ENDÜLÜS SİYASİ TARİHİ : FETİH VE RECONQUISTA
I. ENDÜLÜS ÖNCESİ İBERYA YARIMADASI/VANDALUCIA/İSPANYA (… – 711) VE AVRUPA
Genel olarak İberya Yarımadası özelde ise İspanya, Akdeniz havzasında yer alan ülkelerle hemen aynı kaderi paylaşmış, yüzyıllar boyunca birçok kavim ve kültürlerin karşılaşma-kaynaşma sahası olmuştur. M.Ö. IV. yüzyılda Fenikeliler, sonra Grekler, ardından da Romalıların istîlâsına uğramıştır. Yerli halk arasında Hıristiyanlık ve Lâtince’nin yayılması, Roma hâkimiyeti döneminde gerçekleşmiştir. M.S. IV. yüzyıl sonlarında Roma İmparatorluğunun merkezî otoritesinin zayıflamasıyla İspanya bu kez Sueviler (Suevos), Vandallar (Vandalus, Vandals), Alanlar (Alanos) ve Vizigotlar (Godos, Visigodos) gibi barbar Germen kavimlerinin istîlâsına mâruz kalmıştır. Bunlar içinde Vizigotlar, geldiklerinde 200 bin nüfüsa sâhip oldukları halde 468 tarihinde ülkenin büyük bölümünü ele geçirerek Tuleytula (Toledo) merkez olmak üzere bir devlet kurmuşlardır. Ancak, Vizigotlar devlet tecrübesine sahip olmadıkları için farklı dinleri ve etnik unsurları bir arada yaşatabilme yeteneğine de sâhip değillerdi. Bu sebeple, kuruluşundan yıkılışına kadar (468-711) geçen 240 yıl içerisinde genelde istikrarlı bir yönetim oluşturamamışlardır.
586 tarihinde Vizigotlar, ülke bölünmüşlüğünün ancak Katolikliğe girmekle ortadan kalkabileceğine karar vererek topluca mezhep değiştirdiler. Böylece Katolik Hıristiyanlık, bütün İspanya’nın resmî dinî hâline gelmiştir. Kilisenin bu başarısından sonra ezilen halk tabakalarının kurtuluş umudu hâline gelen din adamları, yeni statülerinin sağladığı avantajları halkın lehine değil de kendileri için kullanınca ülkede yine hayal kırıklığı ve ardından huzursuzluklar hüküm sürmeye başlamıştır. Ayrıca, Katolik idârecilerin ülkede yaşamakta olan Yahudileri dinî birleşmenin önündeki tek engel olarak görmeye başlamaları, Yahudilerin 694 tarihinde çıkartılan bir kanunla toptan köle statüsüne düşürülmeleri, zorla hıristiyanlaştırılmaları, İspanya ticaret ve ekonomisindeki üstün durumlarının sarsılması ve dolayısıyla ülke ekonomisinin zayıflaması sonucunu doğurmuştur.
Toplumsal, dinî ve ekonomik olumsuzluklara ilâveten, ülke yönetimi konusunda çıkan anlaşmazlıklar, yani taht kavgaları da iç çekişmelere ve karışıklıklara neden olmaktaydı. Toplam 33 Vizigot kralından 11 tanesi bu çatışmalar sonucu öldürülmüştü. Krallığın son birkaç senesine de bu hal üzere girildi. 709 tarihinde kral Witiza öldüğünde, yerine çocuk yaştaki oğlu Achila (Aşîl) tahta oturtuldu. Bu durumda, yönetim muhâlifi devlet adamları tarafından 710 tarihinde Rodrigo (Rodric) isimli general kral ilân edildi. Mağdur olan Witiza’nın oğulları ise, tahtı yeniden ele geçirebilme arayışına girdiler. İşte, bütün bu olumsuz şartlar İspanya’yı adım adım İslam fethine hazırlayan etkenlerden sayılmaktadır.
Avrupa kıtasının tamamı Kuzey yarı kürede Norveç’in Kuzey doğusundaki Nord Kapp Burnu, İspanya’nın güneyindeki Tarifa ucu ile Portekiz’in batısındaki Roka Burnu ve Ural Dağları hattı arasında yer alır. Kıtanın adı, Grek mitolojisindeki Fenike Kralı Agenor’un kızının adı olan Europe’den alınmıştır. Grekçe olmadığı bilinen bu kelimenin Sâmî dillerde “güneşin batışı”, “akşam” anlamını taşıyan “ereb”den geldiği ve Yunanlılar’a Fenikeliler’den geçtiği sanılmaktadır. Bu isim uzun süre yalnız Ege denizinin batısında kalan ülkeler için kullanılmış olup, ancak yakın çağlarda bugünkü anlamını kazanmıştır.
Gerçekte, son bin yıla kadar genel olarak Avrupa’da fakat özellikle Kuzey Avrupa’da yaşayan halkların Avrasya uygarlığına önemli hiçbir katkıları olmamıştır. Onların tek şansı, Avrasya’nın daha sıcak bölgelerinde ortaya çıkan gelişmeleri (tarım, tekerlek, yazı, metal sanayi gibi) ödünç alabilmelerine elveren coğrafi bir bölgede yaşıyor olmalarıydı.
Avrupa kavramı, tarihî ve felsefî anlamıyla çok geniş ve zamanla artan bir içerik zenginliğiyle bugüne ulaşmış bir terimdir. İlkçağlardan bu yana farklı anlamlar kazanarak gelmiş, milattan sonra 400’lü yıllarda Akdeniz havzasının yazılı kaynaklarında “Roma İmparatorluğunun Akdeniz bölgesinin Kuzey kısımları” için kullanılmış, VI. yüzyılda Galya-Kuzey Alpler havzasını tanımlamış ve özellikle Roma-Hıristiyan dünyasını tehdit eden barbarlara karşı gösterilen direnişler Avrupa kavramının gelişmesinde etkili olmuştur. Kelime, sadece ve belki ilk defa Büyük Karl (Karolus Magnus, 768-814) zamanında üstün bir rol oynamıştır.
Sonuçta Avrupa, Roma İmparatorluğunun enkazı üzerine kurulan Katolik Hıristiyan dinine mensup, kuzeyden gelen ve Akdeniz kültürüne giren muhtelif kavimlerin karışımıyla oluşan bir küçük devletler dünyası olarak ortaya çıkmıştır. Bernard H. Lewis’e göre ise, “Avrupa” adının tarih sahnesinde ilk kez ortaya çıktığı yer, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yaşanan Puvatye (Poitiers) savaşıdır. Lewis’i destekleyen başka yazarlar da vardır. Mesela Francisco Gutierrez Contreras bunlardan birisidir. Contreras, Europea: Historia de una idea (Avrupa: Bir Fikrin Tarihi) adlı kitabında, Avrupalı kimliğinin Ortaçağ boyunca İslam’a karşı savaşarak belirginleştiğini, Avrupalı ruhunu benliğinde ilk canlandıran topluluğun, Müslümanların ilerleyişi karşısında Hıristiyanlığın savunucusu durumuna geçen Franklar olduğunu belirtir:
“(5-8. Yüzyıllarda Romalılık kavramının yerini giderek Hıristiyanlık kavramına bırakmasından sonra) Hıristiyan Latin dünyasının bütünlüğünü güçlendirecek ve o bütünlüğün bilincine varmasını sağlayacak olan bir etmen daha ortaya çıktı: Birdenbire tarih sahnesinde beliren İslam. Müslümanlık, yüz yıl içinde Arabistan sınırlı bir din olmaktan çıkmış, Bizans İmparatorluğu’nun Asya’daki topraklarını tehdit etmeye başlamış, Afrika’nın kuzeyini ve İber Yarımadasının hemen tümünü ele geçirmiş, Franka krallığı topraklarında Charles Martel tarafından Poitiers’de durduruluncaya değin ilerlemişti.
