Bu bölümde İngilizce düşünmek kavramı anlatılmaktadır.
Hava oldukça rüzgârlıydı. İkisi de montlarına sıkıca sarılmış bir şekilde Tophanede bir nargile kafede oturuyorlardı. Etrafta keskin bir elma kokusu vardı. Hasır iskemlelerde oturan gençler bir şey söylemeden önce mutlaka nargileyi fıkırdatıyor, sonra cümlelerini
Boğazın serin havasına duman duman savuruyorlardı.
İlker her nedense bu atmosferi çok seviyordu. Daha önce birkaç kez bir arkadaşıyla gelmişlerdi ve saatlerce oturmuşlardı. İlk nargile içişinde biraz başı dönmüş ama sonra tadı çok hoşuna gitmişti. Sonra gazetede nargilenin sigaradan daha zararlı olduğunu okuyunca bir daha da içmemişti.
– İlker!
– Efendim hocam.
– Ne düşünüyorsun?
– Hiçbir şey düşünmüyorum hocam.
– İmkânsız. Mutlaka bir şey düşünüyordun.
– İnanın demin ne düşündüğümü düşünüyorum ama bulamıyorum.
– Pekâlâ, bugünkü konumuz ne?
– Bilmiyorum hocam.
– Bir düşün bakalım.
– Düşünmek kelimesinden biraz işkillendim. Kesin düşünmekle ilgili bir şey.
– Genellikle İngilizce üzerine konuştuğumuza göre ve anahtar kelimemiz de düşünmek olduğuna göre biraz saksıyı çalıştır bakalım.
– İngilizce düşünmek.
– Bravo! İngilizce düşünmek üzerine düşüneceğiz bugün.
– Süper. Lisede hocaların sürekli söylediği ama bir türlü tecrübe edemediğim bir durumu düşünecek, pardon konuşacak olmamız harika.
– Hakikaten, ne demek bu İngilizce düşünmek İlker? Hiç İngilizce düşündün mü?
– İngilizceyi çok düşündüm ama hiç İngilizce düşünmedim hocam. Nasıl oluyor? Faydalı bir şey mi?
– Faydaları saymakla bitmez. İngilizce düşünmek bir durumdur. Yani hadi düşüneyim deyince olmaz.
– Nasıl anlayacağız peki İngilizce düşünüp düşünmediğimizi? Bir işaret mi veriyor dil?
– Aslında tek cümleyle açıklayabilirim. Şimdi ensene bir tokat patlatsam senin İngilizce düşünüp düşünmediğini anlayabilirim.
– Hayda! Hocam nasıl bir anlama yöntemi bu ya?
– Şöyle bir anlama yöntemi. Tokadı yediğin anda, “Ah anam, yandım!” falan dersen İngilizce düşünmüyorsun demektir. Ama “Ouch!” dersen olayı bitirmişsin demektir.
– Ha ha ha!
– Aslında komik gibi duruyor ama durumu en güzel özetleyen durum bu. Ama biz tabi biraz daha detaylı konuşacağız. Dil öğrenme olayı kaç şekilde gerçekleşir, önce bu sorunun cevabını bulalım.
– Hiç kasmayayım hocam. Bilmiyorum.
– O zaman ben söyleyeyim. Bu da klasik öğretmen tribidir değil mi? Soruyu sorar, sonra madem siz bilmiyorsunuz ben söyleyeyim, der. Hâlbuki baştan biliyorsun işte kimsenin bilmediğini. Böyle giriş mi olur?
– Özeleştiri yapabilmek gerçekten güzel bir şey hocam… Tebrikler!
– Sağ ol İlker. Ben konu kaynamadan devam edeyim. Üç şekilde gerçekleşir. Birincisi ana dil olarak öğrenirsin, ikincisi ikinci dil olarak öğrenirsin, üçüncüsü de yabancı dil olarak öğrenirsin. Peki, ikinci dille, yabancı dil arasındaki fark nedir? Hemen söylüyorum.
– Ha ha ha! Hocam, belki bu sorunun cevabını biliyorum. Niye hemen cevaba geçtiniz?
– Söyle öyleyse.
– Herhalde şöyle. Mesela Los Angeles’ta İspanyol bir ailenin çocuğu için İngilizce ikinci dildir.
