İbn Miskeveyh

Geleneksel felsefe üçe ayrılır: Teorik felsefe, uygulamalı (pratik) felsefe ve üretici fel­sefe. Aşağıda İbn Miskeveyh in uygulamalı felsefe hakkındaki görüşleri yer almaktadır.

—–

Hayvan, bitki ve cansız şeylerden her varlığın ve “bu ateş, hava, toprak ve su gibi basit unsurlarının ve gök cisimlerinin kendi varlıklarını meydana ge­tiren ve kendilerini bu varlıklardan ayırt eden güçleri, kabiliyetleri ve fiilleri vardır. Ayrıca her birinin öteki varlıklarla ortak birtakım güçleri, kabiliyet­leri ve fiilleri de bulunmaktadır. Bütün varlıklar arasında yalnızca insanın iyi huyu ve hoş fiilleri olması arzu edilince, onun diğer varlıklarla ortak güç, kabiliyet ve fiillerini burada ele almamamız gerekir. Çünkü bu “tabiat ilmi” denen başka bir sanat ve ilmin konusudur. İnsanın insan olma sebebiyle kendisine has olan, insanlığını ve faziletlerini, tamamlayan güç, kabiliyet ve fiilleri, düşünme ve ayırt etme gücüne bağlı iradî gerçeklerdir. Bu konudaki araştırmaya “uygulamalı felsefe” adı verilir.

İnsanla ilgili olan bu iradî şeyler de iyilikler ve kötülükler olarak ikiye ay­rılır. İçimizden birisi insanın varoluş amacına yöneldiği zaman, ona iyi veya mutlu insan denilmesi gerekir. Başka engellerin bu amaçlardan alıkoyduğu kimse, kötü ve mutsuz kimsedir. Buna göre iyilikler, insanın yaratılış ve varedilişinin amaçları olan şeylerde gösterdiği irade çabasıyla meydana gelen işlerdir. Kötülükler ise, insanın iradesi, çabası, tembellik veya ilgisizliğiyle bu iyiliklere ulaşmasını engelleyen şeylerdir. (…)

Varlıklardan her birinin, kendisine has bir mükemmelliği ve onun mahiye­ti gereği başkalarıyla ortak olmayan bir fiili bulunduğunu, yani ondan başka bir varlığın bu fiili yapmasının elverişli olmadığını yukarıda belirtmiştik. (…)

Öyleyse, diğer varlıklar arasında insanın kendisine has ve başkasıyla pay­laşmadığı bir fiili vardır. O da insanın ayırt etme ve düşünme gücünden orta­ya çıkan bir fiildir. Kimin ayırt etmesi daha sağlam, düşüncesi daha üstün ve seçimi daha doğru ise, onun insanlığı o ölçüde mükemmeldir. Tıpkı kılıç ve testere gibi. Bunlardan yapılış amaçlarına göre özel bir iş ortaya çıktığı zaman, kendileri bir değer kazanır; sözgelimi kılıçların en üstünü, en keskin, en biçici ve ufacık bir hareketle yapılış amacındaki mükemmelliğe ulaşmada en yeterli olanıdır. Aynı şekilde durum at, şahin ve öteki hayvanlarda da böyledir. Atla­rın en üstünü, en çabuk hareket eden, geme uymada, hareketlerinde iyi alım­lı olma, sıçrama ve koşmada çabukluk gösterme gibi hususlarda binicisinin isteği karşısında en çok çeviklik gösteren attır. Yine aynı şekilde insanların da en üstünü, kendisine has işlerini yapmada en güçlü olan ve kendini diğer varlıklardan ayıran cevherinin gereklerine en çok bağlı olan kimsedir.

Bu itibarla söz götürmez görevimiz, mükemmelliğimizi sağlayan ve ya­ratılış amacımızı teşkil eden iyiliklere karşı arzu duymamız, onlara ulaş­mak için uğraşmamız ve bizi onlara ulaşmaktan alıkoyan ve onlardan elde edeceğimiz zevki azaltan kötülüklerden kaçınmamızdır. Sözgelimi at mü­kemmelliği azaltır, kendisine has işleri en üstün biçimde yapmazsa, at ol­mak derecesinden aşağı düşer, palan vurularak eşekler gibi kullanılır. Kılıç ve diğer aletlerin durumları da böyledir. Bunlar kendilerine has işleri eksik yaparlarsa, bulundukları derecelerinden düşerler ve kendilerinden aşağıda bulunan nesneler gibi kullanılırlar.

İnsan da fiillerini eksiltir ve yaratılış amacının gerisinde kalırsa, yani kendi düşüncesinden meydana gelen fiilleri mükemmel olmazsa, o insan­lık derecesinden hayvanlık mertebesine düşmeye daha lâyıktır. İşte onun İnsanî fiilleri eksik ve kusurlu olursa, durumu böyledir. Eğer onun fiilleri yaratılış amacına zıt olarak meydana gelirse, yani eksik düşünce hayvanla ortak oldukları bedenî arzulardan dolayı, iyi yoldan sapmak suretiyle veya kendi nefsini temizlemeden ah koyan duygulu işlere aldanarak kötü fiiller yaparsa, ki bu temizleme, insanı yüce servete, gerçek sevince, Ulu Tanrı’nın “onlar için gizlenen müjdeyi hiçbir nefis bilmez”(secde,17) mealindeki sözünde ge­çen “müjdeye” ulaştırır; ebedî cennette ve hiçbir gözün görmediği ve hiçbir insanın gönlünden geçirmediği zevkler içerisinde âlemlerin Rabbı’nin ya­kınlığına eriştirir.

Temelsiz bayağı işlerle bu sonsuz nimetleri unutursa, o, yaratanının gazabına, cezasının çabuklaştırılmasına, insanların ve yeryüzü­nün ondan kurtarılmasına layıktır.

Şu halde anlaşılıyor ki, her varlığın mutluluğu kendisine has olan fiilleri­nin ondan tam ve kâmil olarak meydana gelmesine bağlıdır. Bu mutluluğun düşünme ve düşünme konusu olan nesneye göre birçok dereceleri vardır. Bunun içindir üstün düşünme, en yüce olan varlık hakkındaki düşünmedir, denilmiştir. Sonra duyular âleminin mümkün olayları hakkındaki düşünce­ye ulaşıncaya kadar derece derece inilir. Bu şeyler üzerinde düşünen kimse, düşüncesini ve kendisine has formu (sureti) kullanır. İşte bu form sayesidedir ki, insan, mutlu olmakta, gerçek varlığı olmayan bayağı nesnelerden sıyrılıp sonsuz servete ve ebedî nimetlere çağrılmaktadır. Yine biliyor ki, bütünüyle mutluluk türleri ve bunların karşıtları olan mutsuzluklar ve çe­şitleri, iradî fiillerdeki iyilik ve kötülükler, ya en üstünü seçme ve ona göre davranma, ya da aşağı olanı seçip ona yönelme ile olur.

İbn Miskeveyh, Tehzîbü’l-Aklâk Ahlâk Eğitimi, Çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, Büyü­yen Ay, İstanbul 2013, s. 28-31.

C. CEBİR, GEOMETRİ VE ARİTMETİK

Batı’da modern cebrin tarihi, doğal bir şekilde İslam cebriyle, bilhassa bu bilimin adını (algebra) Batı yazınına kazandıran ve “cebrin babası” sayılan el-Harizmi ile birlikte başlar. Cebir, Ortaçağ ve hatta erken Modern Batı kültürüne yabancı olan bir bilimdi; öyle ki 17. yüzyıl Fransa’sında yeni yeni gelişiyor, 18. yüzyıl İngiltere’sinde bile yeterince tanınmıyordu. René Descartes bu gerçeği şöyle ifade ediyordu: “Şimdilerde, Eskiçağ [filozoflarının] geometrik şekiller bakımından elde ettiği şeyi, sayılar bakımından belirlemeye çalışan ’cebir’ adlı bir tür aritmetik gelişmektedir.” Önce Cremonalı Gherardo (1114–1187) tarafından Latinceye tercüme edilen, ardından 13. yüzyılda Leonardo Fibonacci (1170–1250) veya kısaca Pisalı Leonardo tarafından Avrupa’ya tanıtılan cebir, Avrupalı filozoflar tarafından geliştirilinceye kadar uzun bir süre İslami bilim olarak tanınmıştır. İslam matematikçileri, geometriden ziyade cebir ve trigonometri gibi matematik bilimlere daha ilgili olmuşlardır. Bununla birlikte onların özellikle Euclides’in “beşinci paralel postülası”nın ispatı ve incelenmesi konusunda gösterdikleri başarı, Avrupa’da 19. yüzyılda ortaya çıkacak Öklid-dışı geometrilere öncülük yapmıştır. İbnü’l-Heysem’in geometrik problemlerin ispatında hareket kavramına başvurması, Ömer Hayyam tarafından eleştirilmişti; Avrupa’da ortaya çıkan aynı yaklaşım 19. yüzyılda Hermann Von Helmholtz (1821–1894) tarafından eleştirilmişse de modern geometrinin gelişimi bu doğrultuda olmuştur.

1. Cebir ve Cebir Hesabı: el-Harezmî

Muhammed İbn Mûsâ el-Harezmî (163/780-235/850), Aral gölü yakınlarındaki Harezm bölgesinde yetişmiştir. El-Harezmî, Hikmet Evi’nde halife el-Memûn’un hizmetinde çalışmıştır. Harezmî’nin bilime temel katkıları matematik, astronomi ve coğrafya alanında olmuştur. Aritmetik ve astronomide Hint yöntemlerini İslam dünyasına kazandırmıştır. Yazdığı cebir kitabıyla İslam uygarlığında bilimin gelişiminde temel bir öneme sahiptir. Coğrafyadaki başarıları ise bu alanda kendisine saygın bir yer kazandırmıştır. Harezmî’nin aritmetik ile ilgili eserinin Arapça aslı kayıptır. Bu eser Bathlı Adelard tarafından 1120 yılında Latinceye Liber Algorismi de Numero Indorum (Hint Rakamlarıyla Hesap Kitabı) adıyla çevrilmiştir. Harezmî, bu kitabında Hintliler tarafından geliştirilen ve hesaplamalar için çok kullanışlı olan on tabanlı ve konumlu sayı sitemini tanıtmıştır. Bu kitaptan sonra İslâm matematikçileri bu sistemi kullanmaya başlamışlardır. Bu sistemle yazılıp Arapça aslı günümüze gelebilen ilk kitap Ahmed el-Öklidisî’nin Bölümler Kitabı (950) adıyla yazdığı ve on tabanlı sayı sistemini kullandığı kitaptır. Avrupalılar da Adelard çevirisi sayesinde bu sistemi öğrenmiş ve kullanılan bu rakamlara Arap rakamları demeye başlamışlardır. Yine Batılı matematikçilerin el-Harezmî’den algoritma sözcüğünü türetmeleri Harezmî’nin Batı matematiği üzerindeki etkisini göstermektedir. Harezmî’nin cebir üzerine yazdığı kitap El-Kitâb el-Muhtasar fî Hisâb el-Cebr ve’l-Mukâbele ismini taşır. Bu kitap halife elMemûn’a ithaf edilmiştir. Kitabın adındaki cebr ve mukâbele ile denklemleri eşitleme ve sadeleştirme kastediliyor olmalıdır.

Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla başlar ve El-Kitâb el-Muhtasar fî Hisâb el-Cebr ve el-Mukâbele adlı kitabın Muhammed ibn-Musâ el Harezmî tarafından yayınlandığını beyân ederim. Muhammed der ki; önemli sayıların keşfi için güç veren Allah’a şükürler olsun. Aslında, her şeyi yansıtan aksettiren insanın hesaplama ihtiyacıdır. Ben her şeyin rakam içerdiğini keşfettim ve ben rakamın birimleri birleştirmekten başka bir şey olmadığını keşfettim. Bu nedenle birlikle bütün sayılar ifade edilir. Bununla beraber ben bütün sayıların ona kadar olan rakamların türetilmesiyle tanzîm edildiğini keşfettim. On sayısı birlikle aynı tarzda değerlendirilir ve bu sebepten dolayı birlik durumunda olduğu gibi iki katı veya üç katı aynı şekilde hesaplanır. Bundan dolayı 10’un iki katı 20, üç katı ise 30 olur. Ve bu şekilde 10 katlanarak 100’e ulaşılabilir. Yine bu şekilde tıpkı 10 gibi 100’ün iki ve üç katı da alınabilir. İki kat üç kat vb katlarla sayı bine kadar büyütülebilir. Bu yolla bin sayısının katları alınarak sayıların muhtelif adlandırılmaları yoluyla sonsuz sayının araştırması yapılır.

İlaveten, benim bulduğum sadeleştirme ve karşıya geçirme üç tür arasında oluşmaktadır. Bunlar; kökler, kareler ve rakamlar olarak isimlendirilir. Ancak, sayılar ne sadece köklerle ne de kareleri ile bağlantılıdır. Bunlardan kök bir sayının kendisi ile çarpılabilen birimlerinden oluşur. Kare ise kökün kendisi ile çarpılmasının sonucudur. Bu üç formdan ikisi bir diğerine eşit olabilir, meselâ;

Karelerin köklere eşitlenmesi,

Karelerin sayılara eşitlenmesi,

Köklerin sayılara eşitlenmesi.

Bir bilinmeyenin karesi bir bilinmeyene eşittir. Örneğin, bir bilinmeyenin karesi bilinmeyenin beş katına eşittir; bu durumda, karenin kökü beştir ve bilinmeyenin karesi kökün beş katına eşit olan yirmi beşe eşit olur.

Bundan dolayı söylenebilir ki, bir bilinmeyenin karesinin üçte biri bilinmeyenin dört katına eşittir; bu durumda, bilinmeyenin karesinin tamamı bilinmeyenin on iki katına eşit olur, bu sayı da bir yüz ve kırk dörde eşittir ve bunun kökü on ikidir.

Veya söylenebilir ki, bir bilinmeyenin karesinin beş katı, bilinmeyenin on katına eşittir; bu durumda, bilinmeyenin karesi bilinmeyenin iki katına eşit olur; karenin kökü ikiye eşit olur ve bunun karesi dörttür.

Bu şekilde, bilinmeyenin karesi birden fazla ya da az olsun, bilinmeyenin karesi bire indirgenebilir; aynı şekilde kökler de bilinmeyenin karesindekine uygulanan oranlamalarla indirgenebilir.

Sayının karesinin bir sayıya eşit olduğu durumda; örneğin, bir bilinmeyenin karesi dokuza eşittir; bu durumda, bu bir bilinmeyenin karesidir ve kökü üçtür. Veya bir bilinmeyenin karesinin beş katı seksene eşittir; bu durumda, bilinmeyenin karesi seksenin beşte biri olan on altıya eşittir. Veya, bir bilinmeyenin karesinin yarısı on sekize eşittir; bu durumda, bilinmeyenin karesi otuz altıya eşittir ve onun kökü altıdır.

Böylelikle, bilinmeyenlerin karelerinin tamamı, çarpılarak ve alt çarpımlarla bilinmeyenin karesine indirgenir. Eğer bilinmeyenin karesinin bir parçası varsa, ona eklemeler yaparak bilinmeyenin karesi bütün haline getirilir; bunların aynıları sayılara da uygulanabilir. Bilinmeyenin sayıya eşit olduğu durumlarda; örneğin, bir bilinmeyen üç sayısına eşittir; bu durumda, bilinmeyen üçtür ve bunun karesi dokuzdur. Veya bilinmeyenin dört katı yirmiye eşittir; bu durumda, bilinmeyen beşe eşittir ve bilinmeyenin karesi yirmi beştir. Veya bir bilinmeyenin yarısı ona eşittir; bu durumda, bütün bilinmeyen yirmiye eşittir ve bunun karesi dört yüzü oluşturur.

Bulduğum ve bilinmeyen, bilinmeyenin karesi ve sayılar olarak adlandırdığım bu üç tür birbirleriyle bir araya getirilebilir ve böylece üç bileşik tür ortaya çıkar; “bir bilinmeyenin karesi ve bir bilinmeyenin bir sayıya eşit olduğu durum;” “bilinmeyenin karesi ve sayının köklere eşit olduğu durum;” “köklerin ve sayıların bilinmeyenin karesine eşit olduğu durum.”

Bilinmeyenin ve bilinmeyenlerin karesinin sayıya eşit olduğu durumlar; örneğin, “bir kare ve aynı bilinmeyenin on katı otuz dokuz dirhem kadardır;” demek ki, kendi kökünün on katı ile beraber otuz dokuz ederse bilinmeyenin karesi ne olmalıdır? Çözüm; kökteki sayıyı ikiye bölelim, bu durumda beşi verir. Bunu kendisi ile çarparsak sonuç yirmi beş olur. Bunu otuz dokuza eklersek sonuç altmış dörttür. Şimdi bunun kökü sekizdir ve bu sayıdan kökün yarısı olan beşi çıkarırsak elde kalan üçtür. Bu aranan bilinmeyen karenin köküdür ve bunun da karesi dokuzdur.

Bilinmeyenin karesi iki veya üç kat olduğunda da çözüm aynıdır; bilinmeyenin karesi bire indirgenebilir ve aynı ayarlamalarla/orantılarla bilinmeyenleri ve basit numaraları da birbirleriyle ilişkilendirerek indirgenebilir.

Örneğin, “bir bilinmeyenin karesinin iki katı ve bilinmeyenin on katı kırk sekiz dirheme eşittir;” demek ki, bilinmeyenin karesinin iki katı ne olmalıdır ki kökünün on katına eklendiği zaman toplam kırk sekiz dirhem olsun? Öncelikle bilinmeyenin karesinin iki katı bire indirgenmelidir ve bilindiği gibi bilinmeyenin bir katı iki katının yarısının alınmasıyla olur. Ondan sonra adı geçen her şey yarıya indirgenir ve bu sorunun kendisiyle aynı şeymiş gibi olacaktır, bir bilinmeyenin karesi ve aynı bilinmeyenin kökünün beş katı yirmi dört dirheme eşit olur; veya bir bilinmeyenin karesinin kökünün beş katına eklendiğinde yirmi dört dirheme eşit olması için bilinmeyenin karesi ne olmalıdır? Şimdi bilinmeyenin yarısını alalım, yarım iki buçuk olur. Onu kendisiyle çarparsak sonuç altı ve çeyrek olur. Bunu yirmi dörde ekle, sonuç otuz ve çeyrek dirhem. Bunun kökü beş buçuktur. Bundan bilinmeyenin yarısı olan iki buçuğu çıkarırsak elde kalan üçtür. Bu bilinmeyendir ve bu bilinmeyenin karesi dokuzdur.

Bilinmeyenin karesi ve sayıların bir bilinmeyene eşit olduğu durumlar; örneğin, “bir bilinmeyenin karesi ve yirmi bir sayısı bilinmeyenin on katına eşittir;” o zaman söylenebilir ki, yirmi bir dirhem ona eklendiğinde, kökünün on katına eşit oluyorsa bu bilinmeyenin karesi kaç eder? Çözüm, bilinmeyenin katsayısının yarısı alınır ve o beş eder. Kendisi ile çarpılınca sonuç yirmi beştir. Bunu bilinmeyenin karesi ile ilgili olan yirmi birden çıkar ve elde kalan dörttür. Bunun kökü ikidir. Bunu bilinmeyenin yarısı olan beşten çıkar, elde üç kalır. Bu bilinmeyen karenin köküdür ki, bilinmeyenin karesi dokuz olur. Veya denilebilir ki kökü bilinmeyenin yarısına eklersek toplam yedidir; bu bilinmeyen aranan bilinmeyendir ve bu bilinmeyenin karesi kırk dokuzdur.

Bilinmeyenler ve sayıların bilinmeyenlerin karesine eşit olduğu durumlar; örneğin, “bilinmeyenin üç katı ve dört bilinmeyenin karesine eşittir;” Çözüm: Bilinmeyenin yarısını al; bilinmeyenin yarısı bir buçuk olur. Onu kendisiyle çarparsak sonuç iki çeyrek olur. Bunu dörde eklersek toplam altı çeyrek olur. Bunun kökü iki buçuktur. Bunu bilinmeyenin yarısı olan bir buçuğa ekle toplam dörttür. Bu bilinmeyenin karesinin köküdür ve bilinmeyenin karesi on altıdır.

Ne zaman bir bilinmeyenin karesinin katı veya as-katı ile karşılaşılırsa o bir tam kareye indirgenir.

Bunlar kitabın girişinde bahsettiğim altı durumdur. Şu anda onlar açıklanmıştır. Aralarından bilinmeyenin yarısına bölünmesi gerekmeyen üç tanesini gösterdim. Bilinmeyenin yarısının alınmasının gerekli olduğu diğer üçü için ayrı bölümlerle açıklama yapmak yarıya alma sebebini göstermek için daha doğru olacaktır. Bilinmeyenin karesinin ve on katının otuz dokuz dirheme eşit olduğu durumlar.

Bu bilinmeyenin karesini veya bilmek istediğin şeye göre bilinmeyenin kökünü temsil eder. Bu bilmek istediğiniz kare ya da köktür. Aranan kare yüzeyi AB’dir ve onun her bir kenarı köküdür; eğer her bir kenarı verilmiş olan sayıyla çarparsan elde edilen miktar kökün sayısıdır. Karenin her bir kenarı bilinmeyenin karesinin kökünü ifade eder ve örnek olarak, bilinmeyenler bilinmeyenin karesi ile ilişkilendirilmişti, onun dörtte birini alabiliriz ve söylenebilir bu iki buçuktur ve bu şeklin dört kenarının her biriyle birleştirilebilir. Böylelikle orijinal AB karesi, her bir kenarının uzunluğu iki buçuk genişliğinde olan dört yeni paralelkenar birleştirilir; bu paralelkenarlar C, G, T ve K’dir. Şimdi bir kenar uzunluğu bilinmeyen eşit bir dörtgenimiz var, ancak dört köşenin her biri iki buçuğun iki buçukla çarpıldığı bir kare parçasıdır. Kareyi tamamlamak için iki buçukluk bu karelerden dört tane alalım ve yirmi beş olsun. İlk şekilden biliyoruz ki, dörtgen bilinmeyenin karesini temsil ediyor, etrafını çeviren dört paralelkenar bilinmeyenin on katını temsil ediyor, bunların toplamıysa otuz dokuzdur. Bu, AB şeklinin köşelerindeki dört eşit kareye eşit olan yirmi beşe eklenirse büyük şekil DH tamamlanır ve bu şekil beraberce altmış dört eder. Büyük karenin bir kenarı köktür ve bu sekizdir. Eğer; onun dörtte birinin iki katı olan beşi, DH büyük karesinin bir kenarının iki ucu arası olan sekizden çıkarırsak, elde kalan üç olacaktır ve bu bilinmeyenin karesinin bir köküdür veya orijinal şekil AB’nin bir kenarıdır. Fark edilmeli/ gözlemlenmelidir ki, bilinmeyenin sayısının yarısının alınması ve bu yarımın kendisiyle çarpılmasının sonucunun otuz dokuza eklenmesi dört köşeli büyük şekli tamamlamak içindir; çünkü herhangi bir sayının dörtte birinin kendisiyle çarpılması ve sonra dört ile çarpılması o sayının yarısının kendisiyle çarpılmasının sonucuna eşittir. Bu yüzden, dörtte birin kendisiyle çarpımının dört ile çarpılması yerine sadece bilinmeyenin yarısı kendisiyle çarpılır.

Kitap devamında diğer durumlardaki cebirsel denklemlerin çözümüne de ispatlar sunmuştur. Bunları da geometrinin kaidelerinden faydalanarak anlatmıştır. Devamında dört işlemin kuralları verilmiş ve sonra altı problem sunulmuştur. Bu problemlerden ilki ve çözümü şu şekilde verilmiştir:

Onu iki parçaya böldüm; iki parçadan birini diğeriyle çarptım, ondan sonra ikisinden birini kendisiyle çarptım, kendisiyle çarpımının sonucu bir parçanın diğeriyle çarpımının dört katıdır.

Çözüm: Parçalardan birinin şey olduğunu farz edelim, diğeri de şeyin ondan farkıdır. Şeyi on eksi şeyle çarparsanız bu on şey fark bir karedir. “Dört katı” olması durumundan dolayı bunu dört ile çarp. Sonuç bir parçanın diğeriyle çarpımının dört katı olacaktır. Bu kırk şeyin dört kareden farkıdır. Bundan sonra şey şey ile çarpılır, demek ki, bir parça kendisiyle çarpılır. Bundan dolayı eşitlik kırk şey eşittir beş kareyedir, bir kare sekiz köke eşittir, bu altmış dörttür; bunun kökü sekizdir. Bu iki parçadan biridir, yani kendisiyle çarpılan parçadır. Bunun ondan farkı ikidir ve bu diğer parçadır. Bundan dolayı sonuç anlatılan altı durumdan “karelerin köklere eşit olduğu” durumu gösterir.

Eserin devamında geometrik şekiller ve onlara ait kurallar verilmiştir. Bunların çoğu alan hesaplamalarına ve dik üçgen kurallarına ait yöntemlerdir.

Birinci tür: Eş kenarlı ve dik açılı veya kenarları eş olmayan ve dik açılı herhangi bir dörtgenin alanı uzunluğun genişliğe çarpımı ile bulunabilir. Sonuç alanı verir. Örneğin: bütün kenar uzunlukları beş kübit olan bir toprak parçası yirmi beş kare kübit bir alana sahiptir.

İkinci Tür: Bir dörtgen toprak parçasının iki uzun kenarının her biri sekiz kübit uzunluğunda ve kısa kenarı altı kübittir. Alan altının sekize çarpılması ile bulunur ki bu kırk sekiz kübittir. Bu da toprak parçasının alanıdır.

Üçüncü tür: Eşkenar dörtgen, kenarları birbirine eşit ve beş olan, köşegenleri altı ve sekiz kübit olan şekildir. O zaman alan bir köşegenden veya her ikisinde hesaplanabilir. İkisi de bilindiğinden, birinin diğerinin yarısıyla çarpılmasının sonucu alanı verir; demek ki sekizi üçle veya altıyı dörtle çarparsan sonuç yirmi dört kübitlik alandır. Eğer sadece bir köşegen biliniyorsa, iki kenar uzunluğu beş olan iki üçgen vardır, üçüncü kenarsa köşegendir. Bundan sonra üçgen için hazırlanan kurallara göre köşegeni hesaplayabilirsin.

Bergrenn 2003. Episodes in the Mathematics of Medieval Islam, New York, Springer.

Rosen, Frederic 1989. Al-Khwârazmî’s Algebra, Editorial Panel, Sayılı Aydın & Dosay Melek Gökdoğan & Baloch, Islamabad, N.A. Pakistan Hijra Council.

Melek, Gökdoğan 2008. “Ortaçağ’da İki Türk matematikçisi: İbn Türk ve Hârezmî”, Ortaçağ İslâm Dünyası’nda Bilim ve Teknik, Editör: Yavuz Unat, Ankara, Lotus Yayınları, s. 126–132.

Çeviren: Vural Başaran

2. Açının Üç Eşit Kısma Bölünmesi: el-Kûhî

Doğum ve ölüm tarihleri kesin olmayan el-Kûhî’nin ilmî çalışmaları 970 ile 988 yılları arasında tarihlendirilebilir. Kendisi 988 tarihinde Bağdad’da kurulan Şerefüddevle Rasathanesinin başında Rasathane müdürü olarak görev yapmıştır. Astronom ve matematikçi olan Kûhî, çok eski bir problem olan açının üçe bölünmesi konusunu ele almış ve Apollonios’un Koni Kesitleri adlı meşhur kitabında çözülen bir hiperbol probleminden istifade ederek açıyı üçe bölme problemi üzerine kısa bir risale kaleme almıştır.

Bölünecek açı H açısı olsun. Bu açı üzerine bir AB hiperbolü çizelim. Bu hiperbolün parametresi ile köşegeni birbirlerine, AB doğru parçası da parametreye eşit olsun. BC bu hiperbolün köşegeni, H (yani ADV’ye eşit olan ve üçe bölünmesi istenen açı) de tertip açısı olsun. Bu hiperbolün böylece çizimi (Apollonios’un) Koni Kesitleri kitabının birinci kısmının sonunda hiperbol çizimi üzerine verdiği tafsilata göre yapılır.

