Hıristiyan Hakimiyeti Altında Kalan Endülüslüler (Müdeccenler/Mudejares/Moriscos ve Yahudiler/Conversos)
Endülüslü Yahudiler ile Müslümanların Hıristiyanlaştırılması, Engizisyon, Katliam ve Sürgün (Dinî – Etnik Temizlik ve Expulsion)
Hıristiyan Hakimiyeti Altında Kalan Endülüslüler iki dinî topluluktan meydana geliyordu: Müslüman Müdeccenler ve Yahudiler. Irk olarak çoğunlukla Araplar ve Berberîlerden müteşekkil olan fakat daha çok Arap olarak bilinen Müslümanlara Müdeccen denmesinin sebebi acaba ne olabilir? Bu sorunun cevabını Müdeccen kelimesinin anlamında aramalıyız.
Müdeccen, bir yerde ikâmet edip oraya alışan kimse anlamında Arapça bir kelimedir. İspanyolca’da ‘Mudejares’ şeklinde söylenen Müdeccen, Reconquista savaşları sonucunda kaybedilen Endülüs topraklarındaki Hıristiyan işgali altında yaşamak zorunda kalan Müslümanlara verilen isimdir. Henry Charles Lea gibi bazı araştırmacılar, Müdeccen kelimesi yerine Müslümanlar ile birlikte aynı âkıbete maruz kalan Yahudileri de kapsar nitelikte “Müteehhir” kavramını kullanmayı tercih etmişlerdir. Çünkü Müteehhir, diğer kardeşleri göç ettiği halde Hıristiyan hakimiyeti altında bir süre daha kalarak sonradan göçenler için ‘geciken’, ‘geri kalan’ anlamında kullanılmıştır. Yani sonuç itibarıyla Müdeccen ile hemen aynı manayı taşımaktadır denebilir. Zaten, İspanyolca karşılığını da Mudejar olarak zikretmekte ki, bu Müdeccen’in de İspanyolca’daki karşılığıdır. Ancak, Lea’dan başka bu kavramı kullanan araştırmacıya biz rastlamış değiliz. Dolayısıyla, doğulu ve batılı müelliflerin çoğu gibi biz de Müdeccen kavramını tercih ediyoruz.
Bu kavram, Osmanlı Devleti Arşivi belgelerinde Müdeccel, Osmanlı müelliflerince ise hem Müdeccel ve hem de Mübtecel şeklinde kullanılmıştır. Arşiv belgelerindeki yazının el yazısı olması sebebiyle, kelimenin sonundaki nun ile lam harfi benzerliği yazılış tarzından kaynaklanmaktadır. Yani, Osmanlıca el yazısıyla Müdeccen yazılırken sondaki nun harfinin başı biraz, kuyruğu da yayılarak uzatılıyor ve noktası da konmuyor, böylece hem nun hem lam ve hem de re olarak okunabilecek görüntü veriyor. Bunu gören Osmanlı insanının ise ilk anda Müdeccel veya Müdeccer şeklinde okuması da doğaldır bizce. Çünkü, Müdeccel kelimesi ‘Deccal’ kavramının da kökü olan ‘dcl’den mezîd mefûl isim kalıbındadır ve ‘Deccal’ın eline düşmüş’ şeklinde ifade edilebilecek anlam içermektedir. Bilindiği gibi Deccal, Müslümanlar tarafından kıyamet alametlerinden biri sayılır ve insanları kötü yola sevk eden bir lider veya topluluk olarak algılanan anlama sahiptir. Osmanlılar, Endülüs Müslümanlarını İspanya’dan kovan ve onlara adeta kıyameti yaşattıklarını bildikleri Hıristiyanlara da Deccal ile benzer anlamı atfederek Müdeccen yerine Müdeccel şeklinde okuma yoluna gitmiş olabilirler diye düşünüyoruz. Ayrıca, Müdeccen okumaları için ‘dcn’ kökünden türemiş kelimelere sahip olmaları gerekirdi ki, Osmanlı Türkçesi’nde bu kökten gelme kelimenin kullanıldığı bilgisine biz ulaşmış değiliz. Müdeccer şeklinde de okumuşlar ki, bu da sahip olduğu kaçmak zorunda bırakılan anlamıyla İspanya’dan kaçıp gelenleri ifade etmektedir.
Morisko kavramı ise, İberya Yarımadası ya da Büyük Endülüs diyebileceğimiz topraklardan geriye kalan son Müslüman kalesi Gırnata’nın 2 Ocak 1492 tarihinde düşmesinden kısa süre sonra, Müdeccen Müslümanlar için Hıristiyanlar tarafından küçümseme ve aşağılama ifadesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Mağribli veya Moritanyalı anlamına gelmektedir. Moriskolar, Moriskler, Moorlar şeklinde de ifade edilebilmektedir.
Ayrıca, Tagarten kavramı var ki, bu da Endülüs göçmenlerinin bir kısmı için sadece Cezayirliler tarafından kullanılan bir adtır. Padişah tarafından Cezayir Beylerbeyisine hitaben yazılan bazı fermanlarda da bu kavram geçmektedir.
Kavram açıklamaları bahsimizi tamamlarken belirtmemiz gerekir ki, bu çalışmamızda biz Hıristiyan işgali altında kalan Endülüs Müslümanları için, İspanyol Engizisyoncuları tarafından aşağılama ifadesi olarak kullanılan ve modern zamanların batılı müelliflerince de tercih edilen Moriskolar (Mors, Moriscos) yerine, Müslüman müelliflerin kullandığı Müdeccenler kavramını kullanmayı tercih ediyoruz.
Endülüs şehirlerinin düşmesinden sonraki ilk yıllarda çoğunluk itibarıyla yerinde kalan Müdeccenler, teslim antlaşmaları gereği ve biraz da yerleşik halka, nitelikli işçilere ve çiftçilere olan ihtiyaç sebebiyle yani, siyasî ve iktisadî şartlar gereği Hıristiyan yöneticilerden iyi muâmele görmüşlerdi. Ancak, sonraki yıllarda özellikle de Zellâka savaşından (479/1086) sonra İspanya Hıristiyanları ile Müslümanlar arasındaki savaşın bir ölüm kalım savaşı hâline dönüşmesiyle birlikte, Müdeccenler üzerinde kötü muâmeleler açıkça görülmeğe ve zamanla şiddetlenmeye başlamıştı.
Müdeccen Müslümanlar, üzerlerindeki baskının artmasıyla birlikte dinî ve toplumsal bazı kısıtlama ve haksızlıklara tâbi tutulmuşlardı. Ayırt edici kıyâfet giymek, şehrin belirli semtlerinde yaşama zorunluluğu ve ağır vergilerle mükellef tutulmak bunlar içinde en belirgin olanlarıydı.
Zellâka savaşından itibaren başlayan kötü muâmelelere engel olacak ve Hıristiyan idâreye karşı kendilerinin haklarını savunacak İslamî müesseselerden mahrum olmaları bir yana, Müdeccenlerin doğuda ve batıdaki İslam devletlerinden herhangi bir destek ve yardımcıları da yoktu. Destek olunmadığı bir yana, Müdeccenlerin Hıristiyan hâkimiyeti altında yaşamalarının haram olduğuna dâir bazı İslam fakihlerinin fetvâ vermeleri, sebebi ne olursa olsun onların sâhipsizliğini âdetâ tescil eden bir hareket olmuştu.
Bütün olumsuz şartlara rağmen, Hıristiyan şehirlerinde yaşayan Müdeccenler, Endülüs’te parlamış olan medeniyetin İspanya Hıristiyanlarına nakledilmesinde mühim bir aracı konumunda bulunmuşlardır. IV./X. yüzyılda Düvîru vâdîsinin kuzeyindeki Semmûre, Şekûbiye, Âbile, Aşturga gibi Endülüs şehirlerinin İspanya Hıristiyanlarının eline düşmesiyle birlikte o şehirlerde kalan Müslümanlar, ilk Müdeccenler olmuşlardı. Zamanla Müdeccenler eğitim, bilim, kültür, tarım, zanaat ve mimârî alanlarında İspanyalılara sayısız değer aktarmışlardır. Bu durum, Müdeccenlerin tarihinin Tuleytula’nın düşmesinden (478/1085) sonra değil, daha Vâliler Döneminde gerçekleşen ilk toprak kayıpları yani, Reconquista ile birlikte başladığına işaret etmektedir.Müdeccen sınıfın ortaya çıkması, asırlar boyunca süregelen kültürel etkileşimin daha da güçlenmesine neden olmuştur.
Kaybedilen şehirlerde her üç topluluğun bilgin, usta ve sanatkârlarından, yaşamakta oldukları yerleri terk etmek istemeyerek kalanlar az olmamıştır. Tabakât ve ensâb kitaplarında bunların pek azının hayat ve eserleri hakkında bilgi bulma imkanı vardır. Çünkü, kaybedilen şehirlerin belki bir kısmı geçici olarak geriye alındıysa da, nihayetinde bütün Endülüs toprakları elden çıktı ve bir daha İslamîyet’e geri döndürülemedi. Bu durumda, o zamanın İspanyalıları arasında tarih yazıcılığı geleneği pek gelişmediği ve İslam tarihçilerinin de İspanya’ya gidip gezdikleri tespit edilemediğine göre, o topraklarda kalan ve devam eden Müslüman izleri pek takip edilememiştir. Ancak, Tuleytula’nın işgalinden sonra hakkında bilgi alınan iki âlim tespit edilebilmiştir. Bunlardan birincisi, İbn Beşküvâl gibi İslam tarihçilerinin kendisinden nakiller yaptığı ve Târîhu fukahâi Tuleytula ve kudâtühâ adlı eserin müellifi olan Ahmed b. Abdurrahman el-Ensârî’dir (ö. 489/1096). İkincisi ise, Hicaz’da eğitim gören Tuleytula’lı âlim Muhammed b. Muhammed el-Hucrî’dir (ö. 488/1095).
Müdeccenlerden özellikle zanaatkârlar ve kültür erbâbı muhâfaza edilmiş, bizzat Hıristiyan krallar tarafından ülkenin iktisadî menfaati için kollanmışlardır. Bunlar sayesinde Müslümanların bilimsel birikimleri kuzeyde İspanya halklarına, oradan da Avrupa içlerine intikal etmiştir. Özellikle VII.-VIII/XIII.-XIV. yüzyıllarda Müdeccenlerin iki toplum arası kültürel ve ekonomik alışverişte büyük rolleri olmuştur. Endülüslü yöneticilerin sahip olduğu hoşgörü sayesinde sağlanan barış ve huzur ortamında, dinler-milletler arası kültürel alışveriş sağlıklı işlemiş ve toplumsal gelişmeye sebep olmuştu. Bu bilindiği için, günümüzde Endülüs tecrübesinden yararlanarak kültürler-dinler arası diyalog çalışmaları hızlanmıştır.
Hıristiyan hakimiyeti altında kalan diğer Endülüslü bir toplum olan Yahudiler’e gelince.. Diğer Gayrimüslim topluluklara olduğu gibi Yahudilere de İslam ülkesinde tanınan temel haklar şu başlıklarda toplanmıştır: Şahsî hürriyetler, seyâhat ve yerleşme hürriyeti, konut dokunulmazlığı, manevî hürriyetler, dinî müsâmaha, mâbetlerin korunması, ibâdet hürriyeti ve dinî sembollerin kullanılması, kutsal günlerinin tanınması, düşünce açıklama hürriyeti, eğitim-öğretim hürriyeti, dinî liderlerini seçme hürriyeti, kamu irtifâk hakkı ve hazine yardımı, iktisadî ve toplumsal haklar ve yasal haklarını kullanma hakkı. Gayrimüslimler, Endülüs toplumunda “öteki”ni temsil ediyor olmalarından dolayı, XII. yüzyılda Muvahhidler zamanında görülen istisnaî bir uygulama dışında, zorla islamlaştırma gibi bir politikayla karşılaşmamışlardır. Gayrimüslim halkın büyük bir bölümü, fetih yıllarından itibaren tedrîcen İslamiyet’i kendiliğinden kabul etmişlerdir.
Kendilerine İsa Peygamber’in kâtili nazarıyla bakıldığından Ortaçağ Avrupa’sında rahat yüzü göremeyen Yahudiler, Vizigotlar Dönemi sonlarına doğru dinî hakları tamamen ellerinden almış ve köleleştirilmiş duruma düşmüşlerdi. Ortaçağ Avrupa’sı, hemen her yerde kendi gettolarında yaşayan Yahudileri bir dizi suçlarla itham etti: Kuyuları zehirlemek, kanı için çocukları öldürmek, kurbanları çarmıha germek ve hatta onları yemek gibi. Ancak, İslam fethiyle birlikte dinî bir topluluk olarak yeniden dinlerini rahatça yaşama hakkını kazandılar. Bu sebeple, sadece Endülüs’te değil fethedilen bütün ülkelerde yaşayan Yahudiler, İslam fethini memnûniyet içerisinde karşılamışlardır.
Endülüs’te Yahudilerin Hıristiyanlar gibi kendilerine has bazı köy veya kasabaları, Gırnata gibi nüfusça kalabalık bulundukları bazı şehirler vardı ve diğer şehirlerde bulunanlar da aynı mahallede bir arada otururlardı. Meskûn oldukları mahallelerde (getto) idarî bir sistemleri vardı. Dinî hayatları konusunda tamamen özgür bırakıldılar ve havrâlarına dokunulmadı. İdarî, toplumsal, iktisadî ve kültürel alanlarda tam bir özgürlük ve devlet güvencesi altında yaşayan Yahudilerin, medeniyet unsurlarının oluşumu ve bunların Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında nakli hususunda payları büyük olmuştur. İki tarafın da lisânını çok iyi bilmeleri, bunda önemli bir etken sayılmaktadır. Daha çok tüccar, mütercim, doktor, devlet elçisi, vezir ve zanaatkâr gibi seçkin mesleklerde önde olmaları onların aracılık rolünü ön plana çıkarıyordu. Bilim ve felsefe kitaplarını Yunanca ve Lâtince’den Arapça’ya, Arapça’dan da İbranice’ye ve batı dillerine tercüme ediyorlar, bu eserleri batıda yayıyorlar; devletlerarası ticaret ve köle sevkiyâtı yapıyorlardı. Böylesi önemli mevkîleriyle onlar, Endülüs Emevileri zamanında başlayan kültürel gelişmenin zirveye taşınmasında çok önemli bir role sâhip olmuşlardı. Daha sonra, Mülûkü’t-Tavâif ve Murâbıtlar ile Muvahhidler dönemlerinde de belirtilen alanlarda etkili olmaya devam ettiler. İshak b. Kastâr, Hasdây b. İshak, Hasdây b. Yusuf ve Yusuf b. Hasdây gibi Endülüslü Yahudi doktor ve bilginler, konunun örneklerinden sadece bir kısmını teşkîl etmektedirler.