– Vay be! Süpersin. Neden peki?
– Çünkü yaşadığı ülkede İngilizce anadil olarak konuşuluyor zaten. Yani sokağa çıktığında bir sürü İngilizce konuşan adam var. Onun için ikinci dil oluyor İngilizce. Ama benim için yabancı dil. Hem de çok yabancı.
– Çünkü sen sokağa çıktığında sadece dükkân tabelalarında İngilizce bir şeyler görüyorsun. Bu da öğrendiğin dilin ikinci olmasına yetmiyor tabi.
– Aynen öyle.
– Bravo! Güzel bir giriş yaptık konuya. Peki, öğrendiği dil kendisine yabancı olan bir kişi için, yani sen için acaba İngilizce düşünebilmek mümkün müdür? Bunun üzerinde düşünelim.
– Bence mümkün değildir.
– Zaten dilbilimciler de genelde benceyle başlayan cümleler kurmuşlar bu konuyla ilgili ve tam bir anlaşma sağlayamamışlar. Ama birçoğu mümkün olmadığını söylemiş. Ben de pek mümkün olmayacağını düşünüyorum. Ama asıl problem bu değil. İngilizce düşünmek ve İngilizce rüya görmek eğitmenlerin belki de en sık kullandıkları cümlelerdendir ama tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyoruz. Şimdi sana kendi hayatımdan bir örnek vereceğim ve inşallah İngilizce düşünmekle ilgili güzel bir örnek olacak. Üniversite ikinci sınıfta Amerika’ya gitmiştim. Dört ay kaldım. Üçüncü ayın içinde orada birkaç kişiyle birlikte film kiralayıp seyrettik. Filmin adı da “Dead Man Walking”di.
– O filmi ben de seyrettim.
– Güzel filmdir. Neyse, film bittikten sonra gittim yattım. Filmin içindeki sahneleri falan düşünüyorum. O anda aklıma bir şey geldi ve acayip heyecanlandım. Sence aklıma ne gelmiş olabilir?
– Bilmiyorum hocam. Tahmin yeteneğimi kaybetmeye başladım.
– Öyleyse söylüyorum. Beni heyecanlandıran şey, seyrettiğim filmin İngilizce olması, altyazının olmaması ve benim filmi seyrederken bunu fark etmememdi.
– İlginç.
– Evet, ilginç ama senin ses tonundan olayı çok kavrayamadığını anlıyorum. Doğru mu?
– Doğru. Yani filmin İngilizce olduğunu mu anlayamadınız?
– Anlayamadım demiyorum, fark etmedim. Ne demek bu? Bir buçuk saat boyunca film seyretmişim ve sanki Türkçe seyrediyormuşum gibi hissetmişim. Bu inanılmaz bir şey. Şu anda altyazısız bir film seyrettiğimde bile sürekli aklım cümlelerde, kalıplarda, bilmediğim kelimelerde falan oluyor.
– O zaman üniversitede İngilizceniz daha mı iyiydi? Onu mu anlamam lazım?
– Hayır, şu anda elbette İngilizce seviyem daha iyi… Bu zihinsel bir durum… Orada bilmediğim kelimeler veya cümleler geçmiş olsa bile bir şekilde beynim bağlantıyı kurup genel olarak filmi anlamamı sağlamış. Ama o anda benim bilmediğim kelimelere takılmamış olmam, tam olarak İngilizce düşündüğümü gösteriyor.
– O zaman İngilizce düşünmek için yurtdışında birkaç ay geçirmek gerekiyor.
– Olabilir. Ama burada da başarmak elbette mümkün… Dediğim gibi, zihinsel bir durum. Şimdi bana İngilizce adımı sorar mısın?
– What is your name?
– Bu soruyu sorarken beyninde bir işlem gerçekleşti. Bir cümle kurman gerekiyordu ve bu yabancı dilde bir cümleydi. Ancak beynin muhtemelen Türkçe bölümüne uğramadan doğrudan cümleyi kurdu. Çünkü çok çabuk cevap verdin. Peki, şimdi bana başka bir cümle söyle. Mesela dün akşam ne yaptığını söyle.
– I had dinner with my family.
