2008 küresel mali krizinin ardından meydana gelen büyük ekonomik durgunluk, özellikle bölgesel güç olma arzusunda olan ülkelerin Batı merkezcil parasal sistemin dayattığı üç yüzyıllık paradigmadan bağımsızlaşma arayışlarına gerekçe oluşturmuştu. Örneğin, bu arayışlardan en önemlisi Nisan 2009’daki G20 Zirvesi öncesi Çin Merkez Bankası Başkanı Dr. Zhou Xiaochuan’ın uluslararası parasal güç dengesinde yeni bir paradigmanın hayata geçmesi gerektiğini kaleme aldığı makalesiydi. Çin’in Amerikan dolarının ayrıcalıklı statüsünün sorguladığı bu çıkışı, aslında ABD’nin hegemonyasının sona erdiğini ima ediyordu. Çin’den gelen bu serzenişi Washington fazla “cüretkâr” bulmuştu. New York ve Londra’daki “endişeli yatırımcılar” ise Dr. Xiaochuan’ın zamansız çıkışından duydukları hoşnutsuzluklarını Çin borsasında milyarlarca doların buharlaşmasına neden olan satış baskısı ile göstermişlerdi. Böylelikle Çin bu önerisinden en azından bir süre daha vazgeçmek zorunda kaldı.
Çin Merkez Bankası Başkanı’nın bu dikkat çekici sözlerinden kısa süre sonra, doların hegemonyal gücünün dayandığı en önemli yapı olan uluslararası ödemeler sisteminden, yaklaşık 100 milyar dolar olduğu tahmin edilen bir gedik açıldı. Bu gediğin sebebi, yükselen Çin değil, bölgesinde yükselen bir güç olma iddiasını en azından 2010’da koruyan Türkiye’ydi. Ve bu güç testine İran’ın 2009’da içine düştüğü ağır ekonomik ve mali darboğaz neden olmuştu.
Bu gedik, Türkiye’nin İran’ın petrol ve doğal gaz alacaklarını ABD’nin parasal güç alanı dışına çıkarak by-pass etmesiyle oluştu. Türkiye – İran ticaretinin yanı sıra Hindistan gibi dünyanın en büyük gelişmekte olan ekonomilerini de ilgilendiren bir boyuta dönüşen bu parasal başkaldırı, ABD’nin ulusal çıkarları hilafına ve Türkiye’nin güdümünde yürütüldü.
Amerika’nın İran’ı yalnızlaştırma politikası, BM’den kısmi onay alıyor
Dönemin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeleri Türkiye ve Brezilya’nın “Hayır” oyu verdiği 1929 sayılı BM kararı, “hassas nükleer faaliyet” için kullanılabilecek her türlü askeri ve sivil mal ve hizmetin ticaretini ve bu ticaretten doğan para transferlerinin önlenmesi yönünde karar almıştı. Ancak ABD, BM’nin bu kararı ile yetinmek istemedi ve iki hafta sonra Haziran 2010’da İran’ın petrol ve doğalgaz gelirlerinin de nükleer faaliyetlerde kullanılabileceği varsayımıyla bu faaliyetlerden kaynaklanan parasal transferlerin de yasadışı ilan edilmesini emreden bir yaptırım kararını ABD Senatosu’ndan geçirdi. Tek taraflı olarak yürürlüğe giren bu karara göre, İran petrol gelirleri artık “kara para” statüsündeydi ve bu anlamda meydana gelen her türlü finansal işlem “kara para aklama” olarak tanımlanacaktı.
ABD Hazine Bakanlığı’na bağlı Terörün Finansmanı ve Finansal Suçlardan sorumlu Bakan Yardımcısı Daniel Glaser başkanlığındaki ABD heyeti, sonraki aylar boyunca, İran’ın ticaret yaptığı en önemli ülkelere giderek, bu ülkelerdeki bankacılık ve finans sektörünün temsilcilerine yaptırımlar konusundaki kararlılıklarını anlattı. Glaser, bu toplantılardan birini de Ağustos 2010’da Türkiye Bankalar Birliği’nde yaptı ve Türk bankalarının üst düzey temsilcilerini İran bankaları ile çalışmamaları konusunda uyardı. Heyet, bankacıları öylesine tehdit etmişti ki, bazı banka yöneticileri yurt dışına çıktıklarında tutuklanabileceklerini dahi düşünüyordu. ABD’nin uyarısı içeriği ve üslubu itibarı ile Türk bankalarını endişelendirmişti.