İspanyol asıllı bir rahip olan Genç Isidoro, o savaşta İslam’ın karşısına dikilen güçleri ‘Avrupalı’ olarak adlandırdı. Dört yüz yıl sonra Haçlı seferlerini yaratan işte o ruhtu. 7. Yüzyıldan 8. yüzyıla geçerken Muhterem Beda, Avrupa kavramını ‘Hıristiyanlığın Batı kesimi’ ile eş tutuyordu. Ona göre en geniş Avrupa toprakları Germenler ülkesi, Galia ve Hispania idi. Karşıt dinden düşmanın yol açtığı dayanışma, Britanyalı rahibi, salt coğrafi sınırları aşan bir Avrupa kavramını ortaya atmaya yöneltmişti. Avrupa fikri Hıristiyanlık temeli üzerinde belirginleşmeye başlamıştı.”
Ortaçağlar boyunca Avrupa toplumları, aynı çağların İslam-Türk topluluklarının erişmiş oldukları yüksek medenî düzeye oranla genelde zor ve kötü hayat şartları altında kalmıştır. Siyasi bölünmüşlük, cehâlet, anarşi, geri kalmışlık, fahişelik, toplumsal kargaşa ve adâletsizlikler yaygınlaşmış, uzun süren iç ve dış savaşlar bu durumun hem sebebi ve hem de sonucu olmuştur. Kültürü, az gelişmiş ve daha çok ilkel vahşi insanların hayat tarzlarına daha yakın görünümdeydi. Bunun delillerini Avrupa tarihi üzerine tarafsızca yazılmış olan eserlerde açıkça görmek mümkündür.
Avrupa, uzun asırlar boyunca siyasi parçalı bir yapıda kalmıştır bu doğrudur ancak, bu şekilde olmak onlar için bir açıdan dezavantaj teşkil ederken, bir başka açıdan avantaj olmuştur. Mesela, Avrupa bir kralın buyruğu altında birleşebilmiş olsaydı Amerika kıtasını sömürgeleştirememiş olabilirdi. Avrupa bölünmüş olduğu için Kristof Kolomb, Avrupa’daki yüzlerce prensten birini kendisini desteklemeye razı etmeyi beşinci denemesinde başarabilmiştir. İspanya Amerika kıtasında Avrupa sömürgeleri kurmaya başlayınca öteki Avrupa devletleri İspanya’ya akan serveti gördüler ve 6 tanesi daha Amerika’da sömürge kurma girişimine katıldı.
Avrupa’da elektrikle aydınlanma, top, matbaa, küçük ateşli silahlar, sayısız başka yenilik konusunda da hep böyle oldu: Her biri önce ilgisizlikle karşılandı ya da özel nedenler yüzünden Avrupa’nın bir yerinde ona karşı çıkıldı ama bir yerde benimsendikten sonra Avrupa’nın geri kalan yerlerine yayıldı. Avrupa’nın birleşmemiş olmasının sonuçları, Çin’in birleşmişliğinin sonuçlarıyla tam bir karşıtlık oluşturmaktadır. Avrupa’nın coğrafi ‘Balkanlaşmışlığı’ birbiriyle yarışan ve birer yenilik merkezi haline gelen onlarca ya da yüzlerce küçük bağımsız devletçiğin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Devletlerden biri yeniliğe yüz vermiyorsa öteki veriyordu ve böylece komşu devletleri de aynı şeyi yapmaya zorluyordu. Yapmayanlar yenik düşerler ya da geri kalırlardı. Avrupa’daki coğrafi engeller siyasal birleşmeyi önlemeye yetecek nitelikteydi ama teknolojinin ve düşüncelerin yayılmasını durduracak nitelikte değildi. Çin’deki gibi Avrulpa’da bütün yeniliklerin musluğunu kapatacak tek bir despot olmadı.
İslâmiyet’in Avrupa ile ilk teması ise, İspanya’nın fethiyle olmuştur. Bu fetihten itibaren yüzyıllar boyunca İslam, Bizans’a ve Latin Batıya hem bir gözdağı ve hem de bir ticaret ve medeniyet kaynağı olmuştur. Bu nedenle, bugün artık pekçok araştırmacının da itiraf ettiği gibi, Avrupa kültürünün kaynakları arasında Yunan, Latin ve Judeo-Hıristiyan unsurları yanında, İslam da mevcuttur.
Özellikle X. Yüzyıl süresinde, Endülüs Devleti Avrupa’nın en güçlü devletiydi. Parlak görkemiyle Avrupa’nın Germen kökenli saraylarının gözünü kamaştırıyordu. Aynı çağda İberya Yarımadası halkının da çoğunluğu Müslüman olmuştu.
II. ENDÜLÜS (92-897/711-1492)
Müslümanlar, Hz. Muhammed’in (sav) Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlayan devletleşme süreçlerini kısa sürede bir dünya devleti olma yolunda büyük adımlar atmaya muvaffak olarak sürdürmüşlerdi. Cihad mükellefiyetini yerine getirirken büyük fetih hareketine girişmişler, bunun sonucunda Irak, İran, Suriye, Filistin ve Mısır daha ilk iki halîfe Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer zamanında (11-23/632-644) fethedilmişti. Daha sonra sırasıyla Trablusgarb (27/647), Kıbrıs (29/649, 33/653), Hind sınırına kadar olan bölge (30/650-32/652) ve Rodos Adası’nın (33/653) fethi; Sicilya çıkarması (49/668); Kuzey batı Afrika’nın Ukbe b. Nâfi tarafından fethi ve Kayrevan’ın kurulması (50/670), komutan Hassân b. Nu’mân tarafından Kuzey Afrika’nın yeniden fethi ve Tunus şehrinin kurulması (79/698), Kuzey batı Afrika’nın Emevi halîfesi Abdülmelik b. Mervân zamanında Musâ b. Nusayr tarafından tam bir vilâyet olarak İslam devletine bağlanması (86/705) sağlanmış ve Müslümanların Tarîf b. Mâlik ile ilk İspanya çıkarması (91/710) yılında halîfe Velid b. Abdülmelik devrinde gerçekleşmişti.
1. FETİH (5 Receb Pazartesi 92-95/27 Nisan 711-715)-VALİLER DÖNEMİ (95-138/715-756)
İspanya ya da İberya Yarımadası’nın fethi, ilk İslam fetihlerinin son halkasını teşkîl eder. Emevîler’in Kuzey Afrika Vâlisi Musâ b. Nusayr’ın, Halîfe Velîd b. Abdülmelik’ten aldığı izinle Tarîf b. Mâlik komutasında 500 kişilik bir birliği 710 yılının ilkbaharında keşif amacıyla İspanya’nın Güney kıyılarına yollamasıyla fetih hareketi başlamış oldu. Musa, Tarîf’e (Cezîretü Tarîf, Tarifa, Isla de la Palomas) yapılan bu küçük çıkarmadan olumlu sonuç alınınca fetih hazırlıklarını yaptı ve 5 Receb Pazartesi 92/27 Nisan 711 yılında Berberî âzâtlısı Târık b. Ziyâd komutasında 7000 asker gücüne sâhip orduyu, ardından 5000 asker takviyesiyle İspanya’yı fethe yolladı.
Bu esnada İspanya’da hâkim olan Vizigot Krallığı taht kavgaları, toplumsal-dinî çatışmalar sebebiyle nerdeyse gücünü yitirmiş durumdaydı. Emevi ordusu kolaylıkla İspanya’ya geçti. Bunda, Vizigotlar ile arası bozuk olan Sebte (Ceuta) Vâlisi Julianos’un yardımlarının da etkili olduğu bilinmektedir.
İspanya’nın Güney ucundaki Cebelü Târık veya Cebelü’l-Feth (Gilbraltar, Calpe) dağında karargâh kuran ordu, ilk hamlede el-Cezîretü’l-Hadrâ’yı (Algeciras) ele geçirdi. Kısa süre sonra Kral Rodrigo komutasındaki Vizigot ordusunu Şerîş (Xeres, Jerez) ve Şezûne (Sidonia) şehirleri arasında kalan Ferentîre (Frontera) ovasındaki Vâdî Lekkü/Lekke/Bekke (Guadalbeca, Rio Barbate) nehri kıyısında cereyân eden savaşta yendi (92/711) ve artık fethin önünde ciddi bir engel kalmamış oldu.