– Harika. Şimdi bu cümleyi kurarken beyninin ne tür işlemler yaptığını söyleyeyim. Önce cümleyi Türkçe olarak kurdun. Sonra İngilizceye çevirdin. Yani bir işlem değil, iki işlem oldu. Şimdi seviye olarak daha ağır bir cümle kur desem, işlem sayısı üçe dörde çıkacak. Çünkü söyleyeceğin kelimelerin doğru olup olmadığını test edeceksin, kullandığın zamanın doğru olup olmadığına bakacaksın, falan. Ancak İngilizce düşünen bir kişide işlem sayısı tek kalır. Yani hiç Türkçeye uğramadan, kelimeleri, yapıları, zamanları falan kontrol etmeden cümleyi söyler.
– Anadilde olduğu gibi yani… Ben mesela şu anda konuşurken hangi zamanı kullandığımı falan hiç düşünmüyorum.
– Evet, aslında biraz yanlış anlattım sana. Beyin bir işlem yapar, iki işlem yapar falan derken bilinç düzeyindeki faaliyetten bahsediyorum. Aslında senin haberin olmadan beyin bütün işlemleri yapıyor. Yani hangi zamanı kullanacağını da düşünüyor, hangi kelimeleri ne amaçla kullandığını da süzgeçten geçiriyor. Ancak anadilin olduğu için ve çok fazla kullandığın için sen beyninin bu faaliyetlerinden haberdar olmuyorsun. Benim adımı sorarken de, “What is your name?” cümlesini çok fazla kullandığı ve duyduğun için beyninin yaptığı işlemlerden haberin olmadı. Yani İngilizce düşünebildin.
– Yani hocam, İngilizce düşünebildiğim tek cümle bu mudur?
– Birkaç tane daha vardır belki. Ama burada üzerinde durmamız gereken şey şu. Dil mantığı içinde düşündüğümüz zaman, bir cümleyi ne kadar çok duymuş, ne kadar çok söylemişsen, cümlenin beyinden ağza gitmesi de süre olarak o kadar kısalır. Belki işlemler aynı kalır, ama sen fark etmezsin. Yani bilinçaltında gerçekleşir her şey. Öyleyse yabancı dilde düşünebilmek için, çok fazla haşır neşir olmak, cümleleri, kelimeleri binlerce kez duymak, söylemek gerekir.
– Buradan şu noktaya geliyoruz herhalde. Daha önceki günlerde öğrenmek ve edinmek üzerindeki farktan bahsetmiştiniz. Bir kelimeyi duymak, Türkçe anlamını öğrenmek onu öğrendiğimiz anlamına gelmiyor. Ancak rahat bir şekilde kullanmaya başladığımız zaman öğrenmiş oluyoruz. Öyleyse, bu konu da İngilizce düşünmekle bağlantılı bir konu…
– Aynen öyle. İngilizce konuşurken cümle Türkçe hanesine uğramadan doğrudan çıkıyorsa, İngilizce düşünüyorsun demektir. Bu yüzden özellikle ilköğretim kademesinde çocuklara kelimeleri öğretirken Türkçelerini söylememek gerekir. Ancak resimlerle veya gerçek nesnelerle ilişki kurdurularak öğrenme kalıcılığı sağlanabilir. Yoksa bir öğretmen çocukların defterlerine İngilizce kelimeleri yazdırıp, karşılarına da Türkçelerini yazdırıyorsa, o çocukları unut sen. Hayatta İngilizce falan konuşamazlar. Çünkü İngilizce seviyeleri ne kadar ilerlerse ilerlesin, İngilizce konuşurken hep kendi anadillerini referans alırlar. Bu da beyindeki işlem sayısını, dolayısıyla cümlenin çıkış hızını yavaşlatır. Ve hep yapay bir konuşma gerçekleşir. Hâlbuki apple kelimesini öğretirken doğrudan elma resmini veya elmanın kendisini gören bir çocuk, zihninde bu kelime için ayrı bir oda açar. Yani Türkçe odasının içine yabancı bir nesne olarak sokmaz apple kelimesini. Öyle olunca da İngilizce konuşurken cümleyi doğrudan kendi odasından alır ve kullanır.
– Vay be! Niye İngilizce konuşamadığımı çok iyi anlamaya başladım.