Bu hiperbolde, aynı kitabın birinci kısmının yirminci propozisyonunda belirtildiği üzere, CD’nin DB ile çarpımının AD2’ye oranı parametrenin köşegene oranı gibi olduğundan, CD’nin DB ile çarpımı AD’nin karesine eşit olur. Böyle olunca da ABD açısı CAD açısına, DBA açısı da ACD açısının iki katına eşit olur. Çünkü AB doğru parçası BC’ye eşittir. Şu halde CAD açısı ACD açısının iki katına, ve CAD ile ACD açıları toplamı ACD açısının üç katına eşittir. Öte yandan, üçgenin ADV dış açısı DAC ve ACD iç açılarının toplamına eşittir. Demek ki ADV açısı C açısının üç katı, C açısı da hiperbolümüzün tertip açısı olan ADV açısının üçte biridir. Tertip açısının H açısına eşit olduğunu kabul etmiştik. Şu halde C’nin H açısının üçte biri olması gerekmektedir. Böylece H açısının üçte birini elde etmiş bulunuyoruz. Bu da açıklamak istediğimiz husustur.

Ebû Sehl el Kûhî’nin… açıyı üç eşit kısma bölme üzerine risalesi sona erdi. Hamd dünyaların tanrısı Allah’adır. Onun salâtı peygamberi Muhammed’e ve temiz ailesi fertlerine olsun.

el Kûhî, Ebû Sehl 1962. “Açının Üç Eşit Kısma Bölünmesi”, çev. Aydın Sayılı, Belleten, S.104, C. XXVI, s. 693–697.

5. Aritmetik: Katışık Denklemlerde Mantıkî Zorunluluklar: Abdülhamid İbn Türk

Abdülhamid İbn Vâsi İbn Türk 9. yüzyılda yaşamıştır. Bazı kaynaklarda kendisine Cîlî lakabı verilmiştir. Bazı kaynaklarda ise Huttalî lakabıyla anılmaktadır. İki lakabın kullanılmış olması da ihtimal dâhilindedir. İbn Türk denmAbdülhamid İbn Vâsi İbn Türk 9. yüzyılda yaşamıştır. Bazı kaynaklarda kendisine Cîlî lakabı verilmiştir. Bazı kaynaklarda ise Huttalî lakabıyla anılmaktadır. İki lakabın kullanılmış olması da ihtimal dâhilindedir. İbn Türk denmesinden dolayı milletinin Türk olduğu anlaşılmaktadır. İbn Türk ile ilgili ilk bilgilere İbn el Nedîm’in Kitab el Fihrist, İbn el Kıftî’nin Tarih el-Hukemâ’sı ve Kâtip Çelebi’nin Keşf el-Zunûn adlı eserlerde karşılaşılmaktadır. Kıftî kendisinden şu şekilde bahsetmektedir: “Abdülhamid- İbn Vâsi Abdülhamid Ebu’l Fazl. Kendisi aritmetik (hesap, hesaplama) sanatında bilgili, bu alanda öncü ve adı bu saha müntesiplerinin ağzından düşmeyen bir hesaplama uzmanıdır. Aritmetikte meşhur olan ve çok kullanılan kitaplar yazmıştır. Bunlar arasında altı kitaptan teşekkül eden Kitab el-Câmi fi’l-Hesab, Kitab Nevâdir el-Hesab ve Havâs el-A’dad vardır.” Diğer yazarlar da İbn Türk’ün hesap konusundaki becerilerini anlatmışlardır. Bununla beraber yazdığı kitabının Harezmî’den önce mi yoksa sonra mı yazdığı tartışmalı bir konudur. İkisini de iddia eden yazarların güçlü argümanları vardır. Ancak ikisinin cebri de birbirine yakın bir retorik anlayışla yazılmıştır. İki âlim de cebirsel örneklerin ispatlarını verirken geometrinin kaidelerini kullanmışlardır.

Esirgeyen ve bağışlayan Tanrının adıyla ve peygamberlerin efendisi Muhammed’e ve bütün akrabalarına kutluluk ve selâmet dilekleriyle.

Kare miktarların (yani her hangi bir katsayı kadar kare miktar) köklere (kare miktarın karekökü) eşitliği hali. Meselâ bir kare miktar üç köke eşittir dediğimiz zaman, kare miktarı, kenarları eşit dik açılı bir dörtgen yüzeyi ile temsil ederiz. Bu dörtgen ABCD olsun. Bunun kenarlarından her biri karenin köküdür. Şu halde AB doğru parçası kare miktarın köküne eşittir. Öte yandan, ABCD dörtgeni üç köke eşittir ve AB doğru parası kare miktarın köküdür. Demek ki, BD değer itibariyle üçe eşit olmaktadır. Çünkü BD kare miktarın kökü olan AB ile çarpılığında üç köke eşit olan ABCD dörtgeni elde edilmektedir. Diğer taraftan, BD doğru parçası kare miktarın köküne eşittir. Şu halde, kare miktarın kökü üçe ve kare miktarı dokuza eşittir. Şeklin biçimi de burada görüldüğü gibidir.

Bir kare miktarla kökler toplamının bir sayıya eşit olması hali. Örneğin, bir kare miktarla on kökün yirmi dörde eşit olduğunu söylediğimizde, kare miktarı eşit kenarlı ve dik açılı bir dörtgen yüzeyi ile temsil ederiz. Bu dörtgen AD olsun. Bu dörtgenin kenarlarından her biri kare miktarın köküdür. Bu satha QD ve DH dikdörtgenlerini ilave eder, bunların ikisinin de boyunu değer itibariyle beşe enlerini de AD yüzeyinin enine, yani kare miktarın köküne eşit olarak alırız. Böylece, bu dikdörtgenlerin her biri beş köke eşit olur. Şu halde AD, QD ve DH yüzeyleri, üçü birden, on kök ve bir kare miktara yani yirmi dörde eşittir. Büyük AK yüzeyinin tamamlanması için, bunlara DZ’nin DT ile çarpımının ilavesi gerekir. Bu doğru parçalarının her birinin değeri beş ve bunların teşkil ettiği dörtgenin, yani DK’nın değeri yirmi beştir. Bu yirmi beş değeri, DH ile DQ ve DA yüzeylerinden oluşan yirmi dört değerine ilâve olunmaktadır. Demek ki hep birden kırk dokuza eşittirler ki, bu da büyük AK yüzeyinin yüz ölçüsüdür. Bunun kökünü alırız. Yedi eder. Bu da büyük yüzeyin kenarlarının değeridir. AH doğru parçasına eşit olan bu yedi değerinden beşe eşit olan CH uzantısını çıkarırsak, kare miktarın kökü olan AC kalır ve değeri iki olarak çıkar. Demek ki kare miktarın kökü ikiye, miktarın kendisi de dörde eşittir. Buna on kök ilâve edilince de yirmi dört değeri elde edilir. Ve işte ilgili şekil.

Bir kare miktarla bir sayının belli bir miktarda köke eşit olması hali. Meselâ, bir kare miktarla yirmi birin on köke eşit olduğunu farz edelim. Kare miktarı eşkenar ve dik açılı bir dörtgen sathiyle temsil ederiz. Bu dörtgen yüzey AD olsun. Kenarlarından her biri kare miktarın köküne eşittir. Buna HB dikdörtgen sathını ilave eder, bu dörtgeni yirmi bire eşit kılarız. Böyle olunca, HC ve DZ doğru parçalarından her biri on’a eşit olur. Çünkü CD doğru parçası kare miktarın köküdür ve ZA ile AD alanlarının toplamı on köke eşittir. ZD doğru parçasıyla Q noktasıyla iki eşit kısma bölelim ve bu doğruya dik QT doğru parçasını gerek ZQ’ye ve gerekse QD’ye eşit olmak üzere çizelim. ZD’nin orta noktası olan Q, ya ZB doğru parçası üzerinde, yahut da BD doğru parçası üzerinde bulunacaktır. Eldeki misalde, bu orta noktası B noktasıyla çakışık olamaz. Çünkü B noktası ZD doğrusunun orta noktası olsaydı BD doğru parçası BZ’ye eşit olurdu. BD doğrusu AB ile aynı uzunlukta olduğundan, buradan da AB’nin BZ’ye eşitliği elde edilir, HB üzerine çizilen dörtgenin yüz ölçüsünün değeri de böylece yirmi beş olurdu. Halbuki bunun böyle olmadığını biliyoruz. Çünkü bu dörtgenin yüzeyini yirmi bire eşit olarak kabul ettik.

ZD doğru parçasının orta noktası olan Q noktası ZB doğru parçası üzerinde olunca, QT doğru parçası HB dörtgenini kesecektir. Çünkü QT doğru parçası QD ile aynı uzunlukta, QD ise BD’den daha uzundur. Halbuki BD doğru parçası AB’ye eşittir. Şu halde QT doğru parçası AB doğru parçasından daha uzundur.

İlkin Q’nun BZ üzerinde bulunduğunu farz edelim. QT dikmesini çıkarır ve KQ dörtgenini tamamlarız. Bu dörtgen yirmi beşe eşit olur. QT doğru parçası, QD doğru parçasına BD doğru parçası da NQ’ye eşittir. Demek ki TN doğru parçası BQ ve NA doğru parçalarının her birine eşittir. Şimdi, QT’ye eşit olan KT doğru parçası üzerinde NQ doğru parçasına eşit bir kısım ayıralım. Bu doğru parçası KL olsun. Ayrıca, LM doğru parçasını çizelim. KL’nin geri kalan kısmı olan LT böylece TN doğru parçasına eşit olur. KM üzerine çizili dörtgen de NB üzerindeki dörtgene eşit olur. LN dörtgeni ise eşkenardır. Öte yandan, HQ ve QA dörtgenleri, birlikte, yirmi bir değerindendir ve NB dörtgeni KM dörtgenine eşittir. HQ dörtgeni ise aralarında müşterektir. Bu sebeple, KM ve HQ dörtgenlerinin toplamı yirmi bire eşittir. Diğer taraftan, KQ dörtgeni yirmi beşe eşittir. Aralarındaki farka eşit olan LN dörtgeni, böylece, dörde eşit olur. Bu dörtgenin her bir kenarı onun köküdür. Bundan dolayı TN doğru parçası ikiye eşittir. FakatTN doğru parçası QB doğru parçasına eşitti. Şu halde, QB doğru parçası ikiye eşittir. QB doğru parçasının değeri olan ikiyi QD doğru parçasının değeri olan beşten çıkardığımızda, kare miktarın kökü olan BD doğru parçasının değerini elde ederiz ki, bu da üçe eşittir. Ve işte ilgili şeklin görünüşü.

Diğer taraftan ZD doğru parçasının orta noktası BD doğru parçası üzerinde olursa, o zaman QT doğru parçası QD doğru parçasından kısadır ve bundan dolayı AD dörtgenini kesmez. Çünkü TQ doğru parçası QD doğru parçasına, AB de BD doğru parçasına eşittir. BD doğru parçası ise QD doğru parçasından büyüktür. Böylece AB doğru parçasının TQ doğru parçasından uzun olduğu görülmektedir. Şu halde Q noktasının BD doğru parçası üzerinden bulunduğunu kabul edelim. Şekilde QT doğru parçasını çizip KQ dörtgenini tamamlayalım. Bu dörtgenin yüz ölçüsü yirmi beşe eşittir. Ayrıca, NB doğru parçası QD doğru parçasıyla aynı uzunluktadır. Demek ki AN doğru parçası BQ doğru parçasına eşittir. Diğer taraftan, BQ doğru parçası NT doğru parçasına eşittir. Böylece, NT doğru parçası AN doğru parçasına, KT doğru parçası da TQ doğru parçasına eşit olur. TQ doğru parçası üzerinde KN’ye eşit bir kısım ayıralım. Yani TL doğru parçasını işaretleyelim ve LM doğru parçasını çizelim. Böylece, geriye, TN doğru parçasına eşit olan LQ doğru parçası kalır. Burada LM doğru parçası da TN’ye eşittir. Buradan, MT üzerine çizili dörtgenin HN üzerine çizili dörtgene eşit olduğu görülür. MQ üzerine çizilmiş olan dörtgen de eşkenardır. Öte yandan, HN ve NZ dörtgenleri NZ ve MT dörtgenlerine eşittir. Şu halde, NZ ve MT dörtgenleri, bir arada, yirmi bire eşittir. KQ dörtgeni ise yirmi beşe eşitti. Demek ki, bu KQ dörtgeninden, yirmi bire eşit olan NZ ve MT dörtgenlerini çıkarırsak, geriye MQ dörtgeninin dörde eşit olduğu görülür. Bu MQ dörtgeni eşkenar olduğundan kenarlarından her biri onun köküdür. Şu halde, BQ doğru parçası ikiye eşittir. BQ doğru parçasını, beşe eşit olan QD doğru parçasına ilave edince yedi elde edilir ve bu yedi değeri kare miktarın köküdür. Böylece, kare miktar kırk dokuza eşit olmuş oluyor. Buna yirmi bir ilave edince de sonuç yetmiş olur.

Bu iki şık arasında kalan eşitlik haline gelince, bu durumun mevcut olması için kare miktar kökünün kök katsayısının yarısına eşit olması gerekir. Bu şart ise, ancak kök katsayısının yarısı kendi kendisiyle çarpıldıkta elde edilen sonuç kare miktarla aynı tarafta olan sabit miktara eşit olunca, yani bu şartı tatmin eden misallerde gerçekleşebilir. Meselâ, bir kare miktarla yirmi beşin on köke, veya bir kare miktarla dokuzun altı köke eşit olduğu söylendikte, ve umumiyetle buna benzer misallerde, durum böyledir. Bu şartlar mevcut olunca, yani durumun böyle olduğu görüldükte, kare miktarı eşkenar ve dik açılı bir dörtgenin yüzeyi ile temsil ederiz. Bu dörtgen AD dörtgeni olsun. Buna HB yüzeyini ilave eder ve bu sathın yüz ölçüsünü yirmi beşe eşit olarak alırız. Böylece, HD yüzeyi bir kare miktarla yirmi beşin toplamına eşit olur. Bu ise on köke eşittir. Demek ki HC ve DZ doğru parçalarının her biri on’a eşit olacaktır. ZD doğru parçasını B noktasında iki eşit kısma böldüğümüzde ve bu bölme noktasından uzunluğu beşe, yani ZD’nin yarı parçalarından her birine eşit olan bir dikme çıkarıp bunun üzerine bir kare çizdiğimizde, bu karenin amlanı yirmi beşe eşit olur. Bu dikme AB doğru parçasıdır ve HZ doğru parçasına eşittir. Karesi ise HB yüzeyidir. Çünkü yirmi beşe eşittir. Demek ki, kökler sayısının yarısı kare miktarın köküne eşittir. İlgili şeklin görünüşü de şöyle olacaktır.

Kare miktarla birlikte olan (yani, eşitliğin aynı tarafında) adedî miktar, kök sayısı (katsayısı) yarısının kendi kendisiyle çarpımından büyük olunca, bu tip denklemlerde imkânsızlık mantıkî zorunluluğu mevcuttur. Örneğin, bir kare miktarla otuz dirhem on köke eşittir dediğimizde, kare miktarı eşkenar bir dörtgen yüzeyi ile temsil ederiz. Bu dörtgen AD dörtgeni olsun. Buna dörtgen şeklindeki HB yüzeyini ilave ederiz ve bu yüzeyi otuza eşit olarak alırız. Böylece, HD yüzeyi on köke eşittir. HC ve ZD doğru parçalarından her birinin değeri de ondur. Bundan sonra da ZD doğru parçasını Q noktasında iki eşit kısma böleriz. Daha önce yapıldığı üzere, ilkin Q noktasının ZB doğru parçası üzerinde bulunması halini göz önünde bulundurulalım. QT doğru parçasını, önceki misallerde olduğu gibi, ZD doğrusuna dik olarak, ve ayrıca, ZQ ile QD doğru parçalarından her birine eşit olmak üzere çizeriz. QT doğru parçası böylece beşe eşit olur. Bundan sonra KQ dörtgenini tamamlarız. Bu da yirmi beşe eşit olur. TQ doğru parçası DQ doğru parçasına eşit olduğundan, TL doğru parçası da LA doğru parçasına eşittir. LQ doğru parçası AC doğru parçasına ve KT doğru parçası TQ doğru parçasına eşit olduğu için de KL dörtgeni LB dörtgeninden büyüktür. Şu halde, HQ dörtgeni bunların ikisine de ilave edilince, KL ve HQ dörtgenlerinin toplamı HQ ve QA dörtgenlerinin toplamından büyük olur. Halbuki, HQ ve QA dörtgenleri toplamı otuza, KL ve HQ dörtgenleri toplamı ise yirmi beşe eşitti. Böyle olunca da yirmi beş otuzdan büyük olmuş olacaktır. Bu ise mânasız ve imkânsızdır. Böyle bir durumda imkânsızlık zorunluluğu böylece belirlenmiş oluyor.

Aynı suretle, Q noktasının BD doğru parçası üzerinde bulunduğunu farz edelim. QT doğru parçasını, ZD doğru parçasına dik ve ZQ ile QD doğru parçalarının her birine eşit olmak üzere çizelim. Bundan sonra KQ dörtgenini tamamlarız. Bunun yüz ölçüsü yirmi beş olur. Burada mevcut bulunan şartlar LQ dörtgeninin HL dörtgeninden büyük olduğunu göstermektir. KB dörtgenini bu iki dörtgene ilâve edilmiş durumda farz edince de, KB ile BT dörtgenleri toplamının KB ve KA dörtgenleri toplamından büyük olduğu görülür. Halbuki, diğer taraftan, KB ile KA dörtgenleri toplamı otuza ve KB ile BT dörtgenleri toplamı yirmi beşe eşitti. Böylece, yirmi beşin otuzdan büyük olması gerekmektedir ki, bu da mânasız ve imkânsızdır.

Belli bir sayı ile kökler toplamının bir kare miktara eşitliği hali.47 Meselâ dört kök ile beş dirhemin bir kare miktara eşit olduğunu söylediğimizde, kare miktarı eşkenar ve dik açılı bir dörtgen yüzeyiyle temsil ederiz. Bu dörtgen AD yüzeyi olsun. Bu yüzeyin kenarlarından her biri kare miktarın köküdür. Bu dörtgenin iç kısmında, gerek AB’ye ve gerekse CD’ye paralel olan HZ doğru parçasını çizer, AZ dörtgeninin alanını beşe eşit olarak alırız. Geri kalan HD yüzeyi böylece dört köke eşit olur. CD doğru parçası kare miktarın kökü olduğundan, HD dörtgeni de dört köke eşit olunca, HC doğru parçası dörde eşit olur. HC doğru parçasını Q noktasında iki eşit kısma böler, QT doğru parçasını, HC’ye dik ve HQ ile QC doğru parçalarının her birine eşit olmak üzere çizeriz. QT doğru parçasının uzunluğu böylece ikiye eşit olur. Bundan sonra KQ dörtgenini tamamlarız. Bu dörtgenin yüz ölçüsü dörde eşittir. Bundan sonra da QT doğru parçasını L noktasına kadar uzatırız. TL doğru parçasının uzunluğu, AH ve BZ doğru parçalarının her birine eşit olarak alınır. Ayrıca, LM doğru parçasını da QL doğrusuna dik olarak çizeriz. Böylece, AQ doğru parçası MA doğru parçasına eşit olur. QC doğru parçası da MB’ye eşit olur. Diğer taraftan, QC doğru parçası aynı zamanda LN doğru parçasına eşittir. Şu halde, LN doğru parçası MB doğru parçasına eşittir. KN ile TL doğru parçalarından her biri de MN ile BZ doğru parçalarından her birine eşittir. Böyle olunca da, MZ dörtgeni KL dörtgenine eşit olur. Çizimimize göre, AN dörtgeni bu dörtgenlerin her ikisine de bitişiktir. AN ile BN dörtgenleri toplamı, böylece AN ile NT dörtgenleri toplamına eşittir. AN ile NB dörtgenleri toplamının beşe eşit olduğunu bilmekteyiz. Demek ki, AN ile NT dörtgenleri toplamı da beşe eşittir. Diğer taraftan, KQ dörtgeninin alanı dört değerindedir. Şu halde, AL dörtgeninin yüzeyi dokuza eşittir. Bu dörtgenin kenarlarından her biri onun köküdür. Böylece, AQ doğru parçasının uzunluğu üç değerini taşımaktadır. QC doğru parçası ikiye eşitti. Demek ki AC doğru parçasının bütününün uzunluğu beşe eşittir. Bu da aranan kare miktarının kökünün değeridir. İlgili şeklin görünüşü de şu şekildedir.

Abdülhamid ibn Vâsi el Cîlî’nin Kitab el Cebr ve’l Mukabele’sinden alınma Katışık Denklemlerdeki Mantıkî Zorunluluklar sona erdi. Allah’ın rahmeti onun üzerinde olsun.

İbn Türk, Abdülhamid 1962. Katışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler, Aydın Sayılı, “Abdülhamid İbn Türk’ün Katışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler Adlı Yazısı ve Zamanın Cebri”, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi.

D. ASTRONOMİ VE COĞRAFYA

İslam astronomi çalışmaları, ayların ve namaz kıblesinin belirlenmesinde zaman ve yer saptaması amacıyla küresel astronomi ihtiyacıyla birlikte doğal olarak başlamıştır. Bir bilim olarak astronomi çalışmaları her ne kadar astrolojiyle karışmış bir şekilde 7. yüzyıl sonlarında başlamışsa da gerçek anlamda başlaması Brahmagupta’nın Siddhânta adlı eserinin Sanskritçeden (154/770) ve hemen ardından Batlamyus’un Almagest’inin çevrilmesiyle 8. yüzyılın ikinci yarısında başlamıştır. 9. yüzyıl başlarında ilk rasathaneler kurulmuş ve İslam astronomları dünyanın çevresi, yarıçapı, meridyen derecesi gibi pek çok konuda günümüz değerlerine çok yakın sonuçlar almışlardır. Dünyanın kendi çevresinde döndüğü, evrenin merkezinde olmadığı gibi çok sonraları Batı’da Kopernik’te sentezlenecek pek çok teori ileri sürülmüştür. İslam bilim geleneğinde matematik bilimler içerisinde yer verilen astronomi alanında yapılan çalışmalar, modern Batı bilimini en çok etkileyen alanların başında gelir.

1. Çizimli Sabit Yıldızlar Kitabı: Abdurrahman İbn Ömer es-Sûfi

el-Sûfi adıyla bilinen Ebu Hasan Abdurrahman İbn Ömer es-Sûfi er-Râzi (903– 986), özellikle astronomi alanında hizmetlerde bulunmuştur. Döneminde Grek astronomisi her anlamda anlaşılmış ve üstüne hatalar düzeltilerek açıklamalar yapılmıştır. Burada kısa özeti verilecek olan Çizimli Sabit Yıldızlar Kitabı adlı kitabı gökyüzündeki takımyıldızlarında yer alan tek tek bütün yıldızların hem konumlarını içeren hem de 48 takımyıldızının her birinin tamamı resimli temsilinin yer aldığı muazzam bir çalışmadır. Uzun yıllar Batı Avrupa dâhil olmak üzere birçok astronomun kullandığı bu eserde Sûfi kendisinden önce hem Grek hem de İslam âlimlerinin yaptığı hataları düzeltmiş, takımyıldızlarının her birinin hudutlarını tam olarak belirlemiş ve kendi gözlemlerinden yola çıkarak her birinin konumu ve parlaklık derecelerini kaydetmiştir. Kitabın giriş bölümünde Sûfi, kendisini yeni gözlemler yapmaya ve bir kitap yazmaya iten nedenleri kendi döneminde ulaşılabilen farklı astronomi eserlerindeki hatalar ve ihmallerle ilişkilendirmekte ve bu eserleri yazanları kendilerinden önceki bilgiye sorgulanmadan bağlanmaları, gözlem yapmamaları ve astronomlar tarafından değil ressamlar tarafından yapılan çizimlere körü körüne inanmaları açısından eleştirmektedir.

Bağışlayan ve esirgeyen Allah’ın adıyla,

Yardım O’ndan gelsin der Ebu Hüseyin Abdurrahman bin Ömer el-Sûfi, Allah onun yardımcısı olsun! Övgü ve Yüceltme yalnız Allah’a mahsustur. Selam ve saygı O’nun kulu ve elçisi olan Muhammed ve ailesine olsun.

Sabit yıldızları, gök kubbe üzerindeki konumlarını ve onların takımyıldızlarını tanımaya çalışan pek çok insan gördüm ve bu kişilerin iki çeşit olduklarını fark ettim. Bir kısmı astronomların yöntemini izliyor ve yıldızları tanımayan sanatçılar tarafından çizilen kürelere güveniyor, sadece kitaplarda buldukları boylamları ve enlemleri alıyor ve yanlışı doğrudan ayırmaksızın yıldızları kürenin üzerine böyle yerleştiriyor; bunun sonucunda yıldızları bu küreleri inceleyerek öğrenenler, pek çok yıldızı gökyüzünde olduklarından farklı yerlerde bulurlar. Küreleri üretenler, bazen de yazarlarının tüm yıldızları incelediğini ve konumlarını belirlediğini ileri sürdüğü astronomik tablolara dayanırlar. Gerçek şudur ki, bu yazarlar yalnızca en ünlü yıldızları ve Batlamyus’un Almajest’de anlattığı boylamları ve enlemleri incelediğini söylediği yıldızlar olan Boğanın Gözü (Epsilon Tauri, Oculus Borealis: Boğa takımyıldızının Epsilon yıldızı), kalb el-esed Aslanın Kalbi (Alfa Leonis, Regulus: Aslan takımyıldızının Alfa yıldızı) el-simâk el-ezel (Mızraksız Simak, Spica: Başak takımyıldızının Alfa yıldızı), Akrebin alnının üç yıldızı (Akrep takımyıldızının Delta, Beta ve Pi yıldızları) Akrebin Kalbi (Alfa Scorpi, Antares: Akrep takımyıldızının Alfa yıldızı) gibi herkesin bildiği yıldızları seçmişlerdir, çünkü bunlar ekliptik çizgisine en yakın olan yıldızlardır. Sonra, bu yıldızları incelemişler ve gözlemleri sırasındaki yerlerini belirlemişlerdir. Batlamyus tarafından Almajest’n kataloğunda aktarılan diğer yıldızlara gelince, kendi gözlemleri ile Batlamyus’un dönemi arasındaki zaman boşluğunda bu yıldızların hareketi için bulduklarını her birine ekliyorlar. Hepsini incelediklerine ve gerçekten bulduklarına inandırmak için, onların gözlemleriyle Batlamyus’un yerleri arasındaki enlem ve boylamlardaki farklılıklar nedeniyle, onunla uyuşmayan nicelikte olan, kendileriyle Batlamyus arasında geçen zaman boşluğunda yıldızların hareketini buldukları artıştan bağımsız olarak ve bu yıldızları tanımaksızın pek çok yıldızın enlem ve boylamına birkaç dakika ekliyorlar ya da çıkarıyorlar. Bu sayılar, al-Battâni, Utarid ve diğerlerinden elde edilmiştir.

Almajest’in pek çok örneğine dikkatle baktım ve yıldızların pek çoğu hakkında farklılık gösterdiklerini gördüm. Daha sonra al-Battâni’nin kitabında, incelemiş olduğunu söylediği bu yıldızları aradım, nüshalarda, haklarında en küçük farklılık olan tüm yıldızları kaldırmış olduğunu gördüm. Bu şekilde, beşinci ve altıncı büyüklükteki çok sayıda yıldızı aktarırken, üçüncü ve dördüncü büyüklükteki pek çok yıldızı kaldırmıştı.