Şurası bir gerçek ki, Endülüs İslam medeniyeti içerisinde yer alan Endülüs-İspanya Yahudilerinin sahip oldukları gelişmişlik ve refah düzeyleri, Müslümanlar ile aynı paraleldeydi. Bu sebeple, mesela Moshe Sevilla – Sharon ve Abba Eban gibi Yahudi tarihçiler, İspanya Yahudilerinin sahip oldukları uygarlık düzeyinin, XIX. yüzyıl Orta Avrupa ve XX. yüzyıl Amerika Birleşik Devletleri Yahudi uygarlıklarına eşit olduğunu kaydetmişlerdir.
Hıristiyan İspanya topraklarında Yahudiler Endülüs’tekine benzer işleri üstlenmişlerdi. Vezirlik, elçilik, askerî hizmetler, dokumacılık, kitap istinsâhçılığı, ciltçilik, terzilik gibi zanaatın bütün kollarında işleri yürüten onlardı. Bunun sebebi, İspanyolların askerlik ve kahramanlık ruhuyla ticaret, zanaat, vb. işlerden uzak durmaları olsa gerektir. Müslüman Endülüs’te ise, Yahudiler aynı şekilde sayılan alanlardaki işleri yürüten kesim olarak zengin olmuşlar ve bu sebeple huzurlu, müreffeh bir hayat yaşamışlardı. Meselâ, Mülûkü’t-Tavâif’ten el-Meriye Emîri el-Mu’tasım’ın, Sarakusta’daki Hûdîler’in ve Şentemeriyetü’ş-Şark’taki Rezînîler’in vezirleri birer Yahudi idi. Zîrîler’in hâkim olduğu Gırnata’da da hâciblik görevi, İsmail b. Nağzâle adlı bir Yahudi’nin elindeydi. Reconquista sonucu işgal edilen topraklarda Hıristiyanlar, çok geniş topraklara sahip olmanın getirdiği maddi güçlüklerle karşılaştılar. Bunların giderilmesinde Yahudilerden yararlandılar. Bu nedenle, dağılmaya yüz tutmuş Müslüman Endülüs’ten pekçok Yahudi Hıristiyan kesimine geçmeye başlamıştır.
İspanya’da gelişen iki büyük krallık Kastilya ve Aragon’da Yahudiler, kısa sürede önemli görevlere geldiler. Ancak, zamanla kralların Yahudilere ihtiyaçları kalmadığında, hayat ve statülerini kanunlarla sınırlama geleneği yeniden uyandı ve mesela X. Alfonso (1252-1284) gibi bazı krallar bu yönde bazı kanunlar ihdas ettiler. Her şeye rağmen vazgeçilmesi zor bir topluluk oldukları için ‘Las Siete Partidas’ adıyla meşhur bu tür kanunlar Yahudiler üzerinde tam olarak uygulanmadı. Kralların bu türden tavırları halka da kötü örnek teşkil ettiğinden, Yahudiler üzerinde halktan gelen kötü muameleler de söz konusuydu. Sonuçta, Hıristiyan İspanya’da Yahudi varlığı ve kültürü Müslüman dönemindeki kadar olmasa da gelişme göstermiştir.
Yahudiler, İbeya Yarımadasındaki devletlerin ordularıyla da yakın münâsebet içindeydiler. Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında kısa aralıklarla devam eden savaşlar esnasında, Hıristiyan askerlerin elde ettikleri ganîmet mallarını satın alırlar veya ihtiyacı olan malları askerlere satarlardı. Müslümanlar için de aynı durum geçerliydi. Yahudilerin doğuda ve Akdeniz kıyılarındaki önemli stratejik yerlerde ticaret merkezleri vardı. Bu yerlerde, doğal olarak nüfusları daha fazla olurdu. Meselâ, Tarrakûne, Gırnata ve Elyesâne şehirleri, içinde Yahudi nüfus diğerlerine oranla daha fazla olduğu için Yahudi şehri olarak da anılmışlardır.
Her bakımdan değerlendirildiğinde Endülüs toplumu içerisinde Yahudilerin, başta da belirtildiği gibi Müslüman ve Hıristiyan kesimleri arasında kültür ve medeniyetin dönüşümünü sağladıklarını söylemek yanlış olmasa gerektir. Çünkü, onlar iki taraf arsında hatta Fransa içlerine kadar sürekli ticârî yolculuklar yapıyorlar ve bu arada toplumsal değerlerin yayılmasına aracılık ediyorlardı.
Bugün, Endülüs’ten göç etmiş Endülüs asıllı Yahudiler ile ilgili olarak gördüğümüz kavram kargaşası karşısında kendi kanaatimizi belirtmek istiyoruz. Yerli veya yabancı hemen bütün araştırmalarda Endülüs asıllı Yahudiler için ‘İspanya Yahudileri’ veya ‘İberya Yahudileri’ ifadesi kullanılmaktadır. Bizce bu eksik bir ifadedir ve tarihsel gerçekliği karşılamamaktadır. Çünkü, İspanya veya İberya Yahudileri, yaklaşık sekiz asırlık bir İslam dönemini de yaşamışlardır ve aslında kendilerinin de kabul ettikleri gibi, İslamî dönem onlar için en parlak devri teşkil etmiştir. Gerçekte, eğer İslam fethi gerçekleşmemiş olsaydı belki de 711 tarihine gelmeden önce İberya Yarımadası’dan Yahudilerin kökü Hıristiyanlarca çoktan kazınmış olacaktı. Bu nedenle, bizce bugün Türkiye’dekilerin de % 98’ini teşkil eden Endülüs asıllı Yahudiler için İspanya Yahudileri değil, Endülüs Yahudileri demek daha doğru bir ifade olacaktır. Onları yok etmeye çalışan ve kovanların ülke adıyla değil, onları yaşatanların ülkesi adıyla anılmaları daha doğru ve anlamlıdır diye düşünüyoruz.
Hıristiyanlar, Reconquista sonucu ele geçirdikleri Endülüs şehirlerinde yendikleri, boyunduruk altına aldıkları Müslümanların üstün kültürüne yenik düştüler, yeni fethettikleri topraklarda hayran kaldıkları bilim ve sanata boyun eğdiler. Bunun delillerinden bazıları şöyledir: İspanyol destanında Müslümanlar hiçbir zaman Fransız yiğitlik destanlarında olduğu gibi nefret edilesi, uzlaşmaz düşmanlar olarak görülmemiştir. Endülüs’ten geriye yalnızca Kastilya’ya vergi ödeyerek ayakta kalabilen ve İspanya krallıkları için hiçbir tehdit oluşturmayan Gırnata Emîrliği kaldığında, Reconquista’nın hızı kesildi. O zaman Kastilyalılar son kalelerine sığınmış kalmış olan Müslümanlara karşı düşmanca duygular beslemek şöyle dursun, o egzotik uygarlığın, giyimlerdeki Doğu zenginliğinin, yapılardaki görkemli süslemelerin, o değişik yaşantının, ata binme, silahlanma ve savaş biçimlerinin, Gırnata topraklarındaki özenli tarımın çekiciliğine kapıldılar. Birçok Kastilyalı şövalye, özellikle de sürgün edilenler, Gırnata’da yerleştiler. Kastilya’da birçok soylu, saraylarının yapım ve süsleme işlerini Müslüman ustalara verdiler. Aralarında zamanın kralı IV. Enrique de olmak üzere birçokları Müslüman göreneklerini, giyimlerini benimsediler. Sonunda Mağribli-Müslüman sevgisi moda oldu.
Son Müslüman sultanlığı Gırnata’nın ele geçirilişini anlatan Romance’lar, XVI. Yüzyıl boyunca İspanya’da dilden dile dolaştı. İşin ilginç tarafı, o romance’larda görülen Mağribli/Müslüman sevgisi, soylu düşmana karşı duyulan büyük bir beğeni ve sıcaklıktan, yenilenlere karşı saygı ve acıma duygusundan kaynaklanıyordu. Birçok romance’da Mağribli/Müslümanların kültürüne duyulan hayranlık açıkça dile getiriliyordu. Müslümanlaşmış topraklarına yeniden kavuşan o yeni İspanya, Latin dünyasının Batı kesimine, onun en büyük ihtiyacı olan Doğu-İslam biliminin hazinelerini ve Endülüs’ün bilgi kaynaklarını armağan etmeyi bildi.
Endülüslüler içerde zayıf düştükçe bu İberya Yarımadası Hıristiyan devletlerinin işine yarıyordu. Esas gayeleri Yarımadayı Müslümanlardan geri almak olan Hıristiyan devletlerin elinde ardı ardına düşen Endülüs şehirlerinde kalan Müslümanlar ve Yahudiler, kısa süre sonra Hıristiyan idareciler tarafından üç seçenekle karşı karşıya bırakıldılar: 1. Dinlerini değiştirip Hıristiyan olarak yaşadıkları topraklarda kalmak, 2. Bunu kabul etmeyenlere sürgün, 3. Bu ikisinden birini kabul etmeyenlere de işkence ile ölüm. Endülüs sâkinlerinin çoğu, özellikle çiftçiler, ticaret ve zanâat ehlinden olanlar sürgün veya göç yerine topraklarında kalmayı tercih ettiler. Ancak, bunlar içerisinde Yahudiler’in göç etmeme seçenekleri pek işlerlik kazanmadı. Çünkü, Hıristiyanların onlara tahammülleri yoktu.
Reconquista sonucu Hıristiyanların eline geçen şehirlerdeki Yahudiler üzerinde çeşitli baskılar ve kötü muameleler olmakla birlikte, büyük kovulma olayını hazırlayan tırmanma 1391 yılında başladı. Bu tarihte İşticce (Ejica) başpiskoposunun kışkırtmasıyla başlayan Yahudi aleyhtarı hareket o derece büyüdü ki, Kastilya kralı bile gelişmeleri durduramadı. Aynı yılın Haziran ayında İşbiliye’de (Sevilla) geniş çapta şiddet olayları patladı ve Yahudi mahallesi yakıldı. Karışıklıklar diğer şehirlere de yayıldı ve olaylarda pekçok Yahudi öldürüldü veya çeşitli zulümlere maruz bırakıldı. Bu olayların üzerinden bir asır kadar geçtiğinde büyük kovulmanın tam eşiğine gelmiş oluyoruz ve buradan geriye doğru baktığımızda artık Hıristiyan İspanya topraklarında Yahudilerden oluşan ve Konverso (Conversos) veya Marrano adıyla anılan çok geniş bir dönme topluluğunun oluştuğunu müşahede ediyoruz. Bunlar, idareciler tarafından Hıristiyan olmaya zorlandıkları için Yahudiliklerini gizlice devam ettiren bir ‘Yeni Hıristiyanlar’ topluluğuydu ve bu sayede aşağılanmaya ve haksızlığa maruz kalmaksızın kısa zamanda devletin etkili noktalarına kadar hızla yükselmişlerdi.Fakat, bu durumda krallar açısından Yahudi sorunu çözümlenmemiş ve daha da karmaşık bir hal almış oluyordu.
Bu büyük sorunla ilgilenmek üzere 1464 yılında devlet ve kilise idarecileri toplanarak bu Yeni Hıristiyanlar’ın gerçekten Hıristiyan olup olmadıklarını ve hangilerinin de gizlice Yahudiliklerini sürdürdüklerinin tahkiki için üç kişilik bir komisyon kurdular. Bu Engizisyon heyeti, mahkemeler ihdas ederek hemen harekete geçti. Bunların görevi, Konversoları yakalamak, suçlu bulunanları yargılamak ve hemen idam etmekti. Bu olayların tertipçileri başında ise, daha sonra Papa olacak olan Belensiye (Valencia) Başpiskoposu Alfonso de Borja vardı. De Borja, Kardinal Thomas de Torquemada ile birlikte Aragon kralı II. Juan’ı (1458-1479) ülkesindeki Müteehhir Endülüslüleri kovması için kışkırttılar. Ancak, kral bu konuda onlarla hemfikir olmasına karşın, devletinin kalkınmasında Endülüslülere muhtaç durumda olduğu için bu tür eylemlere kalkışmadı. Fakat, sonraki krallar için aynı gerekçe geçerli değildi.
Kastilya ile Aragon krallıklarının birleşmesi olayı, Yahudiler için asıl sonun başlangıcı oldu (1469). İzabella ile Ferdinand, Engizisyon kurumunun yetkilerini genişlettiler ve Thomas de Torquemada’yı Başengizitör atadılar. Bu fanatik papaz mahkemelerin çalışmalarına hız verdi ve göreve geldiği 1483 yılından itibaren yüzlerce Yahudiyi ateşe yolladı.
Endülüs’ün son kalesi Gırnata’nın düştüğü yıl içinde İspanya Devleti, bütün Yahudileri ülkeden kesin olarak kovmak amacıyla bir ferman çıkardı. Ferman iki hükümdar tarafından 31 Mart 1492 tarihinde ilan edildi ve Mayıs ayında yürürlüğe konuldu. Buna göre 100 bin kadar Yahudinin 2 Ağustos’a kadar ülkeyi terketmesi isteniyordu. Gerçekten de bu tarihte istenen olay gerçekleşti. Bunların büyük bir kesimi, kendilerine hoşgörü kapısını açan Osmanlı Devletine sığındı. İspanya-Endülüs Yahudilerine, 1496-1497 yıllarında kovulan Portekiz-Endülüs Yahudileri de eklendi. Yani, Endülüs-İberya Yarımadası Yahudileri Hıristiyanlar tarafından hemen toptan sürgün edildiler. Bu tarihten sonra Endülüs Yahudileri (Sefaradlar) Selanik, İzmir, İstanbul gibi Osmanlı şehirlerinde hayatlarını sürdürmeye başladılar ve medenî üstünlükleri sayesinde kısa sürede bölgelerinde üstünlüklerini göstermeye başladılar. II. Bayezit dönemine denk düşen bu olayın ayrıntılarına daha sonra döneceğiz.
Görüldüğü gibi, Gırnata’nın düşmesinin üzerinden daha yıl bile geçmeden Yahudiler, kendilerine Gırnata’nın Teslim Antlaşması’nda Müslümanlar ile benzer haklar tanınmış olmasına rağmen, Hıristiyanların gazabına uğramış ve ülkeden kovulmuşlardır. Bu olay, bir açıdan o zamanki Hıristiyanların Müslümanlara nispetle Yahudilerden daha çok nefret ettiklerini gösterir diye düşünüyoruz. Müdeccen Müslümanlara gelince. Gırnata’nın Teslim Antlaşmasından daha evvel bahsetmiştik. 25 Kasım 1491 tarihinde gerçekleşen 47 maddelik antlaşmaya göre kral Ferdinand ve kraliçe İzabella, hem kendileri hem veliaht olan oğulları Juan ve hem de ondan sonra tahta geçecek olanlar adına özetle şu değerleri kabul ettiler:
* Müslümanlar, diğerleri gibi bu ülkenin değerli tâbiidirler.
* Müslümanlar, antlaşmanın kapsadığı her yerde krallığın himayesi altındadırlar ve onlara ancak saygıyla muamele edilir.