– Şimdi dikkatli ol! Şahane bir örnek vereceğim konuyla ilgili. Hazır mısın?
– Hazırım hocam. Dinliyorum.
– Türk lirasından beş sıfır atıldı ya?
– Evet.
– Ertesi gün hemen üç lira, beş lira demeye başladın mı?
– Hayır tabi ki. Uzunca bir süre yine milyon, milyar gitti bende.
– Herkeste aynı şey oldu. Peki, şimdi iki milyon mu diyorsun, iki lira mı diyorsun?
– İki lira diyorum hocam. Alıştık artık yani.
– Bak şimdi. Eğer bir şeyi öğrenmek için, nasıl olduğunu duymak yeterli olsaydı, Başbakan açıklama yaptığı günün ertesinde herkes milyonu, milyarı falan bırakması lazımdı. Beş sıfır kağıt üzerinde atıldı. Ama insanların zihinlerinde ve konuşma dilinde atılması biraz uzun sürdü. Çünkü alışmamız için yeteri kadar duymamız ve kullanmamız gerekiyordu. Aynı yabancı dilde olduğu gibi bir süre beklemek ve sürekli maruz kalmak gerekiyordu.
– Hocam, söyleyecek miydiniz bilmiyorum ama örneği biraz daha güzelleştirecek bir şey var elimde?
– Ya İlker! Uyuşturucu satıcısı gibi konuşuyorsun, farkında mısın? Bir şey var elimde falan?
– Ha ha ha! Hocam, bakın şimdi. Aklıma bir şey geldi. Biz yeni paraya alıştık ama az kullandığımız birimler hala eski halinde duruyor. Daha birkaç gün önce yaşadığımız bir hadise. Çok tesadüf oldu.
– Neymiş bu hadise?
– Ayıptır söylemesi bu aralar yeni bir ev alma planımız var. Babam sürekli evlere bakıyor, fiyat falan araştırıyor. Dikkat ettim, evlerden bahsederken iki yüz bin, üç yüz bin diyor. Yani yeni parayla ilgili bir problem yok. Ama villalardan bahsederken, “Onlar en az bir trilyon vardır,” diyor. Ben de o sırada “Niye bir milyon demiyor?” diye düşünmüştüm. Demek ki sebebi buymuş. Yani milyon şu anda pek kullanılmadığı için trilyon orada kalmış.
– Valla bravo! Aynen dediğin gibi… Neyse konu tamamen ekonomiye dönmeden biz devam edelim. Nerede kalmıştık ya?
– Bilmiyorum hocam. Unuttum. Ama isterseniz İngilizce rüya görmekten bahsedebiliriz. Nasıl bir şey, siz hiç gördünüz mü?
– Hatırlamıyorum. Ama o da bilinçle ilgili bir durum. Bildiğin gibi rüya bilinç dışı gelişen bir olaydır. Birçok insan rüyasında İngilizce konuşabilir. Ama rüyayı toptan İngilizce görmek o dile çok hâkim olduğunu, çok fazla vakit geçirdiğini gösterir. Yani neredeyse anadille eşit bir konumda olduğunu ortaya çıkarır. Bu da çok rastlanan bir durum değil.
– Aslında iş görüşmelerinde “İngilizce konuşabiliyor musunuz?” yerine “İngilizce düşünebiliyor musunuz?” diye sorulsa daha iyi olur.
– Güzel fikir. Ama biz maalesef genelde İngilizce düşünmek yerine İngilizceyi düşünüyoruz.
– Bir de öğretmenler arada bir “Türkçe düşünmeyin arkadaşlar,” falan derlerdi. Bu da herhalde tam tersi…
– Alında tam tersi değil. Aynı şey. Konuşmanın başında dediğim gibi hedef dilde cümleyi kuran kişi Türkçeyi referans alırsa Türkçe düşünmüş olur. Mesela “Başım çatlıyor,” demek isteyen bir kişi doğrudan Türkçe düşünürse, “My head is cracking,” falan der.
– Bir de Tea January var hocam.
– O ne ya? Haa! Ha ha ha! Çay ocağı yani… İşte Türkçe düşünmek böyle bir şey… Tutup yabancı adamın birisine “Ayağıma kara sular indi,!” cümlesine aynen çevirip söylersen saçma bir durum oluşur.