Zafer sonrasında farklı şehirlere doğru fetih için görevlendirilen komutanlar kısa sürede başlarındaki Vizigot idaresinden gayrı memnûn halkların da yardımıyla Mâlaga, İlbîre (Elvira) ve Kurtuba’yı (Cordova, Córdoba) ele geçirirken, Târık da İsticce (Ecija) ve peşinden Vizigotlar’ın başşehri Tuleytula’yı fethetti.
Böylece Târık, 711 yılının ilkbahar aylarında ordu komutanı olarak başlattığı bu fetih yürüyüşünü, yaz ayları biterken İspanya’nın yarısını alıp İslam’a açmış bir fâtih olarak neticelendirdi. 712 yılında Musâ b. Nusayr da çoğunluğu Araplardan müteşekkil 18000 mevcutlu ordusuyla İspany’ya geçti. İşbiliye (Sevilla), Karmûne (Carmona), Leble (Niebla) ve Mâride’yi (Merida) fethettikten sonra Tuleytula’da Târık ile buluştu. Ülkenin Kuzey istikâmetine doğru yapılan harekât sonucu 713 yılında Liyûn (Leon), Cıllîkıye (Galicia) bölgesi, Lâride (Lerida), Berşelûne (Barcelona), Saragusta (Zaragoza, Saragossa) şehirleri fethedildi ve hatta Pireneler aşılarak Frank topraklarına girildi.
714 yılında Halîfe Velid’in emriyle Musâ, Endülüs’ün idâresini oğlu Abdülaziz’e bırakıp Târık’la birlikte Dımeşk’e döndü. Böylece 3 yıl kadar kısa bir sürede İberya Yarımadası’nın fethi gerçekleşmiş ve Endülüs’te vâliler dönemi (asru’l-vülât) başlamış oldu. 756 yılına kadar 21 vâlinin görev yaptığı bu dönemde fetih hareketleri Avrupa içlerine kadar götürüldü. Mürsiye (Murcia, Tüdmîr, Teodomiro), Arbûne (Narbona) bölgelerinden sonra Paris’e kadar yaklaşıldığında 732 yılında Tours veya Poitiers (Balâtüşşühedâ) savaşında Franklar’a yenilen Müslümanlar, bundan sonra daha çok iç savaş-karışıklıklarla uğraştılar. Buna karşın, aynı dönemde kuzeyde sıkışan İspanyollar ise, Pelayo liderliğinde Asturias bölgesindeki Covadonga kayalıklarında toparlanmaya ve karşı direnişe başladılar.
Târık b. Ziyad’ın Büyük Vâdî Lekkü/Barbate Savaşı Başlamadan Evvel Ordusuna Hitâbı
“Ey insanlar! Kaçılacak yer neresi? Arkanızda deniz, önünüzde düşman! Sizin için sabır ve doğruluktan başka çare yok! Bilesiniz ki, siz bu adada oburlar sofrasındaki yetimlerden daha zayıfsınız!
Düşmanınız sizi ordusu ve silahlarıyla karşıladı. Erzâkı da bol. Sizin ise kılıçdan başka ağırlığınız, düşmanın elinden alacağınızdan başka yiyeceğiniz yok. Hiçbirşey yapmadan şu durumumuz birkaç gün devam etse, kuvvetten kesiliriz. Bizden korkan düşman da, halimizi görüp bize karşı cesaretlenir. Bu kötü âkıbete düşmekten kendinizi koruyarak şu azgın düşmana karşı görevinizi gereğince yapın.
Müstahkem şehirler ve güçlü düşman karşınızdadır. Ölümden korkmazsanız bu fırsatı değerlendirerek zafere ulaşmak mümkündür. Şunu kesinlikle biliniz ki, ben sizi, kendimin selâmette olduğu bir meseleye karşı ikaz etmedim. Aynı şekilde, içinde satılan en ucuz mal insan canı olan bir planı, kendim bunun dışında kalarak da gerçekleştirmeye teşvik etmedim. Bilakis, işte en önce kendim başlıyorum.
Bilesiniz ki, daha zor olana azıcık sabrederseniz daha lezzetli olan refahtan daha uzun süre istifade edersiniz.. Biliniz ki, sizi çağırdığım şeye ilk uyan benim! Canınızı düşünerek benden yüz çevirmeyin. Siz de benden daha fazla bir zorluğa katlanmayacaksınız. Sizin payınıza da bana düşenden fazlası düşmeyecek. Hepimiz aynı kaderi paylaşıyoruz.
Bu ülkenin inci-mercan içindeki uzun elbiselerini yerlerde sürüyen ve altın tellerle dokunmuş hülleler giyen Yunan kızlarıyla dolu olduğunu duymuşsunuzdur. Emîrulmüminîn Velid b. Abdülmelik, kahraman askerleri içinden sizleri seçti ve bu ülkenin krallarına damat olmanızı istedi. Çünkü, sizin savaştan korkmadığınıza, kahramanları ve süvarilerle çekinmeden vuruşacağınıza, sizin bu yaptığınız cihattan gayenizin Îlâyıkelimetullah olduğuna, bu uğurda sevap kazanacağınıza güveni sonsuzdur.
Böylelikle, İslamiyet’i bu ülkeye yerleştireceğinize inanıyor. Elde edeceğiniz ganimetin tamamını size bırakmaya söz vermiştir. Allah yardımcımız olsun! İki cihanda sizin bahadırlığınız hep hatırlanacaktır.
Biliniz ki, sizi davet ettiğim şeye ilk icabet eden ben olacağım ve kesinlikle bilin ki, iki ordu savaşa başlayınca bizzat kendim Roderik denilen azgına hücum edip inşâAllah onu öldüreceğim. Siz de benimle birlikte saldırın! Eğer onu öldürdükten sonra ben de ölürsem, sizi ondan kurtarmış olurum. Başınıza itâat edeceğiniz bir kahramanı getirmekten âciz değilsiniz. Eğer ona erişemeden ölürsem, benim bu arzumu terk etmeyin ve onun üzerine doğru yüklenin. Onu öldürerek bu ülkenin fethini tamamlayın. Çünkü düşman askerleri o öldükten sonra dağılırlar ve bir daha toparlanamazlar.”
Târık b. Ziyad Gemileri Yaktı mı?
Ülkemizde de çok yaygın olarak kullanılan ve tarihî gerçek olduğu sanılan gemileri yakma hikâyesi vardır. Buna göre Târık, İspanya kıyılarına çıktığında, askerlerinin savaştan kaçmalarını önlemek ya da geriye dönüş umutlarını kırarak onları savaşa motive etmek maksadıyla kıyıdaki gemilerini yakmıştır. Öncelikle ifade edelim ki, bu tamamen tarihî bilgilenme hatasından kaynaklanan bir yanlışlıktır. Yani, gerçekte Târık gemileri yakmamıştır.
Çünkü, ilk olarak, Fas kıyılarından İspanya’ya geçmek için kullandıkları gemiler kendine ait değildi. Gemiler, Müslümanların İspanya’yı fethetmeleri için teşvik ve yardım eden mağdur Vizigot kralı Witiza’nın Sebte valisi Julian’a aitti. Dolayısıyla Târık’ın tasarrufunda değildi. Olsa olsa savaş başlamadan önce gemileri geri göndermiştir. İkinci olarak, Endülüs’ün fethiyle ilgili bilgileri aldığımız İslam tarihi kaynaklarının hiçbirinde böyle bir bilgiye rastlamak mümkün değildir. Sadece bir yerde, İdrisî’nin Nüzhetü’l-müştâk adlı coğrafya-tarih kitabında bu hikâye geçmektedir.
Halbuki, İdrisî kitabını Endülüs’ün fethinden yaklaşık 3 asır sonra kaleme almış ve kendisini bu haberi konusunda hiçbir İslâmî rivayet desteklememektedir. Bazı Hıristiyan ve Müslüman tarih kaynakları ve araştırmaları da İdrisî’den alarak bu haberi yaygın hale getirmişler, doğru olup olmadığını araştırmamışlardır. Özellikle etkili konuşma yapma ya da yazma düşüncesiyle insanların karşısına çıkan hatip ya da yazarlar da, insanlara cazip gelen bu hikâyeyi, “bir işte kesin kararlı olmak ve asla geriye dönmeyi düşünmemek” anlamında sıkça kullanagelmişlerdir.