Sonra, Yay takımyıldızının yıldızlarını incelediğini ve Yay takımyıldızının 28° 30¢ içinde sol ön bacağının diz arkası üzerinde bulunan yıldızı bulduğunu söylüyor. Gözlemleri sırasında, Almajest’de aktarılan her yıldıza yapılan eklemenin 11° 10¢ olduğunu bulduğunu ileri sürüyor. Oysa her yıldıza yapılan ekleme hakkında söylediklerine göre, bu yıldızın, Yay’ın 28° 50¢ içinde bulunması gerekirdi; çünkü Almajest’de aktarılan yeri 17° 40¢ içindedir, buradan hareketle bu yıldızı gözlemlediğine inandırmak için 20¢ çıkardığı sonucuna varılır. Dolayısıyla, bu yıldızı gözlemlemediğinin ve de tanımadığının ve başka astronomlar tarafından da tanınmadığının kanıtı, tablolar oluşturulduğundan, küreler yapıldığından ve üzerlerine yıldızlar yerleştirildiğinden beri, kitaplarında ve kürelerinde bu yıldızı ikinci büyüklükteymiş gibi göstermeleridir, oysa dördüncünün en küçüklerindendir. Enlemi Kraliçe takımyıldızının yıldızlarının en büyük enlemini 1° 30¢ güneye doğru geçerek, Kraliçe takımyıldızının Alfa yıldızının altında yer alır. Aynı zamanda Almajest’de, aynı ön bacaktaki yıldızın ikinci büyüklüğün küçüklerinden olduğunu ve yine de üçüncü olarak işaretlediğini bulmuştur. Bu, Kraliçe takımyıldızının 6. yıldızının çok yakınında bulunan yıldızdır, çünkü aynı enleme sahiptirler; dizdeki yıldız sadece 50¢ daha güneydedir. Her ikisi de dördüncü büyüklüktedir. Belki, çevirmenler ya da müstensihler, bir müstensihin bir bâ olarak aldığı bu iki yıldızın büyüklüğünü bir dâl ile işaretlemişler ve böylece ikinci büyüklük olarak belirtmişlerdir. Oysa şimdiye kadar, urkub al-rami (Alfa Sagittari: Yay takımyıldızının Alfa yıldızı), Yay’ın diz kapağının arkası olarak adlandırılan yıldız, tablolarda ve kürelerde ikinci büyüklükte olarak işaretlenmiştir. Belki de hata orijinal el yazmasından kaynaklanmaktadır; Batlamyus’tan sonra bundan tablolar yapan ya da bunu gözlemleyen, gerçekten bu yıldızı tanımayan kişiler, Batlamyus’un fikrini izlemişler ve onu ikinci büyüklükte işaretlemişlerdir.

Utarid’in eliyle yazılmış, içerisinde kırk sekiz takımyıldızın sunulduğu ve sonradan, mükemmel bir bilgiye sahip olduğunu söylediği bir kitabını buldum. Yay takımyıldızının diz kapağının arkasında bulunan yıldızı kitaplarda bulduğu gibi, aynı şekilde ikinci büyüklükte işaretlemiş. Dahası, Yay takımyıldızının yüzünün doğuya doğru dönük olduğunu söylüyor ve kitabında da bu şekilde çiziyor; bu da onun ne Yay takımyıldızını ne de el-Kavs yıldızını (Epsilon Sagittari: Kaus Australis, Yay takımyıldızının doğu tarafındaki üç yıldızı Araplar Devekuşunun su içmesine benzetmişler, Batı tarafındaki dört yıldızı ise su içmekten dönen Devekuşuna benzetmişlerdir) tanımadığının kanıtıdır. Zira el-naam el-varid, (Phi Sagittari, Sigma Sagittari, Chi Sagittari, Tau Sagittari yıldızlarının oluşturduğu küme) yalağa giden Devekuşu boynunu, yalaktan dönen Devekuşu boynu, el-naam el-sadir (Gamma Sagittari, Delta Sagittari, Eta Sagittari aldı yıldızlardan oluşan küme) takip eder. Oysa yayın, okun ucunun ve Yay takımyıldızının yıldızları, el-naam el-varid’e aittir. Bu yıldızlardan en kuzeyde olan yıldız iki Devekuşunun üstünde, bunların arasında bulunur ve onlarla birleşir, bir tonoz şekli sunar. el-naam el-sadir’in yıldızlarına gelince, Yay takımyıldızının omzu, dirseği ve okun çentiği üzerinde bulunurlar. Yay takımyıldızının kafası el-naam el-sadir’i takip eder ve bu devekuşuna en yakın yıldız, Yay takımyıldızının gözünün üzerinde bulunan nebülözdür, sonra kafa, daha sonra da saç bandı ve saç gelir. Okun ucu Yay takımyıldızının 17° 12¢ içinde, okun çentiği aynı şekilde Yay takımyıldızının 25° 42¢ içindedir; saçın yıldızları tamamen Oğlak takımyıldızının içindedir; Yay takımyıldızının hayvanının kuyruğunda yer alan dört yıldız da 10° fazlayla Oğlak takımyıldızının içindedir. Oysa okun ucunun çentikten önce, çentiğin saçtan önce ve kafanın hayvanın kuyruğundan önce doğması kaçınılmazdır. Bu durumda, Yay takımyıldızının yüzü nasıl doğuya dönmüş olur?

Ali bin İsa al Harrâni tarafından yapılmış büyük bir küreyi incelerken, yüze ve Başak takımyıldızının sol kanadında olması gereken beşinci yıldızı yüzde bulunan dördüncünün kuzeyine yerleştirdiğini fark ettim; oysa bu kanat yıldızının enlemi 10´ kuzeydedir ve yüzdekinin enlemi ise 5° 30´ kuzeydedir; buradan sol kanat yıldızının 5° 20´da bulunan yüzdekinden daha güneyde olması gerektiği sonucuna varılır. Batlamyus’un kitabının bir nüshasında, el-Haccac’ın çevirisinde, kanatta bulunan yıldızın enleminin, 6° 10´ kuzeyde olduğunu gördüm, bu, sıfır yerine, bir vav yazan bir müstensihin hatasıdır. Yıldız, kürenin üzerine bu enlemle çizilince, yüzde bulunan dördüncünün kuzeyinde, yüzde batar. Kitaptan, onun kanatta olduğunu okumuştur, ama kanadın ucu ve yüz arasını fark etmemiştir. Bu yıldız Başak takımyıldızının sol omzunun ucunda bulunur ve ayın bulunduğu el-uvva olarak adlandırılan yıldızların ilkidir; üçüncü büyüklüktedir.

Erboğa (Centaurus) takımyıldızının bacağının üzerinde bulunan büyük yıldızı da, atın sağrısının üzerine yerleştirmiştir; yine de, sağrı ile bacak arasında ayrım yapmayarak Rigel Kent [Centauri takımyıldızının Alfa yıldızı], Centaurus’un Bacağı adıyla belirtir. Bugün, kendi dönemi için Batlamyus tarafından aktarılan yerlere, her yıldız için 12° 42´ olmak üzere yapılan eklemeler yüzünden, bu yıldız Akrep takımyıldızının 21° 2´ içinde olmalıdır, enlemi 41° 10´ güneydir. Ali bin İsa, el-Battâni ve el-Mumtahan’ın yazarları, bu yıldızın yeri için, Almajest’in pek çok nüshasında, Başak takımyıldızının 8° 20´yi bulmuşlardır. Oysa el-Mumtahan’ın yazarları, kendi dönemleriyle Batlamyus’un çağı arasındaki süre için 10° 15´ ekleyerek, bu yıldızın yerini Başak takımyıldızının 18° 35´ içine sabitlemişlerdir. el-Battâni buna 11° 10´ eklemiştir ve bu nedenle yıldızı Başak takımyıldızının 19° 30´ içine koymuştur. Oysa el-Battâni’nin zamanında, Akrep takımyıldızında bu kadar derecede olmalıydı, çünkü yeri, Batlamyus zamanında, Akrep takımyıldızının 8° 20´ içinde idi; ama bu kadar dereceyi Başak takımyıldızının içine küre üzerinde yerleştirdiğinde, hayvanın sağrısında belinin altında kalıyor; ama bu kadar dereceyle Akrep takımyıldızına yerleştirilirse, Batlamyus’un da dediği gibi, Yay takımyıldızının ön sağ bacağının ucuna gelir. Bu yıldız, Centaurus’un otuz beşinci yıldızıdır ve birinci büyüklüktedir. Bugün yeri, hesabımıza göre, Akrep takımyıldızının 21° 2´ içindedir.

Sabit yıldızları tanımaya çalışan diğer amatörler grubuna gelince, bunlar doğan ve batan yıldızlar (kitab el-anva) ve ayın evleri biliminde Arapların yöntemini izlerler ve bu konu hakkında oluşturulmuş kitaplarda bulunanlara bağlıdırlar. Doğan ve batan yıldızlar hakkında pek çok kitap buldum, bu uzmanlık alanının en iyisi ve en eksiksizi Ebu Hanife el-Dinavari tarafından yazılan eserdi. Bu eser, onun, bu konu hakkında kitap oluşturmuş olanların tamamından daha iyi ve mükemmel bir şekilde Arap geleneklerini, dizelerini ve ahenklerini bildiğini gösterir. Yine de, yıldızları Arap yöntemine göre iyi tanıyıp tanımadığını bilmiyorum; zira yıldızlarla ilgili bu tür hakkında az bilgileri olduğunu kanıtlayan pek çok şey yazan İbn el-Arabi, İbn Kunasa gibi isimleri zikretmiştir, anmıştır; Ebu Hanife yıldızları uzmanlar gibi iyi tanıyor olsaydı, onların hatalarını aktarmazdı.

İki yöntemden birini tanıyanlar, diğerini tanımıyorlardı. Kendi kitaplarında, kullandıkları kitaplarındakinden anlamı farklı olan bazı şeyler yazmışlardır. Hatalarını ve zayıflıklarını buradan açığa vurmuş oluyorlardı. Kitabında, on iki işaretin adlarının, yıldızlarının dizilişinin aynı ismi aldıkları bir resme benzemesinden gelmediğini söyleyen Ebu Hanife bunlardandır. Yıldızlar yer değiştirir ve yıldızların dizilişi aynı kalmadığı halde işaretlerin isimleri değişmez, der. Demek ki, yıldızların dizilişinin hep aynı olduğunu, değişmediğini bilmediği gibi, karşılıklı mesafelerinin, ekliptiğin kuzey ve güney enlemlerinin yükselip alçalmadıklarını da bilmiyordu. Yıldızlar biçim değiştirmezler çünkü fiziksel bir etkiyle ve ekliptik kutupları etrafındaki bir hareketle hep beraber sürüklenirler; bu nedenle sabit olarak adlandırılmışlardır. Ebu Hanife, bunların sabit olarak adlandırıldıklarını, çünkü hareketlerinin gezegenlerinki ile karşılaştırıldığında çok yavaş olduğunu varsayar. Gizli olan durumlar ancak astronomi eğitimi almış ve gözlemlere alışkın olan astronomların yöntemini izleyenler tarafından bilinebilir.

Ebu Hanife’nin astronomide bilgi kazanmış ve gözlemlere alışkın olduğunu sanmıştım. Hicret’in 335. yılında, Allah onu korusun! bilge sultan Ebu Fadıl Muhammed bin el-Hüseyin ile birlikte Dinavar’da bulunduğumda, onun odasında oturdum, sakinlerden pek çok yaşlı bana onun yıllar boyunca bu odanın üzerinde yer alan terasta yıldızları gözlemlediğini söyledi. Ama eserleri ortaya çıktığında ve kitabını incelediğimde, sadece en bilinen yıldızların görüntülerinin peşinden koşmakla ve evler ve buna benzer başka şeylerle ilgili olan doğan ve batan yıldızlar hakkındaki kitaplarda karşılaştıklarıyla ilgilendiği kanısına vardım.

Bu yıldızların, işaretlerin düzenini izleyerek, Batlamyus’a ve seleflerine göre, yüz yılda bir dereceden ibaret olan belli bir harekete sahip oldukları konusunda herkes hemfikirdir. el-Mumtahan’ın yazarlarına ve Batlamyus’dan sonra gözlem yapanlara göre, altmış altı yılda bir dereceden ibarettir.

Üç bin yıl önce, Zodyak figürleri farklı kesitlerde iken, isimlerinin muhtemelen bunlara benzer olduğu tartışmasızdır. On ikinci kesitte olan Koç figürü ve birincideki Boğa’nın figürü böyledir, bu birinci kesit Boğa, ikincisi İkizler, üçüncüsü Yengeç olarak adlandırılmış olmalıdır. Ama Timocharis’in döneminde, hatta ondan önce, gözlemler yenilendi ve arakesit noktasından sonra olan Koç figürünün on iki kesitin birincisine geçtiği bulundu, isimleri değiştirildi ve birinci kesit Koç; ikincisi Boğa; üçüncüsü İkizler; dördüncüsü Yengeç olarak adlandırıldı. Oysa işaretlerin, hareketlerinin etkisiyle, ancak yüzyıllar sonra bugün Terazi’ın bulunduğu yedinci kesitte Koç figürünün; günümüzde Koç’un yer aldığı birinci kesitte Terazi figürünün; şimdi Oğlak’ın olduğu onuncu kesitte Yengeç figürünün ve Yengeç’in olduğu dördüncü kesitte Oğlak’ın yer alacağı gibi bir nakle maruz kalmış olduğunu birileri bize kabul ettirecektir. O zaman birinci kesit Terazi; ikincisi, Akrep; üçüncüsü, Yay; dördüncüsü, Oğlak; beşincisi, Kova; altıncısı, Balık; yedincisi, Koç; sekizincisi, Boğa; dokuzuncusu, İkizler; onuncusu, Yengeç; on birincisi, Aslan ve on ikincisi, Başak olarak adlandırılacaktır. Terazi’nin başlangıcı, ilkbahar ekinoksu; Oğlak’ın başlangıcı sonbahar ekinoksu; Yengeç’in başlangıcı da kış Gündönümü adını alacaktır; zira Yengeç’i, Oğlak’ın simgesinin içinde bulunacağı kesit olarak adlandırmak ve Oğlak’a, Yengeç’in simgesinin dolduracağı kesitin adını vermek saçma olacaktır.

Gökyüzü on iki kesite ayrıldığında, bu bölümlerin başlangıç noktası olarak ilkbahar ekinoksu alınır, çünkü Güneş’in oradan geçtiği dönemde geceler ve gündüzler eşittir; günler gecelerden daha uzun olmaya başladığı zaman, hayvanlar ürer, bitkiler canlanır, sular çoğalır, ağaçlar yapraklarla örtünür, hava daha ılık olur. O zaman her kesitte Zodyak simgelerinden biri fark edilir ve kesitlere orada bulunan simgelerin isimleri uygulanır.

Timocharis’in zamanında ve ondan önce, kesitler her birine isim veren simgelerle doğru olarak yerleştiriliyordu. Böylece, ilk kesitte, Koç simgesi vardı, bu nedenle her dilde bu isimle anılmaktadır; bu yıldızlar çok bilinir ve ünlüdürler. Yıldızlar hakkında az bilgi sahibi olanlar bile el-Şeretân’ın (İşaretlerin) iki boynuzda yer aldığını bilir; bunlar sadece Alametler olarak adlandırılırlar, çünkü bunlar ilk ev, ilk belirleyici noktalar ve (Zodyak’ın) simgelerinin başlangıcıdırlar; zira işaretler bu demektir, el-butîn, Küçük Karın, karıncık, bu şekilde adlandırılmıştır, çünkü Koç’un karnında yer alır; biri arka but üzerinde, diğeri sırtın ucunda ve sonuncusu kuyruk üzerinde bulunan üçgen şeklinde yerleşmiş üç yıldızdan oluşur.

İkinci kesitte, Ülker yıldızkümesi (Pléiades) el-Süreyya’nın sırtında, el-Debaran’ın sol gözünde bulunduğu Boğa simgesi vardır; üçüncü kesitte, kolu Mebsuta (Epsilon Geminorum: İkizler takımyıldızında Epsilon yıldızı) kafalarına ve Alhena (Gamma Geminorum: İkizler takımyıldızının Gamma yıldızı) ayaklarına uzanmış İkizler vardır. el-haka’ya (Kappa Geminorum: İkizlerin Kappa Yıldızı) gelince, Zodyak simgelerine hiç girmez, Dev’in kafasında, iki omzunun arasında, biraz daha kuzeye doğru bulunur. Dördüncü kesitte Yengeç vardır; küçük bir simge olsa da, bu kesitte başka hiçbir şey yoktur; göğsünün üstünde el-nastra vardır. Beşinci kesitte, Aslan figürü vardır; bu, bölümlendirildiğinde, aralarında Yengeç’in son bölümünde bulunan Altarf (Lambda Leonis: Aslan takımyıldızının Lambda yıldızı ya da Beta Cancri: Yengeç takımyıldızının Beta Yıldızı) Gözler, Aslan’ın son bölümünde bulunan al-sarfa (Delta Leonis: Aslan takımyıldızının Delta yıldızı) olarak adlandırılan yıldızın da bulunduğu pek çok yıldız barındıran büyük bir simgedir. Bu kesite de içinde bulunan simgenin adı verilmiştir.

Araplar, gökyüzü çemberini ayın yaklaşık yirmi sekiz günde kat ettiği gün sayısıyla böldüklerinden, kendilerine özgü anlatımlarda Zodyak simgelerini kullanmıyorlardı, birbirlerine olan mesafeleri göze, ayın bir gün ve bir gecede geçtiği yola eşit gibi görünen aralıklarla dizilmiş her bölümde dikkat çekici yerleri araştırıyorlardı. Bunlar, ilkbahar ekinoks noktasından sonra ilk göze çarpan noktalar olan el-Şeretan, İki İşaret’ten başlamışlardır. Daha sonra, el-Şeretan’in arkasında, ayın bir gün ve bir gecede kat ettiği mesafede el-Şeretan’in uzağında başka bir nokta aramışlardır; bu şekilde el-butin’i, bundan sonra Süreyya, Ülker’i, sonra Deberan’ı ve böylece tüm evleri bulmuşlardır. Zodyak simgelerine, kesitlere ve oluşturdukları simgelerin uzamına hiç dikkat etmemişlerdir; bu nedenle, Devin kafasında olan güney takımyıldızlara ait olan ve Zodyak simgeleri arasında bulunmayan el-haka’yı (Kappa Geminorum) evler arasında sayarlar. Aynı şekilde iki boşluk, Zodyak’ın kuzeyindeki At takımyıldızındandır. Aslan takımyıldızının üyelerine başka bir simgeye ait olan pek çok yıldızı katmışlardır; bu şekilde İkizler’in kafalarındaki iki yıldızı ve el-kelb el-mutakaddim, önde giden Köpek olarak adlandırılan iki yıldızı Aslan’ın iki ön ayağıymış gibi almışlardır. Yengeç’in göğsünde yerleşmiş bulunan bulutu [nebülözü] Aslan’ın el-nastra’sı, yani burnu olarak adlandırmışlardır. el-uvva (Delta Virginis: Başak takımyıldızının Epsilon yıldızı) iki oyluk ve iki Simak’ı iki arka bacak yapmışlardır. Böylece Aslan simgesine, üç işaretin yerini işgal eden sekiz ev yerleştirmişlerdir. Ebu Hanife, tüm bu evlerin gerçekte Aslan’ın işareti içinde olduğuna inanmıştır; yani, her biri özel bir ada sahip olan üç işaret üzerinde uzanan bir tek sembol olduğunu bilmiyordu. Ne Yengeç sembolünü, ne Aslan’ın iki sembolünü, ne de Başak’ı tanıyordu. Aslan sembolüne ait olan evlerinkiler dört tanedir ve 33° 20’lık bir uzamı kapsarlar. Bunlardan birincisi Altarf, (Gözler), Aslan’ın yüzünde, ağzın açıldığı yere yakın bulunmaktadır, diğeri Yengeç’in çevresindeki dış yıldızlardan biridir; bu iki yıldız gökyüzünde enlemesine yerleşmişlerdir ve Araplar bunları Aslan’ın gözlerine benzetirler. Ağzın açıldığı yerde bulunan yıldız, bugün Aslan’ın 3° 52’ içinde bulunur. Sonra, el-jabha (Gamma Leonis: Aslan takımyıldızının Gamma yıldızı), Alın gelir; bu, üçü boynun üzerinde ve sonuncusu kalpte bulunan dört yıldızdan oluşur; bu sonuncusu al-maliki, [Regulus] olarak adlandırılır ve Aslan’ın 15°12’ içinde bulunur. O halde, onunla ağzın açıldığı yerdeki yıldızla arasında 11° 20’ mesafe vardır. el-subra (Omicron Leonis: Aslan takımyıldızının Omicron yıldızı), Yele, daha sonra gelir; bunlar, omuz başında yerleşmiş iki yıldızdır. Regulus ile Aslan’ın 26° 52´ içinde bulunan el-subra’nın en parlak iki yıldızı arasında, 11° 40´ bir mesafe vardır. Son olarak, el-sarfa ve gelir; bu, kuyrukta yerleşmiş ve Başak takımyıldızının 7° 12´ içinde bulunan parlak bir yıldızdır. Onunla el-subra’nın en parlak iki yıldızı arasında 10° 20´ mesafe vardır. Birbiri ardınca gelen iki grup arasındaki mesafe hemen hemen aynıdır ve her biri ayın bir gün ve bir gecede kat ettiği yolu ortaya koyar. el-uvva’ya gelince, Başak’ın iki kanadında yerleşmiş beş yıldızdan oluşur. Biri, el-azal el-simak (Spica), Mızraksız, Başak’ın sol elinde, diğeri, el- Simak el-ramih (Arcturus) Mızraklı, el-Zaniah, (Tellal) olarak da adlandırılan ve simgenin bir parçası olmayan Zaniah’ın iki oyluğunun arasında el-uvva bulunur. Başak takımyıldızını tanımadığı aşikârdır, çünkü altıncı işaretin Aslan’ın parçası olduğunu ve astronomların el-zafira (Zeta Leonis: Aslan takımyıldızının Zeta yıldızı), Saç Buklesi olarak adlandırdıkları ve bir başağa benzeyen, Aslan’ın kuyruğunun üstünde bulunan bir komşu yıldız kümesi yüzünden el-sunbula (Başak) olarak adlandırıldığını sanıyordu. el-Kavs (Epsilon Sagittari: Yay takımyıldızının Epsilon yıldızı) hakkında da, benzer şekilde, böyle adlandırılmasının orada bir yay sembolü görülmesinden değil, Yay’ın saçları üzerinde bulunan ve Arapların el-kilada, (Kolye) olarak adlandırdıkları birkaç yıldızın eğri bir hatta dizilmiş olmalarından kaynaklandığını söyler; sonuç olarak astronomların yöntemine göre ne yayı, ne oku, ne Yay takım yıldızını, ne de başka bir yıldızı tanıyordu. Aynı şekilde, el-avaid’i (Beta Draconis: Ejderha takımyıldızının Beta yıldızı) betimler ve sık sık, astronomlarda bunun Ejderhanın başı olduğunu ve deneb el-decâce’nin de (Deneb yıldızı, Tavuk takımyıldızının Alfa yıldızı) Aridif (Tavuk kuyruğu) olarak adlandırdıklarını söylemiştir; Tavuk figürünü hiç bilmemektedir. Aynı simgeye ait olduklarını ve kanatlar üzerinde bulunduklarını bilmeksizin el-favaris (Delta Cygni: Tavuk takımyıldızının Delta yıldızı), Kavalye’yi betimler. banat naş el-kubra (Alkaid, Eta Ursae Majoris: Büyükayı takımyıldızının Eta Yıldızı), Büyük Tabutun Kızları’nın el-sugra (Küçükayı takımyıldızının kuyruğundaki üç yıldız) ile aynı biçimde yerleşmiş yedi yıldızdan oluştuğunu ve astronomların el-dubb el-ekber (Büyük Ayı) adı altında gösterdiklerini söyler; yani bunun sadece Ayı simgesinin bir parçası olduğunu bilmiyordu. arş el-simak, Simak’ın Tahtı ile el-zubaneyn, iki Zuban (Kıskaç), [Alfa Librae ve Beta Librae: Başak takımyıldızının Alfa ve Beta yıldızları] arasında, bu son ikisinin altında, herhangi bir sembol oluşturmayan ve buradan Centaurus ve Vahşi Hayvan

[muhtemelen Lupus, Kurt]

adlı iki sembole kadar uzanan el-samarih (Küresel Yıldız Kümesi) veya Bağ Kütüğü olarak adlandırılan parlak ve toplu halde bulunan birkaç yıldız olduğunu söyler. Daha sonra, Hazır’dan (Gamma Lupi: Lupus takımyıldızının Gamma yıldızı) ve el-vazn’dan (Epsilon Lupi: Lupus takımyıldızının Epsilon yıldızı, bunlar Lupus takımyıldızında bulunan çift yıldızlardan en parlak ikisidir) bahseder ve el-samarih’in parçası olduklarını bilmeksizin bu iki yıldızın adının muhlifeyn olduğunu söyler. el-ziban, iki Kurt’tan, bu yıldızların Ejderha takımyıldızı arasında sayıldığını bilmeksizin bahseder. arş el-simak el-ezel, Silahsız Simak’ın Tahtı hakkında, İbn Kanasa’ya göre, ayın birkaç defa uzaklaştığını ve Aslan’ın sağrısında bir süre kaldığını, arş el-simak, Simak’ın Tahtı’nın beşi parlak ve üçüncü büyüklükte, biri dördüncü ve bir diğeri de beşinci büyüklükteki yedi yıldızdan oluştuğunu aktarır; astronomlar bunları el-gurab [Corvus] Karga olarak adlandırırlar. Andığı yıldızların çoğunun enlemi Zodyak’ın güneyinde 15° den 21° ye kadardır; oysa, ayın Zodyak’tan uzaklaştığı en büyük mesafe, Batlamyus’a göre 5°, gözlemcilere göre 4° 45´dır. el-simak el-ezel’ın enlemi 2° güneydedir; ay, en büyük enleminde, el-simak el-ezel’in paralelinden sadece 2° 45´ güneye uzaklaşır; bu on sekiz yılda bir kere olmuştur ve ay asla Karga takımyıldızını geçecek kadar uzaklaşmaz.

de Parceval, Caussin; Pierre, Armand, 1891. “Kitab as-Suwar as-sama’iya li’s-saih Abi’l-Husain ’Abdarrahman ’Umar ibn Sahl as-Sufi ar-Razi”, Notices et extraits des manuscrits de la Bibliothèque.

Publications of the Institute for the History of Arabic-Islamic Science, Islamic Mathematics and Astronomy 1998. Ed. Fuat Sezgin, Institute for the History of Arabic-Islamic Science at the Johann Wolfgang Goethe University Frankfurt am Main, C. 31, s. 37–41. 

Çeviren: S. Ertan Tağman

2. İstenen Karşılığı Almak Amacıyla Dilek Dilenecek ve Ulu Tanrıya Yakarılacak Elverişli Zamanı Yıldız Bakımı Yönünden Kesinlikle Saptamak Üzerine: el-Kindî

Yarlığayan Tanrının adıyla başlıyorum.