– Veya birisine, “Kapıyı aralık bırak,” demek için, “Leave the door December,” dersen hiç olmaz.
– İlker, giderek geyiğe sarıyoruz farkındaysan. İyisi mi konuyu kapatalım. İnternette bu konuyla ilgili bolca geyik dönüyor zaten.
– Tamam hocam. İyi geceler. Harika bir konuşmaydı. Teşekkürler.
– Ne demek? What does it mean?
– O neydi hocam?
– Boş ver. Dayanamadım birden. Haydi kalkıyoruz.
– Ben de dayanamıyorum hocam. Morning morning, where are you going.
Muhabbet iyice gevşemişti. İkisi de daha komik örnekler bulmak için zihinlerini zorluyorlardı. Akıllarına başka bir şey gelmeyince vazgeçtiler.
Hasan Hoca birden ciddileşti. Sanki kötü bir haber verecekmiş gibi hafifçe öne eğildi.
– İlker, bugün kaçıncı gündeyiz?
– On üç hocam.
– Yarın son gün olacaktı yani?
İlker birden sevindi. Herhalde Hasan Hoca programı uzatmaya karar vermişti.
– Normalde evet hocam…
– Yalnız benim acil bir programım çıktı. Yarın sabah Ankara’ya gideceğim. Eşimin annesi hastaydı biliyorsun. Biraz ağırlaşmış.
– Geçmiş olsun hocam.
– Sağ ol. Bu yüzden bugün son gün olacak maalesef. Ben yarın için hazırladığım konuşmayı sana mail olarak göndereceğim.
İlker’in birden morali çok bozulmuştu. Kaç gündür son gün Hasan Hocaya nasıl bir hediye alacağını düşünüyordu. Bir türlü karar veremediği için de ertesi gün erkenden çıkacak ve güzel bir hediye alacaktı.
– Ne zaman döneceksiniz peki hocam?
– Hiç bilmiyorum. Uzun sürebilir.
Nasıl yani? Bir daha görüşmeyecekler miydi? Hasan Hoca sanki veda konuşması yapar gibiydi.
– Bu yüzden biz bugün bu işi bitirelim. Ben sana yarın Ankara’dan mail atarım. Konuştuğumuz konuları kısaca özetlemek istiyorum. Bu kadar farklı konudan sonra senin de kafan iyice dağılmıştır. En azından biraz toparlamış oluruz.
Hasan Hoca ayağa kalkınca ister istemez İlker de kalktı. Sarıldılar. İlker yine cümle kuramıyordu.
– Hocam, ben bugünün son gün olduğunu bilseydim, şey yapardım yani. Ne bileyim?
– Boş ver İlker. Hangi günün son gün olacağını kestirmek imkânsız… Benim için acayip güzel günlerdi. Seninle sohbet etmek çok keyifliydi. Şahsen bana çok faydalı oldu, umarım senin için de iyi olmuştur ve bir işe yarar. Bir işe yaramasa bile güzel bir dostluğumuz oldu en azından.
Hasan Hoca koşar adım kasaya doğru gitti ve hesabı yine o ödedi. Kasanın yanında cüzdanından para çıkarmaya çalışırken, İlker şaşkın bir şekilde duruyordu. En kötüsü hediyeyi adresine gönderirdi. Veya doğrudan evine gidip verirdi.
– Ben arabayı biraz ileri park ettim İlker. Bırakayım mı seni?
– Yok hocam, ben tramvayla gideceğim.
– Peki o zaman. Haydi görüşürüz. Kendine iyi bak.
– Sağ olun hocam. Siz de…
Hasan Hoca yürüyüp gitti.
İlker şaşkındı. Kendisine bu kadar iyilik eden adama doğru dürüst bir teşekkür bile edememişti.
Hislerinin en yoğun olduğu zamanlarda İlker cümle kuramıyordu.
Hissediyor ama konuşamıyordu.
Not: Bu yazı dersimizingilizce.com sitesinin kurucusu Salih Uyan’ın “Anlıyorum Ama Konuşamıyorum” kitabından alınmıştır. Kitabı beğendiyseniz, aşağıdaki linkten sipariş verebilirsiniz.
http://www.bkymarket.com/Anliyorum-Ama-Konusamiyorum,PR-146.html