* Müslümanlar dinlerini, dillerini, âdet ve gelenekleri ile mallarını ve ticaret hürriyetlerini muhafaza ederler.
* Hatta, Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçip de onlarla beraber yaşamaya karar verenler ve Müslümanlar ile evlenen Hıristiyan kadınlar da dinleri konusunda dokunulmazdırlar.
* Müslümanlardan her kim Mağrib’e (Kuzey Afrika) göç etmek isterse, onların göç masrafları kraliyete aittir ve gidip de Endülüs’e geri dönmek isteyenlere de müsaade edilecektir.
Bu anlaşma kuralları üç yıl kadar geçerliliğini sürdürmüştür. Sonra ise, Müslümanlar bu antlaşma kurallarının uygulanması konusunda şüpheye düşmeye başladılar ve yeni güvenceler istediler. Bunun üzerine kral ve kraliçe derhal bir ‘büyük açıklama’ yapma gereği duydular. Açıklamada, Müslümanlar için tam bir özgürlük sağlandığını, sahip oldukları arazileri ve ülke içinde istedikleri yere göç etmeleri hususunda kimsenin onlara engel çıkaramayacağını, mescitleri ve dinî ibadet ile geleneklerinin korunduğunu, malını-mülkünü satarak Mağrib’e göç veya istedikleri ülkeye seyahat etmelerinin serbest olduğunu Allah’a yemin ederek ifade etmektedirler. Yani, teslimden henüz 3 yıl sonra Teslim Antlaşmasında olan maddelerin en önemlileri kraliyet tarafından teyit edilme gereği hissedilmiştir.
Peki, İspanya Krallığının Müslümanlara karşı güttüğü bu siyasetin kendilerince gerekçeleri acaba neydi? Araştırmacıların üzerinde durduğu en önemli gerekçe, zaman içinde Müslümanları hıristiyanlaştırmak suretiyle İspanya toplumuyla kaynaştırmak ve bu sayede toplumsal farklılıkları ortadan kaldırarak İspanya toplumunu vatanıyla diniyle tek bir kütle haline getirmek düşüncesiydi. Bizce de bu düşünce geçerlidir ve ilave olarak dikkate alınması gereken diğer bazı sebepler de mevcuttur. Mesela, 1492’de ülkeden göç etmesine müsaade edilen el-Büşşerât’ta (Alpujarras) oturan Benû Serrâc ailesi (Serrâc oğulları) gibi güçlü Müslüman ailelerin gitmesi, ileride olabilecek bağımsızlık veya isyan hareketlerinin etkisi açısından önemlidir. Bu yüzden, bu tür göçler Mağrib ülkesine senelerce sürmüştür.
Gırnata’nın düştüğü ve teslimin gerçekleştiği yılda Endülüs’ün ileri gelen Müslüman ailelerinden mülklerini Kastilyalılara satarak Mağrib’e göç edenler çok oldu. Mesela, Benû Serrâc Fas’a, Elmeriye eşrafı önce Vehran’a oradan Tlemsan’a, el-Cezîretü’l-Hadrâ eşrafı Tanca’ya ve Runde (Ronda) ile Besta (Baeza) eşrafı Tıtvan bölgesine hicret etmiştir. Fakat, bununla birlikte göç etmeyip kalanlar içinde Hıristiyanlığa geçenler de az değildi. Bunlar, öyle sanıyoruz ki ana yurt toprağını terk etmenin zorluğu yanında göç edip yerleşecekleri ülkede karşılaşacakları sıkıntıları da göze almak istemeyen ve aslında pek de dindar olmayan Endülüslülerden oluşmaktaydı. Çünkü, göçün getirdiği sıkıntılara ancak dinî-asabî duygularla katlanılabilirdi. Bu nedenle, daha çok dinî duygu ve yaşantıları sağlam olan aileler Hıristiyan hakimiyeti ve baskısı altında kendi kültürlerini ve haysiyetlerini muhafaza edemeyeceklerini düşünerek diğer İslam ülkelerine göç etmişlerdir. 1502 İsyanından önce 30 bin göçmen olduğu sanılmaktadır. Ülkede kalanların sayısının ise 635-835 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir.
Göç etmeyip de Endülüs’te kalmanın ise iki farklı hayat boyutu vardı. Kalanlardan bazıları dindarlık-asabiyet duygularına sahip olarak yurdunu terk etmeden varlıklarını muhafaza etme düşüncesinde olanlar ki, bunlara Müdeccenler dendiğini biliyoruz ve bu kitabımızın konusunu da asıl olarak onlar teşkil etmektedir. Endülüslülerden diğer bazıları da var ki, az önce de ifade ettiğimiz gibi, bunlar zaten dindarlık-asabiyet duygularından uzak yaşıyor olmalılar ki, onlar Müslüman kalmakla Hıristiyanlığa geçmek arasında duygusal açıdan bir fark görmemişlerdir. Fakat, gerçekte hayat şartları açısından çok fark vardır. Çünkü, Hıristiyanlığa geçenlerin hayat standartları muhafaza edildiği gibi, yükseltilmiştir de. Bu yüzden bu tiplerin pekçoğu Hıristiyanlığa geçmiştir. Halbuki, dinî-asabî duygularla göç etmeyip ülkede kalanları çok büyük işkenceler ve hatta ölüm ve sürgün beklemektedir.
İşgalden sonra Hıristiyanlığa geçenler arasında özellikle idareci ve zengin kesimden insanlar çoğunluktadır. Mesela, 1466-1482 Yılları arasında Gırnata Sultanı olan Ali Ebu’l-Hasan’ın iki oğlu Sa’d ve Nasr, Hıristiyan asıllı anneleri Süreyya ile birlikte Hıristiyanlığa geçtiler. Sa’d’ın adı Dük Fernando De Gıranada olarak değiştirildi ve Kastilya ordusuna general olarak atandı. Nasr’ın adı ise Don Juan de Granada olarak değiştirildi. Hanedan üyelerinden din değiştirerek İspanya’da kalanlara bir örnek de, ez-Zağal lakaplı Gırnata sultanlarından Ebu Abdullah’ın amca oğlu ve Elmeriye ordu komutanı olan Yahya’dır. Aile bireyleriyle beraber Hıristiyanlığa geçen Yahya Don Pedro de Granada, oğlu Ali ise Don Alonso de Granada adını almıştır. Gırnata vezirlerinden Ebu’l-Kâsım b. Rıdvan ile Yusuf b. Kumâşe (rahip olmuştur) de aileleriyle birlikte Hıristiyanlığa geçmişlerdir.
1497 Yılında Kraliyetin Müslümanları Hıristiyanlar ile kaynaştırma (entegrasyon ve asimilasyon) düşüncesinde gerçekten samimi olduklarını gösteren bir gelişme yaşanmıştır. Portekiz kralı Manuel, Yahudi ve Müslümanları ülkesinden kovdu. Onlar da doğal olarak İspanya topraklarına sığındıklarında İspanya kralı ve kraliçesi onları gayet sıcak şekilde karşıladılar. 20 Nisan 1497 tarihinde bir kanun çıkararak sığınmacıların ülkeye girişlerinin ve istedikleri yere yerleşmelerinin veya ülkeden istedikleri başka yere gitmelerinin serbest olduğunu, onların kraliyetin himayesinde olduklarını ve hiçbir saldırıya maruz bırakılamayacaklarını ilan ettiler.
Bu olay bize gösteriyor ki, İspanya kralı ve kraliçesi, Hıristiyan din önderleri tarafından kışkırtıldıkları zamana kadar, ülkelerindeki Müslümanlar konusunda İslamî gelenekte cârî olan ve çeşitli dönemlerde Müslüman hükümdarlar tarafından uygulanan zimmî hukukuna benzer uygulamaları benimsemişlerdir.
İspanya Krallığının Hıristiyan liderlerinden Tuleytula (Toledo) rahiplerinin reisi Kardinal Gonzalez de Mendoza gibileri, kral ve kraliçeye sürekli baskı ve kışkırtma yaparak onları Müslümanlar konusunda takip etmekte oldukları politikalarını değiştirmeye zorladılar. İstedikleri ise, Müslümanların ya hıristiyanlaştırılması veya ülkeden sürgün edilmesiydi. Onlara göre bu iş, İspanya’yı kendilerine bahşeden Tanrı’ya karşı bir şükür olarak yerine getirilmeliydi. Böyle davranmakla anlaşmalar ihlal edilmiş olmayacak, bilakis Müslümanların ruhları temizlenecek ve ülkede gerçek barış sağlanacaktır. Aksi takdirde, İslam dini üzre kaldıkları sürece Müslümanlar ile Hıristiyanların huzur içinde yaşamaları mümkün olamayacaktır. Ancak kral ve kraliçe, hem verdikleri sözü tutma düşüncesi hem de yeni bir savaş çıkar da siyasi ve iktisadi dengeler bozulur endişesiyle Hıristiyan din adamlarının seslerine bir müddet kulaklarını tıkadılar. Onlar, bu işin zorlamayla değil de sevdirerek ve iyi muameleyle yapılmasına sıcak bakıyorlardı. Kraliçe İzabella’nın Hermando de Talavera adında ve iyiliğiyle tanınan bir din adamı vardı.
De Talavera, Gırnata Başpiskoposluğuna atandı. Mal ve emek dahil bütün gayretiyle Müslümanlarla ilgilendi ve onlara vazunasihat ederek güzellikle Hıristiyan olmalarını telkin etti. Şiddete karşı olduğunu ifade etti ve Hıristiyanlığın öğrenilmesi konusunda her türlü kolaylığı sağladı. Yardımcılarından da bu uğurda kendisi gibi Arapça’yı iyi öğrenmelerini istiyordu. De Talavera, seçtiği bu ikna yöntemiyle birçok Endülüslüyü Hıristiyan olmaya ikna etmede başarılı oldu. Hatta, Müslümanların ileri gelenlerinin çeşitli şekillerde ikna edilmesi suretiyle Grınata’da 3 bin kişinin Hıristiyanlığa geçtiği araştırmalarda kayıtlıdır. Bu sebeple, ülke ileri gelenleri bu yöntemle ülkedeki Müslümanların Hıristiyanlığa sokulmaları işinin tamamlanacağını umuyorlardı. Ancak, hiç de beklendiği gibi olmadı.
Hıristiyanlaştırma uygulaması, her ne kadar yoğun bir faaliyetle sürdürülüyorsa da amaca hizmet edecek hızda gitmiyordu. Bu ise, işin acilen sonuçlanmasını bekleyenler açısından sabredilecek bir durum değildi. Krallar yeniden tahrik edildi ve Ferdinand ile İzabella, 1499 yılının Temmuz ayında De Talavera’nın yerine Kastilya-Tuleytula Başpiskoposu Kardinal Fransisco Ximenez de Cisneros’u görevlendirdiler. Ximenez, Müslüman âlimleri toplayarak onlardan İslam’ı terk edip Hıristiyanlığa boyun eğmelerini böylece diğerlerine örnek olmalarını istedi. Kabul edecek olanlara güzel şeyler vaat etti ve reddecek olanları da cezalandırmakla tehdit etti. Bu gelişme, Ximenez’in karakterini tanıyan mütedeyyin Müslümanları korkutmaya başladı. Ancak, onlar korkmak yerine dinlerini korumada daha kararlı davranmaya başladılar. Lakin, Ximenez olaylara vâkıf biri olarak işini bir an evvel bitirmek ve “kutsal savaş”ın (guerra santa) gereği olarak İspanya’yı Müslümanlardan temizlemek istiyordu. Bu amaçla evvela muhafazakâr ve mütedeyyin Müslümanlar üzerinde âdeta tedhiş/terör estirmeye başladı.
Hıristiyanlaştırma baskısı, muhafazakar Müslümanların yoğun olarak yaşadığı mahalle olan el-Beyyâzîn’de (Albaicin) çok canlar yaktı ve bu arada mahallenin merkez camii de San Salvador adıyla kiliseye çevrildi. Ximenez, Hıristiyanlaşmayı reddeden Müslümanları tutuklattı ve hapislere doldurttu. Sonra, 12.10.1501 tarihli kraliyet fermanına istinaden onların evlerindeki kitaplarını zorla toplattı ve içinde yüzlerce bilim-sanat değeri yüksek olan 5 bin cilt kitabı şehir meydanında toplanan insanların gözü önünde yaktırdı.
Kitapların yakılmasının sebebi, Müslümanları hıristiyanlaştırmanın önünde engel olarak görülmeleriydi. Çünkü, Hıristiyan idarecilerin inancına göre Müslümanlar Kuran-ı Kerim gibi dinî ve Arapça kitaplar sayesinde dil ve dinlerini kuşaktan kuşağa aktarabiliyorlardı. Ayrıca, Arapça’yı İslâmiyet’in kapısı ve Arap Alfabesi’ni de Arap dilinin kapısı olarak telakkî ediyorlardı. Bu yüzden Müslümanlar kitaplardan ve Arap Alfabesi’nden arındırılmalıydılar. Önce Gırnata’da ve ardından Müslümanların yaşadığı diğer bütün Endülüs şehirlerinde kitaplar papazlar tarafından toplatılıp şehir meydanlarında yakıldı. Yakılanlar sadece Kuran-ı Kerim ile dinî ilimlere ait kitaplar değil, aynı zamanda asırların birikimiyle milletlerden ve medeniyetlerden bir sonrakilere aktarılagelen dünyanın bilim-sanat birikimini taşıyan binlerce cilt bilim, tıp, mühendislik, felsefe ve edebiyat kitaplarıydı. İlk elde yakılan 5 bin Kuran-ı Kerim’den başka, diğer kitapların sayısı araştırmacılar tarafından 80 bin ve bir milyon gibi çok farklı rakamlarla ifade edilmektedir.
Kitapların yakılmasının ardından, Arap Alfabesi yerine Latin Alfabesi’nin kullanımı zorunlu hale getirildi. Tıpkı, modern zamanların Türkiye, Endonezya, Nijerya, Malezya ve Somali misali İslam ülkelerinde yapıldığı gibi. Bu elbette eski düzene ve onun medeniyetine duyulan öfkeden kaynaklanmaktadır. Ancak, unutulmamalıdır ki, “arzular ve hınçlar aklın sesini duymazlar” (Shakespeare). Yeni düzen kurma arzusu ve eskiye duyulan hınçla yapılan şey, aslında kendi medeniyetinin tarihî devamlılığına vurulan büyük darbe olmaktadır.
Engizisyon Mahkemesi, Müdeccenlerin bir âdet ya da davranışlarına bakarak onların hıristiyanlaşmayıp Müslüman kalmada ısrarcı olduklarını tespit edebiliyordu. Bu Müslüman âdetlerinden belirgin olanları Arapça konuşmak ve yazmak, Müslüman kıyafetleri giyinmek, Hıristiyan tarzı masa yerine yerde yemek, ellerine-ayaklarına kına yakmak, ölülerini Hıristiyan mezarlığına gömmemek, çocukları kiliseye göndermemektir. Bunlara ilaveten, Kuzey Afrika veya Osmanlı Müslümanlarıyla ilişki-bağlantı kurmak da şiddetle cezalandırılmayı getiriyordu.