Sonuçta, bu asılsız hikâye sebebiyle “gemileri yakmak” diye güzel bir deyim oluşmuştur ancak, bunun gerçekle alakasının olmadığını da bilmemiz gerekmektedir.
Avrupa’nın Fethine Doğru: İslam Orduları Fransa’da, Prof.Dr. Mehmet Özdemir
Eğer, iddia edildiği gibi Müslüman fâtihlerin fetihteki yegâne gayeleri ganimet ele geçirmek idiyse, Endülüs onların bu gayelerine ulaşmak için fazlasıyla yeterliydi. Binaenaleyh, fetih hareketini bu ülkeyle sınırlı tutmaları, Endülüs dışına taşmamaları gerekirdi. Ne var ki, fetih hareketinin geri planında İslam’ın siyasi nüfuzunun genişletilmesi, îlây-ı kelimetullah, yeryüzünde adaleti tesis ederek zulmün önüne geçme gibi ganimet faktöründen çok daha ulvi ve önemli sebepler bulunduğu içindir ki, fâtihler daga evvel K.Afrika’nın fethiyle yetinmeyip Endülüs’ün fethine koyulmuşlardı. Yine aynı sebepledir ki, Endülüs’ün fethi sonrasında maddi bakımdan daha az kazançlı, can kaybı bakımından daha çok riskli olmasına rağmen kendilerini, neticede bütün Avrupa’nın hâkimiyet altına alınmasını hedefleyen yeni bir fetih hamlesinin içinde buldular.
Daha önce Musa b. Nusayr’ın da Pireneler’i aşarak Fransa topraklarına girdiği rivayet ediliyorsa da, Avrupa’nın fethine yönelik ilk planlı hareket, âdil Halife Ömer b. Abdülaziz’in (717-720) Endülüs’e atadığı Vali Semh b. Mâlik el-Havlânî (719-721) tarafından 718 senesinde başlatıldı. Kaynaklarda “müttakî” ve “mücâhid” bir idareci olarak nitelenen Semh, bu senede Pireneler’i aşarak Franklar’ın hâkimiyeti altındaki Galler’e (Galia / el-Ardu’l-Kebîra) girdi. Septimania bölgesinin merkezi durumundaki Narbona’yı (Arbûne) fethederek burasını İslam orduları için bir üs haline getirdi. Hemen ardından Akitania’ya (Aquitania) yürüdü. Fakat bölgenin merkezi Tuluz (Toulouse) kentinde Dük Eudes’in güçlü direnişiyle karşılaştı. Çarpışmalar esnasında hem kendisi hem de çok sayıda müslüman şehit oldu.
Semh’in yerine Endülüs’ün idaresini üstlenen Anbese b. Süheym el-Kelbî (721-726), fetih hareketine selefinin bıraktığı yerden devam etti. Fakat o, Tuluz yerine Rhon vadisisni takip ederek önce Lyon’a oradan da PARİS’E 30 km UZAKLIKTAKİ SENS KENTİNE KADAR ULAŞTI. Fakat geri dönerken Bask bölgesinde yerlilerin kurduğu bir tuzak sonucu Semh gibi o da şehit düştü.
Balâtü’ş-Şühedâ ya da Avrupa’nın Kader Günü (Poitiers/Tours Savaşı)
Ne Semh’in ne de Anbese’nin ne de onlarla beraber çok sayıda askerin savaş alanlarında şehit düşmeleri, bu tür durumlara alışık olan müslümanları fetih hareketinden vazgeçmeye itti. Bilakis, 114/732 senesinde muttakî, mücahit ve iyi bir asker olarak temayüz etmiş olan Vali Abdurrahman el-Gâfikî, sayısı 70 binden fazla olmayan büyük bir orduyla Gallar’i fethederek Fransa içlerine dalabilmek için Kurtuba’dan hareket etti. Önüne çıkan bazı mukavemet unsurlarını saf dışı bıraktıktan sonra Galler bölgesinin merkezî kenti Bordo’ya (Bordeaux) hareket etti. Kendisine engel olmak isteyen Galler dükü Eudes’i Dordonia nehri yakınlarında ağır bir yenilgiye uğrattı. Bordo kenti Müslümanların eline geçti. İslam ordusu bundan sonra ülkenin ikinci mühim şehri Tur’a (Tours) yöneldi. Dük Eudes, bu durumda Frank İmparatorluğu’ndan yardım istemek zorunda kaldı. Asıl makamı hâciplik (başbakan) olmakla beraber imparatorluğun fiili hükümdarı konumundaki Şarl Martel (Charles Martel), Galler’in düşmesi halinde sıranın Frank İmparatorluğu’na geleceğini bildiği için, Eudes’in yardım talebine derhal icabet etti ve çok iyi hazırlanmış büyük bir orduyla, İslam ordusunu durdurmak üzere Tur’a harelket etti. İki ordu arasındaki karşılaşma 12/13 Ekim 732 tarihinde gerçekleşti. Savaşın başlarında inisiyatif Müslümanların elindeydi. Ancak, bir taraftan Franklar’ın yarma hareketlerinde başarılı olmaları, diğer taraftan ise Abdurrahman el-Gâfikî’nin çarpışmaların en yoğun olduğu bir anda şehit düşmesi, durumu tersine çevirdi. Her iki tarafın da zayiatı ağır olmakla beraber, Müslümanların verdikleri şehit sayısı çok daha fazlaydı. Bundan dolayıdır ki, İslam kaynaklarında bu savaşın yapıldığı saha, Balâtü’ş-Şühedâ (şehitler düzlüğü) ismiyle anılmaktadır.
İslam ordularının gerek K.Afrika’nın gerekse Endülüs’ün fethi esnasında bir benzerini yaşamadıkları bu mağlubiyet, Endülüs Müslümanlarını derin bir kedere boğdu. Müslüman tarihçiler, gelecek nesillerin böyle acı bir hadiseden haberdar olmalarına engel olmak niyetiyle olsa gerektir ki, eserlerinde bu savaştan pek bahsetmezler. Buna karşılık, Hıristiyan kaynakları anılan savaşı Avrupa medeniyetini ve Hıristiyanlığı İslam’ın istilasından kurtaran bir dönüm noktası olarak değerlendirirler. Halbuki bu değerlendirme, gerçeklerin ifadesi olmaktan ne kadar çok uzaktır.
Evet, bu savaşta Müslümanların Avrupa’nın fethi uğrundaki teşebbüslerine set çekilmiştir. Ancak, Avrupa medeniyetinin kurtarılmış olması diye bir iddia söz konusu olamaz. Zira o zamanda bir Avrupa medeniyeti henüz teşekkül etmiş değildi. Tarih için “şöyle olsaydı nolurdu” şeklinde sorular sormak uygun olmamakla beraber, yine de sorsak ve bu çerçevede Müslümanların Avrupa’yı fethettiğini düşünsek, herhalde bu her şeyden evvel Avrupa’nın faydasına olurdu. Nitekim, Endülüs için durum böyle olmadı mı? Ortaçağ Avrupa’sının en medeni ve en gelişmiş ülkesinin Endülüs, yani İspanya olduğunu ve bunun da İslam idaresi sayesinde gerçekleştiğini bugün artık kim inkar edebilmektedir?
Balâtü’ş-Şüheda mağlubiyetine rağmen, Müslümanlar daha sonraki senelerde Galler’e seferler düzenlemeye devam ettiler. Ancak, bu seferlerin hiçbiri daha ileri adımlar atılmasını temin edecek boyutta değillerdi. Balâtü’ş-Şüheda ile Müslümanların Avrupa’daki ilerlemeleri bir anlamda durmuş oldu. Fakat, bu duruşun asıl sebebi Balatüşşüheda değil, içine düştükleri iç çekişmeler dolayısıyla fetih yerine fitneye yönelen Müslümanların bizzat kendileri oldu.
[Endülüs Müslümanları-1, TDV, Ankara 1994, s. 37-41] kaynağından alınmıştır.