Dönemin Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ise bankacılara cesur olmalarını tavsiye etmişti: “ABD’nin yayınladığı ambargo kararı var. Her türlü finansman hareketlerine yasak getiren bir düzenleme. Bizi sadece BM’nin kararı bağlar. ABD’ninki değil. … bankaların cesaretli olması lazım.”
Türkiye ve ABD arasında bu görüşmeler değişik platformlarda 2010 boyunca sürdü. Aynı yıl ABD’de Ali Babacan ve Çağlayan’a da iletilen talepleri Türkiye dikkate almadı. Kısa süre sonra Avrupa Birliği de BM kararıyla yetinmediğini gösteren ve İran’ın petrol ve gaz endüstrisine teknoloji ve donanım satışını yasaklayan bir yaptırım paketini yürürlüğe koydu. Ancak bu girişim de İran’ın petrol ve doğal gaz satışına ve bu satıştan elde edilen parasal transferlerine engel olamadı.
2010’da Türkiye’ye gelen ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Finansal İstihbarat yeni müsteşarı David Cohen de Türkiye’deki muhataplarını bu kez daha sert bir dille uyarmıştı.
Cohen’in endişesini artıran, Türkiye ile İran arasındaki ticaret hacminde göze çarpan 10 milyar dolarlık artıştı. İki ülkenin 2002’de sadece 1 milyar dolar olan ticaret hacmi 2010’da 11 milyar dolara çıkmıştı. Beş yıl içinde 30 – 35 milyar dolara çıkması öngörülüyordu. Cohen’e göre, Türkiye İran ile ticaretini tamamen sona erdirmeliydi zira İran bu kaynakların tamamını nükleer programının finansmanı için kullanıyordu.
O günlerde bu haberleri takip edenler, ABD ile Türkiye arasında baş gösteren uyumsuzluğun sebebinin Türkiye ile İran arasındaki ticaret ve bu ticaretin finansmanı ile sınırlı olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, konu daha uluslararası bir boyuta taşınmıştı. Türkiye, İran’dan petrol ve gaz ithal eden ve ABD baskısına direnemedikleri için satın aldıkları petrolün parasını İran’a ödeyemeyen Hindistan gibi büyük ithalatçı ülkelere aracılık etme hazırlığındaydı. Hindistan, Türkiye ödeme hattını açan ve deneyen ilk ülke olmuştu.
Arı kovanına çomak sokan banka: Halkbank
ABD’nin İran’a yönelik, tek taraflı uyguladığı finansal yaptırımlarından çekindikleri için Hint bankalarının dahi takas /muhabir banka işlevini yerine getirmemesi, Hindistan’daki petrol rafinerilerinin İran’dan gerçekleştirdiği günlük 400 bin varil hampetrol alımını riske sokmuştu. Hint rafineri şirketleri İran’a 5 milyar dolarlık borçlarını ödeyemeyince İran 8 ay boyunca petrol sevkiyatını durdurdu. Bu kısıtlama, toplam petrol ihtiyacının yüzde 15’ini İran’dan temin eden, yükselen bir ekonomi olan Hindistan için büyük bir soruna dönüşmüştü.
Temmuz 2011’de Hindistan Maliye Bakanı, İran petrol sevkiyatının, ödemelerin ismini vermek istemediği bir Türk bankası üzerinden yapılması suretiyle çözüme kavuşacağını açıkladı. Uzun süre alternatif yollar arayan Hindistan’a ülkenin enerji arz güvenliğini tehdit eden bu durumdan kurtulmaları için sonunda Türkiye el uzatmıştı, Batı hatta Hindistan bankalarının dahi yapmak istemediği parasal işlemlere Halkbank aracılık edecekti. Nihayet 8 ay sonra Hindistan ve İran petrol ticaretine yeniden başlıyordu.
Halkbank’ın aracılığı sayesinde hayata geçen bu ödeme hattı 2011 boyunca kullanıldı, tüm tarafların denetimine de açık tutulduğu için mevcut BM yaptırım kararlarına da aykırı değildi. Ekim 2011’de ABD’den gelen yeni bir heyet yine Ankara’yı İran petrol gelirlerinin nükleer faaliyette kullanıldığına ikna etmeye çalıştı. Ancak Ankara’nın milyarlarca dövizin transferinden oluşan kaynaklardan vazgeçmeye niyeti yoktu. Zira 2010 itibariyle Hindistan’ın İran’dan yaptığı 15-20 milyar dolar tutarındaki petrol ithalatının yüzde 55’ı Halkbank üzerinden gerçekleşiyordu. 2010 yılı gecikmiş ödemeler toplamı olan 5 milyar dolar da yine bu kanaldan İran’a gönderilmişti.
