Bu bölümde dil öğrenme sürecinde bilinçaltının ne kadar önemli olduğu anlatılmaktadır.
Dördüncü günün buluşma yerini İlker belirlemişti. Hasan Hocanın yazı dizisini okuduğu Beyazıt’taki çay bahçesinde buluştular.
– Hocam, burasının benim için manevi bir anlamı var.
– Nedir?
– Sizin yazı dizisini tam şu anda oturduğumuz masada okumuştum.
– Vay be! Çok duygulandım gerçekten.
– Hocam, dalga geçmeyin ya! Gerçekten o yazıyı okumasaydım, sizinle de tanışmayacaktım.
– Çok büyük bir kayıp olmazdı İlker, boş ver. Duygusallaşmayı bırak da ne içelim onu söyle.
– Ben çay içerim hocam. Ayıptır söylemesi, akşam biraz ağır yedim. Acayip çay içesim var.
– Ayıptır söylemesi ben de hiçbir şey yemedim akşam. O yüzden bir tost falan yesem iyi olacak.
Garsonu çağırıp iki tane kaşarlı tost, iki tane de çay söylediler. Hasan Hoca tostundan bir ısırık alıp konuşmaya başladı. Akşam başlıyordu.
– Bilinçaltı kelimesini biliyor musun?
– Biliyorum.
– Nedir peki?
– Bilincimizin altı.
– Bravo. Peki, dalga geçmeden söyleyecek olursan?
– Ya hocam, bilinç düzeyine çıkaramadığımız bilgiler işte. Yani bazen bir şeyler yaparız ama niye yaptığımız bilmeyiz. İşte burada bilinçaltı devreye girer. Yani daha önce yaşadığımız ve farkında olmadan öğrendiğimiz şeyler bizi kontrol etmeye başlar.
İlker, soruyu bu kadar güzel cevaplamış olmasına kendisi bile şaşırmıştı. Keyfi iyice yerine geldi.
– Sen aslında kapasiteli bir çocuksun ama işi dalgaya vuruyorsun İlker. Gayet güzel açıkladın. Peki, bu soruyu niye sordum acaba?
– Mutlaka İngilizce eğitimiyle ilgili bir konuya bağlayacaksınızdır.
– Bravo! Belki bu sohbetlerimizin en önemli konusu bu… Bilinçaltı. Yani fazla çaba sarf etmeden öğrenmeyi etkin hale getirmemizi sağlayan kavram… Biz farkında değiliz ama bilincimizin farkına varmadığı olaylar, sesler, resimler sürekli beynimize kaydediliyor. Mesela gözde bilimsel olarak “fovea hareketleri” olarak adlandırılan hareketler bulunuyor. Bu hareketler sayesinde gözümüz devamlı çevremizi tarıyor ve aldığı bilgileri bilinçaltına gönderiyor. Bizler bilinçaltımıza kaydedilen bu verilerin çok az kısmından haberdarız belki ama senin de dediğin gibi herhangi bir konuda karar verirken bizi yönlendiren en önemli bilgiler de buradan geliyor. Peki, bilinçaltı reklam diye bir şey duydun mu?
İlker bir ara bu konuya kafayı takmış, internetten araştırmıştı. Acayip ilgisini çeken bir şeydi.
– Duydum. Reklamların arasına serpiştirilen ve pek de belirli olmayan yazılar veya resimlerle insanları yönlendirme yöntemi herhalde. Bununla ilgili internette bir şeyler okumuştum.
– Evet. James Vicary isminde bir adam var. Bu adam 1957 yılında sinema ekranında çok hızlı bir şekilde görünen mesajların insanların alışveriş yaparken tercihlerini etkilediğini bilimsel olarak ispatladı. Dünyada “bilinçaltı reklam ” kavramını ilk kez kullanan kişi de budur. İşte bu adam araştırmasını bilimsel verilerle desteklemek için takistoskop adı verilen cihazla filmlerin arasına “Coca Cola İç” “Patlamış Mısır Ye” mesajları yerleştirdi. Bu mesajlar saniyenin üç binde biri kadar kısa bir sürede görünüyordu ve her 5 saniyede bir tekrarlanıyordu. Ve bu uygulamadan sonra New Jersey’deki Cola satışları arttı.
– Vay be! Ne adammış!
– Bu araştırmadan sonra “bilinçaltı reklam” yöntemi filmlerde, reklamlarda, dergilerde kullanılmaya başlandı. Neyse, biz konumuza dönelim. Özellikle reklam sektöründe sıkça kullanılan bu taktik İngilizce öğrenirken de çok işimize yarıyor elbette. Neden? Çünkü yabancı dil öğrenmenin en etkili yolu, dile maruz kalmaktır. Araba sürerken, bulaşık yıkarken ve hatta uyurken bile İngilizceye maruz kalmak, yani bir şekilde dinlemek bilinçaltımızı besleyen bir süreçtir ve dil öğreniminde çok büyük önem arz eder. Bu öğrenme eylemi yukarıda da açıklamaya çalıştığım gibi “bilinçsiz öğrenme” olarak adlandırılır ve ne öğrendiğini anlamazsın.