Bu, istenen karşılığı almak amacıyla dilek dilenecek ve ulu Tanrıya yakarılacak elverişli zamanın Yıldız Bakımı yönünden keskinlikle nasıl saptandığını soran kişiye karşılık olarak Ebû Yûsuf Ya’kûb b.İshak el-Kindi’nin –Tanrı yargılasın– yazmış olduğu küçük yapıttır. Dedi ki: Bu, –Tanrı seni başarıya ulaştırsın–, eksik beden evrenindekiler şöyle dursun, ruh evrenindekilere bile çetin gelen sorunlardandır. Ancak, bu bilginin Ulu Tanrıca iletici ve bildirici olarak sunulduğu kişi için başka! Demek ki, kendisine dayanılarak bu bilginin çıkarılacağı o elverişli zaman Yıldız Bakımı yönünden saptanır. Çünkü, belirli kimi kişilerin inancına göre, göksel güçler, kurulan ve bozulan bireyler ile Aşağı Evrende kuruluş ve bozuluş altında bulunanlara göstergendirler. Ama, onların kuruluş ve bozuluş üstündeki o elverişli göksel zamanların bilinmesinde göstergen olmaları söz konusu değildir. Çünkü, o güçler kendi altlarındakilerin nedenidirler, yoksa, üstlerinde bulunanların nedeni değildirler; o elverişli zamanların sayısı bu evren için bellidir, o evren için ise belli değildir. Nedenlerden ileri gelen herhangi bir şey üzerinde eğer, nedenliler açısından durulacak olursa, o şeyde birlik, ancak, nedenli olmak açısından gerçekleşir. Yıldız Bakımı sanatının o nedenli olanlar üzerindeki etkisine gelince, tıpkı, Tanrıdan istekten sonra girişilen her türlü eylemin ya da başka girişimlerin elverişli zamanının uygun düşürülmesinde olduğu gibi, Yıldız Bakımı’nın elinde olan şey, muta ermek amacıyla, içinde yakardan o elverişli zamanın uygun düşürülmesinden başka bir şey değildir. O halde, biz de bu konuda, ilkin bilgelik sever kişilerin, sonra, Yıldız Bakımı’na inananların sanılarını bildirmekle başlayalım ve bu işte Tanrıdan yardım dileyelim. Konulmuş yasa koşulları bakımından bizim inançlarımızı taşımayan ama birliğe inanan bilgelik sever kişilerin görüşlerine göre, yıldızlar uygun yerleri aldıklarında meydana getirdikleri biçimlerde isteğin yerine getirilmesi ve karşılanması gerekir. Onlar bu istek karşılanmasını o yıldızlara bağlarlar ve derler ki: Yıldızlar, kendileriyle Yaratan arasında –O, bu sözden yüksek ve uludur– aracıdırlar. Çoğu kez bunu Müşteri’ye ilgilerler. Bunu Yedi Gezegenden her biri için birer sunak yaparak, orada sunular sunarak, onu bakıcılarla bakımlı tutup onararak belirtirler, hem de, ilgili oldukları yıldız önünde, kendilerini saygıyla ve sunuyla yükümlü bellerler. Sokrates’in zehri içtiği o belirli zamanda ve ölümü sırasında Phaidonla İlgili Kitabında şöyle bir sözü vardır: “Platon’a, Zühre’ye sunu için sunak yapmasını, benim adıma orada sunular sunmalarını vasiyet ettim”. Bilgelik sever kişilerden bu inancı taşıyanlar ortadan kalkıp, onlardan sonra bilgelik sevgisini yok edenler türediklerinde, bunlar birtakım yontular benimsediler. Her bir yontuya Yedi Gezegenden birinin adını taktılar, onlara sunaklar sundular. Bu yontuya tapındılar. Bilgelik severlerin görüş ve inançlarının tersine, onları, kendileriyle bu gezegenler arasında aracı saydılar. Yıldız Bakımı’na inananların görüşlerine gelince: Onlar, yıldızların Müşteri ve Zühre’nin feleğinde uygun yeri aldığını görünce, onlardan birinin isteğin başında doğuş durumunda ötekinin ise, isteğin iyi bir sona varması için rabi¢ de bulunması gerektiğine inandılar. Onlardan birtakımı, bu dünyada ve öte dünyada muta ermek için o ikisinden birinin tasi¢de, diğerinin mutlu son için rabi¢de olması gerektiğine inandılar. Bu durumlarda, bu ikisinin Evlerinde olan bu iki uygun karşılaşma, o ikisinin güneş doğarken, o ikisi güzelliklerini kaybederken, yaklaşım ve geriye dönüşteki durumlarına uygun düşer. Ay da o ikisiyle uygun duruma gelir. Ay, onların Ay’ı karşıladığı yerde onlarla kavuşur. Onlardan birtakımının kanısınca, varlıklılık isteminde bulunmak için Ay’ın, Zühre’nin Evlerinde, Müşteri ile birleştiği o uygun zamanda, Tanrı’dan dilemek gerekir; çoluk çocuk isteminde bulunmak için Ay’ın, Müşteri’nin Evlerinde, Zühre ile birleştiği o uygun zamanda, oturacak ve gelir getirecek yerler isteminde bulunmak için Ay’ın Zuhal ile Ay’ı karşıladığı yerde, –ikisinin karşılaşmasının önceden sözünü ettiğimiz yerlerde–, birleşmiş olması, rütbe ve atlılar üzerinde başbuğluk isteminde bulunmak için, Ay’ın Merih ile Merih’in Ay’ı karşıladığı yerde birleşmesi, Bilim ve yazı isteminde bulunmak için Ay’ın Utarid ile, Utarid’in Ay’ı karşıladığı yerde birleşmesi, Vezirlik, çok varlık, Fıkıh isteminde bulunmak için Ay’ın Müşteri ile, Müşterinin Ay’ı karşıladığı yerde birleşmesi, hükümdarlık isteminde bulunmak için Ay’ın Güneş ile, tam göğün orta yerinde, Güneş’in Ay’ı karşıladığı yerde, birleşmesi veliahtlık, taşınma, yer değiştirme isteminde bulunmak için Ay’ın uygun yerde bulunması gerekir. Böylece, Ay bu istenenlerden, her biri için, yerinde karşılandıktan sonra, birleşir ve sıkı bir uygunluk doğar. Ve gözetilen amaca göre, biçim tutturmuş yıldızlarla uygun durumlara girer. Onlardan birtakımının kanısınca, Andromedea denen yıldız, bu Yeni Arş Yıldızı, Kaff al-Hadib adını alır, oysa bizce Hadib olan bu yıldızı biz gerçekte… yılında Hamelden 19° de, kuzey enlemi 51°. 40’, üçüncü kadirde Zuhal ve Zühre arasındaki geniş açıda gözlemledik Utarid ve Ay ile birleşirse, bu, Tanrı’dan dileklerin gerçekleşmesinde ve beden sağlığı istemekte, sayılı uygun zamanlardan biridir. O, Güneşle birleşirse, dileyen dilerse, bu onun varlık ve yüreklilikle karşılık alacağına göstergendir. O, Merih’le birleşirse, dilek dilenirse, bu, rütbe ve atlılara başbuğluk ile karşılanacaktır. Zuhal ile birleşirse, –tam uygun durum–, dilekçi yaşantısının orta yerinde düşmanlarını alt edecektir, eğer uygun olmazsa, ters durum doğar. Bu, fakirlikten ötürü çıplak olmaya göstergendir. Çünkü, simgelerle konuşanlar Andromedea’nın çıplak ve sıkışık olduğunu söylerler. Müşteri ile birleşirse, dilekçinin, her ne kadar çok varlıklı olacağına göstergen ise de, ömrünün kısalacağına da göstergendir. Ebû Yûsuf Ya’kûb b.İshak el-Kindi dedi ki: Bu ikisinden her biri birçok durumlarda, eylemlerde, doğuşlarda, din ve devlete ilişkin eylem başlangıçlarında ve evrendeki birçok değişimlerle ilgili dileğin karşılanması için bir durumda bulunur. Ama bu hal o kimselerin kitaplarında simgelerle anlatılmıştır. Onlar bunu bilim adamlarından ve lâyık olanlardan esirgemezler. Tam tersine, onlar bunu akılsız ve bilgisizlerden gizlerler. Çünkü, bu kimseler bu sanatı kendi havalarına göre, zararlı ve faydasız alanlarda kullanmak isterler. İşte bu, –Tanrı seni başarıya erdirsin–, benim aklımda olan ve aklıma gelen şeylerdir. –Tanrı seni bunlardan yararlandırsın, yardımıyla, bağışlamasıyla senin eksiklerini kapatsın–.

Mübahat Türker Küyel, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Dergisi, 1972, s. 5–7.

3. Astronomi Üzerine: el-Battâni

İslam dünyasının en etkili astronomlarından birisi olan Ebu Abdullah Muhammed ibn Câbir ibn Sinan el Rakka el-Harranî el-Sâbi el-Battânî (243/858-316/929), Harran’da doğmuş daha sonra eğitim için Bağdat’a gitmiştir. Selefi Sabit bin Kurra gibi Sabîi dinine mensup olması sebebiyle yıldız ilmi ve göksel teoloji konusunda çok önemli bilgilere sahiptir. Doğu ve Batı’da ününün yayılmasını sağlayan ve aşağıda birinci bölümü verilecek olan Astronomi Üzerine adlı kitabının giriş bölümünde Battânî kendisini bu eseri yazmaya iten nedenin; öncüllerinin (astronomlar) bazı çalışmalarında yer alan hataları ve tutarsızlıkları düzeltme ihtiyacı olduğunu belirtmiştir. Nitekim Batlamyus da daha önce Hipparchus tarafından yapılan gözlemleri düzeltmiştir. Ayrıca kendinden sonrakilere Batlamyus’un öğüdü ve önerisi ona ait kuramları ve çıkarımları da yeni ve dakik gözlemler aracılığıyla düzeltmek gerektiğidir. Battânî de bu öğüdü dikkate aldığını belirtmiş ve esere; göksel kürenin burçlara ve derecelere bölünmesi, altmışlık kesir sisteminin çarpılması ve bölünmesi ile ilgili yönergeler gibi pratik problemler ve tanımlamalara yer vererek başlamıştır.

I. Bölüm

Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla, Allah’ın rahmeti ve bereketi Hz. Muhammed’e ve onun ailesinin ve ashabının üzerine olsun.

Giriş

(Yazar) şöyle söyler: Tüm övgüler her şeyin ve her sözün sahibi olan, her şeyi insanlar faydalansın diye yaratarak en iyi şekilde yapan Yüce Allah’a mahsustur, ayrıca tüm işler O’na lütuflarından dolayı şükrederek ve (üzerlerinde Allah’ın verdiği esenlik, merhamet ve lütuflar olan) elçilerin ve peygamberlerin şefaati için dua ederek yapılmalıdır.

Tüm övgüler ilmi ve kudreti ile yaratılanları yaratan, isteğine göre onları düzenleyen Allah’a mahsustur. “O, her şeyi ilmi ile kuşatır” (Kur’ân 65: 12) ve “O her şeyi bir bir saymıştır” (Kur’ân, 72: 28), “…göklerde ve yerde bir zerre miktarı dahi O’ndan gizli kalmaz, daha küçük ya da daha büyük hiçbir şey yoktur ki kitapta apaçık yer almasın” (Kur’ân 34: 3). Böylece şahitlik ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur, Allah birdir ve O’nun ortağı yoktur ve yine şahitlik ederim ki, Hz. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. “Allah onu, puta tapanların hoşuna gitmese de, dinini diğer bütün dinlere üstün kılmak için hidayet ve hak din ile gönderendir” (Kur’ân 9: 33), “Sizi uyarması için içinizden bir adam aracılığıyla size bir öğüt gelmesine şaştınız mı? (Kur’ân 7: 69). Allah, Hz. Muhammed’in, onun yüce soyunun, onun ashabının ve onun yolunun takipçilerinin kıyamet gününe kadar yanında olacak.

En önemli, en üstün ve en cazip, kalbi ve aklı en çok heyecanlandıran, ruha en çok renk katan zihni ve düşünceyi en çok harekete geçiren ve algı gücü, zekâ, çalışma ile var olan bilimler arasında –dinin ilkeleri ve şartlarına göre hiçbir insanın göz ardı etmemesi gereken şeylerden sonra– yıldız bilimi yer alır. Ve bu, yıldızların sağladığı büyük haz ve önemli yararından –yıldızlar, yılların ve ayların sürelerini bulmada (hesaplamada), zamanları ayarlama konusunda, mevsimlerin bölümlerini, gündüzün ve gecenin uzaması ve kısalmasını, Güneş’in ve Ay’ın yerlerini ve tutulma zamanlarını, yıldızların ilerleyişini, yolunu, değişebilir şekilleri hesaplamada, gezegenlerin düzenini (sırasını) ve bunlar gibi, insanın ancak titiz (dikkatli) bir inceleme yaparak ve üzerinde uzun süre çalışıp düşünerek ulaştığı daha pek çok şeyi hesaplamada kullanılırlar– ve kuşkusuz bir ve tek Allah’ın varlığını göstermesi ve bu olağanüstü azameti, en yüce ilmi, en büyük kudreti, Yaradan’ın hayranlık uyandıran eserini sergilemesinden kaynaklanır. Zira yüce Allah şöyle der: “Göklerin ve Yerin yaratılışında, gece ve gündüzün art arda gelişinde kuşkusuz aklıselim insanlar için alametler vardır” (Kur’ân, 3: 190), “Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (Güneş)ve aydınlatıcı bir Ay yaratanın şanı çok yücedir” (Kur’ân 25: 61), “O, öğüt almak isteyen ve çok şükredici olmayı dileyen kimseler için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca getirendir” (Kur’ân 25: 62), “O, Güneş’i bir ışık (kaynağı), Ay’ı da (geceleyin) bir aydınlık (kaynağı) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları (boş yere değil) ancak gerçek ile (hikmeti gereğince) yaratmıştır. O, âyetlerini, bilen bir topluma ayrı ayrı açıklamaktadır” (Yunus, 5). Yüce ve büyük Allah’ın kitabında yazılmış daha pek çok şey bulunmaktadır, ama bunları şimdi aktarmak ve bir yandan da ispatlarını sunmak çok uzun sürer.

Uzun süre önce bu bilime yöneldikten ve kendimi bu konuda çalışmalara adadıktan sonra, yıldızların hareketleri konusunda yazılmış kitapların kendi içlerinde farklı olduklarını (uyuşmadıklarını) ve bazı yazarların, yapıtları ve birincil kaynakları kullanırken hata yaptıklarını anladım; yeni gözlemler eskilerle bir araya getirilince, zamanın ilerlemesi ile yıldızların hareketlerinde ne (gibi değişiklikler) oluştuğunu ve ekliptiğin eğiminden ötürü, aritmetiğin (hesabın) türlerinde, yılların sürelerinde, mevsimlerin bir yıldaki değişimlerinde, Güneş ve Ay tutulmalarının zamanlarına göre belirlenen (anlaşılan) tablolarda neyin değiştirilmesi gerektiğini anladım. Ben, tüm bunları, uzun süren bir çalışma ile düşünüp değerlendirdikten sonra, Batlamyus’un yolundan giderek ve onun öğretilerini izleyerek, onun Almajest adlı yapıtında açıkladığı hesaba göre düzeltmeyi ve sağlamlaştırmayı üstlendim. Zira Batlamyus, bunları son derece büyük bir titizlikle araştırdıktan sonra ve tüm şeylerin nedenlerini geometrik ve aritmetik deneylerle şüpheye yer bırakmadan gösterdikten sonra, kendisinden sonra başkalarının da gözlem ve araştırma yapmalarını isteyerek, tıpkı kendisinin Hipparchus’un ve diğerlerinin düşüncelerine (değerlendirmelerine) birtakım eklemelerde bulunması gibi, kendi gözlemlerine de akıp giden zamanda bir eklemede bulunulmasının imkânsız olmadığını söyledi. Zira bu göksel ve geniş bilimin görkemi (alanı) öyle büyüktür ki, hiç kimse onu parmağının ucuna alamaz.

İşte bu yüzden bu konular üzerine bir kitap yazdım, bu kitapta, güçlükleri açıklayarak (karmaşık şeylere açıklık getirerek), karanlık şeyleri aydınlatarak, hem bilimin gizli ilkelerini (esaslarını) hem de onların özellikle nerede kullanıldığını gözler önüne sererek, bunu (bu kitabı) çalışanlara ve izleyenlere kolay yolu gösterdim. Ekliptikte yıldızların hareketlerini ve yerlerini, gözlem yaparak, tutulmaları hesaplayarak ve bunlara uygun başka çalışmalar yaparak bulduğum şeye (gözlemlerime) göre düzelttim; gerekli diğer eklemeleri yaptım. Meridyen saatine göre yıldızların hareketlerini belirlemek için, tüm bu şeyleri kavramak (anlamak) amacı ile gözlemlerin yapıldığı Rakka şehrine ait raporları açıkladım. Allah’ın takdiri ile böyle olacak ki zira yardım yalnızca Allah’tandır.

Publications of the Institute for the History of Arabic-Islamic Science, Islamic Mathematics and Astronomy, Ed. Fuat Sezgin, 1997, C. 11, s. 4–6. Nallino, Carolo Alphonso, Pubblicazioni Del Reale Osservatorio Di Brera İn Milano, Al-Battânî sive Albatenii OPUS ASTRONOMICUM.

Çeviren: S. Ertan Tağman – Serap Kalaycıoğulları

4. Almajest, Ay’da Bulunan ve “Prosneuse” (Ay’ın Episikl Eksenindeki Sapma) Eşitsizliği Olarak Adlandırılan Üçüncü Eşitsizlik Hakkında: Ebû’l Vefâ el-Buzcâni

5. Gözlem Üzerine: İbnu’l-Heysem

Antikçağ araştırmacıları büyük bir gayretle, görsel duyumlamanın biçimini araştırmak istediler, düşüncelerini ve çabalarını bu konuya harcadılar, sonunda araştırmalarının kendilerini götüreceği sınıra ulaştılar. Konuyla ilgili olarak kendi sorgulamaları ve kararlarıyla uyumlu pek çok bilgi kazandılar. Buna rağmen, görmenin doğası üzerindeki görüşleri farklılaştı ve duyumlamanın biçimine ilişkin doktrinleri uyumlu olmadı. Böylece, şaşkınlık galip geldi, kesinlik elde edilmesi zorlaştı ve sorgulamanın nesnesinin hedefine ulaşmanın hiçbir garantisinin olmadığı anlaşıldı. Bütün bunlara ek olarak gerçekliğin kafa karıştıran bir şey olduğunu mazeret göstermek ne kadar kolaydır ve kesinliğin kanıtını elde etmek zordur demek ne kadar açıktır! Çünkü gerçekler karanlık, hedefler gizli, şüpheler türlü türlü, zihinler bulanık, akıl yürütmeler çeşit çeşittir; öncüller (ilkeler) duyulardan derlenmiştir, birer araç olan duyularımız ise yanılmaz değildirler. Bundan dolayı araştırmanın yolu tıkanmıştır ve her ne kadar çalışkan da olsa, araştırmacı yanılmaz değildir. Sonuç olarak, araştırma ayrıntıya dayandığında ise şaşkınlık büyür, görüşler uzaklaşır, düşünceler değişir, sonuçlar farklılaşır ve kesinliğe ulaşmak zorlaşır.

İbn el-Heysem, Kitâb el-Menâzır, Fatih nüshası, varak 2a.

Çeviren: Hüseyin Gazi Topdemir

6. Hakemi Tabloları: İbn Yunus

Mısırlı köklü bir Arap ailesine mensup olan İbn Yunus veya tam adıyla Ebu Hasan Ali ibn Abdurrahman ibn Ahmed ibn Yunus ibn Addullah ibn Musa ibn Masera ibn Hiyân (338/950-399/1009), çoğu çağdaşı gibi şair ve müzisyen olmasının yanı sıra astronom olarak tanınmaktadır. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle beraber 1009 yılında ölmüştür. Birisi 990 yılında Halife Aziz döneminde yazılmış ve ona ithaf edilmiş, diğeri ise yapılan gözlemlerin düzeltilmiş ve genişletilmiş bir hali olarak Halife Aziz’in oğlu, Halife Hakem zamanında yazılmış olan ve bugün “Hakemi Tabloları” olarak adlandırdığımız iki adet astronomi tablosu hazırlamıştır. İbn Yunus’un kitabı Arap astronomlarının ulaştığı gözlemlerin ne kadar üst standartlara ulaştığına ışık tutmaktadır. İbn Yunus tabloda Batlamyus’un eserindeki bir bilgiyi temel koşul olarak almış ve esas amacı da pratik gözlem, hesaplama ve tabloların kullanımı ile ilgili olan her şeyi birleştirmek olmuştur. Nihai amacı ise kendi zamanındaki tablolarda mevcut olan hataları düzeltmektir, bu yüzden kendi gözlemleri en büyük yardımcısı olmuştur.

“Bağışlayan ve esirgeyen Allah’ın adıyla!

Yüce Rabbimizin rahmeti ve bereketi Hz. Muhammed efendimizin ve ailesinin ve bizlerin üzerine olsun! Rabbimiz yardımını bizden esirgemesin!

Hamd şanı yüce, kadir-i mutlak, her şeye gücü yeten Allahü Teâlâ içindir. Şüphesiz delillerle, eksiksiz kelamı, apaçık buyrukları, aşikâr delilleri, yaptığı her şeyi iyi yapan, eserlerine bilgi, ihtişam ve mükemmellik veren Yüce Allah yarattıklarının kendisini ebedî bir Varlık kabul etmelerini ister. O’nun için her şey kolaydır. Gökyüzünde ve Yeryüzünde her şey O’nun hüküm ve hikmeti altındadır. Bir atomun ağırlığını bilen bir Âlim ve yarattıklarının en büyüğünde ve en küçüğünde olduğu gibi gerçekliğin ve aydınlığın parıldadığı bir kitabın sahibi Yüce Allah’a mahsustur tüm övgüler.

Yüce Allah Peygamberlerin en üstünü, ashabının en kıymetlisi olan Hz. Muhammed’i yüceltsin ve erdemin ve saflığın timsali olan bütün ehl-i beyti korusun.

Kendilerinden önce gelen âlimlerin kitaplarını okuyanlar bilgilerini derinleştirirler, kitaplarda gerçekleri, yanlışları ve şüpheli olan şeyleri görürler. Sadece bilgi edinmek amacında olan kişiler ve sağlam bir zekâ ile donatılmış kimseler kavrama becerisiyle doğru ve yanlışı birbirinden ayırabilir, doğrunun peşinden gidebilir ve o doğruya ulaşmak için çaba sarf ederler. Sonunda doğru ile karşılaştıklarında sevinç ve iştahla ona sarılırlar. Herhangi bir hata bulduklarında ondan sakınırlar ve özenle yollarını o hatadan ayırırlar. Aksi durumda olanlar yani tutkularına ve hırslarına esir olanlar dikkatli bir kavrayıştan yoksundurlar ve tabiatları icabı kötülüğe meylederler, hatayı takip ederek doğru yoldan saparlar, gururları onları kör eder. Bizatihi kendileri yanıldıkları halde âlimleri hata yapmakla suçlarlar, onlarda dikkatsizlik ve unutulmuş şeyler ararlar; buldukları takdirde bu küçük hatayı sürekli dile getirirler, her yerde yayınlarlar ve astronominin o güzel ve muazzam keşiflerini bu yüzden görmezden gelirler. Ölümlüler arasında bulunmayanı arayanlardır onlar. Çünkü insan hata yapar, unuttuğu ve ihmal ettiği şeyler elbette olacaktır ve hakikatin çoğu kendisi için genellikle hep karanlık kalacaktır. Asla yanılmayan, asla unutmayan, kendisinde hiçbir kusur bulunmayan, bütün mükemmelliği kendisinde toplayan Varlık, yani en kutsal olan Varlık şüphesiz Yaratıcı olan Allah’tır. Yüce Allah en gizli şeyleri, tüm teferruatıyla bilir. O Âlim’dir.

Bu tarz insanlar âlimlerin kıymetini azaltmak için onların büyük uygulamalarını azımsarlar, uzun araştırmalarını, bilimde ilerlemek için gösterilen gayretleri şu sözlerle açığa vururlar: “Kimi gözlemlerini yalnız yaptı. Tek bir kişinin algısına nasıl güvenilir ve diğerlerinin yaptıkları nasıl göz ardı edilir?” Oysa bunları söyleyenlerin unuttuğu bir şey vardır. O da eskiler de yani Arşimed, Hipparkos ve Batlamyus da bireysel gözlemler yapmışlardır. Benzer şekilde yıldızları inceleyen tespit eden kitaplar ve tıp kitapları her biri pek çok kişi tarafından bir araya getirilmiş kitaplar değildir. Üstelik bu konularda her âlim bir diğeriyle her zaman anlaşamaz. Yine bu argümanı önemsizleştirmek için başvurdukları diğer bir yol da bundan istifade edenlere karşı bu argümanı değiştirmektir. Düşünülsün ki bu tabloları hesaplayan çok sayıda kişi olsun veya tahminleri yayınlayanlar, hesap yapanlar veya bunları yorumlayanlar şunu söylesinler “Siz yalnızca hesapladınız, bunu tek başınıza yorumladınız, bir tek kişinin hesaplamalarına, düşüncelerine ve tahminlerine güvenilemez!” O zaman onlar bu mantık hatasını görecekler ve bundan vazgeçmek için çabalayacaklardır. Hatta birinci derecede âlimler ve büyük sanatkârlar çok nadir bulunur, seyrek zamanlarda ortaya çıkar ve yeniden aynı derecede bir âlimin ortaya çıkması için zamana ihtiyaç vardır. Batlamyus astronomi ve temsil sanatında, Galen tıp biliminde, Ali bin İsa ve Hamid ibn Ali, usturlab yapma sanatında özel ilim erbabıdırlar. Hiçbir zaman bir bilim adamının bilgileri reddedilemez, bir sanatçıdan yararlanmak yadsınamaz ya da eserlerine güvenmemek düşünülemez. Bir âlimin ya da zanaatkârın yaptıkları tek başına yapıldıkları gerekçesiyle reddedilmemelidirler.

Sonuçta Halife Me’mun zamanında Bağdat’ta astronomların sayısının çok fazla olması, onların birlikte yaptıkları gözlemlerin Şam’da yapılanlardan daha iyi ve farklı olduğu anlamına gelmez.

Bizim yapacağımız çalışmaya gelince, diyebiliriz ki gökcisimleri ile ilgili çalışmalar dinden bağımsız değildir. Sadece bu ilimle namaz vakitleri, Güneş’in doğuşu bilinebilir; ancak böylece oruçlu kişi akşamın alacakaranlığına kadar dinî yükümlülüğü ve vaadini yerine getirebilir ancak gözlemlerle yemekten ve içmekten geri durabilir; tutulma vakitlerini önceden bilerek kişi kendisini bu duruma uygun özel dualara hazırlayabilir.

Aynı çalışmalar yine namaz için kişinin yönünü Kâbe’ye çevirmesi, ayların başlangıcını ve üzerinde şüphe olan belirli günleri, tohum ekme, ağaç budama, meyveleri toplama zamanını belirlemesi ayrıca bir bölgenin diğer bir bölgeye göre konumunu bulması ve kaybolmadan istediği yere gitmesi için gereklidir.

Gökcisimlerinin hareketi bu yüzden ilahi idrak ile bağlantılıdır ve Bağdat’ta Halife el-Memun zamanında yapılan gözlemler günümüz için artık zamanı geçmiş ve daha evvelden Arşimed, Hiparkos, Batlamyus ve diğerleri tarafından yapılan hataları barındırır durumdadır. Bu yüzden halifemiz Ebu Ali el-Mansur el-İmam el-Hakem benden, mevcut tablolara göre hareketleri yavaş olan ve bu tablolarla uyumlu olmayan gökcisimlerinin hareketlerini yeniden gözlemlememi istedi.

Öncelikle gözlemler için kullandığım aletlerin mükemmelliğini sağlamam gerekti. Çok büyük bir özen ve dikkatle onları inşa ettim ve muazzam ihtimam göstererek onları bölümlere ayırdım. Bu aletler üzerinde çok fazla vakit harcadım ve taksimlerin her birini defalarca sınadım. Onların güvenilirliğini sağlamak için her birini bir diğeriyle karşılaştırdım; bir gezegenin yerini kesin olarak tespit ettikten sonra, antik dönemlerdeki gözlemleri gezegenlerin ortalama hareketlerini belirlemek için kullandım. Çünkü ancak bu şekilde doğru bir belirleme yapılabilir.

Publications of the Institute for the History of Arabic-Islamic Science, Islamic Mathematics and Astronomy, Ed. Fuat Sezgin, 1997, C. 25., s. 316-317. The Hakemite Tables of Ebn Younis, J. H. Reynolds, Nature (London) 128, 1931, s. 913-914

Publications of the Institute for the History of Arabic-Islamic Science, Islamic Mathematics and Astronomy, Ed. Fuat Sezgin, 1997, C. 24., s. 88-93. Caussin de Perceval, Armand-Pierre, Le Livre de la Grande Table Hakémite, observée par le Shcikh Aboulhassan Ali ebn Abderrahman ebn Ahmad, ebn Jounis, Notices et extraits des manuscrits de la Bibliothèques (Paris) 7, 12 (1803-1804) s. 16-240.