2011’in sonuna doğru ABD yeni bir önlemi daha devreye soktu ve İran’ın Merkez Bankası ile petrol gelirleri üzerinden parasal transfer yapan finansal kurumlarına yaptırım getirdi. Hindistan Türkiye’nin bu baskıya direnemeyeceğini düşünerek kendine alternatif yeni ödeme kanalları aramaya koyuldu. Ancak Halkbank en azından bir süre daha bu hattın açık olduğunu, BM kararlarına uygun hareket edildiğini, denetime açık olduklarını ve bu sürece Türkiye’nin en büyük rafineri şirketi olan TÜPRAŞ’ın da dâhil olduğunu bildirdi.
BOTAŞ ve TÜPRAŞ’ın yapmış olduğu alımlar karşısında Halkbank’ta İran kaynaklarına TL cinsinden hesaplar açılıyordu. Bu hesaplardan çekilen paralar ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin herhangi bir dahli olmadan altına çevriliyor veya eski usul havale yöntemleri kullanılarak TL döviz cinsinden Dubai’ye ve oradan da ilgili şirketlere transfer ediliyordu.
2013 bütçe komisyonu görüşmeleri sırasında dönemin ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Türkiye’nin doğal gaz ihtiyacının %18’ini ve petrol alımların %55’ini bu yöntemle İran’dan gerçekleştirildiğini deklare etmişti. Ancak ABD yaptırımları sıkılaştıkça, İran ile enerji ticareti yapan diğer ülkelerin de Türkiye’nin önünü açtığı bu ödeme sistemini kullanmış olabileceğini düşünen ABD’li uzmanlar 2010 -2013 arası Türkiye’nin yaptığı parasal aracılığın 100 milyar doların üstünde olduğunu tahmin ediyorlar.
Kısa süre sonra, İran’dan petrol alan Çin, Hindistan ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 8 ülke petrol ithalatlarını makul seviyelere indirmeleri karşılığında bir süre hidrokarbon ticareti üzerindeki baskıların gevşetilmesi konusunda ABD ile anlaştı. Çin ve Türkiye’ye petrol alımının kademeli azaltılması karşılığında 180 günlük bir süre yaptırımlardan muafiyet tanındı. Temmuz 2012’de istisna dönemi sürerken, Hindistan petrol alım ödemeleri de Türkiye’nin İran’dan yaptığı petrol ve doğal gaz alımları da devam etti. Şubat 2013’de ise bu sıra dışı parasal akış tamamen sona erdirildi.
Bahsi geçen dönemde, İran’a dönük ABD yaptırımlarına rağmen Türkiye üzerinden girişilen bu parasal operasyon, Türkiye’nin cari açığına da pozitif bir katkı sağlamış oldu. Mahfi Eğilmez’in Ekim 2012’de yaptığı analize göre, bu yolla “İran ambargodan biraz olsun kurtulmuş, Türkiye de eskiden ithal ettiği altınları ihraç ederek cari açığının düşüşünü hızlandırmış” oldu.
Türkiye neden böyle bir riske girdi?
2010 – 2013 arasında ABD ile Türkiye arasındaki uyuşmazlığa neden olan bu gelişmeler, ABD’nin parasal gücünü tanıma konusunda pek istekli olmadığı anlaşılan Türkiye’nin, bölgesel güç olma arzusunun doğal yansıması olarak tanımlanabilir. Ancak, 2009’da Çin Merkez Bankası Başkanı’nın doların statüsünü sorguladığı söylemleri Washington’da ne kadar rahatsızlık yaratmışsa, Türkiye’nin ABD’nin tüm ısrarlı uyarılarına rağmen, İran’ın petrol gelirlerine ulaşmasına vermiş olduğu destek de o kadar hayret ve endişe ile karşılanmıştır.
Her ne kadar BM’nin 1929 sayılı kararı, Türkiye’nin İran’a vermiş olduğu mali desteği meşrulaştıracak zemin oluştursa da Ankara’nın stratejik hedeflerine uygunluk konusu hak ettiği tartışma zeminine henüz sahip değildir. Uluslararası parasal güç tanımı itibarı ile bakıldığında ise doların hegemonyal gücünü elinde bulunduran ABD ile Türkiye arasında çıkabilecek olası bir çatışma ve kriz durumunda Türkiye aleyhine oluşabilecek stratejik mevzi kaybını öngörmemek olası değildir.