2. EMEVİLER DÖNEMİ (Emîrlik Dönemi, 138-316/756-929; Hilâfet Dönemi, 316-422/929-1031)
Emevîler’in Abbâsîler tarafından sona erdirilmesiyle Halîfe Hişam’ın torunlarından Abdurrahman b. Muâviye Afrika’ya kaçtı ve 755 yılında da Endülüs’e geçti. O sırada Endülüs’te vâli seçimi meselesi sebebiyle küskün bulunan Yemenliler, Berberîler ve Mevâlî’nin desteğiyle kısa sürede mevcut yönetime karşı başarılı oldu. Başşehir Kurtuba’ya girerek bağımsız emîrliğini ilân etti (138/756). I.Abdurrahman, vefâtından iki yıl evvel Kurtuba Ulucâmii’nin inşâsını başlattı. Kendisinden sonrakilerce bu câmi tamamlandı ve yeni ilâveler yapıldı. Arkasından hüküm sürenler sırasıyla şöyledir:
I.Hişam (172/788), I.Hakem (180/796), II.Abdurrahman (206/822), I.Muhammed (238/852), Münzir (273/886), Abdullah (275/888), III.Abdurrahman el-Halîfe (300/912), II.Hakem (350/961), II.Hişam (366-399/976-1009), yine II.Hişam (400-403/1010-1013), II.Muhammed (399/1009), Süleyman (399/1009), yine Süleyman (403-407/1013-1016), Hammûdîler (408-413/1018-1022), V.Abdurrahman (414/1024), III.Muhammed (414-416/1024-1025), yine Hammûdîler (416-418/1025-1027) ve III.Hişam (418-422/1027-1031). Kurtuba’da hâkim olan idarî karmaşa karşısında halk, hilâfeti lağvederek Endülüs Emevîleri hânedânını sürgün ettiler ve yeni yönetimi eşrâftan oluşan şûrâ heyeti üstlendi. Böylece Endülüs Emevi Devleti de ömrünü tamamlamış oldu (422/1031).
3. MÜLÛKÜ’T-TAVÂİF DÖNEMİ (422-483/1031-1090)
Endülüs Devleti tarihi boyunca iki tür Mülûkü’t-Tavâif yani beylikler ortaya çıkmıştır. Birincisi, içeride mevcut olan merkezî idarenin zayıflamasıyla birlikte vilayetlerdeki güçlü yerel ailelerin veya güçlerin merkeze karşı isyan etmeleri şeklinde ortaya çıkar ki, bu türe biz “Âsî Mülûkü’t-Tavâif” (İsyancı Beylikler) diyoruz. İkincisi ise, merkezî idarenin ortadan kalkmasıyla birlikte kendi haline kalan ülkede yerel güçlerin bağımsızlıklarını ilan etmeleri şeklinde olmaktadır ki, biz buna da “Bağımsız Mülûkü’t-Tavâif” diyoruz. Endülüs Emevileri emîrlerinden Muhammed (852-886) döneminde başlayan ve ondan sonra tahta geçen Münzir (886-888) ve Abdullah (881-912) zamanlarında devam eden “Birinci Fitne (el-Fitnetü’l-Kübrâ) Dönemi” (864-929), yine Emeviler’in son zamanlarında içte merkezî idarenin zayıflamasıyla birlikte ortaya çıkan “İkinci Fitne Dönemi” (1009-1031) birinci türe örnek teşkil etmektedir.
1031 Yılında Emevi idaresine son verilmesiyle birlikte yerel yöneticilerin kendi hallerine kalması şeklinde ortaya çıkan birinci ve asıl Mülûkü’t-Tavâif dönemi (1031-1090) ile, Murâbıtlar’ın Endülüs’teki idarelerinin çözülmesi ve yok olmasıyla ortaya çıkan ikinci “Bağımsız Mülûkü’t-Tavâif” dönemi (1144-1152) de ikinci türe örnek teşkil etmektedir. Murâbıtlar’ın ardından Endülüs’e hâkim olan Muvahhidler’in çözülmesi sırasında ise herhangi bir türden Mülûkü’t-Tavâif ortaya çıkmadı. Çünkü, o zamana kadar zaten hemen bütün Endülüs İslam toprakları Hıristiyan İspanyollar tarafından işgal edilmiş ve güney uçta kalan birkaç şehirde ise yalnızca bir emîr yani, İbnü’l-Ahmer hâkim olarak kalmıştı. Sadece İbn Hûd, bir müddet Endülüs’e hakim oldu ve İbnü’l-Ahmer ile de çatıştı o kadar. Dolayısıyla, artık ortada eski büyük Endülüs devleti yoktu ve bir parçalanma da söz konusu olmadı.
Emevi idaresinin ortadan kalkmasıyla birlikte ortaya çıkan otorite boşluğunun doğal bir sonucu olarak, her bölgede irili ufaklı hânedânlar önce merkezî Emevi idaresini tanımadıklarını ilân ederek isyan ettiler yani, âsî Mülûkü’t-Tavâif oldular. 1031 yılında merkezî idarenin ortadan kalkmasıyla ise, gerçek anlamda bağımsız kaldılar yani, Bağımsız Mülûkü’t-Tavâif sıfatını kazandılar. Bunların önemlileri şunlardır: İşbiliye (Sevilla) civarında Abbâdîler (1023-1091), Sağru’l-A’lâ bölgesinde Tücîbîler ve Hûdîler (1040-1142), Cehverîler (1031-1069), Tuleytula’da Zünnûnîler (1016-1085), Batalyevs (Badajoz) bölgesinde Eftasîler (1022-1094), Gırnata’da Zîrîler (1010-1090) ve diğerleri.
Bu dönemde Endülüs siyasî hayatının bâriz özelliği, emîrlikler arasında yaşanan kıyasıya çatışmalar oldu. Bu durum Müslümanların zayıf düşmesine sebep olurken, Hıristiyan İspanya devletlerinin de güçlenmesine, dolayısıyla Reconquista’nın hızlanmasına sebep oldu. Nitekim 1085 tarihinde Kastilya (Castile, Castilla, Kaştâle, Kaştîle) kralı VI.Alfonso (el Bravo, 1072-1109), Endülüs’ün en önemli ikinci büyük kenti olan Tuleytula’yı işgal etti (1 Safer 478/29 Mayıs 1085). Ancak bunun üzerine Müslümanlar Reconquista hareketinin farkına varabildiler. Kendilerini kurtarması için Kuzey Afrika’da bir imparatorluk kurmuş olan Murâbıtlar’ın hükümdarı Yusuf b. Taşfîn’den yardım istediler.
4. ENDÜLÜS’TE MURABITLAR DÖNEMİ (483-540/1090-1147)
Endülüs’e Kuzey Afrika’dan gelerek Hıristiyanları bozguna uğratan, ardından Endülüs’teki emîrlikleri tek tek merkezi idâre altında birleştiren ve ülkeyi Afrika merkezli devlete bir eyâlet olarak bağlayan Murâbıtlar’ın Endülüs’teki hâkimiyetleri döneminde Yusuf b. Taşfîn’den (1106) sonra şu hükümdarlar idâreye geldi:
Ali b. Yusuf (1143) ve Taşfîn b. Ali (1146/1149). Murâbıtlar’ın yıkılışıyla Endülüs’te siyasî birlik tekrar bozuldu, İkinci Mülûkü’t-Tavâif Dönemi diye adlandırılan devreye girildi ve Hıristiyanlar yine Reconquista’yı gerçekleştirmek için uygun hale gelen ortamda yeniden harekete geçtiler.
5. ENDÜLÜS’TE MUVAHHİDLER DÖNEMİ (540-645/1147-1248)
Murâbıtlar’ı devirerek yerine kurulan Muvahhidler, Murâbıtlar gibi Kuzey Afrika’dan Endülüs’e gelerek kötü gidişâta bir süre daha dur diyebildiler.
Muvahhidler’in Endülüs’te hâkim olan hükümdarları şunlardır: Abdülmü’min (541/1147-1163), Yusuf b. Abdülmümin b. Ali (1184), Yakub el-Mansur (1199), Muhammed en-Nâsır (1214), Yusuf el-Müstansır (1222), Abdülvahid b. Yusuf ve İbnü’l-Mansur el-Âdil (1228), İdris el-Me’mun (1232), Abdülvâhid er-Râşid (1242), Ali es-Saîd (1248) ve Mürtezâ li Emrillah (1267). Kuzey Afrika’daki devletleri iyice zayıflayan Muvahhidler, kendilerine karşı oluşan isyanlarla uğraşırken dağıldılar ve yerine Merînîler ve Hafsîler gibi yeni devletler kuruldu. Endülüs’te bunu değerlendirenler ise, her zamanki gibi Endülüslülerin zaaflarını sabırla gözetleyip değerlendiren İspanyol Hıristiyan devletleri oldu.