Çeviren: S. Ertan Tağman

7. Ruhamat Adı Verilen Saat Aleti Hakkında: Sabit bin Kurra

Sabit bin Kurra el-Sâbi el-Harrânî, Harran’da Sabiî bir aileye mensup olarak doğmuştur. Doğduğu yer bakımından hem Yunanca hem de Arapça bilen Sabit bin Kurra, Muhammed ibn Musa ibn Şâkir’in daveti üzerine Bağdat’a gitmiştir. Yunan ve Helenistik dönem eserlerini çevirerek ve astronomi, matematik, tıp gibi alanlarda özgün eserler yazarak İslam dünyasında doğa bilimlerinin gelişmesine büyük katkı sağlamıştır. Onun matematikle ilgili çalışmaları daha çok Batlamyus astronomisinin anlaşılması ve uygulanması üzerine yoğunlaşmış ve İslam dünyasında matematiksel astronomi geleneğinin kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Aşağıda bazı bölümleri verilecek olan Kitâb Ebu Hasan Sabit bin Kura fi alât el-saat elleti tusamma ruhâmât adlı eser güneş saati ile ilgili olmakla beraber, matematik tarihi açısından da son derece önemlidir. Çünkü Güneş’in yüksekliği (h) ve azimutunun (A), Güneş’in deklinasyonuna (δ), ilgili şehrin enlemine (ø) ve saat açısına (t) göre tanımlanması; h= dos (ø- δ) – ters sin t x cos δ x cos ø formülüne götürür ki, bu da sinüs ve kosinüsün küresel teoremine karşılık gelmektedir. Bununla beraber yine bazı bölümleri verilecek olan Kitāb fī Sanat el-şems [Güneş Yılı Üzerine] adlı eserinde Güneş’in görünen yıllık hareketini araştırmış ve Risāla ilā Ishak ibn Huneyn [Sekizinci Kürenin Hareketi Üzerine] adlı eserinde sekizinci küre olarak adlandırdığı sabit yıldızların yardımıyla geri dönüş hareketini açıklamaya çalışmıştır.

Bağışlayan ve esirgeyen Allah’ın adıyla

Ebu Hasan Sabit bin Kurra’nın –Allah ondan razı olsun– ruhâmât adı verilen saat aletleri hakkındaki kitabıdır. Saat âletlerinin, nasıl olduğu tam olarak bilinmeyen herhangi bir düzlem üzerinde saatleri gösteren çizgileri olan ve bu düzlem üzerinde sabitlenmiş bir ölçek bulunan ve bu ölçeğin gölgesinin ucu bu saat çizgilerinin üzerine düştüğü zaman, gün içerisinde ne kadar saat geçtiğini gösteren saat aletleri çoğu insan arasında bir alışkanlık sonucunda ruhâmât olarak adlandırılır. Bunların yapımı, farklı aletlerin yerleştirildiği düzleme bağlı olarak çeşitlilik gösterir. Dikkatlice baktığımızda; saatleri seçtiğimiz herhangi bir mevcut düzlem üzerine çizdiğimizde, bunun yedi türü bulunan düzlem ve ruhâmâtlardan hangisi olduğunu bilmemiz gerekir. Bunlardan birincisi ufuk düzlemine yerleştirilmiştir; ikincisi Meridyen düzlemine yerleştirilmiştir, üçüncüsü ufuk ve meridyeni sağ köşeden kesen daire düzlemine yerleştirilmiştir ki bu düzlemde doğu-batı uzantılıdır, (ilk dikme), dördüncüsü doğu-batı uzantılı olduğundan bahsettiğimiz üçüncü türü sağ köşeden kesen ve doğu ve batı meridyenlerinden ve ufuk dairesinden uzaklaşan bir dairenin düzlemi üzerine yerleştirilmiştir, beşincisi doğu-batı uzantılı olduğunu ve ufuk dairesinden uzaklaştığını belirttiğimiz dördüncü türden kuzey-güney uzantılı olarak uzaklaşan Meridyen düzlemi üzerinde dikey şekilde duran daire düzlemi üzerine yerleştirilmiştir, altıncısı Meridyen ve doğu-batı uzantılı daireden uzaklaşarak ufuk düzlemi üzerinde dik olarak duran bir dairenin düzlemi üzerine yerleştirilmiştir ve bu daire yüksek daireler arasında sayılır, yedincisi bahsettiğimiz ufuk düzlemi, meridyen düzlemi ve doğu-batı uzantılı daire düzlemi üzerinde dik durmayan bir daire düzlemi üzerine yerleştirilmiştir.

Bu türlerin her birinin hesaplanmasını ve üretim yöntemlerini anlatıyor ve tekrara düşmemek için her birinde elzem olan bazı ortak özellikleri öne çıkarmak istiyoruz.

Karl, Garbers, Ein Werk Tâbit b. Qurra’s über ebene Sonnenuhren (Kitâb Abi’l-Hasan Tabit b. Qurra fî âlât al-sâ’ât allati tusammâ ruhâmât). Berlin 1936, s. 80. (Quellen und Studien zur Geschichte der Mathematik, Astronomie und Physik. Abteilung A: Quellen. 4. Band). Institute for the History of Arabic-Islamic Science at the Johann Wolfgang Goethe University Frankfurt am Main, Publications of the Institute for the History of Arabic-Islamic Science, Islamic Mathematics and Astronomy, Ed. Fuat Sezgin, 1997, C. 22, s. 99–100. 

Çeviren: S. Ertan Tağman – Doğanay Eryılmaz

8. Güneş Yılı Üzerine: Sabit bin Kurra

[1] Eskiler (astronomlar) yalnızca süresi bakımından değil aynı zamanda nasıl tanımlanması gerektiği bakımından da Güneş yılı hususunda fikir birliğine varamamışlardı. [2] Hipparchus Güneş yılının uzunluğunu belirlemeye çalışırken, Güneş’in sabit yıldızlarla olan kavuşumunu ve aynı noktaya dönüşünü gözlemledi; aynı zamanda burçlar kuşağının bir noktasındaki Güneş hareketinin başlangıcından (itibaren) aynı noktaya geri gelene kadar geçen süreyi gözlemledi ve Güneş’in sabit bir yıldızla kavuşumundan aynı yıldıza tekrar geri gelmesi arasındaki sürenin 365 gün ve günün dörtte birinden biraz daha fazla olduğunu ve burç kuşağı üzerindeki bir noktada yer alan Güneş hareketinin başlangıcı ile aynı noktaya geri gelmesi arasındaki sürenin de 365 gün ve günün dörtte birinden daha az olduğunu buldu.[3] Ayrıca Batlamyus, ekinokslar ve gündönümlerinin hareketini ele alan doğru gözlemi ile elde ettiği Güneş yılı ile ilgili çalışmasında Hipparchus’un neyi kabul ettiğini de açıklamış ve bunların hareket miktarının bizim Güneş yılının uzunluğunu (doğru şekilde) belirlememize engel olmadığını belirtmiştir. [4] Ayrıca şöyle söylemiştir: Bu gözlemler sonucunda, Güneş’in (ekinokslar ve gündönümleri ile belirlenen) dört fasıladan (birinde) ortaya çıkışıyla başlayan Güneş yıllarındaki değişkenin önemsiz olduğunu göstereceğim. Batlamyus ayrıca Hipparchus’un kitabında şöyle söylediğini aktarmıştır: Ayrıca Güneş yılının uzunluğuyla ilgili de bir kitap yazdım ve bu kitabımda Güneş yılını, gündönümündeki Güneş’in hareketinin başlangıcından tekrar aynı noktaya geri gelmesine kadar geçen süre ya da bir ekinokstan tekrar bir diğer ekinoksa kadar geçen süre olduğunu yani 365 gün ve günün dörtte birinden biraz daha az bir süre, yaklaşık olarak bir gündüz ve gecenin 1/300’ü olduğunu açıkladım. [5] Batlamyus ayrıca şöyle söylemiştir: Güneş yılının incelenmesindeki tek amaç ekliptikte yer alan belli bir sabit noktadan başlayıp tekrar aynı noktaya geri geldiği ana kadar devam eden Güneş’in hareketi olmalıdır. [6] Ayrıca küreleri sürekli hareket ettiği için (Güneş’in) sabit yıldızlarla kavuşumuyla başlayan yörüngeye güvenilmemesi gerektiğini de belirtmiştir; fakat bu (tür bir tanımlama) kabul edilirse Güneş yılının, Güneş’in Satürn veya bir başka gezegeni yakaladığı süre olarak tanımlanmasının önüne geçemeyiz. Böylece bu durum bizi birbirinden farklı pek çok Güneş yılına götürür.

[7] Fakat bize göre, Hipparchus gibi Batlamyus da sabit yıldızların yörünge hareketinin gezegen yörüngeleriyle sabit bir bağlantıda olduğunu düşünüyordu. Sabit yıldızların yörünge hareketinin aynı zamanda Güneş ve Ay’ın yörüngesi ile de bağlantılı olmasını hiçbir şey engellemez. Eğer durum böyleyse, Güneş yılını; Güneş’in sabit yıldızlardan bazıları ile geldiği kavuşum noktasından tekrar o noktaya gelişine kadar geçen zaman olarak tanımlamak zorundayız ve böylece bundan başka Güneş yılına eşit herhangi başka bir zaman olmayacaktır ve bu durum bize göre Hipparchus’un Güneş’in sabit bir yıldızla kavuşumunun gözlemlenmesine neden olan şeydir.

[8] Bu sebeple kendi gözlemlerimiz ve tarih öncesi dönemlerde yapılmış gözlemlere dayanarak sabit yıldızlara ait hareketin Güneş’in ve Ay’ın yörüngesiyle bağlantılı olduğunu, Güneş yılı uzunluğunun, yörüngesinin herhangi bir noktasındaki Güneş hareketiyle başlayıp tekrar aynı noktaya gelene kadar geçen (zamana) eşit olduğunu ve bu zamanın Güneş’in belli bir sabit yıldızla kavuşumundan tekrar ayni yıldıza geri döndüğü zamana eşit olduğunu göstereceğim. Ayrıca (ekinokslar ve gündönümlerince tanımlanan) dört dönemli fasılaların bir tanesiyle başlayan Güneş yılının uzunluğunun eşitliğin ötesinde olduğunu ve bunlar (dört dönemli fasılalar) arasındaki farklılıkların –(Güneş yılı) süresinin uzunluğunun haricinde– gözle görülür (Güneş) hareketini belirlemede engel oluşturacak kadar büyük olmadığını da (göstereceğim).

[9] Sabit yıldızların yörünge hareketinin Güneş’in ve Ay’ın yörüngesiyle bağlantılı olduğunu kanıtlamak için göstermek zorunda olduğumuz ilk şey; Güneş, Ay ve sabit yıldızların doğru nicelikleri ile ilgili hatanın Batlamyus’un gezegenlerin hesaplanması ile ilgili ifadesinde yattığını fark etmeye bağlıdır. Ancak bu durum Güneş’e, Ay’a ve sabit yıldızlara mahsus bu hataya yol açan neden dışında (yanlış) olurdu zira sabit yıldızların hareketi dışında diğerlerine mahsus bir hareket söz konusu değildir. [10] Kaldı ki tüm tarih öncesi âlimler bu noktada hemfikir olmuşlardır. Öyle ki Güneş ve Ay ile ilgili bir hatanın sabit yıldızların hareketinden kaynaklandığı sonucuna benzer şekilde herkes varabilir.

[11] Aşağıda da bahsedeceğimiz gibi, gözlemlerimizle de uyumlu olarak, günümüzde Güneş’in apoje noktasının yaz gündönümüne olan mesafesinin –ki bu mesafeye astrologlar alauge (Göz) demektedirler– 9 ¼ p olduğu –burçların tam aksi yönde– bizim için kesindir ve (genel manada da) kabul görmektedir. [12] Ayrıca Batlamyus kendi döneminde Güneş’in apojesinin yaz gündönümüne olan boylamını 24 ½ p olarak bulduğunu belirtmiş ve Hipparchus’un da daha önce aynı sonucu bulmuş olduğunu söylemiştir. [13] Ayrıca zaman aralığının sabit yıldızların yörünge hareketinin bizim dönemimizle Hipparchus dönemi arasında Güneş apojesinin hareketi bakımından eşit niceliğe sahip olduğunu da fark ediyoruz ve Hipparchus kendi dönemindeki Regulus’u 29;50° olarak bulduğunu ifade etmişti. Biz ise bu değeri kendi zamanımızda 13° nin biraz üstünde bulduk. [14] Bu bulgulardan hareketle, sabit yıldızların yörünge hareketinin Güneş’in yörüngesi ile bağlantılı olduğu sonucuna varıyoruz. Aslında kendi gözlemlerimiz ile tarih öncesi gözlemler arasındaki dönemde sabit yıldızların hareketi ve Güneş’in apojesinin hareketine ilişkin bulduğumuz şeyler arasında küçük bir farklılık mevcuttur. Fakat bu durum gözlemsel hatalardan kaynaklanmaktadır. Ayrıca aynı durum, Batlamyus’un sabit yıldızların yörünge hareketinin her yüz yılda yalnızca 1p olduğunu söylemesinden de anlaşılabilir. Zira biz bu değeri her bir yüz yıl için yaklaşık olarak 1 ½ p olarak tespit etmiş durumdayız.

[15] Bu durumda Güneş yılının uzunluğunu tanımlama sorununa dönmüş oluyoruz. Sabit yıldızların yörünge hareketinin Güneş’in yörüngesiyle bağlantılı olduğunu açıkladığım için, Güneş’in belli bir sabit yıldızlarla kesişmesi ile ayni yıldıza geri dönmesi arasındaki sürenin, kendi yörüngesindeki belli bir noktada gerçekleşen Güneş hareketinin başlangıcından aynı noktaya dönene kadar geçen süreye eşit olduğunu ve –her ne kadar Güneş’in belli bir sabit yıldızla kesişmesini belirlemek güç olsa da– bu zamansal aralığın belirlenmesi ve tespitinin kendi gözlemlerimiz ve tarih öncesi gözlemler arasındaki zamansal aralığa dayandığını göstereceğim. [16] Almajest’de yer alan tarih öncesi gözlemler arasında (yılın) dört bölümünün herhangi birine ait tarih öncesi dönemler ile günümüzde bunlara karşılık gelen (gözlemler arasındaki) farkı bize gösterebilecek herhangi bir şey bulamadığım için, iki gözlem arasındaki süre içinde yer alan sabit yıldızların yörünge hareketine göre ilerleyecek ve ortalama Güneş’in herhangi bir noktası ile başlayan hareketi için geçerli sürenin miktarını bulacağız ki bu süre içerisinde gözlem altındaki burç kesitine dayandırdığımız hareket, bu iki gözlem arasındaki süre boyunca sabit yıldızların yörünge hareketine eşit gibi görünmektedir. [17] Eğer bu süreyi, kesitlerin bir diğeri ile kavuşumunu tanımlamak için kendi gözlemimiz ile tarih öncesi yapılan gözlem arasındaki süreye eklersek toplam süre; Güneş’in iki gözlem arasında yaptığı tam bir dolanım süresi olacaktır; ve bu hareketin başlangıcı kendi yörüngesinin herhangi bir noktasında olacak ve tekrar aynı noktaya geldiği (süre de) Güneş’in sabit bir yıldızla kavuşumuyla başlayıp tekrar o noktaya döndüğü süreye eşit olacaktır. [18] Tanımlandığı gibi hareket edecek olursak, sonucumuzun tarih öncesi uygarlıkların gözlemlerindeki hataya bağlı olmayacağı, bizim bu konuyla ilgili aklımıza gelen hatayla ilgilendiğimiz zira bu hata (ayrıksı ve yıldız yılının) (farz edilen) eşitliğine göre Güneş’e ve sabit yıldızlara mahsus gözlemsel bir hata olduğu açıktır. [19] Bunun nedeni de şudur: Güneş’in gözlemlenmesi ile ilgili olan her şeyi bir gözlem hatası olarak düşünürsek –ki Güneş ve belli bir sabit yıldız üzerinde gözlem yapmışlardır– bu durum Güneş ile ilgili yaptığımız gözlemdeki hataya eşdeğer bir hatadan kaynaklanır. [20] Ayrıca biz (bunu) günümüze uygun bir gözlemle doğruladık ve sabit bir yıldızla benzerliğini teyit ettik ve Güneş’e ait hareketin sabit yıldızların hareketine eşit gibi göründüğü bir süreyi varsaydık ve bunu kendi gözlemimizle tarih öncesi uygarlıkların yaptığı gözlemler arasında bulunan süreye ekledik; bu şekilde toplam süre –Güneş yörüngesindeki bir noktadan başlayıp aynı noktaya geri dönüşü (ile son bulan)– iki gözlem arasındaki sürede Güneş’in dolanımına ilişkin düzeltilmiş süredir.

[21] İstediğimiz herhangi bir (anda) Güneş’in konumunu bilmemizi sağlayan yöntemi, (bu) kitabın ilk bölümünde ölçüm aletleri temelinde anlattık. Özellikle de mevcut bilgilerimizden yola çıkarak, kuralara uygun bir şekilde açıkladığımız ve belirli bir konuma karşılık gelen ekvatorun altında yerleşik armilla (zat el-halâk) vasıtasıyla elde ettiğimiz ekinoks gözlemleri; zira bu armillanın yarısı gölgesini diğer yarısına yansıttığı an ekinoks anıdır. [22] Bu noktadan sonra Batlamyus’un Almajest’de kayıt altına aldığı gözlemleri ele alıyorum zira bu gözlemlerin gayet doğru ve özellikle de güvenilir olduklarını düşünmekteyim. [23] Philip’in 3. döngüsünün 32. dolanımında, Mısır aylarından Mesore (Antik Mısır’ın resmî takviminde on ikinci ay) ayının 27. gününde ilkbahar ekinoksu meydana gelir; 11 yıl sonra 43 yılında, Mesore ayının 29. gününde ayın 30’unun başladığı gece yarısından sonra ve 7 yıl sonra 50 yılında Phamenoth (Antik Mısır’ın resmî takviminde üçüncü ay) ayının ilk gününde gün batımına yakın; ilkbahar ekinokslarına ilişkin bu gözlemler tüm yıllar içerisindeki (365 gün üzerinden) bir çeyrek gün farklılığıyla örtüşmektedir. [24] Philip’in 3. döngüsünün 32. yılında, 4. günün başladığı gece yarısında 5 epagomenal (Güneş yılına göre son aya eklenen beş gün) günün 3. gününde sonbahar ekinoksu yaşandı. [25] Bu olaydan sonra Batlamyus sonbahar ekinoksunun Güneş’in doğuşundan sonra bir saat içinde Athyr ayının 9. gününde İskender’in ölümünden sonra 463 yılında ve bahar ekinoksunun ise 463 yılında İskender’in ölümünden sonra Pachon ayının 7. gününde yaklaşık olarak öğle vaktinden bir saat sonra meydana geldiğini kayda geçirdi.

[26] Daha sonra Hicri 215 yılı, Yezdicerd 199 yılının Mordad ayının 25. günü gün başlangıcından 7 saat sonra meydana gelen sonbahar ekinoksu ile Yezdicerd 199 ve Hicri 216 yılının Bahman ayının 18. gününü 19’una bağlayan gece yarısından sonra –yaklaşık iki saat– meydana gelen bahar ekinoksunu (daha önceki verilerle) karşılaştırdık. [27] Ayrıca Hicri yıllardan 216 yılında (yani) Yezdicerd yıllardan 200 yılında, Mordad 25. gününde 26’ya bağlayan gecenin (ilk) saatinden sonra meydana gelen sonbahar ekinoksu ve Yezdicerd yıllardan 200 yılında Bahman ayının 19. günü, günün ilk iki saatinden sonra ve Hicri yıllardan 217 yılında meydana gelen bahar ekinoksunu.

[28] Daha sonra ise gündönümü gözlemleri: Yani Atinalı Archon Apseudes zamanında, Meton ve Euctemon’un 316 yılında Nebunnazar hükümdarlığından sonra Phamenoth ayının 21. gününün başlangıcında yaptığı gözlem. Daha sonra Batlamyus zamanında 463 yılında İskender’in ölümünden sonra Mesore ayının 11. günü 12. güne bağlayan gece yarısından yaklaşık iki saat sonra yapılan bir gözlem. [29] Ardından Hicri yıllardan 217. Yezdicerd yıllardan 201 yılında Ardibihist ayının 22. günü 23’e bağlayan gece yarısı günümüz tecrübeli gözlemcilerinin işbirliği ile büyük bir özenle gerçekleştirilen gözlem yer alıyor.

[30] (Bu bilgileri) not ettikten sonra, şimdi de Güneş yılının (uzunluğunu) belirleme işlemiyle meşgul olmalıyız; Güneş yılı uzunluğunun belirlenmesi için sabit yıldızların hareketinin Güneş’in ortalama hareketine dönüştürülmesi gerekli olduğu için Güneş’i, ortalama Güneş hareketinde takip eden sabit yıldızlara ait hareketin dönüşümü ile başlamalıyız. [31] Ortalama Güneş hareketine ait doğru bir bilgi olmadan bilinemeyeceği için, benim düşüncem, görünür Güneş hareketinin belirlenmesi için, eski uygarlıkların gözlemlerinden yola çıkarak elde ettiğimiz ortalama Güneş hareketi ile ilerleyerek, bu hareketi sabit yıldızların hareketi ve kendi ortalama hareketi vasıtası ile elde etmek yeterlidir. Bu –zira Güneş’in ortalama hareketi yani görünür Güneş hareketi ile Güneş’in ortalama hareketi arasındaki fark söz konusu olduğunda gerekli olan şeydir– başlangıç ve bitişi arasındaki sürede bir yılın ¾ ’ünden daha fazla olmayacaktır. Böylesine (kısa) fasılalı bir süre için tarih öncesi uygarlıkların varsaydığı ortalama hareket ile (modern dünyadaki) en doğru saptamalar arasında belirgin bir fark olmayacaktır. [32] Bu sebeple şimdilik Güneş yılının uzunluğunu Batlamyus’un ifade ettiği gibi yani 365 ¼ gün ve bir günün 1/300 eksisi olur. Aşağıda Güneş yılını kontrol edilmedik hiçbir şey kalmayacak şekilde tam manasıyla inceleyeceğiz.

[33] Netice itibariyle Güneş hareketine ait çeşitliliğin kökenini açıklamalıyız. Benim düşüncem yaradılış gereği tüm dairesel hareketlerin belli bir düzenlilik etrafında döndüğüdür; bu sebeple Güneş’in görünür çeşitliliği gerçek değildir. Şayet Güneş görünüşün başladığı Dünya’nın merkezi etrafında çizilmiş bir dairede hareket ediyor olsaydı –yani Güneş hareketinin çeşitliliği ile ilgili iddia doğru olmasaydı– hareketinin herhangi bir çeşitliliği görmek mümkün olmazdı; bu sebeple Dünya’nın merkezi etrafında daima düzgün olarak hareket etmemektedir. [34] Bu varyasyon iki şekilde görülebilir; ya yıldız bir egzantrik üzerinde ya da merkezi, dünyanın merkezi etrafında yer alan bir dairede dolanan bir daire etrafında hareket etmektedir; ve diğer daireye birleştirilmiş bu daireye dairesel dolanımın yörüngesi denir.

Neugebauer, Otto, Thâbit ben Qurra “On the solar year” and “On the motion of the eighth sphere” Translation and Commentary.Proceedings of the American Philosophical Society (Philadelphia) 106. s. 264-299.

Publications of the Institute for the History of Arabic-Islamic Science, Islamic Mathematics and Astronomy, Institute for the History of Arabic-Islamic Science at the Johann Wolfgang Goethe University Frankfurt am Main, Ed. Fuat Sezgin, 1998, C. 22, s. 261–266.

Çeviren: S. Ertan Tağman – Doğanay Eryılmaz

9. Astronominin Özeti ve Göğün Hareketlerinin Esasları: el-Fergâni

Ebu el-Abbas Ahmed bin Muhammed bin Kesîr el-Fergâni, 9. yüzyılda yaşamış ünlü astronomi bilginidir. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte 861 yılında hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Hakkındaki bilgilerimizin önemli bir kısmı, biri Nil Mikyası’nın yapımı, diğeri Caferî kanalının açılmasını yönetmesi dolayısıyla bazı kaynakların yazdıklarına dayanır. Türkistan’ın Fergana bölgesinde yetişmiş, daha sonra Bağdat’a gitmiştir. Burada bir bölümü verilecek olan Astronominin Özeti ve Göğün Hareketlerinin Esasları adlı eseri İslam dünyasında kaleme alınan ve Batlamyus’un gezegenler sistemini veren, günümüze kadar ulaşan en eski eserlerdendir. Bu eser İslam astronomisindeki gelişmelerin özümsenmesi için zemin hazırlamış ve etkisi oldukça büyük olmuştur. Bunun dışında 15. yüzyıla kadar eser önemini korumuş ve sadece İslam astronomisini etkilemekle kalmamış, Latince ve İbranice çevirileri ile Hıristiyan ve Musevi bilim dünyasını da etkilemiştir. Bu etkinin bir sonucu olarak, onun gezegenlere ilişkin verdiği değerler, yani gezegenlerin Yer’e olan uzaklıkları ve Yer’e göre büyüklüklerine ilişkin verdiği değerler kabul görmüş ve Kopernik’e kadar bu değerler esas alınmıştır.

Astronominin Özeti ve Göğün Hareketlerinin Esasları adlı bu kitap, bu fende tasnif edilmiş kitaplardan biridir ve en derli toplu olanıdır; büyük şeyh, yazar, Ahmed İbn Muhammed İbn Kesîr el-Fergâni el-Hâsib, Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun ve Allah ona hayırlar versin, tarafından tasnif edilmiştir.

Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adı ile

Birinci Bölüm: Arap ve Acem seneleri, aylarının isimleri, günleri ve birbirlerine göre farklılıkları üzerinedir

Arap ve Acem seneleri on iki aydır. Arap ayları şunlardır: Muharrem, Sefer, Rebî el-evvel, Rebî el-âhir, Cumâd el-ûlâ, Cumâd el-âhir, Receb, Şa’bân, Ramazân, Şevval, Zu el-ka’de, Zu el-hicce. Aylar, otuz ve yirmi dokuzar gündür. Yılın altı ayı tam (otuz gün), altı ayı eksiktir (yirmi dokuz gün). Yılın günleri tam (gün) hesabıyla 354 gündür. Ancak bu yaklaşık bir değerdir. Gerçek değerde, bu günlerin adedine, her otuz yılda bir 11 gün eklenir. Böylece, bir yıl 1/5 + 1/6 gün olur. Buna göre 1 yıl, gerçekte, 354 + 1/5 + 1/6 gündür. Bu kesirlerin eklendiği yılda, ayların yedisi tam ay, beşi eksik ay olur. Ayların gün sayısı, Ay’ın ve Güneş’in ortalama kavuşumları esas alınarak hesaplanmıştır. Hilallerin görünüşleri ise, (süre bakımından) kısa veya uzun olarak farklılaşır. Bu yüzden, ay başlangıcının hesap ve gözlemle saptanması her zaman birbirleriyle uyuşmazlar; sadece zamanın uzunluğu bakımından eşit olurlar. Ayları oluşturan Arap günleri yedi adettir. Arap günlerinin başlangıcı Pazar günüdür. Pazar günü, Cumartesi günü Güneş’in batışı ile başlar. Pazar gününün sonu Güneş’in batış vaktidir. Diğer günler de aynı şekildedir. Araplar bütün günlerin başlangıcını Güneş’in gurup vaktinde gece ile başlatırlar. Bu nedenle aysal ay hilalin görünmesiyle başlar. Hilalin görünüşü ise Güneş’in batışı sırasındadır. Rumların ve diğerlerinin kullandıkları takvimlerde hilalin görünüşü kullanılmaz. Gündüz geceden öncedir ve gecesi ile her bir günün başlangıcı, Güneş’in doğu, vaktinden, ertesi gün doğuş vaktine kadardır. Süryani aylarına gelince, bu aylar şunlardır: Teşrîn el-evvel; bu ay 31 gündür. Teşrîn el-sânî 30, Kânûn el-evvel 31 gündür. Bu ayın 25. gecesi Milat gecesidir (İsa peygamberin doğduğu gece). Kânûn el-sânî 31 gündür. Şubât ayları üç yıl 28, dördüncü yılda 29 gün olur. Bu seneye, artık gün olması nedeniyle Kebîse adi verilir. Âzar 31, Nîsân 30, Âyâr 31, Hazîrân 30, Temmûz 31, Âb 31, Eylûl 30 gündür. Bir yıl 365 gündür. Her dört yılda bir, bir gün eklenir. Böylece bir yıl, gerçekte 365 + 1/4 gün olur. Rum aylarına gelince, bu aylar Süryani aylarıyla gün sayısı bakımından uyuşurlar. Rumlara göre senenin ilk ayı Yanvarîûs’dur. Bu ay (Süryani aylarından) Kânûn el-sânî’dir. Bu ayın ilk günü Kalendas’dir. (Süryani aylarından) Şubat (Rum) aylarından, Febrvarîûs’dur. Âzar Martîûs, Nîsân Âbrîlîûs, Âyâr Mâîûs, Hazîrân Yûnîûs, Temmûz Yûlîûs, Ãb Âgustus, Eylûl Sebtenber, Teşrîn el-evvel Âktûber, Teşrîn el-sânî Nuvenber, Kânün-u evvel Dekenber’dir. Fars ayları ise şunlardır: Fervardîn mâh; bu ayın ilk günü Nevruz’dur. Ürdibehişt mâh, Hurdâd mâh, Tîr mah, Murdâd mâh, Şehrivar mâh, Mihr mâh; bu ayın altıncı günü Mihrcân’dir. Âbân mâh; bu ayin yirmi altıncı günü, on günlük süreyi kapsayan Furdicân’ın başlangıcıdır. Furdicân’ın beş günü Âbân mâh ile birliktedir. (Kalan) beş gün aylardan sayılmaz. Ancak bu Bedricahat’tır. Bundan sonra Azar mâh –bu ayın ilk günü Reküb el-Kevsec’dir (Baharın Başlangıcı)– sonra, Day mâh, Behman mâh, İsfendârmüz mâh ayları gelir. Bütün aylar 30 gündür. Âbân mâh ve Azar mâh birbirlerini izlerler. Ancak bu beş gün aylardan sayılmaz. Böylece bir yıl gerçekte 365 gün olur. Fars günleri ise şu isimle adlandırılırlar: Hürmüz, Behman, Ürdibehişt, Şehrîver, İsfendârmüz, Hurdâd, Murdâd, Daybâzir, Âzer, Ebân, Hûr, Mâh, Tîr, Cûş, Deybemihr, Mihr, Serûş, Ruşen, Ferverdîn, Behrâm, Râm, Bâd, Deybidîn, Dîn, Írd, Estaz, Âsmân, Zâmyâd, Marisfend, Ânîran. El-Ând-1 Recâhad olarak adlandırılan günler ise şunlardır: Ehnud, Eşind, İsfendmüz, Ehşter, Heştvişt. Kıpti aylar şunlardır: Tüt, Fâûfî, Hetûr, Keyvâfî, Tûbî, Mahîr, Famînût, Fermût, Bâhûn, Bâûnî, Afîûfî, Masûrî. Sonra, el-levâhık olarak adlandırılan beş gün gelir. Bu beş günü Kiptiler, Abûgâmin alarak adlandırır. Her ay 30 gündür. Senenin günleri, Fars aylarının günlerinin adedinde olduğu gibi el-levâhik olarak adlandırılan senenin beş günü ile birlikte 365 gündür. Yukarıda adı geçen ayların ilki Fars aylarının ilki ile uyuşur. Tût ayının başlangıcı Day mâh’in başlangıcıdır. Sonra bütün aylar, Kipti ayların sonu, Azar mâh’in sonu oluncaya kadar birbirlerine tekabül ederler. Bu, zamanımıza kadar hesap edilmiş zîclerde de böyledir. Zamanımızda Mısırlıların kullandıkları Kipti ayların farklılığı, [385-a] Süryani ve Rum takvimlerinde olduğu gibi senenin günlerine 1/4 gün ilave edilmesidir.