Her iki açıdan da bakıldığında İran’ın çıkarları ve Türkiye’nin bölgesel güç olarak kapasitesinin tescili, diğer ifade ile özerklik arayışı, 2010 – 2013 yılları arasında Türkiye’nin hayli sıra dışı ve ABD’ye göre Amerikan’ın ulusal güvenliğinin hilafına gerçekleşmiş bir parasal akışa ev sahipliği yapmasına neden olmuştur. Ancak bu hayli sıra dışı parasal akışın kaynağında İran’ın meşru ve hak edilmiş doğal kaynaklarından elde edilen hidrokarbon gelirleri vardır. Bu gelirlerin ABD’nin tek taraflı yaptırım kararları istedi diye “kara para” olarak nitelendirilmesi adil bir tanım olmaz. Nitekim nükleer anlaşmayı müteakip kaldırılan yaptırımlar, bugün itibarı ile İran’ın petrol gelirlerinin meşruiyetini bir kez daha tescillemiştir.
Ancak tek taraflı ABD yaptırımları karşısında, etkinlik kurma kapasitesi sınırlı Türkiye’nin, hangi gerekçe ile İran için bu kadar büyük risklere girdiği ise tartışılmayı beklemektedir. Bugüne kadar konunun çeperinde yer alan bir takım spekülatif isimler ve hadiseler, bazı siyasi isimlerin de karıştığı yolsuzluk iddiaları ile beslenen sansasyonel siyasi tartışmalar, bu önemli sorgulamayı bugüne kadar perdelemişti. Ancak bu sıra dışı parasal akışta sıkça adı geçen Rıza Sarraf’ın 19 Mart’ta ABD’de tutuklanması, yeniden işin odağındaki asıl meseleye, Türkiye’nin ABD’nin parasal gücüne karşı kısa süreli başkaldırısının nedenlerine ve olası sonuçlarının Türkiye’ye olan etkilerine odaklanılmasına vesile oldu.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, ABD’de Rıza Sarraf ve diğer iki kişi adına açılan dava ABD Başkanı’na “ulusal güvenliği ve dış politikasına yönelik sıra dışı ve olağanüstü tehditlerin üstesinden gelme” yetkisi veren “Uluslararası Acil Ekonomik Güçler Yasası”na aykırılıktan açıldı. Başka bir ifade ile bu davada ABD’nin ulusal güvenliğine ve çıkarları hilafına, Türkiye’nin İran için bu ülkeye ekonomik ve mali destek vermek amacı ile almış olduğu tasarruflar sorgulanacak. Aslında isim, tutuklanma yöntemi ve zamanlaması gibi ayrıntıları bir kenara bırakırsak çatışmanın merkezinde Türk-ABD ilişkilerinin parasal güç dengesinde Türkiye’ye yöneltilmiş kızgınlık ve hesap sorma ihtiyacı olduğu açık bir şekilde görülüyor.
Çin’in 2009’daki çıkışı kısa süre sonra Shangai birleşik endeksinde %8’e varan erimeye yok açarken, Türkiye de kendisinden beklenmeyecek bir parasal başkaldırıyı siyasi ve ekonomik itibar kaybı ile ödemek durumunda bırakacak gelişmeler ile yüzleşmek zorunda kalabilir. Türkiye’nin belki de kuşaklar ötesi olumsuz etkileri hissedeceği gelişmelere hazırlıklı olması ve devlet bekası ve istikbali için yeni stratejileri siyasi kamplaşmanın kısır tartışmaların tüketici ortamına kapılmadan üretebilmesi gerekir.
Türkiye’nin ekonomik ve parasal gücünü tam olarak tesis etmeden girişmiş olduğu bu özerklik arayışları zamansız ve sonuçları itibarı ile Türkiye’nin kamusal düzeninde istikrarsızlaştırılma odakları meydana getirmesi bakımından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Özellikle parasal özerkliğini besleyecek ekonomik atılımları tamamlamadan girişilen bu türden arayışların, Türkiye’nin elini ve direncini zayıflattığı da aşikârdır.
O halde Sun Zi’nin şu deyişini tekrar tekrar hatırlamakta fayda var.
“Savaşta asıl hüner her muharebeyi kazanmak değildir, düşmanı daha savaşmadan mağlup etmektir.”
Selva Tor, finansal güvenlik stratejisti. 2013-2015 yılları arasında Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde Strateji ve Stratejik Araştırmalar Anabilim Dalı’nda Ulusal ve Uluslararası Güvenlik Stratejileri alanında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Uzun yıllar uluslararası finans ve yatırım bankacılığı konularında yurt içi ve dışında, yerli ve yabancı banka ve finans kurumlarında çeşitli kademelerde görev yaptı, pek çok alanda danışmanlık hizmeti verdi.