Endülüs’te Muvahhidler’in hâkimiyeti, 1238 yılında İbnü’l-Ahmer’in Endülüs topraklarına hâkim olmasıyla bilfiil, 1242 yılında Halîfe Abdülvâhid er-Reşîd’in ölmesiyle ise şeklen de sona ermiştir.
6. GIRNATA BENÎ AHMER EMÎRLİĞİ (NASRÎLER) DÖNEMİ (636-897/1238-2 Ocak 1492)
İberya Yarımadası’ndaki Hıristiyan devletleri İspanya ve Portekiz’in hızlı işgal hareketlerinden Muhammed b. Nasr sayesinde ancak Endülüs’ün Güney doğusundaki İlbîre’den Rûnde’ye (Ronda) kadar uzanan sâhil şeridi kurtulabildi. Çok ağır siyasî şartlara rağmen, iki buçuk asrı aşkın bir süre Endülüs’te İslam hâkimiyetini temsil eden Nasrîler, bu varlıklarını esnek bir diplomatik siyâset takip etmeleri sayesinde koruyabildiler. Ancak, son zamanlarında iç karışıklıklara sürüklenince, onlar da yok olmaktan kurtulamadılar.
1479 yılında Kastilya-Leon Kraliçesi I.Isabel (la Catolica, 14174-1504) ile Aragon (Ergûn) Kralı II.Fernando’nun (el Catolico, 1479-1516) evlenmesiyle İspanya birliği sağlandı ve Hıristiyan yayılması hızlandı. Sonuçta 2 Ocak 1492 tarihinde Gırnata’daki son Müslümanlar da teslim olmak zorunda kaldılar ve böylece Müslümanların İberya Yarımadası’nda 800 yıla yakın süren siyasi varlıkları sona ermiş oldu.
7. ENDÜLÜS’TE İSLAM HAKİMİYETİNİN SONA ERMESİ ÜZERİNE
HIRİSTİYAN HAKİMİYETİNDE KALAN MÜSLÜMANLAR (Müdeccenler, Moriskolar, Moorlar/1492-1609)
1492 yılı başındaki siyasi ölümün ardından İspanya’da kalan Müslümanlar, kısa süre sonra ya zorla Hıristiyanlaştırıldılar, ya sürgüne ya da engizisyon ve katliama maruz kaldılar. Hıristiyanlığı zorla kabul edenler bile büyük sıkıntı ve işkencelere mâruz bırakıldılar. Nihayet Endülüslü Müslümanların son kalanları da 1609 yılında tamamen İspanya’dan çıkarıldılar. Endülüs’ün kaybının, o günden bugüne Müslümanlar üzerinde derin etkileri olmuş ve İslam edebiyatının çeşitli dallarında sıkça işlenen konulardan birisi hâline gelmiştir.
III. ENDÜLÜS DÖENMİNDE İSPANYA ya da
Endülüs’e (Batı İslam Ülkesine) Karşı Haçlı Seferlerinin Başlaması : Reconquista
Reconquista, ‘yeniden fethetme’ anlamında İspanyolca bir kelimedir. Kavram olarak, Hıristiyan İberya devletlerinin Endülüs’ü Müslümanlardan geri almalarını sağlayan siyasi hareketin adıdır. Müslümanların İspanya’yı 711 yılında fethetmelerinden sonra mağlup Vizigot ordusundan artakalan bir grup asker, Kuzey İspanya’daki Asturias (Aştûrîş) bölgesinde bulunan Kantabria (Cantabria) dağlarında ve bu dağlardaki Covadonga mağarasında Reconquista hareketini başlatmışlardır. Burada başlayan hareket, özellikle 1085 yılında Tuleytula’nın (Toledo) düşmesinden sonra hızla gelişme göstermiş ve İberya Yarımadası olarak bilinen Endülüs’ün Müslümanların hâkimiyetinden çıkmasına sebep olmuştur. İberya Yarımadası’nda Müslümanlara karşı Hıristiyanların başlattıkları bu hareketin geri planında, ezelî Doğu-Batı çekişmesinin yer aldığını söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Çünkü bu, insanlık tarihinin değişmeyen ve zaman içinde belirsiz aralıklarla tekrarlanan önemli ve karakteristik bir olayıdır.
Yaklaşık olarak sekiz asırda neticelenmiş olan Reconquista’yı üç safhada değerlendiriyoruz. Birinci safha, “Endülüs’te Valiler Dönemi”nde (713-756) Aştûrga’nın (Astorga) düşmesinden Tuleytula’nın düşüşüne kadar olan süreyi (750-1085) kapsamakta ve Reconquista’nın temellerinin atıldığı bir oluşum devresi olarak isimlendirilmektedir. İkinci safha, Tuleytula’nın düşüşünden Muvahhidler’in Endülüs’teki hâkimiyetlerinin bilfiil sona erişine kadar olan süreyi (1085-1238) kapsamakta ve Reconquista’nın hız kazanarak büyük başarıların elde edildiği asıl önemli büyüme devresi olarak nitelendirilmektedir. Üçüncü ve son safha ise, Endülüs’te kalan topraklara Nasrîler’in sahip olmalarından itibaren Endülüs hâkimiyetlerinin sona erişine kadar geçen süreyi (1238-1492) kapsamakta ve Reconquista hareketinin kolayca neticelendirildiği bir işi tamamlama devresi olarak bilinmektedir.
Daha fethin ilk yıllarında, Covadonga kayalıklarında başlayan Reconquista fikrinin oluşumuna karşı Endülüs yöneticileri yani Müslümanlar ciddi ve kalıcı bir önlem alamamışlardı. Bunun sonucu olarak Reconquista, Pelayo gibi Hıristiyan liderler sayesinde fikir düzeyinden harekete dönüşmeye başladı. Elbette, özellikle Müslümanların güçlü oldukları Valiler Döneminde ve dünyanın sayılı birkaç büyük gücü ve üstün medeniyetine sahip devleti konumuna yükselen Endülüs Emevileri çağlarında İspanyollar, Endülüs’ü geri alma emellerini gerçekleştirme fırsatı pek bulamamışlardır. Ancak, Emevî hânedânı içinde güçlü bir oluşum olarak kendine yer bulan Âmirîler zamanında iş değişmeye başladı. Hâcib el-Mansur’un 1002 yılındaki vefatıyla Âmirî iktidarının zayıflaması, aynı zamanda güçlü Emevi idâresinin de sonunu hazırladı. Takip eden yıllarda Endülüs İslam ülkesi Arap, Berberî, İspanyol Müsta’rib-Müvelled, Saklebî gibi unsurların iktidar için mücadele ettikleri ve birbirlerini boğazladıkları bir arenaya dönüştü.
Bu hâkimiyet mücadeleleri sonucu, Endülüs’te 20 civarında küçük devletçik ortaya çıktı ve siyasî birlik parçalandı. Mülûkü’t-Tavâif diye adlandırılan ve Endülüs tarihinde üç kez (Endülüs Emevileri’nin, Murâbıtlar’ın ve Muvahhidler’in yıkılmalarından sonra) ortaya çıkan bu dönemin en bariz özelliği, her bir emîrin diğerlerinden bağımsız hareket etmesi ve İspanyollar’dan da yardım alarak hâkimiyet alanını genişletmeye veya kendisine saldıran öteki Endülüslü emîri yok etmeye çalışmasıdır. Yani, böylesi dönemlerde Endülüs’te sadece kişisel bağımsızlık veya hâkimiyet mücadelesine dayanan ve bütün Endülüslüler’in kaynaklarını, güçlerini kurutan bir iç savaşlar manzarası hâkim olmuştur.