– Yani uyurken İngilizce öğrenilir, öyle mi?
– Öyle bir şey söylemedim. Öyle olsaydı Türkiye’de İngilizce bilmeyen kimse kalmazdı. Ben de bir İngilizce öğretmeni olarak başka bir iş aramak zorunda kalırdım. Ama uyurken bazı şeylere maruz kalmanın insanı etkilediği bilimsel olarak ispatlanmış bir şeydir. Çoğumuzun başına gelmiştir. Bir alışveriş merkezinde dolaşırken dilimize bir şarkı takılır ve bir süre sonra alışveriş merkezinde de aynı şarkının çaldığını fark eder ve tesadüf sanarak hayret ederiz.
– Evet, benim de başıma geldi bu.
– Muhtemelen senin de tesadüf zannettiğin bu durum aslında bir tesadüf değildir. Alışveriş merkezinde çalan müziği kulağımız fark eder ve beyine mesajı iletir. Ve biz o şarkıyı söylemeye başlarız ama niye söylediğimizi asla bilmeyiz. Yani bilinçsiz bir uyarılma vardır. Bir süre sonra ancak fonda çalan müziği beyin ayırt eder ve biz bunu tesadüf zannederiz. Televizyon seyrederken veya film seyrederken de aynı durum yaşanır. Sen dinlediğin şeyi hiçbir şekilde duymadığını veya anlamadığını zannedersin ama beynin kayıt halindedir. Bu yüzden sakın “hiçbir şey anlamıyorum” diyerek vazgeçme.
– Yani hiçbir şey anlamadan CNN açıp dinlemek faydalı diyorsunuz? İlginç.
– İlginç değil aslında. Sadece kimse dillendirmediği için sana ilginç geliyor. Eğer herkes bu anlattıklarımı dile getirmiş olsaydı sen de buna şaşırmıyor olurdun.
– Peki, sürekli yabancı bir kanalı dinleyen bir insan İngilizce konuşmaya başlar mı?
– Başlar. Çünkü konuşmanın ilk şartı dinlemektir. Sen İngilizce dinledikçe bardak dolar ve taştığı anda konuşmaya başlarsın. Yani aslında ağzınızdan dökülen ilk kelimeler bardaktan taşan damlalardır. Bardağın boşken konuşmaya çabalarsan boş yere enerji sarf etmiş olursun.
– Ama televizyon seyrederken dilin yapısıyla veya grameriyle ilgili hiçbir bilgi almıyorsunuz. Konuşurken doğru cümleleri nasıl kurabilirsiniz ki?
– İşte beynin bu şekilde kodlandığı için aksi halde düşünmek zor geliyor sana. Türkiye’de okuyan birçok kimsenin yaşadığı bir dram aslında bu… Gramer kurallarını matematik çalışır gibi bilinçli olarak öğrenmeye çalışmak ve bol bol alıştırma yapmak. Ama bu sistemin hiçbir işe yaramadığını artık herkes net olarak gördü. Ama inatla aynı şeyleri yapmaya devam ediyorlar.
– İyi de hocam, siz her şeyi silip atıyorsunuz. Yani onca dershane, okulu bir kenara attınız. Bir adam evinde oturup televizyon seyrederse çok daha iyi bir sonuca ulaşır diyorsunuz. Bana bu pek mantıklı gelmiyor.
İlker kendini aşmaya başlamıştı.
– Mantıklı gelmemesi çok iyi… Çünkü en azından karşımdaki insana bir fayda sağlayacağımı düşünüyorum. Her konuda benimle hemfikir olsan bu sohbetten tat almazdım. Gelelim sana mantıklı gelmeyen şeye… Gramer bilgisi çok iyi olan bir insan, ancak suni bir ortamda yavaş bir şekilde konuşurken başarı sağlayabilir. Ancak doğal ortamında ani bir şekilde gelişen diyaloglarda gramer bilgileri hiçbir işe yaramaz. Sağlıklı bir şekilde dil öğrenen kişi konuşurken manaya odaklanır, gramer kuralları da bilinçaltından gelerek cümlelere yerleşir. Ama konuşurken gramere odaklanan bir kişi asla başarılı bir şekilde konuşamaz. Gramer kurallarının bilinçsiz bir şekilde öğrenilmesi de bol bol dinlemeye ve okumaya bağlıdır.