Tarihler

Arap takviminin başlangıcı Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Mekke’den Medine’ye hicretidir ve ilk günü Perşembe’dir. Fars tarihinin başlangıcı Yezdicird bin Şehriyâr bin Kesrî’nin hükümdar olduğu yıldır ve ilk günü Salı’dır. Süryani ve Rum tarihlerinin başlangıcı el-Ískender yılının başlangıcı ile aynıdır ve ilk günü Pazartesi’dir. El-Mecisti’ye (Almagest) göre Kıpti tarihinin başlangıcı Buhtanasr’in hükümdar olduğu yıldır ve ilk günü Carşamba’dır. Batlamyus’un zicinde yer alan tarihin ise başlangıcı Yûlyûs’dur ve ilk günü Pazar’dır. Buhtanasr tarihi ile Yezdicird tarihi arasında 1379 Farisî yı1 + 3 ay, Yûlyûs tarihi ile Yezdicird bin Şehrîyar tarihi arasında 955 yıl + 3 ay, el-Ískender tarihi ile Yezdicird tarihi arasında 942 Rumî yıl + 259 gün, Yezdicird bin Şehrîyâr tarihi ile Hicri tarih arasında ise 3624 gün fark vardır. Bu tarihlerin ilki Buhtanasr tarihidir. Sonra Yûlyûs tarihi, el-İskender tarihi, Hicri tarih ve Yezdicird bin Şehrîyâr bin Kesrî tarihi gelir.

İkinci Bölüm: Gökyüzünün kürelere benzemesi üzerinedir

Yıldızları ile birlikte gökyüzünün dolanımı bir kürenin dolanımına benzer. Gökyüzünün bir küreye benzediği konusunda, bilim adamları arasında bir anlaşmazlık yoktur. Yıldızları ile birlikte gökyüzü, iki sabit kutup üzerinde, bir kürenin dolanımı gibi dolanır. Bu kutuplardan biri kuzeyde, diğeri güneydedir. Bunun delili, gökteki bütün yıldızların doğudan doğmaları ve hareketleri, parlaklıkları ve birbirlerine olan uzaklıkları değişmeyecek şekilde gökyüzünün ortasına ulaşıncaya kadar yavaş yavaş yükselmeleridir. Sonra yıldızlar, yine aynı biçimde, batıya doğru aşağıya inerler. Yıldızların hareketleri paralel daireler üzerindedir. Yıldızlar hızlanmazlar ve yavaşlamazlar; sanki kürenin yüzeyi üzerine çakılıdırlar. Yıldızların çakılı olduğu bu küre, yıldızların hepsini döndürür. Gökyüzünün küre gibi olmasına ilişkin fikirlerin kanıtı ve en açık delili, kuzey iklimlerinde, Yer’in üzerinde sürekli görünen yıldızların dolanımından çıkarılır. El-Cedî, el-Ferkadîn, Benât Na’ş ve bunlara yakın olan yıldızlar bu yıldızlardandır. Yıldızlar, sanki tek bir nokta etrafında dönüyorlarmış gibi, birbirlerine paralel daireler üzerinde dönerler. Bu noktaya en yakın olanı küçük bir daire üzerinde döner ve hareketi yavaş olarak görünür. Bu noktaya en uzak olanı, (bu noktaya) yakın yıldızın dairesinden daha büyük bir daire üzerinde döner ve hareketi, dairenin büyüklüğüne göre, (bu noktaya) yakın yıldızın hareketinden daha hızlıdır. (Bu noktaya en uzak) yıldızın bu noktaya olan uzaklığı, bu noktadan Yer’in altında görünmeyen yıldızlara kadar olan mesafe kadardır. Yer’in altında görünmeyen yıldızlardan bu noktaya en yakın olan yıldızlar, batıncaya kadar uzun süre Yer’in üzerinde kalırlar veya doğuncaya kadar çok az bir süre Yer’in altında görünmezler. Bu yıldızların uzaklığı arttıkça görünme zamanları azalır, görünmeme zamanları artar. Görünen ve görünmeyen yıldızları ile birlikte göğün hareketi, bir noktadan ayrı noktaya gelişi tek bir kürede ve aynı zamanda olacak şekilde, birbirlerinden ayrılmayan paralel daireler üzerindedir. Böylece zorunlu olarak bu nokta kürenin iki kutbundan biri olur. Bu, göğün küre ve dolanımının da kürenin dolanımı gibi olduğuna en açık delildir. Şayet gökyüzü bazı insanların söylediği gibi düz olsaydı, gökyüzünün uzak yerleri ayni mesafede olmaz, aksine gökyüzünün tepemiz hizasında olan yerleri daha yakın olurdu. Ufuk civarında, Güney, Ay ve diğer gezegenlerin mesafeleri gözümüzden daha uzak olduğu için, doğuşları sırasında doğuda küçük görülmeleri ve sonra göğün ortasına yaklaşarak büyümeye devam etmeleri gerekirdi. Zira bu durumda gözümüze yakındırlar. Sonra aynı şekilde batıya doğru aşağı inmeleri ve görünmez oluncaya kadar yavaş yavaş küçülmeleri gerekirdi. Ancak biz böyle bir şey göremeyiz. Aksine, onların doğudaki ve batıdaki miktarlarını, gökyüzünün ortasında olduklarından daha büyük görürüz. Güneş, batmak üzere iken Güneş’in kursunun alt kısmı ufukla birleşir, Güneş yavaş yavaş batar ve kursunun üst kesimi görünmez oluncaya kadar ufuk onu yavaş yavaş kapatır. Ay’da da durum aynıdır. Doğuda ve batıda büyüklüklerinin artması, buralarda, bize, göğün ortasında olduklarından daha yakın olmalarından değil, sürekli olarak yerden çıkan buharın ufuk ile gözümüz arasına girmesindendir. Onları bu yüzden büyük görürüz. Özellikle kış gününde, havada rutubetin yoğun olduğu ve yağmurun olduğu zamanlarda, doğuş ve batış sırasında Güneş ve Ay gerçekten de büyük görünür. Aynı şekilde saf suyun dibine atılan bir nesne de gerçek hacminden daha büyük görünür. Su saf ve derinliği fazla ise, o nesne, suyun dibindeyken daha büyük görünür. Ufuklarda yıldızların büyük görünmelerinin sebebi budur.

Üçüncü Bölüm: Kara ve denizlerden oluşan bütün öğeleri ile birlikte Yer’in de küre şeklinde olması üzerinedir

Bilim adamları, kara ve denizlerden oluşan bütün öğeleri ile birlikte Yer’in küre şeklinde olduğu hususunda uyuşurlar. Bunun delili, Güneş’in, Ay’ın ve diğer yıldızların, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde, ayni zamanda doğmamaları ve batmamalarıdır. Aksine, onların yeryüzünün doğu bölgelerinde doğuşlarını, batı bölgelerindeki doğuşlarından önce ve doğu bölgelerinde batışlarını ise batı bölgelerindeki batışlarından önce görürüz. Bu, Ayüstü evrende meydana gelen olaylardan açıkça görülür. Ay tutulmasında olduğu gibi yeryüzünün çeşitli bölgelerinde (gök) olaylarının zamanı farklıdır. Şayet Ay tutulması, biri doğuda diğeri batıda olan birbirinden uzak iki şehirde gözlemlenirse ve doğudaki Şehirde Ay tutulmasının zamanı geceleyin saat üçte olursa, batıdaki şehirde Ay tutulması, iki şehir arasındaki mesafeye bağlı olarak, gece saat üçten daha önce gözlemlenecektir. Doğudaki şehirde saatin ileri olması, burada Güneş’in batışının batıdaki şehirde Güneş’in batışından daha önce olduğunu gösterir. Eğer batmakta olan birinci kadirden bir yıldız gözlemlenirse, bu yıldızın birbirinden uzak iki şehirdeki zamanları açıkladığımız üzere bilinir. Bu yıldızın doğuda bulunan şehirdeki zamanı batıda bulunan şehirdeki zamanından daha erkendir. Doğudan batıya kadar, yeryüzünde oturan herkes için zaman farklıdır. Bu durum, sadece yerler arasındaki mesafeye bağlı olarak oluşur.

[385-b] Aynı şey kuzey ve güneyde bulunan uzak yerler arasında da söz konusudur. Bir kimse, yeryüzünde güneyden kuzeye doğru hareket ederse, batan bazı yıldızları hiç batmayan yıldızlar olarak görür. Buna bağlı olarak, güneyde, doğan bazı yıldızlar bu kişiye hiç doğmayan yıldızlar olarak görünür. Bu şekilde tasvir ettiklerimizin hepsi, yeryüzünün yuvarlak ve Yer’in küre şeklinde olduğunu gösterir. Eğer Yer düz olsaydı açıkladığımız bu niteliklere sahip olmazdı, yıldızların doğuşu, Yer’in bütün bölgelerinde aynı zamanda olurdu ve yeryüzünde kuzey ve güney arasında seyreden bir kimse hiç doğmayan yıldızları göremezdi.

Dördüncü Bölüm: Yer’in evrenin merkezi olması üzerinedir

Yeryüzünün büyüklüğü, göğün büyüklüğüne oranla küçük bir dairenin oluşturduğu bir nokta gibidir. Bunun nedeni, yıldızlarla ilgili olarak daha önce bahsedildiği gibi, Yer’in göğün ortasında olması ve göğün her yerindeki yıldızların aynı büyüklükte görülmesidir. Bu, gök ve Yer arasındaki mesafenin her yönde aynı uzaklıkta olduğunu gösterir. Bu nedenle zorunlu olarak Yer göğün ortasında bulunur. Yer’in bu şekilde (göğün ortasında) olmasının en açık delili şudur; Yer, göğün ortasında olmasaydı, göğün bazı yerlerine diğer yerlerinden daha yakın olurdu; göğe yakın bir yerde oturan bir kimsenin, göğün yarısından azını ve aynı şekilde, göğe uzak bir yerde oturan bir kimsenin de sürekli olarak göğün yarısından fazlasını görmesi gerekirdi. Ancak bu durum gözlemlerle uyuşmaz. Çünkü yeryüzündeki bütün insanlar (aynı anda) gökyüzünde daima burçlardan altısını görürler, diğer altı burcu ise göremezler. Bu ayni zamanda Yer’in göğe oranla nokta gibi olduğunu gösterir. Yer göğe oranla büyük olsaydı, yeryüzündeki herkes sürekli olarak göğün yarısından azını görürdü. Yer göğün ortasında ise bu, göğü ikiye bölen düzlemin, göğün merkezi olan Yer’in merkezinden geçtiğini ve yeryüzündeki herkes tarafından göğün sadece yarısı görünüyor ise, bu da, Yer’in üzerinde bulunan kişinin gözünden ufka doğru uzanan düzlem ile Yer’in merkezinden geçen düzlem arasında algı bakımından fark olmadığını gösterir. Bundan dolayı, Yer’in merkezi ile Yer’in yüzeyi arasındaki miktar, göğün büyüklüğüne oranla algılanamaz ve zorunlu olarak yerküre gökküreye oranla bir nokta gibidir. Yıldızları kadirlerine göre sınıflandırdığımızda, yeri belli ve sabit yıldızlardan olduğu belli olan görünen en küçük yıldız Yer’den daha büyüktür. Gökyüzündeki en küçük yıldızlar gökyüzünde (birer) nokta gibi görünürler. En küçük yıldızlardan daha küçük olan Yer’in büyüklüğü, göğün büyüklüğüne oranla algı bakımından bu yıldızlar kadar değildir. Açıkladığımız gibi Yer evrenin merkezi gibidir. Hava Yer’i bütün yönlerde, gök ise havayı küre gibi çevreler. Göğe oranla Yer’in büyüklüğü küçük bir dairenin oluşturduğu bir nokta gibidir.

Beşinci Bölüm: Biri, doğudan batıya doğru, gece ve gündüzü meydana getiren “küllî hareket” ve diğeri batıdan doğuya doğru göğü kat eden yıldızların hareketi olan göğün iki hareketi üzerinedir

Bu, daha önce de açıklandığı gibi, Yer’in ve göğün şeklinden (dolayı) göğün görünen ilk hareketlerinin gözlenmesiyle ortaya çıkar. Göğün görünen ilk hareketleri iki tanedir. Bu hareketlerden ilki küllî harekettir ve bu hareketle gece ve gündüz oluşur. Çünkü Güneş, Ay ve bütün yıldızlar, doğudan batıya doğru, aynı konumda, tek bir dönüş ile bütün gün ve gece dolanırlar. Küllî hareket, biri kuzeyde olan ve ilk hareket kutupları olarak adlandırılan iki sabit kutup üzerinde, daha önce söz ettiğimiz gibi, sabit bir hızla dolanır. Diğer kutup ise, bunun tam karşısında, güneydedir. Bu hareketle yıldızların paralel daireler üzerinde dönmesi gerekir. Bu dairelerden en büyüğü ekvator olarak adlandırılır. Ekvator “birinci hareket kuşağı”dır ve gökküreyi iki eşit kısma böler. Ekvatorun iki kutba olan uzaklığı her yönde eşittir. Güneş ekvatorun üzerine geldiğinde, daha sonra da açıklayacağımız üzere, Yer’in her tarafında gün ve gece eşit olduğu için, buna ekvator adı verilmiştir. Güneş’i ve yıldızları batıdan doğuya doğru döndüren ikinci hareket, birinci hareketin yönüne terstir ve birinci hareketin kutuplarından farklı iki kutup üzerindedir. Bu iki kutba uzaklığı eşit ve ikinci hareket kuşağı olan büyük orta daire ekliptik olarak adlandırılır. Güneş batıdan doğuya doğru, kendine özgü yörüngesinde ekliptik dairesini (bir yıl süresince) çizer. Ekliptik, burç olarak adlandırılan on iki eşit kısma bölünür. Bu burçların isimleri şunlardır: Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova ve Balık.” Her bir burç 30°’ye ayrılır. Daire 360° dir. Her 1° ise 60’’dir. Ekliptik zorunlu olarak ekvatoru karşılıklı iki noktada keser ve ekvatora, kuzey ve güney yönlerinde eşit miktarda eğimlidir. Güneş’in ekvator üzerinde güneyden kuzeye geçtiği nokta ilkbahar ılımı olarak adlandırılır. Bu nokta Koç burcunun başlangıcıdır. Güneş’in kuzeyden güneye geçtiği diğer nokta ise sonbahar ılımı olarak adlandırılır. Bu nokta ise Terazi burcunun başlangıcıdır. Burçlardan altısı ekvatora göre kuzeyseldir. Bu burçlar, Koç burcunun başlangıcından Başak burcunun sonuna kadardır. Burçlardan altısı ise güneyseldir. Bunlar, Terazi burcunun başlangıcından Balık burcunun sonuna kadardır. Gök kürede, kuzeyden güneye, ekliptik ve ekvatora dikey olan üçüncü bir daire daha vardır. Bu daire “kutuplardan geçen daire” olarak adlandırılır ve ekliptik ve ekvatorun her birini ikiye bölerek ekliptiğin ve ekvatorun kutuplarından geçer. Bu daire, ekliptiği iki noktada keser. Bu iki nokta en büyük eğim noktalarıdır ve bu noktalar kuzey ve güneyde, ekliptiğin ekvatora en uzak noktalarıdır. Kuzeydeki nokta yaz dönencesi olarak adlandırılır ve Yengeç burcunun başlangıcıdır. Güneydeki nokta ise kış dönencesi olarak adlandırılır ve Oğlak burcunun başlangıcıdır. Kutuplardan geçen daireden olan ve ekvator ile dönence noktalarının her birinin arasında bulunan yay, ekliptiğin ekvatora eğimi kadardır. El-Harnel, El-Sevr, El-Cevza, El-Seretân, El-Esed, El-Sünbüle, El-Mizan, El-Akreb, El-Kavs (El-Kavs El-Râmi), El-Cedî, El-Delv, El-Hût (El-Semeke). Şayet daire 360° olarak kabul edilirse, Batlamyus’un [386-a] bulduğuna göre bu eğim 23° 51’dır. Memûn’un ölçtüğü dakik ölçüme gelince, bilim adamları bu miktarda uyuşurlar. Bu değer 23° 35’dır. Açıkladığımız üzere gezegenler kendilerine özgü yörüngelerinde batıdan doğuya doğru, ekliptiğin iki kutbu üzerinde hepsi birden dönerler. Yıldızlar ise, doğudan batıya doğru ilk hareketle dönerler. Kutuplardan geçen daire, zorunlu olarak, ilk hareketle hareket eder. Ekvatorun iki kutbu sabittir ve ilk hareket bu iki kutup üzerindedir. Ekliptiğin iki kutbu ise, ekvatorun kutupları etrafında ilk hareketle hareket eder. Ekvator ve ekliptiğin kutupları iki kürenin kutuplarından geçen daire üzerinde bulunur.

Altıncı Bölüm: Yeryüzündeki meskûn çeyreğin niteliği, gökkürenin dolanımına ve gün ve gece farklılıklarına neden olan şeyler üzerinedir.

Gökkürenin iki ilk hareketinden bahsettik. Simdi, bizi sınırlayan, bilinen yeryüzünün meskûn bölgelerinin durumunu ve bu bölgede gökkürenin dolanımına ve gün ve gecenin farklılığına neden olan şeyleri ele alacağız. Yerkürenin merkezi gökkürenin merkezi ile çakışıyorsa ekvator düzleminin yerküreyi ikiye bölmesi gerektiğini söyleriz. Bu düzlem yeryüzünde ekvator dairesine karşılık gelir. Bu daire yerküreyi, biri kuzey diğeri güney kutup yönünde olmak üzere ikiye böler. Bilindiği gibi yeryüzündeki meskûn bölge kuzey yarıdadır. Bu bölge, zaman olarak on iki saatlik boylamı geçmeyen, doğudaki meskûn bölgelerin başlangıcı ile batıdaki meskûn bölgelerin sonu arasında bulunur. Yeryüzünde, ekvator dairesini dik açı ile ikiye bölen ve meskûn bölgeleri doğu ve batıda en uzak kısımlarından kesen büyük bir daire farz ettiğimiz takdirde, bu iki dairenin, yani ekvator ile şimdi bahsettiğimiz dairenin yeryüzünü dörde bölmesi gerekir. İki kuzeysel yarımdan biri, boylamı doğudan batıya gökküresinin yarım dolanımı kadar olacak şekilde yeryüzündeki meskûn bölgelerin hepsini çevreler. Bilindiği gibi, bu çeyrekteki meskûn enlem, ekvator ile (ekvatorun) ufkundan kuzey kutbuna yaklaşık olarak 66” yükselen yerler arasında bulunur. Bütün iklimler bu bölgelerdeki ufuk ve meridyen daireleri ile sınırlanır. Ufuk dairesi, yeryüzünde görünen gökyüzü ile görünmeyen gökyüzünü ayıran dairedir ve kutbu Zenittir. Bu daire göğü ikiye bölen büyük dairelerdendir. Bu nedenle, gökyüzünün görünen kısmı Yer’e göre değil, gök küreye göredir. Meridyen dairesi, ekvatorun kutuplarından ve bir ülkenin Zenitinden geçen dairedir. Meridyen dairesinin kutbu, gün ve gecenin eşit olduğu bölgede, ufuk dairesi üzerindedir. Bu daire (meridyen dairesi), Yer’in altında ve üzerinde bulunan ekvatora paralel dairelerden her birini ikiye böler. Yeryüzündeki meskûn bölgelere gelince; ilkin güney enleminde meskûn çeyreğin başlangıç sınırı olan ekvator dairesi ile başlayalım. Bu daire üzerinde bulunan herkes için ekvatorun dolanımı Zenit üzerindedir (ekvator üzerinde bulunan herkesin Zeniti gök ekvatorunun üzerindedir). Ekvatorun kutupları ise ufuk daireleri üzerinde bulunur (ekvatorda bulunan herkesin ufuk daireleri, gök ekvatorunun kutuplarından geçer). Böylece, burada gökküresinin dolanımı, daha sonra bahsedeceğimizden farklı olarak, ufuklara dikey olur. Güneş’in kuzey ve güneyde Zenit noktalarına eğimi ise tek bir değerdir. Buralarda yaz ve ki, (kış?) ılıman olur. Ufuk daireleri ekvatora paralel dairelerden hepsini yarıya böler. Çünkü bütün ufuk daireleri ekvatorun kutuplarından geçer. Güneş’in doğuşundan ve yıldızların görünmez oluşundan batışına kadar geçen süre, batışından doğuşuna kadar geçen süreye yılın bütün günlerinde eşittir. Bu bölgelerde gün ve gece daima eşit olur. Ekvatorun kuzeyindeki bölgelerde ise, ekvator Zenitten güneye doğru eğimlidir. Kuzey kutbu ufuktan aynı miktarda yükselir. Kuzey kutbundan uzaklığı kutbun ufuktan yüksekliğine eşit olan paralel daire üzerindeki bütün yıldızlar hiç batmayan yıldızlardır. Güney kutup Zenit bölgesinde bu dairenin mukabili üzerindeki bütün yıldızlar ise hiç doğmayan yıldızlardır. Ufuk düzlem daireleri, ekvatora paralel daireleri, sadece iki kısma ayırır. Ufuk daireleri ekvatora paralel dairelerden Nadir her birini eşit olmayan iki kısma böler. Ekvatora paralel dairelerden ekvatorun kuzeyinde olanlarının Yer’in üzerindeki (ufkun üzerindeki) kısımları, Yer’in altındaki (ufkun altındaki) kısımlarından daha büyüktür. Ekvatorun güneyinde ise buna ters olarak, Yer’in üzerindeki (ufkun üzerindeki) kısımları, Yer’in altındaki (ufkun altındaki) kısımlarından daha küçüktür. Kuzey kutbunun ufuktan yüksekliği artar, güney kutbunun yüksekliği azalırsa, kuzeysel daireler yükselir ve bu dairelerden her birinin yarısından fazlası görünür olur; güneysel daireler alçalır ve bu dairelerden her birinin yarısından fazlası görünmez olur. İklimlerde kutbun yüksekliği arttığında kısımlar arasındaki fark artar ve yaz ve kış arasındaki gün farkı da büyür. Herhangi bir iklimde, kutba yakın ekvatora uzak olan paralel bir dairenin ufkun üzerindeki kısmının, ufkun altındaki kısmına oranı, ekvatora yakın bir paralel daireye göre daha fazladır. Güney, Koç ve Terazi burçlarının başlangıçları olan iki ılım noktasında olursa, Yer’in her tarafında gün ve gece eşit olur. Çünkü bu günde, Güneş’in yörüngesi, bütün ufuk dairelerini iki eşit kısma ayıran ekvator üzerindedir. Güneş kuzeysel burçlarda olur ise, günün süresi gecenin süresinden uzun olur. Güneş ekvatordan kuzeye doğru yol aldığında, ekvatordan en uzak noktaya ulaşıncaya kadar, gecenin aksine gün uzunluğu artar. Bu en uzak nokta, Yengeç burcunun başlangıcıdır. Bu anda günün uzaması ve gecenin kısalması sona erer. Güneş güneysel burçta ise bu söylediklerimizin tam tersi olur. Bu durumda gün geceden daha kısadır ve gecenin süresi, Güneş Oğlak burcunun başlangıcına ulaşıncaya kadar artar. Bu anda, günün kısalması ve gecenin uzaması sona erer. Paralel dairelerden olan her iki dairenin ekvatora olan uzaklığı iki zıt yönde de birbirine eşittir. Bu dairelerden birinin Yer’in üzerindeki (ufkun üzerindeki) kısmı, diğerinin Yer’in altındaki (ufkun altındaki) kısmına eşittir. Her birinin gündüzü diğerinin gecesine, gecesi de gündüzüne eşittir. Böylece zorunlu olarak, [386-b) Güneş Yengeç burcunun başlangıcında iken en uzun gün, Güneş Oğlak burcunun başlangıcında olduğunda en uzun geceye eşit olur. Ayni şekilde, Yengeç’in gecesi de Oğlak’ın gündüzüne eşittir. Yeryüzündeki meskûn bölgelerin hepsinde (gece ve gündüze ilişkin) oluşan şeyler, özet olarak bu kadardır.

Unat, Yavuz, 2012, “Astronominin Özeti ve Göğün Hareketlerinin Esasları”, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bilimin ve Felsefenin Doğulu Öncüleri Dizisi, Ankara, s. 32–45.

10. Yıldızların Görünmesi Üzerine: İbnu’l-Heysem

İbn el-Heysem’in Risâle fî Rüyet el-Kevâkib, (Yıldızların Görünmesi Üzerine) adlı makalesi, A. I. Sabra ve A. Heinen tarafından On Seeing the Stars, adıyla (Zeitschrift Für Geschichte Der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Cilt 7, 1991–92, Frankfurt, s. 31–72), Arapça kritik metin ve İngilizce çevirisiyle birlikte yayımlanmıştır. Makale bir kaç bakımdan önemlidir. İbn el-Heysem, bu çalışmasında eski dönemlerden beri doğa filozoflarının uğraştığı ve hâlâ psikologlar arasında tartışma konusu olan ve şimdilerde ’Ay Yanılsaması’ olarak atıfta bulunulan bir fenomeni, başka bir deyişle göksel bir cismin ufka yakın olduğunda daha büyük görünmesini ele almakta, göksel nesnelerin boyutsal olarak olduklarından daha büyük görünmesinin nedenlerini, psikolojik ve fiziksel yönleriyle tartışmaktadır. Olduğundan daha büyük görünmenin optik bir yanılsama olduğunu belirleyen İbnu’l-Heysem’in, konuya ilişkin atmosferik kırılmaya dayanarak geliştirdiği argümanı özellikle kayda değerdir. Bu makalenin yukarıda belirtilen İngilizce çevirisine ve kritik Arapça metnine dayanılarak, Türkçe çevirisi Hüseyin Gazi Topdemir tarafından İbnu’l-Heysem’in Yıldızların Görünmesi Üzerine Adlı Makalesi adıyla (Modern Optiğin Kurucusu İbn el-Heysem, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 2002) yapılmıştır.