Endülüs Müslümanlarının durumu böyle olunca, Hıristiyan İspanyollar’ın Reconquista için harekete geçmeleri gayet kolay ve doğal bir gelişme oldu. Zaten onlar da Endülüslüler’in birbirlerine düşmelerini dört gözle bekliyorlar ve saldırı için fırsat kolluyorlardı. Hıristiyan İberya devletleri, bu tür emellerin adı olan Reconquista hareketini Mülûkü’t-Tavâif döneminden itibaren yavaş yavaş, 1085 yılında Tulaytula’nın işgali gibi büyük başarılarından aldıkları cesaretle ise hızla gerçekleştirme aşamasına getirdiler. Buna karşı çaresiz düşen Endülüslüler, kıta dışındaki güçlü Mağrib Müslüman devletlerinden imdat istemek durumunda kaldılar.
III./IX. ve IV./X. yüzyıllarda İspanyollar’ın diğer Hıristiyan ülkelerle pek ilişkileri mevcut değildi. Ancak, XI. Yüzyılda Pireneler bölgesi ve Leon Krallığı içindeki bazı gelişmeler, İspanyollar’ın izolasyonunu kırdı ve ilişkiler başladı. Bunda temel etken, Şent Yakup’ta Yakup Peygamberin türbesinin bulunması ve buranın kısa süre içinde bütün Hıristiyan dünyada meşhur olmasıydı. Şent Yakup’a gelip giden hacılar sebebiyle yollar yapılmış ve İspanyollar’ın toprakları mamur hale gelmişti. Özellikle Fransa içlerinden gelen bu tür hacılarla İspanyollar’ın artan temasları, Endülüs Müslümanlarına karşı Reconquista duygularını geliştirmişti. Özellikle mezkür mezarın bulunduğu Liyûn kentinin 990 yıllarında birkaç kez Hâcib el-Mansûr tarafından fethedilmiş olması, bu tür hislerin oluşumunda etkili olmuş olsa gerektir. Şent Yakup’a gelen hacılar vasıtasıyla İspanyol Reconquista hareketine dâir haberler Fransa ve diğer Hıristiyan ülkelere yayılıyor ve oralarda sevinç meydana getiriyordu.
Endülüs’e karşı Reconquista hareketinde bütün Hıristiyan İspanya ya da İberya devletleri, İspanyalıların komşuları olan Güney Fransa’daki Frank kontluklarıyla birlikte ortak hareket ediyorlar ve içlerinde oluşan “Haçlı ruhu” ile “Haçlı Seferleri” başlatıyorlardı. Tuleytula’nın alınışı, Hıristiyan dünyada müthiş bir sevinç meydana getirmişti. Artık Hıristiyan devletleri, bir haçlı ruhu içerisinde ittifak hâlinde İspanya’yı ya da Endülüs’ü geri alabilirler, hatta Balkanlar’a doğru ilerleyerek Hıristiyan Bizans Devleti’ni iyice sona yaklaştırmış olan Türkler ile Kudüs merkezli İslam dünyasına karşı bile başarı elde edilebilirdi. Bu fikre zaten sahip bulunan Katolik Hıristiyan âlemin başı Papalığın önderliği ve teşvikleriyle Hıristiyan Avrupalılar, Tuleytula işgalinden sonra bir yandan Endülüs Müslümanlarına, diğer yandan da Orta doğuya karşı Haçlı Seferleri düzenlemeye başladılar (488/1095). Ancak, Papa doğuya yapılan Haçlı Seferlere İspanyalıların katılmalarını yasak etti. Çünkü, onlar öncelikle Endülüs’ü Müslümanlardan geri almalıydılar.
İspanyolların diğer Hıristiyan ülkelerle bağlantısını sağlayan diğer bir etken, Fransız kontluklarıyla İspanyol devletleri arasında yoğunlaşan karşılıklı evliliklerdi. Karşılıklı evliliklerden daha önemli olan şey ise, İspanya’da yayılmakta olan Benedict Tarikatı idi. 910 yılında Cluny’de Burgondian Manastırı’nda resmen faaliyete başlayan tarikat, yaklaşık 953 yıllarında Barselona ya da Katalonya’ya ulaştı. 1025 yılından sonra ise Aragon, Navar ve Leon devletlerine yayıldı. Bunun anlamı, İspanyol papazlarının Fransız manastırlarında yetiştirilmeleriydi. İspanyol manastırları, Papalığın tercihiyle İspanya’da görevlendirilen Fransız din adamları ve onların İspanyol talebeleri vasıtasıyla Cluny’ye bağlandı. Bu manastırlar birkaç yılda bir bizzat Cluny baş rahibi tarafından teftiş ediliyordu. Zamanla Cluny etkisi İspanyol manastırları dışına da yayıldı.
953 yılında Benedict Tarikatının Katalonya’ya ulaşmasından sonra Burgundialılar’ın Endülüs’e karşı saldırıları başlamış ve bu, Müslümanlara karşı yapılan küçük çaplı ilk Haçlı Seferi sayılmıştır. Reconquista idealiyle oluşan Haçlı ruhunun gelişmesi ise, on birinci yüzyılda olmuştur. Kendisine tâbi Endülüs Sarakusta Emîri el-Muktedir’e yardım amacıyla Kastilya-Leon Kralı I.Fernando’nun (1037-1065) Aragon Kralı I.Ramiro’ya (1035-1063) karşı sevk ettiği ordunun başarılı olması üzerine, Papalığın etkisiyle Aquitania, Burgonia, Norman ve Urgel kontlukları ile Katalanlar’dan oluşturulan bir ordu Pireneler’i aşarak Endülüs’ün Berbeştru (Barbastro) şehrini işgal etti (456/1064). Bundan bir yıl sonra el-Muktedir şehri geri aldıysa da, Hıristiyanların bu saldırısı Avrupalıların İslam dünyasına ya da Müslümanlara karşı ilk geniş çaplı ya da çok milletli Haçlı Seferi sayılmıştır.
1085 Yılından sonra Reconquista hareketinin hız kazandığı çağlarda 57 yıl kadar Murâbıtlar’ın (1090-1147) ve 91 yıl da Muvahhidler’in (1147-1238) idâresinde kalan Endülüs, toplam 148 sene yani, bir buçuk asır süren Mağribli hâkimiyetine dayanarak, belki de sadece düşüşünü bir süre geciktirmiş oldu. Her iki devletin Endülüs’te güçlü ve istikrarlı yönetimi sağladıkları dönemlerdeki hedefleri, mevcut sınırları muhafaza etmekten ziyade Endülüs’ü kaybettiği eski topraklarına kavuşturmak ve bu sayede, özellikle İslam dünyası üzerinde büyük prestije sahip olmaktı.
İslam ülkelerinden uzak bir coğrafyada, insanların merkezî bir otoriteye sâdık kalmaktan çok müstakil hâkimiyet ve servet edinme dürtüsüyle hareket etmiş olmaları, Endülüslü liderlerde ülke birliği ve esenliği fikrinin oluşmasını engellemiş olabilir. Nitekim, Endülüs Devletinde siyasî birlik ve düzeni sağlayanlar, Endülüs vatandaşlarından çok diğer İslam ülkelerinden gelenler olmuştur. Emevî hâkimiyetini kuran I.Abdurrahman, sonra Murâbıt ve Muvahhid liderler, daha sonra da Merînîler hep hariçten gelerek Endülüs’e hayat vermiş örneklerdir.
Hıristiyanlar açısından bakıldığında, Endülüs’te Müslümanlara karşı bilinçli şekilde mücâdele ederek yürüttükleri Reconquista sayesinde, sadece İberya Yarımadası’nın siyasî hâkimiyetini tekrar kazanmakla kalmadılar, uzun vâdede Müslümanların kültürel hayatından tevârüs ettikleri medeniyet değerleri sayesinde Avrupa Rönesans’ının ön saflarında yer aldılar. İberya Hıristiyan toplumunun Endülüs Müslümanlarına karşı gerçekleştirmiş olduğu bu hareketin başarısı altında yatan çeşitli etkenler bulunmaktadır. Bunlar, basitten daha önemliye doğru sıralandığında fizikî şartlar, Hıristiyanların dinî, siyasî, sosyal, askerî durum ve motivasyonu ile Müslümanların zaafları şeklinde üç başlıkta özetlenebilir.