– Daha önce anlattığınız kırkayak hikâyesinde olduğu gibi yani. Aslında evet. Ben de çoğu zaman konuşmaya çalıştığımda beynimde inanılmaz bir faaliyet başlıyor. Cümleleri çeviriyorum, zamanları oturtmaya çalışıyorum falan filan. Sanki çok zor bir matematik problemini çözecekmiş gibi enerji harcıyorum. Hâlbuki kendi dilimi konuşurken bu faaliyetlerin hiçbirisi olmuyor. Kelimeler doğrudan çıkıyor ağzımdan.
– Aslında o bahsettiğin faaliyetler anadilini konuşurken de oluyor ama sen fark etmiyorsun. Çünkü öğrendiğin bir dili değil, edindiğin bir dili konuşuyorsun. Asıl mesele de bu zaten. Dili edinmek… Bu konuyu çok daha geniş bir şekilde konuşacağız. Dediğim gibi asıl mesele dili kullanırken gramer kurallarını bilinçaltından getirebilmektir. İngilizce bir roman okuduğunu hayal et şimdi. Eğer okuduğun konu sizi çok sararsa neler olup bittiğini anlamak için manaya odaklanırsın. Yani gramer kurallarını, yapıları falan unutursun. Senin için artık birinci amaç hikâyeyi anlamak olur. Sen dil öğrendiğini unutup katilin kim olduğunu anlamaya çalışırken bilinçsiz öğrenme gerçekleşir.
– Ben hiç böyle bir şey yaşamadım. Yani İngilizce bir şey okurken veya seyrederken hiç konuya odaklandığımı hatırlamıyorum. Çünkü ya metin içerisindeki Simple Present Tense ile kurulan cümleleri aradım, ya da bilmediğim kelimelerin altını çizdim. Daha doğrusu bana metni okumamı söyleyen kişi bu tür görevler verdi.
– Zaten muhtemelen okuduğun parça da saçma sapan bir şeydi. Sabah evden çıkan, okula giden, akşam yemek yiyen ve yatan bir adamın saçma sapan hikâyesiydi. Yani okuduğun şeyde seni çekecek hiçbir şey yoktu. Hâlbuki dersine giren öğretmen her şeyi bir kenara bırakıp, size dağıtacağı hikâyeyle ilgili ufak ipuçları verseydi ve sonra tamamen hikâyenin akışına odaklansaydınız hem zevk alırdın, hem de biraz önce bahsettiğimiz bilinçaltı öğrenme gerçekleşirdi.
– Peki, ben tek başıma evde bir kitap alıp okumaya çalışsam bu süreci yaşar mıyım? Yani bilinçaltı öğrenme diye tarif ettiğiniz şeyi yaşayabilmek için belirli bir aşamadan geçmek ki gerekiyor, yoksa İngilizce seviyesi ne olursa olsun herkesin ulaşabileceği bir şey mi bu?
– Herkes için geçerli. Okuduğun kitabın veya dinlediğin şeyin seviyesini ayarladığın müddetçe ne kadar İngilizce bildiğinin bir önemi yok yani. Eğer bu anlattıklarımdan ikna olur ve hala her akşam gramer kitaplarını açıp alıştırma yapmaya devam edersen çok büyük bir hata yaparsın. Bunu yapmak yerine yatağa uzanıp İngilizce kitap okumak veya televizyonda İngilizce yayın yapan bir kanalı açıp gözlerini kapatıp uzanmak çok daha faydalı bir faaliyettir. Özellikle büyük şehirlerde insanlar trafikte çok fazla zaman harcıyor. Eğer trafikte beklerken İngilizce bir şey dinlemiyorsan ve bir de üstüne İngilizce öğrenemediğinden yakınıyorsan sana diyecek hiçbir şeyim yok.
– Kızmayın hocam, öyle bir şey söylemedim. Siz konuştukça yıllarımı boşa geçirdiğimi anlıyorum. Otobüslerde geçirdiğim saatler geliyor aklıma.
– O zaman geçmişi düşünüp ah vah etmek yerine hemen bugün gidip seviyene uygun CD’si olan birkaç tane hikâye al ve okuyup, dinlemeye başla. Bir kitap için iki hafta ayırsan bile olur. Her gün düzenli olarak kitabı oku, dışarıda olduğun saatlerde de okuduğun kitabı dinle. Kesinlikle gramer yapıları üzerinde durma. Sadece bilmediğin kelimelere odaklan ve hikâyeyi anlamaya çalış. Onuncu kitabı bitirdiğinde farkında olmadan ne kadar büyük bir mesafe almış olduğunu fark edeceksin ve beni arayıp teşekkür edeceksin.