Pek çok insan, tıpkı bir ortam (hava) içerisinde bulunan görsel bir nesnenin göz ve nesne arasında engel olmadığında algılanması gibi, gözün yıldızları, onlarla göz arasını birleştiren doğrusal çizgiler boyunca uzayan ışınlarla algıladığını düşünürler. Bununla birlikte optik biliminde uzmanlaşmış ve matematiksel bilimlerde tecrübe kazanmış kimseler ise yıldızların yalnızca bir doğrultu boyunca çıkıp eterde (esir) son bulan; daha sonra aksi bir doğrultuda kırılan, onun ortasından ta ki kendisinin çevrelediği yıldıza ulaşıncaya kadar uzaklaşan bir ışın aracılığıyla göründüğüne inanırlar. Bunun sonucunda yıldız bir doğrultu boyunca görünen büyüklüğünden daha küçük görünür. Çünkü gözden yıldızın çapının iki ucuna doğru çıkan iki düz çizgi, kırılarak ulaşan iki çizginin sınırladığı açıdan daha büyük bir açı oluştururlar. Zira zıt yönlerde kırılan iki ışın bu açı içerisinde düşerler ve bundan dolayı daha küçük bir açı oluştururlar. Fakat ışığın konumuna bağlı olarak bu konu her iki grup tarafından da düşünülmemiştir.

Büyük bilgin Ptolemaios’a gelince, o Optik kitabında ışının yıldıza doğrusal olarak ulaşmadığını, fakat yıldıza giderken eterin yüzeyinde kırıldığını açıkladı ve kısaca ışının kırılma biçimini betimledi. Ancak o ilgisini tek bir doğru çizgi üzerinde yayılan ve tek bir noktaya kırılan tek bir ışınla sınırladı. Çünkü onun amacı yalnızca kırılmanın biçimini göstermekti. O ne yıldızları gözün algılayış [biçimi], ne yıldızın içerdiği ışınım durumu, ne yıldızın görünüm açısı, ne de biri diğeriyle ilişkili olan ve bir görme açısı yaratan, ayrıca yıldızın çapının uçlarına doğru kırılarak onun çapının büyüklüğünün algılanmasını oluşturan iki ışının özel konumuna değinmedi. [Ptolemaios] aynı zamanda görsel bir nesnenin büyüklüğünün, eğer göz nesnenin içinde bulunduğu ortamdan daha yoğun bir ortam içerisindeyse ve eğer iki ışın gözden iki farklı ortam arasındaki sınırı belirleyen yüzeye çizilen dikmenin her iki kenarında uzayan nesnenin uçlarına kırılıyorsa, gerçek büyüklüğünden daha küçük görüneceğini belirtti. Fakat bu konumdan nesnenin, eğer su içerisinde bulunuyorsa, daha büyük, daha az yoğun içerisinde bulunuyorsa, daha küçük, görüneceği düşüncesi çıkmaz. (…)

Bundan dolayı, biz yıldızların algılanış biçimi ve yıldızın çapının uçlarına kırılan iki ışının biçimi ve bu iki ışının oluşturduğu açının büyüklüğü üzerine kısa bir tartışma yapacağız. (…) Açılar Zenite yakınlaştıkça daha küçük hale gelirler. Açılar azaldıkça kırılma miktarları da azalır. Aynı şekilde kırılma miktarı azaldıkça da kırılarak ve düz bir çizgi boyunca uzayarak yıldızın çapının uçlarına ulaşan iki ışının oluşturduğu iki açı arasında da o kadar fark olacaktır. Fark azaldıkça yıldızın kırılmaya bağlı olarak ve doğrudan doğruya görünen büyüklüğü arasındaki fark da azalacaktır. Bu yüzden yıldız tepe noktasına yaklaştıkça, onun görünen büyüklüğü de gerçek büyüklüğüne yaklaşacaktır.

Almagest’i okuyan pek çok kişide kuşku uyanabilir. Çünkü Ptolemaios Optik kitabında, görsel bir nesnenin gözün bulunduğu ortamdan daha az yoğun bir ortamda daha küçük görüneceğini, göze yakın bulunan ortam daha yoğun olduğunda da nesnenin daha küçük görüneceğini, ayrıca yıldızın bulunduğu ortamın havadan daha ince olduğunu belirtmektedir. Bu söylenenler Almagest ile yan yana koyulduğunda, Almagest’te yalnızca dünyayı çevreleyen nemden çıkan buharın göz ve yıldızlar arasına girmesinden dolayı onların ufukta daha büyük göründüğünü ileri sürmektedir. Bu iki cümle görünüşte birbirleriyle çelişkilidir.

Hem bundan ve hem de bu konunun esas değerinden dolayı, her iki ifadenin sağlamlığını gösterecek, güçlüğü çözecek ve yıldızın buharın gerisinde daha büyük göründüğünü gösterecek bir yol bulmalıyız.

Biz diyoruz ki, hava nemli buharla daha yoğun hale getirildiğinde, yıldızın buharın gerisinde daha önceki görünüşünden daha büyük görünmesi mümkündür. Bu durum yıldızlara ulaşan ışınların konumlarına göre farklılaşan çok sayıda duruma ve bunlarla birlikte yıldızların görünüşüne imkân verir. Bu durumları ayrıntılı olarak tartışabiliriz. Fakat bu incelemede benim amacım yıldızların buharın gerisinde daha büyük görünebilmelerini özetlemek ve göstermektir.

Diyelim ki Dünyayı çevreleyen buhar (nem) elementlerin konumlarının gerektirdiği biçimde, eterin yüzeyine ulaşmamış olsun, bu buhar gözlemcinin gözüne ulaşıncaya kadar sürekli genişleyecektir ya da daha az yoğun hava göz ile buhar arasında yerleşmiş olabilir. Her iki durumda da yıldızın buharın arkasında daha büyük görünmesi gerektiğini söylüyorum.

(…)

Ptolemaios’un Almagest’teki iddiası doğrudur. Optics’te söylediğiyle bu iddianın çelişkiye düşmeksizin buharın her ne kadar yıldızlar daha az yoğun ortam içerisinde bulunuyorlarsa da, yıldızların daha büyük görünmesinin nedeni olması olasıdır. Ayrıca yıldızın buhar olmaksızın ışığın kırılmasıyla göstermiş bulunuyoruz. Ve de bu söylediklerimiz aralarında birçok uzmanın da bulunduğu insanların düşünmüş olduğundan farklıdır.

Buharın konumundaki değişmeler, buharın değişen yoğunluğuna göre açıların büyüklüklerindeki değişme, bunların sonucunda yıldızın görünüşündeki değişme ve buharın farklılığından kaynaklanan durumlar gibi konuları biz ayrı bir incelemede tartışacağız. Burada sunulan kanıtlama yeterlidir. Bizim amacımız yıldızın buharın gerisindeki görünümüyle ve algılanmasını sağlayan ışının özel konumuyla ilgili zorluğu çözmekti. Yukarıda belirtilen genel sonuç bu amaç için yeterli olacaktır.

Topdemir, Hüseyin Gazi, “İbn el-Heysem’in Yıldızların Görünmesi Üzerine Adlı Makalesi”, Modern Optiğin Kurucusu İbn el-Heysem, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 2002.

E. FİZİK VE OPTİK

Çağdaş optik bilimi, fiziğin bir dalı olup ışığın nitelikleri ve değişimlerini, özellikle maddeyle ilişkisi bakımından inceler. Bununla birlikte iki husus dikkate alınmalıdır. Birincisi, optik çalışmaları her zaman göz anatomisi, fizik ve astronomiyle yakından ilgili sonuçlar doğurmuştur. İkincisiyse, çağdaş optik bilimini klasikten ayırt eden klasik fizikte madde, magnetik güç, elektrik ve ışık birbirinden farklı olgular olarak değerlendirilirken çağdaş fizik biliminde James Clerk Maxwell’den (ö. 1879) beri bu olguların hepsi maddenin çeşitli tezahür biçimleri olarak kabul edilir. İslam’da bilimin Helen mirasına indirgenebileceği kanaatini belirgin bir şekilde çürüten alanlardan birisi optik çalışmalarıdır. Eskiçağ optiğinde gözden çıkan ışınların nesneleri etkilediği görüşü hâkimken İslam optikçilerine göre nesneden yansıyan ve göze ulaşan ışık ışınlarıyla görme olayının gerçekleşir. İbnü’l-Heysem (ö. 432/1041), Kemaluddin el-Farisî (ö. 718/1318), Takıyyuddin b. Maruf (ö. 992/1585) gibi İslam optikçilerinin başarılı çalışmaları ve optik deney konusundaki kazanımları, yüzyıllar boyunca Batı’da yapılan optik çalışmalarına öncülük etmiş ve ışık tutmuştur. İslam’daki optik çalışmalarında özellikle ışık ile madde arasındaki ilişkinin tartışılması ve bu konuda kaydedilen mesafe, çağdaş optik biliminin gelişimi açısından da önemli olmuştur.

1. Işık Üzerine: İbnu’l-Heysem

İbnu’l-Heysem’in ışık risalesi (Makâle fî’l-Dav), ışık ışınlarının niteliği, nasıl yayıldığı, saydam nesnelerin özellikleri, ışık kaynakları, kendinden ışıklı ve ışıklandırılmış nesneler, nesnelerin saydamlık ve opaklık (donukluk) özellikleri ve özellikle de ışığın saydam nesnelerde uğradığı değişimler ve izlediği yollar gibi temel optik problemlerin ayrıntılı olarak tartışıldığı bir makaledir. Işık üzerine yazılmış özgün bir çalışma özelliği taşıyan makale, J. Baarmann tarafından Arapça metni de içerecek şekilde Abhandlung über das Licht von Ibn al-Haitham adıyla (Zeitschrift der Deutschen Morgenléndischen Gesellschaft, 36, 1882, 195–237) Almancaya, Roshdi Rashed tarafından da Le Discours de la Lumiére d’Ibn al-Haytham adıyla (Revue d’histoire des sciences et de leurs applications, 21, 1968, 198–224) Fransızcaya çevrilmiştir. M. F. Quraishi, ise Discourse on Light, adıyla (Ibn al-Haitham, proceedings of celebrations of 1000th anniversary, Ed. Hakim Mohammed Said, Karachi, 1969, 272–279) İngilizceye çevirmiştir. Makale bu çevirilere dayanılarak Hüseyin Gazi Topdemir tarafından İbnu’l-Heysem’in Işık Üzerine Adlı Çalışması adıyla (Belleten, Cilt 61, Sayı 231, 1997, 43–65) Türkçeye çevrilmiştir.

“Işık nedir?” sorusunun araştırılması doğa bilimlerine aittir; ancak “ışık nasıl yayılır?” sorusu ise, ışığın doğrular boyunca yayılıyor olması nedeniyle, matematiksel bilimlerin bilgisini gerektirir. Benzer şekilde, “ışın nedir?” sorusu doğa bilimlerine ait olurken, form ve görünüşlerinin incelenmesi ise matematiksel bilimlere ait olmaktadır. Işığın nüfuz edebildiği nesnelerde de durum aynıdır. “Saydamlık nedir?” sorusu doğa bilimlerinin konusunu oluştururken, “ışık saydam nesnelerde nasıl yayılır?” sorusu da matematiksel bilimlerin konusuna girer. Bundan dolayı ışık, ışın ve saydamlığın araştırılması hem doğa, hem de matematiksel bilimler kategorisi altına konulmalıdır.

Bunu böylece belirledikten sonra, biz bu kavramların tartışmasına girişmek ve genel bir öneri ileri sürmek istiyoruz: herhangi bir doğal nesnede bulunan ve onun özünü oluşturan niteliğe özsel nitelik denir. Çünkü her nesnenin doğası, yalnızca, kendi doğası değişmediği sürece ondan ayrılmayan niteliklerin toplamından oluşur. Şu halde kendinden ışıklı her nesnede, ışık, o nesnenin doğasını belirleyen özelliklerden biridir ve bundan dolayı ışık, kendinden ışıklı her nesnenin öz niteliğini oluşturur. Buna karşılık, opak nesnelerde görünen ve ışıklı nesnelerin ışığı gibi yayılan, ilineksel ışık da ilineksel bir niteliktir. Bu da felsefe ilminde mahir olanların görüşüdür.

Matematikçilere gelince, onlar ışığın, kendinden ışıklı nesnelerden yayıldığını, bu tür nesnelerin öz niteliğini oluşturduğunu ve böylesi nesnelerde ısı enerjisi şeklinde bulunduğunu düşünmektedirler. Şüphesiz ki, eğer güneş ışığı çukur bir aynadan yansıtılıp, bir noktada yoğunlaştırılacak olursa, bu ısı enerjisi açığa çıkacaktır. Eğer ışığın yoğunlaştığı bu noktaya yanıcı bir cisim konulacak olursa, o cisim derhal tutuşacaktır. Aynı şekilde güneş ışığı hava içerisinde geçtiğinde hava ısınacaktır. Eğer güneş ışığı opak bir cismin üzerine düşürülüp, bir süre öylece bırakılırsa, bu cisim dikkat çekecek kadar ısınır. Sonuç olarak biz, bu olgudan, güneş ışığının ısı enerjisi formu olduğunu çıkartıyoruz.

Bundan dolayı onlar, bütün ışıkların tek bir tür, yani ısı enerjisi şeklinde olduğunu; ancak, yalnızca zayıf ya da kuvvetli olmalarına bağlı olarak farklılaştıklarını düşünmektedirler. Şöyle ki, eğer herhangi bir cisim ışıkla tutuşursa, bu, ışığın kuvvetli olduğundan, eğer tutuşmazsa zayıf olduğundan dolayıdır. Bütün ışıkların ısı enerjisi, yani ateş şeklinde bulunmalarından dolayı, bu ateş, havanın kendisine yakın olan kısmını ısıtır ve yanan cismin yakınındaki hava uzak olan havadan daha kuvvetlice ısınır. Eğer, ateşi çevreleyen hava içerisinde yanıcı bir cisim bulunuyorsa ve cismin ateşe uzaklığı da oldukça fazla ise, o cisim yanmaz. Fakat eğer cisim ateşe yaklaştırılır ve yanan cisim ile temas halindeki hava içerisine yerleştirilirse, (yanıcı cisim) yanar. Burada cisme bitişik hava ve ateşten uzakta bulunan hava arasında yanan cisme bitişik havanın daha güçlü bir ısıya sahip olması dışında başkaca bir fark yoktur. Çünkü ısı enerjisinden dolayı her iki durumda da hava ısınmış olur. Ancak tek farkla ki, yanan cisme bitişik olan hava daha kuvvetlice ısınır. Böylece ısı enerjisiyle doldurulmuş her iki hava kütlesi arasındaki fark, birisinin yakabilmesi ve ısısının kuvvetli olması ve diğerinin ise yakamaması ve ısısının zayıf olmasıdır. Bundan dolayı ışık güçlüyse yakan, zayıfsa yakamayan bir ateş enerjisi formudur. Bu nedenle matematikçilere göre her tür ışık ateş enerjisidir ve bu ışık ateşe sahip bir cisimdeki ateşin açığa çıkması gibidir.

Kendinden ışıklı cisimlerde ışığın açığa çıkması, görsel algılama duyularımızın kavradığı biçimiyle, iki türlüdür: yıldızlar ve ateş. Bu cisimlerin ışığı yakınlarında bulunan diğer bütün cisimlerin üzerine düşer ve bu olgu görme duyumuyla algılanır. Biz, Optik kitabımızın [Kitâb el-Menâzır] ilk bölümünde, kendinden ışıklı her cisimdeki ışığın, o cismin öz ya da ilineksel bir özelliği olabileceğini, bu ışığın o cisimden çıkıp karşısındaki diğer cisimlerin üzerine düştüğünü çok ayrıntılı bir biçimde açıklamıştık. Şurası açıktır ki, bu olgunun açıklanması hâlihazırda tamamen anlaşılmıştır. Çünkü ışıklı cismin karşısına opak bir cisim yerleştirilmemişse, bu ışıklı cisimden çıkan ışık opak cismin üzerine düştüğü anda, eğer bu cisimlerin arasında bir engel veya büyük bir mesafe yoksa ya da ışıklı cismin ışığı çok zayıf değilse, o opak cisim görünür. İster opak, isterse saydam olsun bütün maddi cisimlerde, bu cisimlerin ışıklı cisimden gelen ışığı alabilmeleri nedeniyle, bir ışık alma kapasitesi vardır. Fakat saydam cisimlerde ışığı alabilme kapasitesinden başka, ışığı öte yana geçirme kapasitesi gibi diğer bir kapasite daha vardır. Buna saydamlık denir. Saydam adı verilen cisimler ışığın geçmesine ve arkalarında bulunan nesneleri gözün algılamasına izin veren cisimlerdir. Bu cisimler ışığın kendilerinden iki yolla geçmesine olanak sağladıklarından dolayı iki kısma ayrılırlar. Bu cisimlerin bir kısmı ışığın tamamen geçtiği, diğer kısmı da ışığın yalnızca kısmen geçtiği cisimlerdir. Bu cisimlerin bazı parçaları ışığın geçmesine izin verirken, bazı parçaları vermez. Işığın tamamen geçmesine izin veren cisimler grubuna hava, su, cam ve bunlara benzer cisimler girer. Buna karşılık, ışığın kısmen geçmesine izin veren cisimler grubuna ise seyrek kumaşlar ve benzeri girer. Seyrek kumaşlarda ışık iplik telleri arasındaki gözenekler aracılığıyla geçer, fakat ipliklerden geçemez. Çünkü iplikler ışığın geçemediği cisimlerdir. Bununla birlikte, seyrek dokunmuş bir kumaşın ince iplikleri son derece inceyse, ışık, kendisini kumaşın delikleri boyunca geçebilecek şekilde farklı parçalara böler; böylece göz ipliklerce durdurulmuş ve geriye yansıtılmış bu ışınları algılayamaz; yalnızca kumaştaki delikler aracılığıyla diğer tarafa geçen ışık ışınlarını algılayabilir. Açıktır ki, ipliklerin ve gözeneklerin inceliğinden dolayı yansıyan ve durdurulan ışıklar, göz ile birbirlerinden ayırt edilemezler; çünkü göz böylesine uç incelikte bir şeyi algılayamaz. Hava, su ve camdaki saydamlık ise ince kumaşlardaki saydamlığa benzemez. Cisimlerin saydamlığı hakkındaki gerçek, hava, su ve camda olduğu gibi, bu cisimlerin tamamında ışığın geçmesidir; bununla birlikte, ince kumaşlara da saydam denmesinin nedeni, bu cisimlerde de ışığın geçebilmesinden dolayıdır.

(…)

Işık saydam cisimde ışın adı verilen düz çizgiler boyunca yayılır. Işın, ışıklı cisimden çıkan ve saydam bir cisim içerisinde düz çizgiler boyunca yayılan ışıktır; düz çizgiler de duyularca algılanamayan ışığın kendileri boyunca yayıldığı imgesel çizgilerdir. Işığın yayıldığı bu imgesel çizgiler ışın diye adlandırılır. Böylece ışın düz çizgiler boyunca yayılan karakteristik bir olgudur (fenomen). Matematikçiler bir ışına yalnızca güneş ve ateş ışınlarına benzerliğinden dolayı, göz ışını adını verdiler. Eski matematikçiler görmenin gözden çıkan ve göze geri dönen ışın aracılığıyla oluştuğu görüşündeydiler. Görme böyle bir ışınla oluyordu ve bu ışın ışığın türüne ait aydınlatıcı bir güçtü ve gözden başlangıç noktası gözün ortasında bulunan düz çizgiler boyunca başlıyor ve bu aydınlatıcı güç göze geri döndüğünde görme gerçekleşiyordu. Bu aydınlatıcı güç matematikçilerce görsel ışın (visual ray) olarak adlandırılan düz çizgiler boyunca gözün merkezinde yayılıyordu. Onlar, görme duyumunun, algılanan nesneden göze yansıtılmış bir görüntü aracılığıyla oluştuğunu sanıyorlardı. Onlara göre, ışın, görülen nesneden aktarılan ve gözün orta noktasında düz çizgiler boyunca yakınsanan (converge) ışıktır. Onların bu görüşüne göre, ışık, kendinden çizilebilecek bütün düz çizgiler boyunca bir nokta ışık kaynağından yayılır. Şimdi eğer göz, kendi ya da edinmiş olduğu ışığı göze her noktasından çizilebilecek çizgiler boyunca gönderen önüne konulmuş herhangi bir nesneyi görürse, bu durumda gözden gelen ışık, görülebilen nesneye gider ve ışık sayısız düz çizgiler ve sayısız farklı yönler boyunca yayılır. Hâlbuki gözün orta noktası ve görülebilen nesne arasında çizilebilecek imgesel çizgiler ışığın kendileri boyunca yol aldığı çizgilerdir ve göz nesnenin görüntüsünü bu çizgiler boyunca yansıyan ışıkla görür. Onlara göre göz doğa tarafından öyle donatılmıştır ki, bu çizgiler boyunca yansıtılan ışığı algılar ama bu çizgilerden başka, öteki yollar boyunca yansıtılmış olanları algılamaz. Düz çizgiler boyunca yol alan ve gözün ortasında toplanan ışıkla birlikte bulunan bu çizgilere ışın adı verilir. Böylece ışık ışını bütün matematikçilere göre, düz çizgiler boyunca ilerleyen ve gözün ortasında toplanan herhangi bir ışıktır ve bu çizgiler –imgesel çizgiler– matematikçilerce ışın çizgileri olarak adlandırılır. Eski genel açıklamalara göre, ışın, düz çizgiler boyunca ilerleyen, güneşin, ayın ve gözün ışığı da olabilen bir ışıktır. Bu, ışınların tanımıdır. Fizikçiler ışın hakkında bilimsel olarak temellendirilmiş varsayımlardan yoksundurlar.

Topdemir, Hüseyin Gazi, “İbn el-Heysem’in Işık Üzerine Adlı Çalışması”, Belleten, Cilt 61, Sayı 231, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1997, s. 43–65.

2. Işığın Göze Etkisi: İbnu’l-Heysem

Gözün son derece güçlü bir ışığa baktığında, zarar görüp, acı duyduğunu belirledik. Çünkü bir gözlemci Güneş’e baktığında, doğrudan doğruya bakamaz; bakar bakmaz gözleri acır ve Güneş ışığı tarafından rahatsız edilir. Benzer şekilde bir kimse Güneş ışığı tarafından aydınlatılmış parlak bir aynaya baktığında, gözleri aynadan yansıyan ışıktan rahatsız olacak, acı duyacak ve aynanın karşısında gözlerini açamayacaktır.

Bir kimse Güneş tarafından aydınlatılan saf beyaz bir cisme uzun süre bakıp da, daha sonra bakışını daha az aydınlık bir yere çevirdiğinde, kendisiyle nesneler arasında sanki bir perde varmış gibi, onları doğru bir biçimde algılayamayacaktır. Bu etki tedricen azalacak ve görme normal durumuna geri gelecektir. Benzer şekilde kuvvetli bir ateşe uzun süre bakıp, daha sonra bakış karanlık ya da daha az aydınlık bir yere çevrildiğinde de, görmede aynı şey ortaya çıkacaktır.

İbn el-Heysem, Kitâb el-Menâzır, Kitap I, Bölüm 4, 1. 2. paragraflar, Çeviren: A. I. Sabra, University of London, 1989, s. 51.

Çeviren: Hüseyin Gazi Topdemir

3. Işığın Kaynağı Üzerine: İbnu’l-Heysem

Optik biliminin kuramsal çerçevesi ilk kez İbn el-Heysem, tarafından Kitâb el-Menâzır (Optik Kitabı), adlı hacimli yapıtında ortaya konulmuştur. Kesin olarak bilinmemekle birlikte, 11. yüzyılın başlarında yazıldığı sanılan kitap, bütün zamanların en önemli optik çalışmasıdır. Benzer şekilde kitabın Batı’ya ne zaman geçtiği ve kim tarafından ilk kez çevrildiği de bilinmemekle birlikte, 12. yüzyılın sonları veya 13. yüzyılın başlarında çevrildiği ve çok etkili olduğu bilinmektedir. Özellikle ünlü çevirmen Friedrich Risner (öl. 1580) tarafından 1572’de yapılan ve Basel’de Witelo’nun kitabıyla birlikte Opticae Thesaurus. Alhazeni Arabis libri septem, nunc primum editi. Eiusdem liber de Crepusculis et nubium ascensionibus. Item Vitellionis Thuringo-Poloni Libri X. [Omnes instaurati, figuris illustrati et aucti, adjectis etiam in Alhazenum commentarijs, Federico Risnero] adıyla yayımlanan Latince çevirisi çok ünlüdür. Bundan sonra Optik Hazinesi (Opticae Thesaurus) adıyla tanınan kitap başta Pecham, Witelo, Roger Bacon, Kepler, Snell, Fermat ve Descartes gibi pek çok ünlü batılı optikçinin kuramlarının oluşumunda ve biçimlenmesinde etkin olmuştur.

Işığın gözden çıktığını varsayanlara göre, ışık gözden çıkar ve saydam ortamdan geçerek görüntüye neden olan nesneye gider ve görme bu ışınlar yoluyla olur… Ben bu ışınların göze bir şey getirip getirmediğini araştırmak isterim. Eğer görme sadece bu yolla oluyorsa ve göze bir şey geri gelmiyorsa, göz göremez. Eğer nesneden göze ışık aracılığıyla renk ve ışın gelmezse, göz o nesneyi algılayamaz. Bu nedenle, bütün olasılıklar göz önüne alındığında, gözden ışık çıksa da, çıkmasa da, göze bakılan nesneden bir şeyler geri gelmezse, görme olayı gerçekleşemez… Öyleyse nesnenin durumu ne olursa olsun, bakılan nesnenin göze ulaşan rengi ve ışığı, gözde ışık çıksın ya da çıkmasın, göz tarafından algılanır.

Şimdi, gözden ışığın çıktığını savunanların görüşünü göz önüne alalım ve bu görüşten neyin yanlış ve neyin doğru olduğunu gösterelim. Bu demektir ki, [yani Gözışın Kuramı’na göre] görme gözden nesneye bir yayılımın gitmesiyle oluşmaktadır. Eğer böyleyse, o zaman da bu yayılım ya maddeseldir, ya da değil. Eğer maddeselse ki maddesel olmalıdır; çünkü gökyüzüne baktığımızda yıldızları görmekteyiz; bu durumda yer ile gök arasındaki alanı bu yayılım dolduruyor ve göz de bu süreçte kendisinden hiçbir şey kaybetmiyor demektir ki, bu açıkça olanaksız ve saçmadır. Bu nedenle görme, gözden bakılan nesneye maddesel bir yayılımın geçmesiyle oluşmaz. Fakat eğer, bu yayılım maddesel olmayan bir yayılım ise, o zaman da algılama olmaz; çünkü algı yalnızca maddesel nesnelere aittir. Bu nedenle görsel nesneyi algılayabilmek için gözden hiçbir şey yayılmaz.

İbn el-Heysem, Kitâb el-Menâzır, Kitap I, Bölüm 6, 51. 52. 53. 56. paragraflar, Çeviren: A. I. Sabra, University of London, 1989, s. 78 -80.