Gelişen bu yıkıcı olaylar karşısında Endülüs Müslümanları büyük bir sıkıntı içine düşmüş oldular. Çünkü, idareciler tarafından Teslim Antlaşması’nda kendilerine verilen bütün sözler ardı ardına çiğneniyor ve daha da vahimi kral ile kraliçe kendilerine artık sahip çıkmıyordu. Bu durumda istenmeyen yeni olayların patlak vermesi kaçınılmaz görünüyordu.
Müslüman toplum içinde yaşayan bir grup vardı ki, bunlar Hıristiyan işgali öncesinde yani Müslüman hakimiyeti döneminde İslâmiyet’i seçerek Müslüman olmuş (Müvelled) iken işgalden sonra çeşitli sıkıntılar karşısında kalınca eski dinlerine dönerek hıristiyanlaşan ailelerdi. Gırnata’nın Teslim Antlaşması’nda Müslümanlara verilen bütün haklar bunlara ve çocuklarına da tanınmıştı. Ancak, Ximenez’e göre Teslim Antlaşması bu ailelerin çocuklarını kapsamazdı ve aslında bu aile reisleri, zamanında Müslüman olmakla mürted olmuşlardı. Bu nedenle, eğer daha evvel yapılmamışsa bu çocukların derhal vaftiz edilmeleri gerekiyordu. Hemen Engizisyon Mahkemeleri devreye girdi ve Ximenez’e bu işi bitirme yetkisi verdi. Ximenez, üstlendiği işin gereği olarak bu tür ailelerin Hıristiyanlığa dönmeyi reddeden evli-bekar, kız-erkek ayrımı yapmadan bütün aile üyelerini toplatmaya başladı. Toplama işlemi sürerken 18 Aralık 1499 tarihinde bir olay meydana geldi.
Gırnata’nın el-Beyyâzîn (Albaicin) bölgesinde, vaftiz edilecek çocuk ve gençleri toplamakta olan polislerden ikisi, Bâbü’l-Bünûd (Bib el Bonut) Meydanında mezkur ailelerden birinin kızını zorla alıp götürmeye çalışıyorlardı. Bu arada kız, kendisinin Teslim Antlaşması şartlarına aykırı olarak zorla vaftiz edilemeyeceğini haykırarak çığlık atıyordu. O anda etraftan kızın feryadını duyanlar koşuyor ve polislerle atışmaya başlıyorlar. Ancak, kalabalık arttıkça iş çığırından çıkarak kavgaya dönüşüyor ve polislerden biri öldürülüyor. Diğeri ise, olayların büyümesinden korkan Müslüman bir kadının onu evinde yatak altında saklaması sayesinde ölümden kurtuluyor. Karışıklık büyümeye devam ediyor ve Müslümanlar toptan silaha sarılıyorlar. Böylece, Hıristiyan işgali altındaki Endülüs’te senelerce tekrarlanacak olan Müdeccen isyanlarının fitili ateşlenmiş oluyor. Müslümanlar doğruca Ximenez’in evini kuşatmaya alıyorlar. Akşamdan sabaha kadar kuşatma sürüyor ve Ximenez’i iki yüz silahlı muhafız başarıyla koruyor. Kraliyet Sarayı olarak kullanılan Elhamrâ’ya kaçtığı da söyleniyor.
Sonunda kraliyet komutanlarından Tendilla, askerleriyle olaya müdahale ediyor ve muhasaracıları bölgeden uzaklaştırıyor. Ardından Müslümanların Tendilla, De Talavera ve Ximenez ile görüşmeleri on gün sürüyor. Müslümanlar kendilerini, hareketlerinin krala karşı değil de kralın kendilerine verdiği hakları çiğnemeye kalkışanlara karşı haklarını savunmak amacına yönelik olduğu gerçeğine dayandırarak savunuyorlar. Sonuçta, De Talavera arayı buluyor ve Müslümanlar silahlarını bırakmaya razı oluyor, içlerinden dört kişi cinayet suçundan idam ediliyor ve böylece olay kapatılarak herkes yeniden kendi meşgalesine dönüyor. Tabi ki, Ximenez de kendi işine..
Ximenez derhal İşbiliye’de bulunan kral ve kraliçenin huzuruna giderek olayı kendince onlara aktarıyor ve diyor ki: “Müslümanların bu isyanı Teslim Antlaşmasıyla kendilerine sağlanan can ve mal güvenliklerini ortadan kaldırmaktadır. Onların af dilemeleri ise, ya Hıristiyan olmayı ya da ülkeyi terketmeyi kabul ettiklerini gösterir.” Kraliyet tarafı Ximenez’i dinledi ve ona hak vererek istediği şekilde hareket etme izni de verdi. Elbette bu izin, Teslim Antlaşmasının açıkça çiğnenmesine yönelik krallar tarafından izhar edilen ilk irade beyanı oluyordu. Anlaşılacağı üzere bundan sonra Endülüslü Müslümanları çok daha sıkıntılı günler bekliyordu. Çünkü, Katolik Kilisesi’nin korkunç Engizisyon Mahkemesi kurulmuş ve Müslümanları ve az sayıdaki Yahudileri eritmeye başlamıştı.
18 Aralık 1499 isyanında Müslümanlar içinde 1500 kişiye yakın bir grup düşman tarafıyla anlaşmayı reddetmişti. El-Büşşerât dağlarında bir kaleye sığınan bu isyancılar, kendilerine yapılan haksız uygulamalar karşısında artık isyan etmekten başka çarelerinin kalmadığını ilan ettiler. İçlerinden birini İbrahim b. Ümeyye adıyla reis seçtiler ve 1500 yılının Ocak ayından itibaren Gırnata’nın çevresindeki İspanyol savunma birliklerine karşı düzenli saldırılara başladılar. Kendilerine mücahitlerden pekçok katılım oldu. Bunlar, dağlarda ve ardından ovalarda pekçok kaleyi ele geçirdiler. Ancak, üzerlerine sevk edilen seksen bini piyade ve onbeş bini süvari birliklerinden oluşan kraliyet ordusuna karşı pekçok cephede direndilerse de sonunda yenildiler.
İspanyollar, isyancılardan erkek, kadın, çocuk ve genç-yaşlı demeden ele geçirdikleri insanların çoğunu katlettiler ve bir kısmını da köleleştirdiler. Gırnata isyanını Elmeriye’de hıristiyanlaştırma faaliyetlerine karşı duran Müslümanların isyanı izledi (Kasım 1500). Buraya sevk edilen kraliyet ordusu da isyanı bastırdı ve kraliyetin emriyle isyana katılan bütün erkekler katledilerek mal varlıklarına el kondu, kadın ve çocukları da esir olarak alındı. Elmeriye’den sonra diğer yakın şehirlerdeki Müdeccenler de ardı ardına isyan ettiler. 1502’de de isyan sürdü. Ancak, hepsi de şiddetle bastırıldı ve büyük katliam, esaret, zorla din değiştirtme yani hıristiyanlaştırma ve sürgün olayları bütün bölgelerde yaşandı.
Müdeccenlerin yaşadığı bölgelerde askerlerden başka, papazlar da boş durmuyorlardı. Onlar da Engizisyon Mahkemesi vasıtasıyla Müslümanları yargılıyor, işkenceyle ifade alıyor ve sonuçta binlerce masum Müslümanı aileleriyle birlikte ölüme mahkum ediyorlardı. Kurbanlar kral, soylular ve halkın katıldığı büyük infaz törenlerinde canlı canlı yakılıyorlardı. Mesela, 1568’de gerçekleşen büyük isyan esnasında, İspanya kralının üvey kardeşi Juan de Autrian komutasındaki İspanya ordusu, el-Büşşerât bölgesinde yer alan Galera adlı yerleşim yerini Müslümanların elinden 10.02.1560 tarihinde aldı ve Juan’ın emriyle Galera halkının tamamı imha edildi! Katliamdan sonra kanların kuruması için araziye saçılan tuzun etkisi, günümüz İspanya’sına gidip gören tanıkların ifadesine göre, bugün halen devam etmektedir. Hıristiyan din adamlarının tarihte sadece Müslümanlara karşı değil, Avrupa’da kendi dindaşlarına karşı da nice zulümleri reva gördüklerini tarihî kayıtlarda görmek mümkündür. Bundan dolayıdır ki, Avrupa halkı arasında şu söz deyimleşmiştir: “Her haçın altında bir iblis yatar!”.
Endülüslüler, İspanyollara karşı giriştikleri isyan hareketlerinde sürekli başarısızlığa uğruyorlardı. Her isyanın ardından da kısmen katliam ve büyük oranda zorunlu göç ya da tehcîr söz konusu oluyordu: Ya iç vilayetlere dağıtılıyorlar ya da Mağrib ülkelerine sürülüyorlardı. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, Müdeccenler 8-10 milyon nüfuslu İspanyolların içinde ancak yarım milyon kadardılar ki, bu çok küçük bir orandır. Ayrıca, sivil İspanyollar silah taşıyabilirken Müdeccenlere bu yasaktı ve İspanyollar eğitimli, güçlü silahlarla donanımlı orduya sahiptiler. İkinci neden, İspanyollar o devirde hem Amerika kıtasından hem de okyanuslardaki müstemleke adalarından bol miktarda maddi kaynak sağlayarak bunu gücüne güç katmak için kullanabilirken, Müdeccenler hemen hiçbir dış destek bulamıyorlardı. Onlar, Osmanlılar ile özellikle Kanuni döneminde ve sonrasında sürekli irtibat halinde olup, ancak oradan gelecek destek sayesinde kurtuluşlarının mümkün olabileceğine inanıyorlardı. Ancak, Osmanlıların gücü de onları kurtarmaya yetmeyecektir.
XVI. Yüzyıl başlarında büyk bir Avrupa İmparatorluğu haline dönüşmeye başlayan İspanya Devleti, hıristiyanlaştırma faaliyetlerinde kararlıydı ve Müslümanlar da karşı koymakta.. V. Karlos ve II. Filip zamanlarında da Müdeccenlerin kimliklerini ortadan kaldırmak ve Hıristiyan toplumuna entegre etmek amacıyla çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Mesela, Müdeccen toplulukların arasına Hıristiyan aileleri yerleştirmek, onları toplu halde tutmamak ve Kuzey Afrika Müslümanlarıyla ilişki kurmalarını engellemek için iç göçe zorlamak, Müdeccenlerin çocuklarını kilise ve okullarda gerçek Hıristiyan olarak yetiştirmeye çalışmak, Hıristiyanlığa geçmeleri karşılığında bazı vergilerden muaf tutmak ve suçlu olanları affetmek (1558-1593), her türlü İslâmî ibadetin yapılıp yapılmadığının sıkı takibi gibi.. Buna rağmen kendileri açısından Morisko meselesini halledemeyen İspanyollar, baskıları sürekli artırmışlardır. Dolayısıyla, ara ara isyanların çıkması da kaçınılmaz olmuştur. 1568 Yılında Mağrib ve Ortadoğu’daki İslam devletlerinden yardım umarak yapılan büyük isyandan sonra, artık sayıları ve umutları iyice tükenen Müdeccenler 1609 yılında çıkarılan bir kraliyet kanunuyla ülkeden büyük oranda ve kesin olarak çıkarıldılar.
Sürgün veya göç ile Endülüs’ten ayrılmak zorunda kalan Müdeccenlerin büyük çoğunluğu Mağrib denilen ve XVI. yüzyılda Osmanlı ülkesi haline gelen Kuzey Afrika’ya geçmiş ve oralarda yerleşmiştir. Bir kısmı da Fransa ve İtalya üzerinden yine Osmanlı ülkesi olan Balkanlar ve İstanbul’a gelmişlerdir.
Her halükârda İspanya yöneticileri, Hıristiyanlığa boyun eğmek zorunda kalmış zayıf bir topluluk olmalarına rağmen, her türlü yolu kullanıp onların sevgisini kazanamayacaklarını bildikleri için Müdeccenlerden korkuyorlardı. Özellikle din adamları, Müdeccenlerin damarlarında halen İslam kanı dolaştığına inanıyor ve bu yüzden onların ülkeden toptan sürgün edilmeleri için krallara telkin ve baskı yapıyorlardı. Sonunda hepsi bir mecliste toplandılar ve bu işi nasıl çözeceklerini tartışmaya başladılar. Papazlardan bazıları, Müdeccenlerin toptan öldürülmesini, diğer bazıları onların toptan köleleştirilerek satılmasını önerirken, kral II. Filip’in vezirlerinden Dük De Lera, Müdeccenlerin gemilere yüklenerek denizin ortasına atılmalarını fikrini savundu.Tartışmalar böyle sürüp giderken II. Filip öldü (1598) ve yerine oğlu III. Filip geçti. Yeni kral, Müdeccenlerin düşmanı olan Dük De Lera ile rahiplerin etkisinde kalabilen zayıf iradeli bir kişiliğe sahipti. Dük, 1599 yılında bir kanun çıkarttı. Buna göre, Müslümanlar ya da Müdeccenler Arap sayılıyor ve Hıristiyan olmadıkları için 15-60 arası yaştakilerin mallarına el konularak idam edilmeleri veya köleleştirilerek gemilerde çalışmaya gönderilmeleri; altmışını aşmış erkek ve kadınların Mağrib’e sürülmeleri, çocukların ise dini okullarda alıkonulmaları öngörülüyordu.
1601 Yılında, Patrik Ribera krala bir öneri sundu. Önerisinde şu cümlelere yer veriyordu:
“Din, İspanya Krallığı’nın temel direğidir. Halbuki, Moriskolar (Müslümanlar / Müdeccenler) Hıristiyan dininin gereklerini ve bereketini kabul etmiyorlar. Domuz eti yemiyor, içki içmiyor ve Hıristiyanların yaptığı işlerin hiçbirisini yapmıyorlar. Bu kötü durum, onların her şeye rağmen babaları ve dedeleri gibi Müslüman kalmalarından kaynaklanmaktadır. Özetle, Moriskolar katledilmeyi hak etmiş kâfirlerdir. Artık onlara acımak için hiçbir sebep kalmamıştır. İspanya, onların varlığı yüzünden büyük tehlikelere maruz kalmakta, onların isyanlarıyla uğraşırken pek çok mal ve can kaybetmektedir. Bu durumda yapılması gereken iş, derhal papazlardan müteşekkil bir mahkeme kurulması, bu mahkemenin Moriskoların irtidadına (Hıristiyanlıktan çıkmış olduklarına) ve hıyanetine (vatan haini olduklarına) hükmetmesi ve açıkça onların mallarına el konularak ülke dışına sürgün edilmelerinin sağlanmasıdır”.
