“Sürekli çözüm üreten kişi”, “ülke sorunlarına çözümler üreten parti”, “laf değil çözüm üretimi” gibi sözler, kişileri ve kurumları yüceltmek amacıyla kullanılıyor. Ama, bu sözlere karşı yöneltilebilecek şöyle bir eleştiri, bu “çözüm üretme” işinin nasıl bir toplumsal hastalık olabileceğini (ve çoğunlukla da olduğunu) ortaya koyuyor: Bir sorunun nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik olmayan ve “herhalde iyi gelir” ön yargısıyla önerilen çözümler, bir hekimin, yüz hastasına iyi gelen bir ilacı, hastalığının teşhisi konulmadan kullanıp ölen yüzbirinci hastasının durumuna benzer. Ekonomik ve sosyal konulardaki irili ufaklı sorunlarımızı ve bunlar için sürekli olarak “çözümler” üreten insanlarımızı düşününüz.
Herhalde, sorunları için bu denli çeşitli ve çok çözüm üreten, ama sorunlarını çözmede de bu denli başarısız bir toplum olmamızın bazı nedenleri olmalıdır. Sokakta kendisine mikrofon uzatılıp filanca sorunumuz hakkında düşünceleri sorulan ev kadını, ayaküstü sorulan soruyu ayaküstü cevaplayan politikacı, çağrıldığı panelde yüzüncü defa aynı lafları tekrarlayan öğretim üyesi, ya da gençlik programında konuşan genç, hepsi, “çözüm” üretiyorlar.Bu nasıl bir iştir; üzerinde konuştuğu soruna yol açan nedenleri bir kenara itip, doğrudan çözüm imal eden insanlarımız, acaba bir vahiy kanalıyla mı bu “çözüm”leri üretiyorlar? Bir üniversitenin yayımladığı bir rapor elime geçti. Yaklaşık 200 sayfa. Adı da “Hava Kirliliğinin Nedenleri”… İlk defa çözüm ile başlamayıp nedenleri irdeleyen bir kitap bulduğunuzu sanıyorsunuz. Ama raporun adıyla içeriğinin ilişkisi yok. “Neden” kavramının böylece anlam değiştirmesi ise bir başka felaket… Gelişmiş ve gelişmemiş toplumları birbirinden ayıran birçok ölçüt bulunabilir. Bunların en güvenilirlerinden birisi de, gelişmiş toplumlarda sorunların nedenlerinin aranması, gelişmemişlerde ise bu sorunlara “kim”lerin yol açtığı ve “kim”lerin bu sorunlardan kurtaracağıdır. Toplumumuzun baba, bacı vs. aramaya bu kadar meraklı oluşu, bu “kim” eğilimiyle açıklanabilir. Bir kamu bankasının, bürokrat-iş adamı-politikacı-mafya işbirliğiyle soyulmuş olması, kamuoyunun gündemindedir. Bu konuda ilk sorulması gereken soru, hangi mekanizmanın bu ve benzeri soygunlara yol açtığı, o nedenlere hangi nedenlerin sebep olduğu ve son aşamada da o nedenlerin “nasıl” ortadan kaldırılacağıdır.
Ama, sokaktaki adamdan idare mensuplarına kadar herkes “kim” sorusunun cevabı peşindedir. Rüşveti “kim” vermiş, “kim” almış, “kim” aracılık etmiş, “kim” vurmuş, “kim” azmettirmiş, kim, kim, kim… Ulusal hastalığımız uyarınca hemen bir de çözüm bulunmuş, kamu bankalarının özelleştirilmesiyle bu tür soygunların biteceği belirlenmiştir.
Kamu bankacılığının tek başına değil ama çirkin siyaset anlayışımızla birleşerek soygunları özendirdiği doğrudur, ama tek neden bu değildir. Birkaç ay önce batan bankalar kamu bankası değildi ve onlar da, —hem de bizzat sahipleri tarafından— soyulmuştu. Demek ki bankanın kamu ya da özel kesime ait olması soygunu önlemeye yetmiyormuş. Kamu pastasını küçültmenin yanı sıra, kalabalık kamu kadrolarının seyreltilmesi, siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlaştırılması, daimi kamu görevlisi statüsü ihdası, kamu alımları yasası, ombudsman kurumu gibi gerekler de var. Ancak, burada işaret edilmek istenen, kamu bankalarının soygunlara karşı nasıl korunacağı değil, nedenlere dayalı olmayan çözüm üretimlerinin nasıl yetersiz sonuçlara yol açacağıdır.
Geliniz, “ö-n-c-e a-n-l-a” diye bir kampanya açalım. Aklına gelenleri çözüm diye önümüze koyanları dinlemeyelim ve de tepki gösterelim. Ve, her soruna, “buna ne(ler) yol açıyor?” biçiminde yaklaşalım. Kısa sürede çok farklı bir Türkiye’ye varacağımıza inanınız. (1994)