Çeviren: Hüseyin Gazi Topdemir

4. Işığın Yayılımı Üzerine: İbnu’l-Heysem

Yapmış olduğumuz yorumlar, tümevarımsal açıklamalar ve deneylerden açığa çıkan şudur: Işıkların tümü yalnızca doğrusal çizgiler boyunca yayılırlar. İster özsel, isterse ilineksel olsun, ışıklı her nesnedeki her bir noktadan çıkan ışık, o noktaya bitişik saydam nesne [ortam] aracılığıyla, o noktadan uzadığı kabul edilen her doğru çizgi boyunca yayılır. [Aynı şekilde] şu da açığa çıkar ki ışıklı her bir nesnedeki, her bir noktadan, o noktaya bitişik saydam nesne [ortam] aracılığıyla yayılan ışık küre biçiminde, yani saydam nesne aracılığıyla bu noktadan uzadığı düşünülen her doğru boyunca yayılır. Aynı şekilde, hava ya da benzeri saydam bir nesne, eğer her hangi bir ışıkla ışıklandırılırsa, bu saydam nesneyi aydınlatan ışığın her bir noktasının ışığı, bu saydam nesne içerisinde, bu noktadan uzayan her doğru boyunca yayılır. Bütün ışıklı nesnelerin ışıklarının yayılımı bu şekilde olur.

İbn el-Heysem, Kitâb el-Menâzır, Kitap I, Bölüm 3, 110 paragraflar, Çeviren: A. I. Sabra, University of London, 1989, s. 43.

Çeviren: Hüseyin Gazi Topdemir

F. PSİKOLOJİ

Aristoteles tarafından kurulduğunda psikoloji, çağdaş anlamda bir davranış bilimi değildi ve bu bilimde araştırma konusu, insandaki bilişsel ve davranışsal etkinliklerin kaynağı olarak görülen ruhtu. İslam felsefesinde farklı görüşler savunulmuş olsa da psikoloji konusundaki genel bakış da böyledir. Bununla birlikte özellikle optik ve tıp alanlarında meydana gelen gelişmeler psikolojinin alanı içerisine katılmış ve psikolojide yeni bir yaklaşım ortaya çıkmaya başlamıştır. Böylece psikoloji, İslam medeniyetinde psikiyatri şekline dönüşmeye başlamış, ruh hastalıklarının tedavisinde başta ses tedavisi olmak üzere çeşitli yöntemler geliştirilmiştir.

1. Ruhla İlgili: İbn Sînâ

Batılıların Avicenna olarak andığı İbn Sînâ, Antikçağ düşünürlerinden Platon, Aristoteles ve Plotinus’un görüşlerinden izler taşıyan usçu ve özgün bir felsefi sistem ortaya koymuştur. Felsefe alanında ve tıp, astronomi, fizik gibi bilim dallarında önemli eserler ortaya koymuştur. Kitaplarının ve risalelerinin büyük bir kısmı Arapçadır. El-Kânûn fî’t-Tıb ve Kitabü’ş-Şifa en önemli eserleri olarak bilinirler. Büyük filozof İbn Sînâ’nın felsefesinde nefs önemli bir yere sahiptir. İnsanı ve ruhunu açıklarken çokken bu kavrama müracaat etmiştir. Kitâbu’n Nefs, Kitâb el-Necât ve diğer birçok eserinde İbn Sînâ’nın psikolojiye dair görüşlerine rastlayabiliriz. Bu görüşlerde Aristoteles’in De Anima (Ruh Üzerine) adlı eserinin etkilerine görebiliriz. Aşağıda, Kitâbu’n-Necât adlı eserden seçilen “Ruhla İlgili” başlıklı bir bölüm sunulmaktadır.

<Bitkisel Ruh> Bütün elementler daha önce bahsedilen durumdan daha uyumlu bir şekilde ve daha dengeli oranlarda karıştırıldığında, diğer varlıklar da bunların dışında göksel cisimlerinin gücüne bağlı var olmaktadır. Bunların ilki bitkilerdir. Ama bazı bitkiler tohumdan büyüyüp ve üreme yetisine dayanarak gövdesini bir kenara koyarken, diğerleri tohum olmadan kendiliğinden üreyerek büyür. Bitkiler kendilerini besleyebilme özellikleri olduğu için beslenme yetisine sahiptirler. Bitkilerin doğasında büyüme özelliği olduğu için bunu büyüme yetisi takip eder. Yine belirli bitkilerin doğasında benzerlerini üretebilme ve benzerlerinden üreyebilme özelliği olduğu için, üreme yetisine sahiptirler. Üreme yetileri beslenme yetilerinden farklıdır. Ham meyvelerin beslenme özelliği vardır ancak üreme özelliği yoktur. Büyüme özellikleri vardır ancak bu üreme özelliğinden değildir. Aynı şekilde beslenme yetileri büyüme özelliğinden farklıdır. Zayıf hayvanların beslenme yetisi varken büyüme yetisinden yoksun olduğu görmüşsünüzdür.

Beslenme yetisi besinlerin aktarımını yapar ve bununla birlikte çözülen şeylerin yerlerini değiştirir. Büyüme yetisi uzunluk, genişlik ve derinlik bakımından ana yapısal organların yapısının gelişi güzel şekilde değil de tam yetkinliğe ulaşacak şekilde büyümesini sağlar. Üreme yetisi maddeye yapısını verir; içinde kökeninden türeyen yetideki bir parçayı ana gövdeden ayırır ve madde ile mekân etkileşimi meydana getirmeye hazır olduğunda, üreme işlevlerini yerine getirir.

Bütün bitkisel, hayvani ve insani fonksiyonlarını vücut fonksiyonlarına ve hatta kendi karışımının doğasına bağlı olduğu yukarıda ifadelerde açıktır.

Organik doğası diğer ikisinden ortalamaya daha yakın olan elementlerin birleşiminden ortaya çıkan hayvana bitkiden sonra gelinir. Bitkisel ruhtan geçmiş olarak hayvani ruhu almaya hazır olur. Bu yüzden de ortalamaya ne kadar yakınlaşırsa daha öncekinden daha saf olarak diğer bir fiziksel yetiyi alma kapasitesi olur.

Ruh bir bakıma üç parçaya ayrılan tek bir cinstir. İlki çoğaldığı, büyüdüğü ve besini sindirdiğinden dolayı organları olan doğal bedenin ilk canlılığı olan bitkisel ruhtur.

İkincisi ise bireyleri algıladığından ve isteğe bağlı olarak hareket ettiğinden dolayı organları olan doğal bedenin ilk canlılığı olan hayvanî ruhtur.

Üçüncüsü ise akılsal seçim ve çıkarımlara göre hareket ettiğinden ve tümelleri algıladığından dolayı, organları olan doğan bedenin ilk canlılığı olan insanî ruhtur.

Bitkisel ruhun üç yetisi bulunmaktadır. İlki, diğer bir bedenden, kendinde var olana benzer bedene aktarım yapan ve yok olanın yerine yenisi alan beslenme yetisidir. İkinci olarak büyümede yetkinliğe ulaşmak için gerekli olan miktar oranında bulunduğu bedenin her boyutunu uzunluk, genişlik, derinlik bakımından geliştiren büyüme yetisidir. Üçüncüsü ise bulunduğu bedende potansiyel olarak kendine benzeyen bir parça alan ve aslında bedene benzeyen parça haline getirmek için diğer benzer bedenleri üreterek ve karıştırarak buna göre hareket eden üreme yetisidir.

<Hayvanî Ruh> Temel ayrıma göre hayvani ruhun iki temel yetisi vardır: güdü ve algılama. Yine güdü yetisinin de iki çeşidi vardır. Ya dürtü verdiği için güdüdür ya da aktif olduğu için güdüdür. Güdü yetisi dürtüyü sağladığı için istek yetisidir. Hoş veya çirkin bir hayal, hayal gücünde tesir bıraktığında, bu, yetiyi harekete geçirmektedir. Bunun iki alt bölümü vardır: Bunlardan biri kişiyi zevk arayışında gerekli ve faydalı olduğunu düşündüğü şeylere yakınlaştıran ve harekete geçmesine (organlar) neden olan arzu yetisidir. İkincisi zararlı veya yıkıcı olduğu düşünülen şeyleri geri çevirmek ve bunların üstesinden gelmek için kişinin organlarını harekete geçmeye yönelten öfke yetisidir. Aktif kapasitedeki güdü yetisine gelince, bu yeti sinirler ve kaslar aracılığıyla yayılan bir güçtür. İşlevi kasları daraltmak, hareketin başlangıç noktasına doğru sinirleri ve bağları çekmek ve başlangıç noktasından uzaklaşmak için bunları gevşetmek veya kasmaktır. Müdrike yetisi dışsal his ve içsel his olmak üzere ikiye ayrılır. Dışsal hisler beş ya da sekiz tanedir. Bunlardan biri içbükey kaslarda yer alan görme yetisidir. Retinadaki viterous (Camsı cisim) üzerine yansıyan renkli madde yapılarının görüntüsünü algılar. Bu yapılar parlak yüzeylere saydam ortam aracılığıyla aktarılmaktadır. İkincisi kulak deliğinin üzerinde yayılan sinirlerde yer alan işitme yetisidir. Bu yeti çarpışan iki nesne arasında sıkışan havayla kendine aktarılanın şeyin yapısını algılar. Çarpışan nesnelerin mukavemeti ile havada oluşan titreşimler oluşturarak sesi üretir. Dışarıdaki havanın bu titretişimi kulak çukurunda sıkışmış ve hareketsiz duran havaya ulaşır. Oluşan dalgalar sinirlere dokunur ve böylece işitme gerçekleşmiş olur.

Üçüncü his kokudur. Beynin ön bölümündeki iki çıkıntıda yer alan bir yetidir. Bu yeti solunan havayla kendine iletilen kokuyu algılar. Solunan hava buharla karışabilir ya da burun tarafından havada nitel değişiklik sağlanarak bu yetiye işlenebilir.

Dördüncü his ise tat almadır. Dilin üzerine yayılmış olan sinirlerde yer alan bir yetidir. Dokunarak veya içerdiği tükürükle karışarak, dilin kendisinde nitel bir değişiklik sağlayarak maddeden çözülen tadı algılar.

Beşinci his ise dokunmadır. Bedenin tüm derisine yayılmış olan bir yetidir. Sinirler dokundukları yapıların değişimlerinden ve niceliklerinin farklılığından etkilenirler ve onları hissederler. Bu his tek bir tür değildir. Tüm deriye yayılmış dört hissi içeren bir türdür. Bunlardan ilki sıcakla soğuk arasındaki ikincisi kuru ile ıslak arasındaki, üçüncüsü sertle yumuşak arasındaki dördüncüsü ise pürüzlü ile düz arasındaki karşıoluma karar verir. Ama aynı organda bunların bir arada bulunması temel olarak bunların aynı olduğu izlenimini vermiştir ki bu yanlıştır.

Bütün bu hisler, duyu organları aracılığıyla algılarlar. Bu durum dokunma, tat alma, koku ve işitme hissinde belirgindir. Ama görme hissi söz konusu olduğunda, farklı bir görüş savunulmuştur. Bazı insanlar bir şeyin gözden yayıldığını, nesneyle karşılaştığını ve yapısı aldığını ve bununda görme olayını oluşturduğunu düşünürler. Onlara göre gözden yayılan bu şey ışıktır. Ama felsefeciler rengi olmayan saydam bir madde göz ile görülen nesne arasına girerse, ışığın düştüğü renkli maddenin dış yapısının göz bebeğine aktarıldığı ve gözünde bunu algıladığı görüşündedirler. Bu aktarım, renkli bir şeyden kırılan ışığın ve diğer bir maddeye rengini verme yoluyla oluşan renklerin aktarımına benzemektedir. Bu benzetme tam olarak uygun olmasa bile ilk örnekteki daha çok aynada oluşan bir görüntü gibidir. Işığın gözden yayılmasıyla ilgili görüşün anlamsızlığını aşağıdaki düşünce ortaya koymaktadır. Ortaya çıkan şey (görünen şey) ya vücuda gelmiştir ya da gelmemiştir. Eğer ki vücuda gelmişse, gözde farazi olarak hava ve karşılaştığı diğer şeyleri dönüştüren bir güç olabileceğini ve gözün bu niteliğini harekete veya yer değişikliğine bağlamak anlamsızdır. Aynı şekilde görünen şeyin vücuda gelmediği görüşü de oldukça anlamsızdır. Eğer öyle olsaydı; 1) ışık gözden yayılırken ve sabit yıldızlar katmanına ulaşırken bozulmaya uğramadan kalacaktır. Bu durumda küçüklüğüne rağmen havayı sıkıştırmış, tüm gökcisimlerini geri çevirmiş olacaktır ve koni şeklindeki gözden çıkmış olacaktır. Veya boş bir alanın bir yanından diğer bir yanına geçmiş olacaktır. Her iki görüş de anlaşılacağı üzere oldukça anlamsızdır. Veya 2) gözden çıkan ışık yayılacaktır, dağılacaktır ve ayrılacaktır. Bu durumda, algılayıcı hayvan ister istemez ondan bir şey çıkarıldığını, yayıldığını ve dağıldığını hissedecektir. Bunun yanında, ışının düştüğü yerlerdeki tüm noktaları algılayacaktır ancak düşmediği yerleri ise algılamayacaktır. Böylece bazı noktaları algılamışken, büyük kısımları kaçırarak maddeyi kısmen algılamış olacaktır. Ya da 3) gözden yayılan ışık havayla ve göklerle birleşir ve cisim havayla ve göklerle birleşmiş olarak algılanır. Böylece algılanan, hayvanın tamamı değil organı gibi olur. Bu aslında tuhaf bir değişimdir. Eğer birçok göz birlikte çalışırsa, daha güçlü olacaktır. Sonuç olarak bir insan, başkalarının yanındayken yalnız olduğundan daha keskin görüşe sahip olacaktır. Birden fazla insan tek bir insanın yaptığından daha güçlü bir değişim yapabilecektir. Gözden yayılan ışık mutlaka ya tek bir kişiden ya da birden fazla kişiden yayılmış olacaktır ve bu bileşimin doğası belirli bir cinse ait olacaktır. Bu iradî ya da doğal bir hareket olmalıdır. Göz kapaklarını açma ve kapama isteme bağlı bir hareket olmasına rağmen, biz biliyoruz ki bu hareket isteme bağlı ve seçime dayalı bir hareket olmayacaktır. Tek kalan alternatif hareketin doğal olduğudur. Basit doğal hareket çok yönlü değil sadece tek yönlü olacaktır ve bu yüzden de bu birleşik hareket de yine baskın olan elemente göre çok yönlü değil tek yönlü olacaktır.

Ama bu hareket “ışığın gözden yayıldığını teorisini” destekleyenlerin ön gördüğü hareket gibi değildir. Yine algılanan nesne açı ile değil onunla temas eden koni şeklindeki gözle görülür. Bir uzaklıkta algılanan nesnenin, renginin yanında şekli ve büyüklüğü de fark edilebilir. Bunun nedeni algılayan öznenin nesneyle etkileşime geçmesi ve bunu kaplamasıdır. Vitreumla varsayılan koni arasındaki bölüm anlamına gelen açıyla algılansaydı, nesne uzaklaştıkça bilinen bölümün yanı sıra açı da küçülecektir ve sonuç olarak üzerine yansıyan cisim de küçülecek ve böylece algılanacaktır. Bazen açı o kadar küçük olacaktır ki nesne algılanamayacak ve cisim de görülemeyecektir.

İkinci kısma baktığımızda yani gözden yayılan ışıkla algılanan nesne cisim olarak değil arızi ya da niteliksel olarak algılanacaktır. Bu değişim ya da değiştirilme kaçınılmaz olarak algılayan öznelerin artmasıyla daha güçlü olacaktır. Bu durumda daha önce bahsettiğimiz aynı anlamsızlık ortaya çıkacaktır. Yine hava sadece ya aktarıma aracı olacaktır ya da kendi içinde bunu algılayan olacaktır. Eğer ki hava sadece aktarım aracıysa, algılayan konumunda değilse, algılama gözün dışında değil tam olarak retinasında gerçekleşecektir. Ama algılayan konumda hava olursa, daha önce bahsettiğimiz anlamsızlık tekrar edecektir. Havada bir bozukluk veya karışıklık olduğu zaman, bir insan sakin bir havada koşarken anlık şeyleri algılamada karışıklık yaşayacağı gibi görme yetisi de, değişiminin yenilenmesiyle ve algılanan şeylerin ardı ardına gelmesiyle bozulacaktır. Bunların hepsi gösteriyor ki görme algılanan nesneye doğru bizden çıkan bir şeyden dolayı değildir. Demek ki bu algılanan nesneden bize doğru gelen bir şeyden dolayı kaynaklanmaktadır. Algılanan şey madde değil form olmalıdır. Eğer bu görüş doğru değilse, gözün tüm bu katman ve salgılarla yaratılması ve gözün yapısının ve biçiminin görmeye faydası olmayacaktır.

(İçsel Hisler) Algılanan şeylerin yapılarını ve ’manalarını’ idrak eden içsel algılama yetileri bulunmaktadır. Bazı yetiler hem algılayıp hem harekete geçerken bazıları sadece algılar ama harekete geçmez. Bazıları birincil algıya sahipken bazıları ikincil algıya sahiptirler. Cismin algılanmasıyla, manalarının idrak edilmesi arasındaki fark cismin hem içsel hisle hem de dışsal hislerle algılanan şey olmasıdır. Ama dışsal hisler öncelikle algılar ve sonra da bunu ruha aktarır. Örneğin; koyunun, kurdun şeklini, yapısını ve rengini algıladığında olduğu gibi. Bu cisim kesinlikle koyunun içsel hisleriyle algılanmaktadır. Ama bunun öncesinde ilk olarak dışsal hislerle algılanır. Mananın idraki ise ruhun, nesneyi dışsal hislerle daha önce algılamadan hissettiği şeydir. Dışsal hisler tarafından algılanmadan koyunun kurttan korkmasına ve ondan kaçmasına sebep olacak kurttan göreceği zarardan uzaklaşmayı idrak ettiğinde olduğu gibi. Yani ilk önce hisle daha sonra içsel yetilerle algılanan şey cisimken, dışsal hisler olmadan sadece içsel yetilerle algılanan şey ise mânânın idrâkidir. Bir hareketin ardından geldiği veya gelmediği algı arasındaki ayrım ise şudur: İçsel yetilerin işlevi belli algılanmış cisimleri ve manalarını diğerleriyle birleştirmek ve bazılarını diğerlerinden ayırmaktır. Böylece daha önce algıladıklarına göre hisseder ve hareket ederler. Hareketin ardından gelmediği algı, cismin veya mananın sadece duyu organında işlenmesiyle gerçekleşir. Çünkü algılayıcının bunu harekete geçirmeye gücü yoktur.

Birincil hislerle, ikincil hisler arasındaki temel ayrım ise birincil hislerde algılayıcı yeti, varlığın bilgisini doğrudan edinmektedir. İkincil hislerde ise varlığı algılayan yeti, bu bilgiyi aktaran başka bir etmen aracılığıyla edinilir.

Hayvani içsel algı yetilerinden biri de beynin ön karıncığının ön tarafında yer alan hissi müşterek yani ortak duyu yetisidir. Bu yeti, beş duyuya yansıyan tüm cisimleri algılar ve beynin bu bölümüne aktarır. Diğeri ise beynin ön karıncığının arka tarafında yer alan ve algılanan bir nesne olmadığında ortak duyunun, beş duyudan aldıklarını koruyan hayal yetisidir.

Hayal ve koruma farklı yetilerin işlevleridir. Örneğin su bir şeyi kabul eder ancak bu şeyi korumaktan yoksundur. Hayvanî ruhla ilgili diğer bir yeti ise mütehayyile insanî ruhla ilgili olanı ise bir görüntüyü düşünmektir. Bu yeti ise solucan şeklinde uzantının yanında beynin orta karıncığında yer almaktadır ve işlevi de hayal yetisindeki belli şeyleri diğerleriyle birleştirmek ve bazılarını seçtiği diğer şeylerden ayırmaktır. Sonrasında ise beynin orta odacığının sonunda yer alan vehim yetisidir. Bu yeti tek tek duyulur olanlardan, duyulur olmayan mânâları algılamaktadır. Örneğin kurttan kaçmamız ve çocuğu sevmemiz gerektiğine karar vermemizi sağlayan yeti gibi. Diğer bir yeti ise beynin arka tarafında yer alan hafıza ve geri çağırmadır. Bu yeti tek tek duyulur olanlardan, duyulur olmayan mânâları algılayan vehim yetisi gibidir. Hayal yetisi ile hafıza yetisi arasındaki ilişki ortak duyu ile vehim arasındaki ilişkiye benzemektedir. Bunun manalandırmayla olan ilişkisi de hayal yetisinin hissedilen yapılarla olan ilişkisinin aynısıdır. Bunlar hayvani ruhun yetileridir. Bazı hayvanlar bu beş duyunun hepsine sahipken bazıları bunlardan bir kaçına sahiptirler. Tat ve doku tüm hayvanlar da yaratılmış olmalıdır ve özellikle her hayvanın dokunma duyusu olmalıdır. Ama koku, görme ve duyma yetilerinden yoksun olan hayvanlar vardır.

<Akli Ruh > İnsani akli ruh, her ikisi de akıl anlamına gelen pratik ve teorik yeti olarak ikiye ayrılmaktadır. Pratik yeti insan bedenin hareketinin temelidir. Bu yeti insan bedenine, tasarlanmış ve amaca yönelik düşünceye uygun olarak bireysel hareketleri yapmasını teşvik eder. Bu yeti arzu, hayal gücü ve vehim gibi hayvanî yetilerle şüphesiz örtüşmektedir ve kendi içinde de çift yönlü karakteristik yapı göstermektedir. Bunun arzu hayvani yetisiyle ilişkisi, belli durumların insana özgü utanma, kahkaha ve ağlama gibi güçlü duygulara ve çabuk eylemlere meyilli olmasıyla burada ortaya çıkmaktadır. Bunun hayal gücü ve vehim yetisiyle ilişkisi bu yetiyi geçici olan şeylerle ilgili planları ve insana ilişkin kurnazlıkları anlamaktır.

Son olarak akli ruhun çift yönlü karakteristik yapısı teorik aklın yardımıyla sıradan ve eylemlerle ilgili genel olarak kabul edilen düşünceleri yapılandırmasıdır. Örneğin yalanlar ve despotluk kötüdür. Mantık kitaplarında diğer benzer terimler açık bir şekilde tamamen mantıklı olanlardan ayrılmıştır. Bu yeti varlığın diğer tüm yetilerini yönetmektedir. Böylece diğer yetilere itaat etmemelidir ama bu yetiler varlıktan çıkacak ve maddi şeylerden türeyecek pasif eğilimlerin burada gelişebileceği endişesiyle buna tabi olmalıdır. Bu pasif eğilimlere kötü ahlak denilmektedir. Pasif ve teslimiyetçi olmaktan uzaklaşarak bu yeti daha iyi ahlaki değerlere sahip olmak için diğer varlığa ait yetileri yönetmelidir. Bunun yanı sıra ahlaki değerleri, varlığa ait yetilere bağlamak mümkündür. Pratik akıl pasif durumdayken bu yetiler aktif olarak baskın duruma gelir. Sonuç olarak aynı şey her ikisinde de ahlaki değerler ortaya çıkarır. Varlığa ait diğer yetiler pasif durumdayken, pratik akıl aktif bir durumda baskın olur. Bu tam anlamıyla ahlaki histir ya da bir kişideki iki farklı akılın ilişkisidir. Ahlaki değerlerin bu yetiye neden bağlandığını daha yakından incelersek şunu diyebiliriz ki insani ruh biri kendinden daha yüksek ve daha alçak olmak üzere iki düzlemle bağlantılı olan tek bir yapıdır. Kendiyle ve her düzlem arasında ilişki kuran özel yetileri vardır. Bunlardan biri bedenin kendisi olan bunun kontrol ve yönetimini yapan daha alçak düzlemle ilişkisi olan insan ruhunun sahip olduğu pratik yeti, diğeri ise anlamaya yönelik pasif olarak alan ve edinen daha yüksek düzlemle ilintili olan teorik yetidir. Bu sanki ruhumuzun iki yüzünün olması gibidir. Biri varlığımıza doğru yönelmekte ve bedensel yapının gerekliliklerinden etkilenmemelidir. Diğeri ise daha yüksek ilkelere doğru yönelmekte ve bu daha yüksek düzlemde yer alan şeyleri almaya ve onlardan etkilenmeye hazır olmalıdır.

İbn Sînâ, Kitâb el-Necât, İngilizceye çev. F. Rahman, Avicenna’s Psychology, Oxford University Press, s. 24–33

Çeviren: Tarık Tuna Gözütok

Kaynakça

el-Gazzâlî, Ebû Hâmid 1988. Kanunu’t-te’vil (Mecmu’ Resail el- İmam el-Gazzalî), Beyrut, s. 123–126.

Çeviren: Osman Karadeniz

el-Eş’arî, Ebû’l-Hasen 1952. İstihsânu’l-Havd fi İlmi’l-Kelam (K. Luma’ sonunda), Beyrut, s. 87–88, 95–97.

Çeviren: Osman Karadeniz

Öztürk, Murat 2012. Fâtımîler’in Deniz Gücü ve Akdeniz Hâkimiyeti, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 92–95.

Ahmed b. Hanbel (thz). er-Red ale’z-zenadıka ve’l-Cehmiyye, tahkik: Muhammed Fehd Şakfe, Hama: Mektebetu İbn Heysem, s. 29–33

Çeviren: Mehmet İlhan

el-Cüveynî 1950. Kitâbü’l-İrşâd; thk. Muhammed Yusuf Musa, Kahire, s, 155–164.

Çeviren: Mehmet İlhan

el-Kummî, Şeyh Saduk 1978. Risaletu’l-İ’tikadati’l-İmamiyye, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara: A.Ü. İlahiyat Fak. Yayınları, s. 113, 127–129.

er-Râzî, Fahruddin 1935. Esasu’t-Takdis fi İlmi’l-Kelam, Mısır, s. 172–177.

Çeviren: Osman Karadeniz

el-Pezdevî, Ebû’l-Yusr 1963. Usulu’d-din, tahk. Dr. Hanz Peter Linss, Kahire, s. 241, 257.

Çeviren: Osman Karadeniz

eş-Şehristânî 1975. el-Milel, Beyrut, I, s. 3–9.

Çeviren: Osman Karadeniz

Kâdı Abdulcebbâr 1965. Şerhu’l-usuli’l-hamse, Tahk. Dr. Abdulkerim Osman, Kahire, s. 141–144.

Çeviren: Osman Karadeniz

el-Hayyât 1957. Kitâbu’l-İntisâr, Beyrut, s. 66.

Çeviren: Mehmet İlhan

en-Nesefî, Ebû’l-Mu’în 1421/2000. Bahru’l-Kelam, tahk., Dr. Veliyyuddin Muhammed Salih, Şam, s. 82-83.

Çeviren: Osman Karadeniz

el-Eş’arî 1952. Kitâbu’l-luma’, Beyrut, s. 75-76.

Çeviren: Osman Karadeniz

Hasan el-Basrî 1933. er-Risale, neşr. Hellmut Ritter, Der İslam, Berlin – Leipzig, XXI, s. 68–77, s. 67-68,72-76,80-81.

Çeviren: Osman Karadeniz

Hasan el-Basrî 1933. er-Risale, neşr. Hellmut Ritter, Der İslam, XXI, 68–77, Berlin – Leipzig, s. 70-73, 76.

Çeviren: Osman Karadeniz

Kâdı Abdulcebbâr 1965. Şerhu’l-usuli’l-hamse, Tahk. Dr. Abdulkerim Osman, Kahire, s. 363–365.

Çeviren: Osman Karadeniz

eş-Şehristânî 1975. el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut, I, s. 111–112.

Çeviren: Osman Karadeniz

Hasan el-Basri 1933. er-Risale, neşr. Hellmut Ritter, Der İslam, XXI, Berlin –Leipzig, s. 68-77.

Çeviren: Osman Karadeniz

Muhammed Hudarî Bek, Muhâdarât Târîhi’l-Ümemi’l-İslâmiyye –ed-Devletü’l-Ümeviyye-, I-II, Beyrut, tarihsiz (Dâru’l-Ma’rife), II, s. 38. 

Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casim Avcı

Muhammed Hamidullah 1965. el-Vesâiku’s-siyâsiyye, Beyrut, s. 459–461.

Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casim Avcı

Taberî 1960–70. Târîhu’r-rusül ve’l-mülûk, nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl, I-XI, Kahire, III, 609.

 Çeviren: Abdülkerim Özaydın – Casim Avcı