Papazların krala bu türden önerileri, boğazın karşı yakasına yerleşen Barbaroslar tarafından da duyulmaktaydı. Nitekim, Barbaros Hayreddin Paşa’ya atfedilen hatıralarda benzer ifadeleri içeren papaz önerileri, üslup farkıyla yer almaktadır. İşte onlardan birisi:
“Papazlar: ‘Devletlü kral (II. Filip), ömrün uzun olsun. Azizler senden razı olsun. Ölen kral (V. Karlos) bu gibi şeyleri asla bize sormazdı, biz de söylemeye korkardık. Barbaroşo’nun çoğu Hıristiyanlara gâlip gelmesinin sebebi, hep bu Endülüs tâifesinin dualarındandır. Çünkü, bunlar da diğerleri gibi, Müslümanız derler. Hem de öyledirler. Hıristiyanlara bir zarar olursa onlar sevinirler, biz Müslümanlara bir zarar göstersek bunlar üzülürler. Ellerinden gelse bizlerin kanlarını içerler.
İki zıt bir araya gelmez dendiği gibi, Âdem devrinden beri biz Muhammedîlere düşmanız. Bu düşmanlkık asla aramızdan kalkmaz, nerde kaldı ki aramızda yaşayalar! Bizim aramızda Mesîh kullarından başka kimse olmaya! Devletlü kral, bu Müslümanların bir âdetleri daha vardır ki, günde beş kez cemaat olup namaz kılarlar. Bu işleri ise bize çok dokunur… Elhâsıl, onların bizim vilâyetimizde durduğu büyük hatadır.
Hemen Endülüslülere tenbih edersin ki, herkim Hıristiyan dinine dönerse ne güzel, dönmeyenleri hep ateşe yakarım dersin. Senden evvelki ölen kral gibi bu işe ehemmiyet vermez de kendi hallerine bırakırsan, âyinlerimiz hep bozulur. Müslümanlar, Mesîh kullarını da kendilerine çevirirler. Nizam ve intizam kalmaz. Sonra, bana niçin söylemediniz demeyesiniz. Zira, bunları söylemek bize vâciptir.
Kral, bu mel’ûnların cehennemlik sözlerini duyunca, hemen o saatte emir çıardı ki, ne kadar kız ve erkek Endülüs çocuğu varsa ana ve babalarının yanında durmasınlar, hep kiliselere taksim olunup İncil öğretilsin. Büyüklere de söylensin ki, vay Hıristiyan dinine dönmeyenin başına! Kim Hıristiyan dinine dönmezse hepsini yakarız!
Endülüslülerin hepsi Gırnata dağında toplanmışlardı. Çünkü kâfirlerin ahvâlinden haberdar idiler. Silahlarını kuşanıp dağa çıkmışlardı. Kralın bu haberini getiren kâfirin burnunu kulağını kestiler ve dediler ki, lanet olsun sizin dininize ve suratınıza! Biz oğlumuzu uşağımızı vermeyiz. Kendimiz de İslam dini uğrunda birimiz kalmayıncaya kadar cenk ederiz. Ölenimiz şehit, öldürenimiz gâzîdir. Kralın olacak mel’ûna git böyle söyle, dediler..”
Patrik Ribera’nın yukarıda verdiğimiz önerisinde, Dük De Lera’nınki gibi kraliyet tarafından uygun bulunmadığı için uygulanmadı. Haddizâtında, “Moriskolar katledilmeyi hak etmiş kâfirlerdir” diyen papazlara kalsaydı dünyada Müslüman kalmaz, “kedinin kanadı olsaydı serçenin adı kalmazdı”.. Aradan beş-on yıl geçti. Bu arada Müdeccenlerin durumuyla ilgili tartışmalar sürüp gidiyordu. Nihayet, 1607 yılında Mağrib’te gelişen ve İspanya’ya sirayet eden olaylar, ezcümle, Mulay Zeydan’ın Müdeccenler ile irtibata geçip onları isyana teşvik ederek İspanya ile savaşmak istemesi üzerine, İspanya yönetimi 1608 ve 1609 yılında birer kez toplanarak Müdeccenlerin ülkeden tamamen çıkartılması hususunu tartıştı. Sonunda, 22 Eylül 1609 tarihinde asırlardır anılan o meşhur sürgün kanunu çıktı. Kanunda özetle vurgulanan şuydu: Müdeccenlere mallarını satarak İspanya’yı terk etmeleri için bir ay süre verilecek, Mağrib’e göç etmek isteyenlere güvenli deniz yolculuğu sağlanacak, herhangi bir Hıristiyan ülkeye göç etmek isteyenlere teşvikte bulunulacak, ülkeden göç etmek istemeyenlere ise malları müsadere edilerek idam cezası uygulanacaktır.
“Oynamasını bilmeyen gelin ‘yerim dar’ demiş, yerini genişletmişler ‘yenim dar’ demiş”. Tebeasını adalet ve hakkaniyetle idareye muvaffak olamayan İspanyol idareciler, işlerin çığırından çıktığına şahit oldukları her dönemde Müdeccenleri suçlu ve sorumlu saymayı neredeyse bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Oysa, zimmî hukukuna benzer şekilde yaptıkları anlaşmaya sadık kaldıkları dönemde Müslümanlardan yana bir problem çıktığı tespit edilmemiştir. Her dönemde ve çağda değişmeyen şeylerden biri, idarecilerin beceriksizlerinden kaynaklanan problemlerin sorumluluğunu masum halkın omuzuna yüklemeleri gerçeği olsa gerektir.
Kanunun çıktığı haberi Müdeccenler arasında şimşek hızıyla yayıldı. İdareciler, kanunu uygulamak amacıyla Müdeccenlerin ileri gelenlerini topladılar ve onlarla ayrıntılar üzerinde anlaştılar. Malı mülkü yok pahasına satılan binlerce Müdeccen, zorla hıristiyanlaştırılmış olsalar da, 1610 yılı bahar-yaz aylarında, yüzlerce gemiyle Mağrib’e nakledildiler. Müdeccenlerin naklinde devletin her çeşit gemisi kullanıldığı gibi, pek çok İtalyan-İspanyol ticaret gemisi de kiralanmıştı. Tüm kalyon ve kadırgalarıyla İspanyol savaş donanmasının seferber edilmesi gerekmiştir. Ancak, özel gemilerin kiralama usulü ve uygulanmasında bazı insanlık dışı olaylar da yaşanmıştır. Şöyle ki, bazı ticari gemi sahipleri, taşıdıkları her insan başına İspanya devletinden belli miktarda bir ücret alıyorlardı. İspanyol tarihçi Rodrigo de Zayas’dan öğrendiğimize göre bu İtalyan-İspanyol tüccarlar, kıyıda gemilerini Müdeccenler ile doldurup denize açılıyorlar, kıyıdan görülmeyecek bir mesafeye geldiklerinde ise bütün Müdeccenleri/Müslümanları denize döküyor ve gemiyi tekrar doldurup daha fazla para kazanabilmek için hızla geriye İspanya kıyısına dönüyorlardı. Yeniden binlerce Müdecceni gemilerine dolduruyor ve denize açılıp aynı vahşeti – katliamı yeniden yapıyorlardı.
İspanyollar, XVI. yüzyıl boyunca devletin hertürlü imkanını seferber ederek ve ayrıca Hıristiyan halkın da desteğiyle Müdeccenleri hıristiyanlaştırma çabası içinde olmuştur. Asrın sonlarına gelindiğinde ise, aslında içlerindeki islamî hisleri gizli tutmak zorunda kalan fakat görünürde Hıristiyan sayılan “zorla hıristiyanlaştırılmış” bir topluluk ortaya çıkmıştı. Kureyş ve Mudar kabilelerinin evlatları, artık zorbalıkla kiliselerde âyinlere götürülüyorlardı. İspanya yönetimi onların dinini, dilini ve medeni hayatlarını zorla kendilerininkine benzetmiş ve bu suretle Müdeccen topluluğu kendi Hıristiyan toplumu bünyesinde eritmeyi hesaplamıştı. Fakat, bu kadar baskı ve şiddet politikalarına rağmen, Müdeccenler Belensiye (Valencia), Mürsiye (Murcia) ve Gırnata gibi eski Endülüs şehirlerinde büyük ve önemli topluluklar olarak varlıklarını sürdürmekteydiler. Kastilyan diliyle konuşup yazıyor olsalar da edebi ve sosyal açıdan önemli bir güç sayılıyorlardı. Ayrıca, İspanya’nın milli üretimine olan katkıları da özellikle zenaat ve sanat dallarında büyük boyutlardaydı.
Büyük Sürgün kararının uygulanması esnasında İspanya Devletine karşı direnişler de olmuştur. Özellikle Belensiye’de Vâdîecvâr denen bölgede 5 bin kadar, Moila de Curtis’de ise 9 bin kadar Müdeccen, sürgüne direnmek amacıyla isyan ettiler. Ancak, devletin silahlı kuvvetleri derhal harekete geçti ve önce Vâdîecvâr’a saldırarak birkaç bin Müdecceni öldürdüler, kalanlarını da esir pazarlarında sattılar. Ardından Moila de Curtis isyancılarına karşı harekete geçen askerler, 1 yıl kadar bir sürede orada bulunan Müdeccenleri de ya öldürdüler ya da köleleştirdiler.
İspanya’da sürgün edilen Müdeccenlerin sayısı farklı rakamlarla ifade edilmektedir. Ancak, hakim görüşe göre bu sayı en fazla 600 bindir ki, bu dahî çok abartılıdır. Biraz ayrıntılı sonuç bulmaya çalıştığımız zaman Kettânî’nin elde etmiş olduğu iki farklı verinin ortalamasını almayı biz isabetli görüyoruz. Ona göre, büyük sürgün öncesi İspanya’da Müslümanların toplam nüfusu 600 ile 813 bin arasında (ortalaması 706 bin) idi ve sürgün sonrasında bu rakam 273 ile 476 bin arasına (ortalaması 374 bin) düşmüştür. Aradaki fark ise 337 bindir ki, bu sürgün edilenlerin sayısıdır. Demek ki, sürgünden sonra ve bugün dahi İspanya’da 300 ile 400 bin arası Müslüman asıllı Endülüslü Müdeccen varlığını korumuş ve sürdürmektedir. Ancak, belki günümüz İspanya’sında bunların pek çoğu bu gerçeğin ya da asıllarının farkında olmayabilirler. Hatırlatıldığında ise yılların külleri altından bazı kıvılcımların çakması kuvvetle muhtemeldir.
Peki, İspanyollar Müdeccenleri niçin İspanya’dan sürgün etmişlerdir? Bu sorunun cevabını tarihçi F. Braudel’den alalım:
“İspanya’nın çalışkan ve hızlı artan Morisko nüfusundan kendini mahrum bırakmasının iyi veya kötü olmasının önemi yoktur! Acaba bu işi neden yapmıştır? her şeyden önce, çünkü Moriskolar özümsenemez olarak kalmışlardır. İspanya bir ırk kiniyle değil de (bu mücadelede bu duygu hemen hemen hiç olmamışa benzemektedir), uygarlık ve din kiniyle davranmıştır. Ve kinin infilâki olan sürgün, güçsüzlüğünün itirafıdır. Bunun kanıtı, Moriskonun duruma göre bir, iki, üç yüzyıldan sonra hâlâ eskinin Müslümanı olarak kalmış olmasıdır: Din, dil, yüksek duvarlı evler, hamamlar.. her şeyini muhafaza etmiştir. Morisko, Batı uygarlığına ait her şeyi reddetmiştir ve kavganın esası budur. Kentlerdeki Moriskoların gâliplerin kıyafetlerini giderek kabul etmeleri olgusu, esasta herhangi bir değişiklik yapmamaktadır. Morisko, uzaktaki İran’a kadar aynı evler, benzer âdetler, aynı inançlarla yayılan muazzam bir dünyaya bütün kalbiyle bağlı olarak kalmıştır. Morisko karşıtı tüm sert eleştiriler, Toledo kardinalinin beyannâmesinde özetlenmektedir: ‘Bunlar, tıpkı Cezayir’dekiler gibi gerçek Müslümanlardır’ ve bu noktada kardinalin haksızlığı değil de, hoşgörüsüzlüğü eleştirilebilir.
Uzun XVI. yüzyıl boyunca İberya Yarımadası yeniden Avrupa olabilmek için Hıristiyanlığını militan hale getirmiştir. İberya, Afrika veya Doğu olmayı, bazı açılardan bugünkü sömürge olmaktan kurtulma süreçlerine benzeyen bir süreçle reddetmiştir. Coğrafî kaderine ve yüzyıllar boyu süren tarihsel evrimine uygun olarak Avrupa ile Afrika arasında bir köprü olarak kalabilirdi. Yapabilirdi. Fakat, Avrupa olmamak acaba İspanya’nın elinde miydi? Sonuçta Yarımadada Hıristiyan hakimiyetini tesis edenler, Pirenelerin ötesindekiler yani bütün Avrupa Hıristiyanları olmuştur (Bu ifade, “Endülüs’e karşı haçlı seferleri” tezini doğrular niteliktedir. L.Ş.).
Söz konusu olan hiç de nefret edilen bir ırkın yok edilmesi değildir, fakat İspanya’nın göbeğinde yok edilmesi mümkün olmayan bir İslâmî çekirdeği muhafaza etmek mümkün değile benzemektedir. Öyleyse? Ya bu çekirdek bütün uygarlık desteği yok edilerek tek bir darbede kopartılacaktır (yani insan malzemesi) ki, bu nihayette benimsenen çözümdür. Ya da, zorlama vaftizin sağlayamadığı özümleme her şeye rağmen elde edilecektir.. Mümkün çözümler içinden İspanya en kökten olanını seçmiştir: Sürgün, bitkiyi kendi toprağından kopartmak.
Acaba tüm Morisko nüfusu İspanya’dan silinmiş midir? Kuşkusuz hayır. Bir şey kesindir: Moriskoların koruduğu ve İspanya’nın yüzyıllar boyunca İslâmiyetten özümlediği tortulara dayanan Müslüman uygarlığı, 1609-1614 cerrahi müdahalesinden sonra bile İberya Yarımadasının karmaşık uygarlığı içindeki rolünü oynamanın dışında kalmamıştır. İberya toprağında kök salmış her şey yerinden atılamamıştır: Ne Endülüslülerin kara gözleri, ne binlerce Arapça yer adı, ne de yeni gâlipler haline gelen eski mağlupların kelime haznesine girmiş bulunan binlerce kelime. Bazıları buna ölü bir miras diyebilirler. Ancak, XVII. yüzyılın göbeğinde Fransız önceliği döneminde, Yarımadada canlı bir sanat, mermer çamuru, seramikler ve azulejos’larının tatlılığıyla gerçek bir mudejar sanatı hâlâ tutunmaktadır.
Fakat Morisko sorunu, daha büyük çaplı bir çatışmanın bir kesiminden ibarettir. Akdeniz’de büyük oyun, ebedi bir ‘Doğu Sorunu’ içinde Doğu ile Batı arasında oynanmıştır. Bu oyun, esas itibarıyla bir uygarlıklar çatışması olup, oyunun, sırasıyla birinin veya öbürünün öne geçmesine göre, başat kültürel akımlar daha zenginden daha fakire yönelik olmak üzere oluşmaktadırlar, yani Batıdan Doğuya veya Doğudan Batıya.”