– Aramaya gerek yok hocam, şimdiden teşekkür ederim.
– Bir şey değil. Aslında bir şey… Her neyse… Evde spor yaparken, uzanırken mutlaka İngilizce bir şeyler çalsın bir taraftan. Eğer yorgunsan anlamak için falan da uğraşma. Sadece dinle. Sen o anda hiçbir şey olmuyor zannederken, beynin faaliyetlerini bir görsen şaşkınlıktan küçük dilini yutardın. İnan bana, yaşadığın her saniye kaydedilecektir ve bilinçaltında biriken veriler en ihtiyaç duyduğun anda ortaya çıkarak seni şaşırtacaktır.
– Siz sadece dinleyerek yabancı dil öğrenen birisini tanıdınız mı?
– Tanıdım. Sadece radyo dinleyerek Kazakça, Türkmence, Azerice öğrenen ve çok rahat bir şekilde konuşabilen doktor bir tanıdığım var. Gerçi bu diller Türkçeye yakın ama mutlaka diğer dilleri de dinleyerek öğrenen insanlar vardır. Ama ben tanımıyorum. Gerçi eğer sorunu biraz daha farklı sorsaydın milyarlarca insan örnek gösterebilirdim.
– Nasıl yani?
– Sadece dinleyerek dil öğrenen birisini tanıyor musun diye sorsaydın.
– Ha, evet. Doğru ya. Hepimiz anadilimizi dinleyerek öğreniyoruz.
– Yabancı dil öğrenirken de bizim için en güzel referans noktası anadilimizdir. Bilinçaltını kullanarak öğrenmek için de en güzel örnek. Mesela bardak kelimesini nasıl öğrendin?
– Ne bileyim hocam? Hatırlamıyorum.
– Ben söyleyeyim. Bebekken kim bilir kaç kere sofrada babanla annen arasında, içinde bardak geçen cümleye şahit olmuşsundur. Ve belki binlerce kez duyduktan sonra bu kelimeyi telaffuz etmişsindir. Tabi ilk söylediğinde tam olarak telaffuz edemezsin ama zamanla düzelir. İşte aynı şey İngilizce için de geçerli. İlla birisinin sana bardağı gösterip, “This is a glass,” demesi gerekmiyor öğrenmen için. Bir film seyrederken elli kere bu kelimeyi duysan ve sonra bu kelimenin bardak olduğundan emin olsan öğrenme gerçekleşmiş demektir. Öğretmenin sınıfta defterine kelimeyi Türkçesiyle birlikte yazdırmasına öğrenmek demiyoruz. O sadece karşılaşmak.
– Karşılaşmak diyorsunuz ama sınavda şak diye soruyorlar deftere yazdırdıklarını.
– Soruyorlar çünkü sizden yetişkin bir bebek doğurmanızı bekliyorlar.
– Konuyu süper bağladınız hocam. Bakalım bu söyledikleriniz hatırlayabilecek miyim sonra?
– Bu konu da aslında derin. Yani söylediklerimin hepsini hatırlamana gerek yok. Zaten beynin önemli kısımları kaydediyor ve zamanı gelince bir bir hepsini kullanacaksın. Yoksa yarın sana bugünkü sohbetimizin hepsini anlatmanı istesem sana haksızlık etmiş olurum. Ancak birkaç ay sonra bugün konuştuğumuz konuyla ilgili yoruma dayalı bir soru sorarak anlayabilirim durumunu. Bu da yabancı dil öğretenlerin ölçme değerlendirme sisteminde ne kadar yanıldıklarını gösteriyor. İyi valla, yazdır kelimeleri deftere, bir hafta sonra sor. O zaman niye sınıfa giriyorsunuz kardeşim? Bir kâğıda yazın kelimeleri, gönderin evlere, sonra okula çağırıp sınav yapın. Niye yoruyorsunuz milleti? Herkesin evinde sözlük var sonuçta. Sen öğretmek adına farklı bir şeyler yapmıyorsan nasıl öğretmen olabilirsin?
– Hocam, siz sinirlendiniz yine. İsterseniz bitirelim.
Hasan Hoca gerçekten anlattıklarıyla dertlenen birisiydi. Gazete yazısında bu kadar sivri değildi ama şu anda samimi bir ortam olduğu için içinde ne var, ne yok döküyordu.
Beyazıt’ta akşam ezanı okunurken, İlker’in içinde şafak söküyordu.
Not: Bu yazı Salih Uyan’ın “Anlıyorum Ama Konuşamıyorum” kitabından alınmıştır. Kitabı beğendiyseniz, aşağıdaki linkten sipariş verebilirsiniz.
http://www.bkymarket.com/Anliyorum-Ama-Konusamiyorum,PR-146.html