Endülüs Müslümanlarının 732 senesinden sonra sürüklendikleri asabiye savaşları, İspanya’yı İslâm’ın mutlak hakimiyetinden çıkararak, kuzeyi Hıristiyanların güneyi ise Müslümanların hakimiyetinde olmak üzere ikiye bölmüş, daha da önemlisi bu ülkeyi iki taraf arasında sekiz asır dürecek bir mücadele zeminine dönüştürmüştür. Bir başka deyişle Müslüman fatihler, kendi aralarında mücadeleye dalmakla adeta kendi düşmanlarını kendileri ihdas etmişlerdir. Emevilerin 756 senesinde Endülüs’ü bağımsız bir devlet haline getirerek siyasi birliğini sağlamaları, Hıristiyan ilerlemesine karşı ciddi bir engel teşkil etmiştir. Bu sayede çok erken tarihlerde gerçekleşebilecek bir zevalin önüne geçmiştir. 976 senesine kadar Endülüs’ün siyasi birliğini başarıyla temin ve temsil eden Emevi hanedanı, bu tarihten itibaren güç ve nüfuzunu yitirmeye başlamış; Âmiriler ailesinin rakip bir güç olarak ortaya çıkışı, devletin bütün dengelerini alt üst etmiş ve neticede sistemi çözüm üretemez hale getirmiştir. Merkezi idarenin bu acziyeti, neticede mahalli aristokrasilerin güçlenmesine ve ülkenin bölünmesine vesile olmuştur.
Emevi halifeliğinin 1031 senesinde yıkılması üzerine, Müslümanlar arasında ideal birliği ve ortak yaşama azmi kaybolduğu için, 1031-1090 seneleri arası Endülüs’te siyasi bölünmenin kemikleştiği yıllar olmuştur. Bu bölünme, tıpkı 732 senesi sonrasında olduğu gibi Hıristiyan İspanya için Reconquista fikrini yeniden gündeme getirmiştir. Endülüs’ün tamamının işgalini hedefleyen bu fikir uygulamaya konulurken tedriciliğe dayalı bir strateji takip edilmiştir. Bu strateji çerçevesinde, önce Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaflar olabildiğince tahrik edilerek zayıf düşmeleri için çalışılmıştır. Bunu, zayıflayan ve kendiliğinden teslim olaya hazır hale gelen Endülüs şehirlerinin işgali takip etmiştir. Bu süreç, en son 1492’de Gırnata’nın teslim alınmasıyla son bulmuştur.
Reconquista fikrine canlılık kazandıran Endülüs’teki değişimi göstermesi bakımından bu dönemde yani, Mülûkü’t-Tavâif döneminde Kurtuba’ya gelen bir Hıristiyan komutanın Müslümanları kastederek söylediği şu sözler dikkat çekicidir:
“Biz cesaretin, dindarlığın ve hakkın hep Kurtuba halkı (Endülüslüler) ile birlikte olduğunu zannederdik. Oysa ne görelim! Ne dinleri ne cesaretleri ne de akıllı önderleri var! Onların başardıkları gelişme ve zaferler, aslında geçmiş hükümdarları sayesindeymiş. Ne zaman ki bu hükümdarlar gittiler, Endülüslüler’in gerçek yüzleri ortaya çıktı.”
1492’de Gırnata’nın işgaliyle Reconquistanın askeri hedefi bitmiş, dini cephesi başlamıştır. Kendisinden başka herhangi bir dinin varlığına tahammül edemeyen İspanyol kilisesi, siyasiler üzerindeki nüfuzunu kullanarak, Hıristiyan hakimiyetinde kalan Endülüs Müslümanlarına karşı Hıristiyanlaştırma kampanyası başlatmıştır. Engizisyon mahkemeleri, baskı, işkence ve katliam bu kampanyanın ayrılamaz bir parçası olmuştur. Ancak, bütün bunlar, Müslümanları dinlerinden koparmak ve kilisenin isteği ölçüsünde Hıristiyan yapmak için yeterli olmamıştır. Bu durumda, Hıristiyan İspanya’yı, bir asırdır tatbik etmekte olduğu imha siyasetinin son adımını atmaya, yani Endülüs Müslümanlarını 1609 senesinde İspanya’dan sürmeye sevk etmiştir. Böylece, 1492’de Yahudiler için kullanılan sürgün mekanizması, bu sefer Müslümanlar için harekete geçirilmiş ve bu suretle en az yarım milyon insan, kendi öz yurtlarından kovulmuşlardır.
Not: “Doğu Türk ve İslam Dünyasına Karşı Yapılan Haçlı Seferleri” konusunda geniş bilgi için şu kitaba bakınız: Prof.Dr. Işın DEMİRKENT, Haçlı Seferleri, Dünya Yayınları, İstanbul 1997
————————————————- ————————- ——————————————-
RECONQUISTA VE HAÇLI SEFERLERI’NDEN SONRA
20.ASIRDA DOĞU-BATI YA DA İSLAM-BATI İLIŞKISINDE TEMELLER
“19’uncu yüzyıldaki medeniyet kılıklı sömürgecilik furyası ve bunun çağımızdaki uzantısı olan emperyalizm / neo-kolonyalizm, kesinlikle Haçlı Seferleri’nin devamıdır.
Osmanlı Devletinin son sadrazamlarından Said Halim Paşa der ki : “Şimdi artık Doğu, ‘haç’ adına değil ‘medeniyet’ ve ‘insanlık’ uğruna tecavüze uğruyor. Müslümanlar artık görünüşte dinlerinden dolayı ayıplanıp hakarete uğramıyorlar, ama Avrupa ihtiraslarının temini için gerekli pazarların lüzumlu mahlukâtı sayılıyorlar” (S.H. Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İz, İstanbul 1998).
Gerekli pazarların lüzumlu mahlukâtı.. Batı’nın kendisi dışındaki halkları böyle görmeye başlaması aslında büyük bir ilerlemeydi. Frenkler, ‘bize benzemeyen halkları yok edelim’den ziyade, ‘bize benzemeyen halkları tepe tepe kullanalım’ diyorlardı artık. Kapitaliz pragmatizmi, pragmatizm de hoşgörüyü doğurmuştu. Batılı olmayan insanlar da hayatlarını sürdürebilirlerdi, bu hoşgörülebilirdi. Tabi, servetlerinin yağmalanmasına ve emeklerinin sömürülmesine itiraz etmemeleri, gerekli pazarların lüzumlu mahlukâtı olmayı benimsemeleri, hergün yeni yeni ‘ihtiyaçlar’ üreten kapitalizmin hızına yetişmeleri, hayat tarzları ve alışkanlıklarını kökten değiştirerek Batı’nın ürettiği herşeyi çılgınca tüketmeye elverişli hale getirmeleri şartıyla!
Asya ve Afrika’nın çocukları hayatta kalabilmek için batılılaşmak, yani medeniyetlerini, kültürlerini, dillerini, geleneklerini, örf ve âdetlerini, kısaca öz benliklerini Batı’ya kurban etmek zorundaydılar. Bu, bir kültür ve medeniyet soykırımıydı.
İnsanlığa ışık saçan Doğu medeniyetleri ve bilhassa İslam medeniyeti, Oryantalizm tezgâhından geçirilerek sömürge okullarında ‘tarihin karanlık sayfaları’ diye okutuldu. İnsanlığın kurtuluşu ‘çağdaş değerler’deydi ve bu ‘değerler’i herşeyin üstünde (Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın bile üstünde) tutmaya yanaşmayanlar çağdışıydı, ilkeldi, insanlık düşmanıydı. Asya ve Afrika’nın milyonlarca çocuğu bu propagandayla devşirildi ve Batı’nın yalan imparatorluğuna asker olarak yetiştirildi. Bu imparatorlukta barbarlığın adı medeniyet, esâretin adı özgürlük, zulmün adı adâlet, oligarşinin adı cumhuriyet, dktatörlüğün adı demokrasi, tekelci kapitalizmin adı serbest pazar ekonomisidir ve bütün bunlar ‘gerekli pazarların lüzumlu mahlukâtı’nı temine hizmet ediyor. Dün öyleydi, bugün de öyle.” > Hakan Albayrak, Haçlı Seferleri’nden Günümüze Batı’nın Soykırımcı Tabiatı, Vadi, Ankara 2006, s. 49-51