“Endülüs Müslümanları, kilisenin istediği şekil ve ölçüde Hıristiyanlaşmadıkları dolayısıyla da Hıristiyanlaştırma siyaseti başarısızlıkla sonuçlandığı içindir ki, 1609-1614 seneleri arasında gerçekleşen sürgünle en az yarım milyon Müslüman, sırf başka bir inancın mensubu oldukları için, kendi öz yurtlarında yaşama haklarından mahrum bırakıldılar. Böylece, Müslümanların dokuz asırlık Endülüs serüveni de noktalanmış oldu.”
Yeniçağ başlarında belki de Avrupa’nın en güçlü ve en büyük devleti iken İspanya’nın Müdeccenlere karşı gerçekleştirdiği bu soykırım (etnicite), etkileri bugünlere kadar süren sonuçlar doğurmuştur. Pek çok çağdaş tarihçinin de ifade ettiği gibi, XVII. yüzyılda İspanya’nın her bakımdan çöküşündeki büyük etkenlerden birisi de, ülkenin sosyal, ekonomik ve ziraî hayatında etkili bir kesimini teşkil eden Yahudiler ile Müdeccenleri ülkeden çıkartmış olmasıdır.
İspanya’dan Endülüs Yahudileri ile Müslümanlarının kovulmalarının Avrupa’nın tamamı açısından bir sonucu da, sürgünden sonra âdeta uğraşacak iç düşman bulamayan Hıristiyanlar, kendi aralarında bir iç hesaplaşmaya girişmişler ve Avrupa uzun yıllar süren kanlı mezhep savaşlarına sahne olmuştur. Asırlar süren sefalet ve kanlı olaylar, Katolikliğin sorgulanmasını getirmiş, Reformist ve Protestan hareketler ivme kazanmıştır. Ayrıca, ekonomik alanda burjuva sınıfının oluşmasına katkı yapmış, düşünce alanında da sonraki asırlarda dinî anlayıştan milliyetçilik fikrine yönelişin temel etkenlerinden birisi olmuştur.
İspanya Engizisyon Mahkemesi kayıtları, bugüne kadar ulaşabilenleriyle bile, Katolik kralların çok kutsal İspanya’sının, hepsi de iyi birer İspanyol vatandaşı, fakat tek suçları Müslüman olmak olan yüzbinlerce erkek, kadın ve çocuğu nasıl “temizleyebilmiş” olduğunu anlamak için gerekli bütün anahtarlar belgeleri barındırmaktadır. Müdeccenlere karşı yapılan amansız baskılar bir bakıma soykırım makinasının motorunun çalıştırılmasıdır. 1989 Yılında Londra’da bir müzayedede satışa çıkarılan bu tür belgelerden bir topunu satın alıp kitaplaştıran İspanyol tarihçi Rodrigo de Zayas’ın ifadesine göre, “belgelerin her satırında tarihi paralellikler kendini gösteriyor: Bir yanda dar kafalılık ve sürgün, hemen yanında ise saf kan bulma ve soyunu sopunu araştırma soruşturma hastalığı. XX. Yüzyılımızda olup bitenlerin beş beteri o günlerde şekillenmiş”. Zayas şöyle devam etmektedir:
“Irkçılık insanlık kadar eskidir. İspanya’nın XVI. yüzyılda icat ettiği ise devlet ırkçılığıdır. Hedef, krallığın birleşmesi ve İspanyol Müslümanlığının kökünün kazınmasıdır. Bu hedefe varmak için iki vasıta kullanılmıştır: Birincisi, 2 Ocak 1492 yılında Gırnata’nın düşmesiyle tamamlanan askerî fetih; İkincisi, Müslümanların zorla asimilasyonu, daha sonra da topluca sürgün edilmeleri.. 1492 Yılında Gırnata Emîrliği’nde 600 bin ilâ 700 bin arası Müslüman yaşıyordu. Azınlık durumundaki Yahudi ve Hıristiyan cemaatleri bir yana bırakırsak halkın büyük ekseriyeti Müslümandı. Dramın ilk perdesi, aslında Gırnatalı 25 bin Yahudinin sürgün edilmesiyle açılmıştır. Onların oturduğu semt hak ile yeksan edildi ve yerine Hz. Meryem’e armağan edilen günümüzdeki katedral dikildi..
O dönemin Müslüman İspanyolları, Avrupa’da hiçbir zaman görülmemiş en parlak medeniyetin mirasçıları olduklarının bilincindeydiler. Kurtuba, geceleri aydınlatılan sokakları ve anestezi yoluyla ameliyatların yapıldığı hastaneleriyle bir milyon nüfuslu bir şehirdi. Hem de XII. yüzyılda! Bu halk, Hıristiyan dünyası tarafından asimile edilmeyi kesinlikle reddeder. Nedir bir Hıristiyan onların gözünde? Her şeyden evvel yıkanmayan biri. İşkence âletinin sembolü olarak Haç’ı kullanan ve kan dökmekten zevk alan bir vahşi savaşçı. İbadet sırasında bile şarap içen ve bu şarabın bir peygamberin kanı olduğunu iddia eden bir zavallı. Murdar yiyeceklerle beslenen bir arsız. Nihayet, sevgi konusunda vaazlar veren fakat insanları hapseden, mallarına el koyan, işkence eden ve öldüren bir yüzsüz. Hıristiyanlar açısından Müslüman ise, cahil ve hayvanî bir yaratıktır. Yerde yatan, kendini ten zevkine bırakmış hamamlarda yıkanan biri! Bol su içer, işkembesini sebze ve meyvelerle doldurur, domuz etini ise yemeyi reddeder..
Hakiki ırkçı bir politikanın halk tabanına dayanmasına ihtiyaç vardır. İspanya’da Müslüman aleyhtarı hoşgörüsüzlük, tabanını doğrudan doğruya kilisede bulur.. İspanyolların yaptığı sürgünün günümüzdeki adı, devasa bir “etnik arındırma” girişimidir. İspanya’nın her şehrinde, her kasabasında Müslümanlar birer birer tutuklanır, Cezayir’e gönderilmek üzere gemilere istiflenirler. Krallığın her bir yanından toplanan Müslümanlar, yaya olarak limanlara getirilirler. Çokları yollarda ölür açlıktan, susuzluktan ve bitkinlikten. Onları taşıtmak için Napoli’den, Ceneviz’den ve başka yerlerden kadırgalar getirtilir. Çok geçmeden askeri filolar yetersiz kalır. Bunun üzerine şahıslara ait gemiler kiralanır. Kaptanlar, Moriskleri taşımak için kelle başı ücret alırlar. Fakat, ispanyol limanlarından gözle görülmez olunca onları denize atmayı ve hemen dönüp yeni bir yükleme yapmayı daha kârlı bulurlar.. 1600 yılında İspanya Krallığı’nın nüfusu 8 milyondu. Moriskler bu nüfusun yaklaşık %10’unu oluşturuyordu. Bunların 600.000’i sürüldü ve Jaime’ye göre %75’i yolda öldü..
İspanya’da bir tür gizli sansür var. Olaylar, metinler az çok biliniyor fakat, bunların derin tahlili yapılmıyor. Teferruat olarak hiçbir zaman halka bu toplu sürgün sırasında yüzbinlerce ihtiyarın, çocuğun, hamile kadının acı çektiği ve öldüğü söylenmiyor. Tarih kitaplarımızda bunun adı bile geçmiyor. Tarihî sorumluluğumuzu kabullenmemizin tam zamanıdır. Tıpkı şuurlu Almanlar’ın kendi tarihî suç ve sorumluluklarını yüklenmeleri gibi. Özellikle günümüzde çingene azınlığa karşı siyasi ırkçılığın yeniden kabardığı şu sırada buna son derece ihtiyaç var. Hele hele Fransa’da olduğu gibi, günümüz İspanyasında da “yeni Mağribîler (Moriskler) istilası” adı verilerek Kuzey Afrikalı göçmenlere karşı beslenen gizli düşmanlığın ortaya çıkmaya başladığı bu günlerde..
Kral Juan Carlos’un Madrid Sinagogu’nda, Yahudi halkından özür dilediği gibi, ben Müslümanlarımızın da kendilerine karşı aynı jestin yapılmasını beklediklerini ifade ediyorum.”
Sonuçta gerçekleştirilenlere bakıldığında çok net olarak görülen o ki, İspanya Engizisyonu, toplumun asırlardır her çeşit sosyo-kültürel çeşitliliği hoş görmeye alışkın olmasından gelen hayat tarzını ortadan kaldırmak için kurulmuştur.
Endülüs Müslümanlarına uygulanan bu şiddet ve soykırımın günümüz dünyasında hemen hiç anılmaması oldukça manidardır. Bu büyük olayı hatırlayanlar ve katliam olduğunu tespit edip bütün dünyaya haykırmaya çalışanlar ise, sadece o mazlum ve maktul insanların tarihini yazarak onların halleriyle hemhal olan üçbeş tarihçidir. Mısırlı Muhammed Abdullah İnan (merhum) ile, doksanlı yıllarda Gıranada ve Kordoba’da Endülüslü Müslümanlara öncülük ederek onların teşkilatlanması, dünya ile bağlantı kurmaları ve dinlerini öğrenmelerinde yardımcı olan Muntasır Ali el-Kettânî (merhum) ve İspanyol tarihçi Rodrigo de Zayas bunların başta gelenleridir. Biz de, tarihî Endülüs toplumu içinde yaşar gibi onlarla beraber olduğumuz zamanlarda, onlara uygulanan katliamı dehşetle ve ağlayarak gözlemlemekteyiz.
M. Ali el-Kettânî’nin, “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri çerçevesinde Türkiye’ye gelişinde serdetmiş olduğu şu ifadeler oldukça çarpıcıdır:
“XVI.-XVII. yüzyıllarda Endülüs Müslümanlarına yapılan soykırım, onların torunları ve diğer Batı Akdeniz Müslümanlarının asla unutmadıkları tarihî bir suçtur. II. Dünya Savaşında Nazilerin ve yakın zamanda Çentik Sırpların Bosna’da işledikleri benzer cinayetler, zayıf hafızalı insanlığın aynı suçları işleyebileceğini göstermektedir. Üzücü bir husus da şu ki, Endülüs Milletine karşı soykırımı başlatan sözüm ona “Katolik krallar” olarak adlandırılan iki elebaşı Ferdinand ve İzabella, geçenlerde Vatikan tarafından azizlik mertebesine çıkartıldı. Halbuki, onların aforoz edilmeleri Vatikan’ın ahlâkî itibarına daha çok yakışırdı.”
Her şeye rağmen Mağrib İslam-Osmanlı yurduna ulaşabilen yüzbinlerce Müdeccen, atalarının topraklarında olmaktan memnuniyet duyarak teselli buluyorlardı. Eski tarihlerde Murâbıtlar’ın yaptığı gibi ülkeleri Endülüs’ü İspanyollardan geri alıp onlara teslim etmek gibi çok büyük bir yardım yapamasa da, onlar Osmanlılara da müteşekkirdiler. Bunu onların ileri gelenlerinden bazıları şöyle ifade ediyorlardı:
“Biz uzun zamandır Mağrib’e göç edebilmek için fırsat kolluyor fakat buna imkan bulamıyorduk. Şimdi bize atalarımızın İslam yurduna dönmek için fırsat verildiği halde neden sevinmeyelim ki? Burası atalarımızın toprağı, Türk Sultanı sultanımızın himayesi altında burada hür Müslümanlar olarak yaşayabiliriz, İspanya’da olduğu gibi köle olarak değil!”
Burada, Endülüs’ün düşüşü karşısında duygu ve düşüncelerini Ebu’l-Beka Sâlih b. Şerif’in Endülüs Mersiyesi diye adlandırılan şiirini Türkçe’ye çevirip yayınlarken ifade eden mütefekkirlerimizden Sezai Karakoç’a kulak vermeden geçmek uygun olmayacaktır..
“Miladın 15., Hicretin 8. yüzyılındayız. Haçlı Seferleri, Cengiz ordularının akını, Doğu Napolyonu Timur’un yürüyüşü, İslam ülkelerini kökünden sarsmış, harap etmiş, yaralamıştır. Rüyaların bile hülyasına cesaret edemeyeceği o canım, güzelim, o büyük medeniyet yakılıp yıkılmıştır. Ruh ve fikrin en canlı ve en doğurgan olduğu ilk vakitlerden de oldukça uzaklaşmış bulunuyoruz. Her yanda, bir kavgadan yeni çıkmış bir insanın durumu gibi sızlayan yaralar… Daha yeni yaralar sarılıyor, ülkeler onarılıyor. İslam Âlemi yeniden kuruluyor. Yeniden kuruluşun inşaat şartları. Ne yapılırsa yapılsın, ne olursa olsun ölüme yenilmeyen müslümanlar yer yer, küçük küçük de olsa devletlerini kuruyorlar, onarıyorlar. Bunların içinde yalnız bir tanesi vardır ki, en kısa zamanda, Timur’un öldürücü vuruşunu da tattığı halde, dünyanın en büyük devleti olmuş ve olma yolunda:
Osmanlı Devleti. Ama, o da henüz İslam dünyasının merkez çatısını kurmaya çalışıyor ve denizaşırı ülkelere büyük çapta ve sonucu değiştirecek ölçüde yardım etmek imkanından veya zamanından mahrum. Başta Sultan II. Bayezid, fetih hareketini sabitleştiriyor, toprağın derinliğine işliyor. Her taarruzla, her fetihle kazanılan, bir tedbirle, bir ihtiyatla korunur. Bu tedbir ve bu ihtiyat, yeni taarruz ve fetihlerin hazırlanış dönemidir de. Bayezid’in önemi küçümsenemez. Çünkü onunladır ki, Fatih ile gelen gitmemiş, kalmıştır. Ve onunladır ki, Yavuz ve Kanuni ile gelen gelebilmiştir. Bir de ortalıktaki sulh ve sükun ihtiyacı hesaba katılsın. Ve Cem’in talihsiz, büyük şartların kurbanı şehzadenin Devlet başına açtığı iş düşünülsün.
İşte, İslam’ın merkez alanı bu durumdayken, parlak islam medeniyetinin en seçkin dönemlerinden biri, en kanlı bir akşamın son levhalarından biri gibi, tarihte örneksiz bir facianın son günlerindedir. Eşya ve ruhun birbirine en yakın olduğu, birinin öbürünün diline en çok çevrilebildiği bir nüanslar, incelikler, zariflikler medeniyeti olan Endülüs’ün son dakikaları, hatta son saniyeleridir. Kanlı hıristiyan, kızıl inkâr, onmaz barbarlığın mahv ettiği Endülüs’ün… Kurtuba, Belensiye, Mursiye’den eser yok. İslam Endülüs’te kendi üstüne katlana katlana, kendi içine sığışa sığışa, kendi içine çekile çekile, kendine doğru çekile çekile Gırnata’dan ibaret kalmıştır. İşte, onun da kapıları, Korkunç Ferdinand’ın omuzları, ordusuyla zorlanmaktadır. Artık sağ, sol, ön, arka, dört yan düşmandır. Avrupa’da merhamet, Afrika’dan ümit yoktur.
Endülüs İslam (Emevi iktidarı, L.Ş.) Devleti yıkıldıktan sonra kalan beylikler, kendilerini bekleyen korkunç sonu hiç düşünmeksizin, küçük hesaplar, kıskançlıklar içinde birbirlerini yiyip bitirmişler, bundan faydalanan hıristiyan krallıklar her birini teker teker almış, eşsiz medeniyeti imha etmiş, sarayları, medreseleri, kütüphaneleri, evleri, yuvaları yıkmıştı. Kitapları ateşe vermiş, insanları ateşe vermişti. Koca Endülüs’ten geriye bir toz toprak bulutu içinde çığlık atan kadınlar ve çocuklar, kaçışan hayaletler ve çağın kulağında çınlayan, asırlarca çınlayan feryatlar uğultusu kalmıştı. Ve daha insanı acıdan boğan nice gerçekler, nice fâcialar…
Kalan son şehir Gırnata’nın hükümdarı bir elçiyle Sultan Bayezid’ten yardım istemişti. İstanbul’a gönderilen elçi ve heyetin Padişaha sunduğu Kaside de, işte, Endülüs’ün o trajik çağ şairlerinin en büyüklerinden Ebu’l-Beka Sâlih b. Şerif’in Endülüs Mersiyesi’dir. Fakat yukarıda söylenen sebepler ve o zaman deniz gücümüzün henüz yeteri kadar gelişmemiş olması yüzünden yeteri kadar yardım yapılamamış ve Gırnata da sırtlana taş çıkartan kan düşkünü Ferdinand ve isterik Izabel’in eline geçti. Artık onların işlediği cinayet, anlaşmalara aykırılık, yakıp yıkmayı düşünmek, bir tarih kitabında, en soğuk bir ışık altında okumak bile insanı küle çevirebilir. Ancak daha sonra ve Barbaros’un çalışmasıyladır ki, birçok müslümanı kurtararak Afrika’ya taşıyabilmişizdir.
İşte bu Kaside, o günlerin, bir medeniyetin mersiyesidir. Muhteşem bir medeniyet ki, son sayfasını bu üstün kaside teşkil etmektedir. Son yaprağı budur. O medeniyeti gözden geçiren bir insan, bu kasideyi de okur ve kitabı kapar. Böyle bir medeniyete lâyık anıt bir mezartaşıdır bu. Bu kaside, ateşle pişen bir çelik gibi yüce ve sağlam bu kaside, bu acı deneyleri geçirenlerin büründüğü tevekkül içinde zamanın ve tantananın, her türlü fâni saadetin geçiciliğini dile getiriyor ve Endülüs’ün başına gelenleri anlatarak iyi durumda bulunanları uyarıyor, çağırıyor. Endülüs örneğinde bir tarih felsefesi modeli gibi gelecekleri haber veriyor. Hatta denebilir ki, Endülüs’ün kurtarılma vaktinin geçtiğini görüyor da sadece bir ibret dersi veriyor. Hatta yalnız müslümanlara değil, bütün insanlara. Evet, bütün gelecekleri haber veriyor. Ne yazık ki, o gelecekler birkaç kere daha geldi.”
Osmanlılardan önce mezâlim ve sürgüne maruz kalmış Endülüslüleri ele aldığımız bu kitapta, Osmanlıların Anadolu’ya göçleri konusu da, karşılaştırmalı bilgi sahibi olmak bakımından önemlidir. Endülüs’ten 3-4 asır sonra bizler yani Türk Müslümanlar ve Osmanlı tebeası veya Osmanlılar, Osmanlı Devletinin çöküş yıllarında, Balkanlar’dan Yemen’e, Irak’tan Kafkasya’ya kadar dev bir coğrafyada büyük mezâlimlere maruz kalmış bulunmaktayız. Bu sebeple milyonlarca Osmanlı Türkü ve Müslüman tebeası, elde kalan son kale Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmış, bunların bir kısmı göç yollarında saldırı, hastalık ve açlıktan ölmüştür.
Aynı şekilde Filistin, Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Lübnan, Doğu Andolu ve son olarak da Irak’ta mezâlime maruz kalan yine Türkler gibi Müslüman milletler olmaktadır. Bunun tarihsel anlamı şu ki, çöken Osmanlı gibi bir devin altında ezilen milyonlarca insandan bahsetmekteyiz. Sanıyoruz ki, Endülüs gibi bu büyük tarihî olayı da tarih felsefesi anlayışımızla yorumladığımızda konu daha iyi anlaşılmış olacaktır. Yani, günümüz Müslümanları açısından tarihin akış kanunları nasıl işlemekte ve onları acaba ne yöne doğru götürmektedir? Bizim bu konudaki değerlendirmelerimizi, 2003 yılında İz Yayıncılık tarafından yayımlanmış bulunan Reconquista / Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri adlı eserimizin “Giriş” kısmında bulmak mümkündür.
Müdeccenler, şiddet politikalarına karşı direnirken bir yandan da Osmanlılar’dan yardım istemişlerdir. Ancak, Osmanlı Devleti çeşitli ve ileriki bahislerde serdedeceğimiz haklı nedenlerle Endülüs Müslümanlarına gerekli yardımı yapamamıştır. Osmanlılar’a bağlı denizcilerin İspanya kıyılarına saldırıları ve Müdeccenleri Mağrib kıyılarına taşımaları şeklinde gerçekleşen yardım faaliyeti, aynı zamanda Osmanlı ile İspanya arasında süren Akdeniz ve Kuzey Afrika hakimiyeti mücadelesinde de çok önemli bir yer teşkil etmiştir.
Sonuç olarak, “’üç kültürlü İspanya’ böylece alevler arasında Engizisyon dehşetinde son buldu”. “Endülüs Milletine reva görülen soykırımı ve bu milletin yüzyıllarca İslamî inanç ve kimliklerini korumak için verdikleri mücadeleyi”, Batı’nın karşı tarafındaki coğrafyada ya da İslam Ülkeleri denilen coğrafyada yaşayan herkesin iyi bilmesi, ondan ibret ve ders alması, geleceklerinin inşası açısından hayatî öneme sahiptir diye düşünüyoruz.
ENDÜLÜS’TE YÜZBİNLERCE MÜSLÜMAN KATLEDİLDİ
Prof.Dr. Rodrigo de Zayas
Zorla hıristiyanlaştırılmış Müslüman bir ailenin torunu olan İspanyol tarih profesörü Rodrigo de Zayas, İspanya’da Müslümanlara karşı yapılmış korkunç katliamın bilançosunu 500 yıl sonra belgeleriyle gözler önüne serdi.
İspanya Müslümanları ve Devlet Irkçılığı adıyla yayınladığı kitapta, 756 sayfa boyunca Endülüs’te yüzyıllar önce atılmış olan çığlıklar harfler, kelimeler ve satırlar halinde sayfalara dökülüyor.
Bir Kitabın Doğuşu
1989 yılında birgün Rogrigo de Zayas, bir Sotheby’s kataloğunu karıştırırken açık artırmaya çıkarılmış bir belge ilanı görünce koltuğundan fırlar. Müthiş bir şeydir bu! Belge hakkında kısaca şu not düşülmüştür: “XVI. Yüzyıl sonu ilâ XVII. Yüzyıl başlarında Valencia Krallığı’ndaki Moriskler, diğer adıyla Hıristiyanlaştırılmış Mağribliler meselesi ile ilgili 50 kadar Engizisyon raporu ile kraliyet mektuplarını ihtiva eden el yazması hacimli bir cilt”. Araştırmacı Lord Carnarvon, ünlü Mısır Fravunu Tutanhamon’un mezarını bulduğu zaman herhalde bundan daha fazla heyecanlanmamıştır.
R. de Zayas, garip bir adam. Solcu bir aristokrat. Asırlar evvel zorla hıristiyanlaştırılmış bir Arap ailesinden geliyor. Kendisi, Sevilla şehrindeki oldukça etkili bir tarikatın üyesi. Hem müzisyen, hem de müzkolog olan Zayas, tarih profesörü ve Rönesans uzmanı. Kendilerine Morisk adı verilen ve Endülüs’te yaşamış olan eski Müslümanların İspanya’da bile pek bilinmeyen çileleri onu son derece ilgilendiren ve kafasını her zaman kurcalayan bir konu. O yüzden, Sotheby’s tarafından satışa sunulan belgelere mutlaka göz atması gerekiyor.
Sevimli tarihçimiz o ana kadar biriktirdiği ne kadar parası pulu varsa hepsini alıyor yanına, ver elini Londra. Bu kıymetli hazineyi ele geçirmeye muvaffak oluyor ve 187 el yazması yaprağı birer birer irdelemeye başlıyor. R. de Zayas yanılmamıştır. Bu belgelerin tarihî önemi oldukça büyüktü. Katolik kralların çok kutsal İspanya’sının, hepsi de iyi birer İspanyol vatandaşı, fakat tek suçları Müslüman olmak olan yüzbinlerce erkek, kadın ve çocuğu nasıl “temizleyebilmiş” olduğunu anlamak için bütün anahtarlar işte bu belgelerde yatmaktadır. Morisklere karşı yapılan amansız baskılar bir bakıma soykırımmakinasının motorunun çalıştırılmasıdır. Belgelerin her satırında tarihi paralellikler kendini gösteriyor: Bir yanda dar kafalılık ve sürgün, hemen yanında ise saf kan bulma ve soyunu sopunu araştırma soruşturma hastalığı. XX. Yüzyılımızda olup bitenlerin beş beteri o günlerde şekillenmiş.
–Kitabınızı okuyunca insan, ırkçılığı XVI.yüzyıl İspanya’sının icadıymış gibi görüyor…
R. de Zayas –Hem evet hem hayır. Irkçılık insanlık kadar eskidir. İspanya’nın XVI.yüzyılda icat ettiği ise devlet ırkçılığıdır. Hedef, krallığın birleşmesi ve İspanyol Müslümanlığının kökünün kazınmasıdır. Bu hedefe varmak için iki vasıta kullanılmıştır: Birincisi, 2 Ocak 1492 yılında Gırnata’nın düşmesiyle tamamlanan askerî fetih; İkincisi, Müslümanların zorla asimilasyonu, daha sonra da topluca sürgün edilmeleri.
–1492 önemli olayların buluşma tarihidir. 1492’de Amerika keşfedildi ve İspanya Yahudileri sürgün edildi. Biraz daha az biliniyor ama aynı atrihte Emîr Abdullah es-Sagîr kaçtı ve Endülüs’ün son kalesi olan Gırnata’daki Nasrî Emîrliği tarihten silindi. Bundan sonra İslam’ın İspanya’da jeopolitik hiçbir dayanağı kalmadı. Müslümanlar katolik kralların egemenliğine ve insafına terk edildiler.
R. de Zayas –O Müslümanlar Mudejar haline gelirler. Mudejar (Müdeccen), Hıristiyan bir ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Müslüman demektir. Çok geçmeden Morisk diye adlandırılırlar. Morisk, zorla hıristiyanlaştırılmış Müslüman anlamına gelir. Derken, onlar Sevilla’da 2 Ocak 1481 yılında kurulmuş olan Engizisyon’un korkunç pençesinin altına düşerler.
–1492 Yılında Gırnata Emîrliği’nde ne kadar Müslüman yaşıyordu?
R. de Zayas –600 bin ilâ 700 bin arası. Azınlık durumundaki Yahudi ve Hıristiyan cemaatleri bir yana bırakırsak halkın büyük ekseriyeti Müslümandı.
Dramın ilk perdesi, aslında Gırnatalı 25 bin Yahudinin sürgün edilmesiyle açılmıştır. Onların oturduğu semt hak ile yeksan edildi ve yerine Hz. Meryem’e armağan edilen günümüzdeki katedral dikildi.
–Daha işin başında, Müslümanlar ile onların efendileri arasında düşmanlık kaçınılmazdı…
R. de Zayas –O dönemin Müslüman İspanyolları, Avrupa’da hiçbir zaman görülmemiş en parlak medeniyetin mirasçıları olduklarının bilincindeydiler. Kurtuba, geceleri aydınlatılan sokakları ve anestezi yoluyla ameliyatların yapıldığı hastaneleriyle bir milyon nüfuslu bir şehirdi. Hem de XII. yüzyılda! Bu halk, Hıristiyan dünyası tarafından asimile edilmeyi kesinlikle reddeder. Nedir bir Hıristiyan onların gözünde? Her şeyden evvel yıkanmayan biri. İşkence âletinin sembolü olarak Haç’ı kullanan ve kan dökmekten zevk alan bir vahşi savaşçı. İbadet sırasında bile şarap içen ve bu şarabın bir peygamberin kanı olduğunu iddia eden bir zavallı. Murdar yiyeceklerle beslenen bir arsız. Nihayet, sevgi konusunda vaazlar veren fakat insanları hapseden, mallarına el koyan, işkence eden ve öldüren bir yüzsüz.
–Ya Hıristiyanlara göre Müslümanlar?
R. de Zayas –Hıristiyanlar açısından Müslüman, cahil ve hayvanî bir yaratıktır. Yerde yatan, kendini ten zevkine bırakmış hamamlarda yıkanan biri! Bol su içer, işkembesini sebze ve meyvelerle doldurur, domuz etini ise yemeyi reddeder…
–Demek ki, devlet halktaki dinî peşin hükümleri kullanma yoluna gidecektir..
R. de Zayas –Hakiki ırkçı bir politikanın halk tabanına dayanmasına ihtiyaç vardır. İspanya’da Müslüman aleyhtarı hoşgörüsüzlük, tabanını doğrudan doğruya kilisede bulur. Kilise, vaazlar yoluyla hiç değilse haftada bir kere bütün İspanya halkıyla temasa geçmektedir. Oysa, yazılı söz yalnızca aydın seçkinlere ulaşmaktadır.
–Bununla beraber, kilise yekvücut değildir. Özellikle Gırnata Başpiskoposu zorla din değiştirtmeye karşı çıkar…
R. de Zayas –Çok doğru. Katolik kralların günah çıkaran papazı Hernando de Talavera iyi ve hoşgörülü bir adamdır. Heyhât! Çok geçmeden yerini Jimenez de Cisneros alır. Bu adam Gırnata’ya 1499 yılında gelir. Yaptığı ilk iş, 11000 Müslümanı katolikliğe döndürmektir. İşkence ve ölümle tehdit yoluyla ezip öğütme makinası çalışmaya başlamıştır artık.
–Charles Quint, 1525’te iki fermana imza koyar. Biri, Morisklerin sürgün kararıdır. Diğeri, herkesin vaftiz olarak iyi Hıristiyan olması buyruğudur. Görünüşte bu iki ferman birbiriyle çelişiyor…
R. de Zayas –Amaç, terör yoluyla bütün Müslümanları kesinkes hıristiyanlaştırıp meseleyi kapatmaktır. Bununla beraber, C. Quint’in çok büyük ölçüde paraya ihtiyacı vardır. İmparator seçilebilmek için oldukça fazla meblağlar harcamak zorunda kalmıştı. Sürgün fermanı yürürlüğe konmayacaktır. Çünkü, Moriskler 80 bin altın düka gibi son derece yüksek bir fidye öderler. Daha sonraları, tahtın paraya ihtiyacı olduğu her seferinde 1525 fermanı gündeme getirilmeye başlanır.
–Rüşvet verilerek yumuşatılan bir baskı bu tabi. Moriskler bağlı bulundukları üç iktidarı birbirleriyle rakabete sokarak hayatta kalmayı başarırlar. Bunlar, her üçü de aynı oranda altına susamış olan derebeyleri, Engizisyon ve kraldı…
R. de Zayas –o zamanki durum tezatlarla doludur. Sözgelimi, C. Quint’in annesi olan Çılgın Jeanne’nin nâibeliği sırasında Morisklerin her ne şekilde olursa olsun Hıristiyanlardan farklı görünmelerini yasaklayan bir ferman yayınlanır. Katalanca konuşacaklar, onlar gibi giyinecekler, pazarları çalışmayacaklar, vs… Fakat aynı zamanda onlar şapkalarına kumaştan mavi bir hilal takmak mecburiyetindedirler. Tabi bu ister istemez insana Nazi dönemindeki sarı yıldızı hatırlatıyor. Yani onlar hem halkla bütünleşme zorunda bırakılıyor, hem de böyle bir işareti taşımaya mahkum ediliyorlar. Gerçi bu sadece görünüşte mantıksız. Aslında Engizisyon’un bundan büyük çıkarı var. Çünkü, bir Moriskin Cuma günü çalışmadığı veya domuz eti yemediği görülür görülmez derhal ağır bir cezaya çarptırılmakta ve malları müsadere edilmektedir.
–1568 yılında Müslümanlar ayaklanırlar…
R. de Zayas –Pedro de Deza adlı bir Engizisyon sorumlusu eski Gırnata Emîrliği halkına karşı o kadar iğrenç davranışlara kalkıştı ki, sonunda insanlar dayanamayıp isyan ettiler. Kiliseleri yıktılar, papazları ve rahibeleri öldürdüler… İsyanın bastırılışı ise çok daha korkunç oldu. Her yerde TOPLU KIYIMLAR yapıldı. Bir Müslüman şehri veya köyü ele geçirildiğinde HALKI YA TOPLUCA KÖLE EDİLDİ -tabi işe yarar olanları-, veya HİÇBİR AYRIM GÖZETMEDEN HEPSİ KILIÇTAN GEÇİRİLDİ. 1571 yılında ayaklanma bütünüyle bastırıldı. Başı vurulmamış olan Moriskler Batı Endülüs, Kastilya, Estremadure ve Galice’ye varıncaya kadar dört bir yana dağıtıldılar.
–1609 yılında oralara onları toplamak üzere tekrar gidilecek ve Morisk lafının bile edilmesi mümkün olmayacak şekilde ONLARIN İMHASINA başlanacaktır. Modern zamanların ilk “nihai çözüm”üdür bu…
R. de Zayas –Bu konuda İspanya tarihi içinde özellikle uğursuz bir adamdan söz açmamız lazım. Bu adam,geleceğin Lerma Dükü Marki de Denia’dır. Kendisi Valencia Krallığı’nın vergi toplayan büyük derebeylerinden biridir. II. Philippe, Morisklerin kitle halinde sürgün edilmelerine karşı çıkar. Fakat, Marki de Denia geleceğin kralı olacak olan bu genç prensi kandırmayı başarır. II. Philippe’in 1598’de ölümünden sonra Denia Dükü krallığın en güçlü kişisi haline gelir. Has hazinesinde devlet hazinesinden daha fazla parası vardır. Kralı sultası altında tutar. Amcası da güçlü bir engizisyoncudur. Kısacası, her şeyi kontrol etmektedir. İşte Moriskleri sürgün ettiren bu adamdır. Gayesi mi? Para! SÜRGÜN DEMEK, MÜSLÜMANLARIN MALLARINA EL KOYMAK DEMEK.
–Günümüzde bunu adı, devasa bir “etnik arındırma” girişimidir. İspanya’nın her şehrinde, her kasabasında Müslümanlar birer birer tutuklanır, Cezayir’e gönderilmek üzere gemilere istiflenirler…
R. de Zayas –Krallığın her bir yanından toplanan Müslümanlar, yaya olarak limanlara getirilirler. Çokları yollarda ölür açlıktan, susuzluktan ve bitkinlikten. Onları taşıtmak için Napoli’den, Ceneviz’den ve başka yerlerden kadırgalar getirtilir. Çok geçmeden askeri filolar yetersiz kalır. Bunun üzerine şahıslara ait gemiler kiralanır. Kaptanlar, Moriskleri taşımak için kelle başı ücret alırlar. Fakat, İSPANYOL LİMANLARINDAN GÖZLE GÖRÜLMEZ OLUNCA ONLARI DENİZE ATMAYI VE HEMEN DÖNÜP YENİ BİR YÜKLEME YAPMAYI DAHA KÂRLI BULURLAR.
Pekçok ayaklanma teşebbüsü olmuşsa da bunlar çarçabuk bastırılmıştır. Valencia engizisyoncusu Jaime Bleda, bu sürgünü en ince ayrıntılarına kadar tasvir eder.
Şöyle bir düşünün: 1600 yılında İspanya Krallığı’nın nüfusu 8 milyondu. Moriskler bu nüfusun yaklaşık %10’unu oluşturuyordu. Bunların 600.000’i sürüldü ve Jaime’ye göre %75’i yolda öldü. Bir soykırımdan bahsetmek abartmak olur, çünkü onların köklerinin kazınması için alınmış bir devlet kararı yoktur. Ama
SONUÇTA YAPILANA BAKILINCA HEMEN HEMEN NAZİ SOYKIRIMINA BENZER BİR DURUM ORTAYA ÇIKMAKTADIR.
–Kullandığınız “devlet ırkçılığı” deyimi yerine oturuyor mu? Dinî baskı ve işkenceler gerçi devlet tarafından yürürlüğe konuluyor. Fakat, mesele Nazi soykırımında olduğu gibi modern anlamda bir ırk temeline dayanmıyor. Hem zaten Moriskler bir ırk oluşturmuyorlardı. Onlar sadece İslam’a geçmiş İspanyollardı…
R. de Zayas –Yüzyıllar ve yüzyıllardan beri İspanyol idiler. Unutmayınız ki, IX. YÜZYILDAN İTİBAREN İSPANYA’NIN (İberya Yarımadası’nın, L.Ş) BÜYÜK EKSERİYETİ MÜSLÜMANDIR. Öyleyse ben neden “devlet yobazlığı”ndan değil de “devlet ırkçılığı”ndan söz ediyorum? Arzettiğim dökümanlarda “Yahudi ırkı” kavramı kadar saçma bir kavram bulunuyor: “Morisk milleti”.. Ayrıca, “Hıristiyan milleti”, “İspanyol milleti” tabirleri de geçiyor o belgelerde. Kapalı fakat bu bağlam içinde apaçık bir anlam kazanan terim bu
Moriskler: Belli bir zaman dilimi içinde İspanya Müslüman ailesine katılmış bulunan kişilerin tümü anlamına gelmektedir.
İşte buradan hareketle, söz konusu kişilerin kanlarının saflığını ispatlamaları gerekiyor.
–La limpiaza de sangre…
R. de Zayas –Kordoba Katedralinin statüsü içinde gerçekten de ilk defa ortaya çıkan temel bir kavramdır bu. Kordoba Başpiskoposu, katedralde çalışan, din adamı sınıfından olsun olmasın, herkesin atalarının Yahudi veya Müslüman olmadıklarının ispatlanmasını ister. Papa III. Paul’den bu kuralı desteklemesi beklenir, o ise geri çevirir. Sadece İspanya devletinin bazı yüksek mevkileri için böyle bir şartı onaylar. Ama ardından gelen Papa IV.Paul bunu kabul edecektir.
Bu yüzden oldukça dindar pekçok Katolik, kanının saflığını ispatlayamadığı için önemli tarikatlara alınmayacak veya belli sıfatlara kavuşamayacaklardır. Ignace de Loyola’nın bir yoldaşının başına bile bu gelmiştir. La Limpieza de sangre kuralı, ancak XIX.yüzyılın ortasında kesinkes ortadan kaldırılmıştır.
–Şimdiye kadar anlattıklarınız konusunda 1992’nin İspanyolları ne biliyorlar?
R. de Zayas –İspanya’da bir tür gizli sansür var. Olaylar, metinler az çok biliniyor fakat, bunların derin tahlili yapılmıyor. Teferruat olarak HİÇBİR ZAMAN HALKA BU TOPLU SÜRGÜN SIRASINDA YÜZBİNLERCE İHTİYARIN, ÇOCUĞUN, HAMİLE KADININ ACI ÇEKTİĞİ VE ÖLDÜĞÜ SÖYLENMİYOR. TARİH KİTAPLARIMIZDA BUNUN ADI BİLE GEÇMİYOR. TARİHÎ SORUMLULUĞUMUZU KABULLENMEMİZİN TAM ZAMANIDIR. Tıpkı şuurlu Almanlar’ın kendi tarihî suç ve sorumluluklarını yüklenmeleri gibi. Özellikle günümüzde çingene azınlığa karşı siyasi ırkçılığın yeniden kabardığı şu sırada buna son derece ihtiyaç var. Hele hele Fransa’da olduğu gibi, günümüz İspanyasında da “yeni Mağribîler (Moriskler) istilası” adı verilerek Kuzey Afrikalı göçmenlere karşı beslenen gizli düşmanlığın ortaya çıkmaya başladığı bu günlerde.
–Kral Juan Carlos’un Madrid Sinagogu’nda, Yahudi halkına yaptığı gibi, Morisklere (eski İspanya Müslümanlarına) karşı da İspanya Devleti’nin özürlerini sunması gerektiğini düşünüyor musunuz?
R. de Zayas –Ben majestelerine nasihat verecek durumda değilim. Fakat müşahade ettim ki, onun 31 Mart 1992’de yaptığı jest bütün İspanya tarafından alkışlanmıştır. Ve ben Müslümanlarımızın da kendilerine karşı aynı jestin yapılmasını beklediklerini burada sadece ifade etmekle yetineceğim.
Prof.Dr. Rogrigo de ZAYAS, (Çev. Cemal Aydın), Endülüs’ten İspanya’ya, TDV, İst. 1996
————————————————————————
FERNAND BRAUDEL’İN DEĞERLENDİRMELERİ
İspanyollar, bizim Müdeccen dediğimiz, batılıların ise Morisko dedikleri Endülüs Müslümanlarını, bir asır süren bir zorla Hıristiyanlaştırma, baskı ve katliamdan sonra İspanya’dan niçin sürgün etmişlerdir? Bu sorunun cevabını tarihçi F. Braudel’den alalım:
“İspanya’nın çalışkan ve hızlı artan Morisko nüfusundan kendini mahrum bırakmasının iyi veya kötü olmasının önemi yoktur! Acaba bu işi neden yapmıştır? her şeyden önce, çünkü Moriskolar özümsenemez olarak kalmışlardır. İspanya bir ırk kiniyle değil de (bu mücadelede bu duygu hemen hemen hiç olmamışa benzemektedir), uygarlık ve din kiniyle davranmıştır. Ve kinin infilâki olan sürgün, güçsüzlüğünün itirafıdır. Bunun kanıtı, Moriskonun duruma göre bir, iki, üç yüzyıldan sonra hâlâ eskinin Müslümanı olarak kalmış olmasıdır: Din, dil, yüksek duvarlı evler, hamamlar.. her şeyini muhafaza etmiştir. Morisko, Batı uygarlığına ait her şeyi reddetmiştir ve kavganın esası budur. Kentlerdeki Moriskoların gâliplerin kıyafetlerini giderek kabul etmeleri olgusu, esasta herhangi bir değişiklik yapmamaktadır. Morisko, uzaktaki İran’a kadar aynı evler, benzer âdetler, aynı inançlarla yayılan muazzam bir dünyaya bütün kalbiyle bağlı olarak kalmıştır. Morisko karşıtı tüm sert eleştiriler, Toledo kardinalinin beyannâmesinde özetlenmektedir: ‘Bunlar, tıpkı Cezayir’dekiler gibi gerçek Müslümanlardır’ ve bu noktada kardinalin haksızlığı değil de, hoşgörüsüzlüğü eleştirilebilir.
Söz konusu olan hiç de nefret edilen bir ırkın yok edilmesi değildir, fakat İspanya’nın göbeğinde yok edilmesi mümkün olmayan bir İslâmî çekirdeği muhafaza etmek mümkün değile benzemektedir. Öyleyse? Ya bu çekirdek bütün uygarlık desteği yok edilerek tek bir darbede kopartılacaktır (yani insan malzemesi) ki, bu nihayette benimsenen çözümdür. Ya da, zorlama vaftizin sağlayamadığı özümleme her şeye rağmen elde edilecektir.. Mümkün çözümler içinden İspanya en kökten olanını seçmiştir: Sürgün, bitkiyi kendi toprağından kopartmak.
Acaba tüm Morisko nüfusu İspanya’dan silinmiş midir? Kuşkusuz hayır. Bir şey kesindir: Moriskoların koruduğu ve İspanya’nın yüzyıllar boyunca İslâmiyetten özümlediği tortulara dayanan Müslüman uygarlığı, 1609-1614 cerrahi müdahalesinden sonra bile İberya Yarımadasının karmaşık uygarlığı içindeki rolünü oynamanın dışında kalmamıştır. İberya toprağında kök salmış her şey yerinden atılamamıştır: Ne Endülüslülerin kara gözleri, ne binlerce Arapça yer adı, ne de yeni gâlipler haline gelen eski mağlupların kelime haznesine girmiş bulunan binlerce kelime. Bazıları buna ölü bir miras diyebilirler. Ancak, XVII. yüzyılın göbeğinde Fransız önceliği döneminde, Yarımadada canlı bir sanat, mermer çamuru, seramikler ve azulejos’larının tatlılığıyla gerçek bir mudejar sanatı hâlâ tutunmaktadır.
Fakat Morisko sorunu, daha büyük çaplı bir çatışmanın bir kesiminden ibarettir. Akdeniz’de büyük oyun, ebedi bir ‘Doğu Sorunu’ içinde Doğu ile Batı arasında oynanmıştır. Bu oyun, esas itibarıyla bir uygarlıklar çatışması olup, oyunun, sırasıyla birinin veya öbürünün öne geçmesine göre, başat kültürel akımlar daha zenginden daha fakire yönelik olmak üzere oluşmaktadırlar, yani Batıdan Doğuya veya Doğudan Batıya.” (Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, çev. M. Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara 1994, C. II, sh. 168-171)