Home » Tarih » Endülüs » Endülüs’ün Düşüşü ya da Reconquista’nın Başarı Sebepleri

Endülüs’ün Düşüşü ya da Reconquista’nın Başarı Sebepleri

İslam fethinin ilk yıllarında başlayan İspanya Hıristiyanlarının direnişi, uzun yıllar boyunca bilinçli bir şekilde ısrar ve sabırla sürdürülmüştür. Bu direniş, yerleşen İslam hâkimiyetinin zamanla kalıcı bir karakter kazanmasına rağmen yok olmamış bilakis, Hıristiyanların Endülüs’ü geri alma yani Reconquista hareketine dönüşmüş ve Endülüslü Müslümanların hazırladıkları fırsat ortamlarında Reconquista başarıya ulaşmıştır.

tarc4b1k-bin-ziyad

İberya Hıristiyan toplumunun Endülüs Müslümanlarına karşı gerçekleştirmiş olduğu bu hareketin başarısı altında yatan çeşitli etkenler bulunmaktadır. Bunları basitten daha önemliye doğru sıralayarak üç başlıkta özetledik: 1. Fizikî şartlar, 2. Hıristiyanların dinî, siyasî, toplumsal, askerî durum ve motivasyonu, 3. İç kargaşa sebebiyle Müslümanların zaaf yaratan tavır ve durumları. İlk maddeden başlayarak ayrıntılara bakalım.

Himyerî ve İdrisî gibi İslam coğrafyacı-tarihçilerinin verdikleri bilgilere baktığımızda, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında yapılan savaşların kaderini belirleyen etkenlerin, tarafların hazırlık ve güçleri yanında İberya Yarımadası’nın fiziki-coğrafî şartlarında da aranması gerektiği sonucuna varırız. Dağlar, platolar, nehirler, ovalar ve insan aktivitesini – iletişimini sağlayan yollar ile kaleler ve şehirler, savaşlara büyük etkisi olan tabiat unsurlarıdır. Reconquista’nın cereyân ettiği asırlar boyunca, Endülüs’ü baştan başa her yandan bir ağ gibi saran kara, deniz ve nehir yollarının sağladığı ulaşım kolaylığı, diğer fiziki şartlar içerisinde en dikkate değer olanıdır. Yolların önemli bir kısmını ve bağlantı noktalarını elinde bulunduran taraf, bunu siyasi-askeri ve ticari hakimiyeti yolunda değerlendirme avantajına sahip oluyordu.

İberya Yarımadası’nın yol sistemi, Roma döneminde oluşmuş ve daha sonra iki ana istikâmette dallanarak şekillenmiş bir yapıdan ibaretti. Bu ana istikâmetlerin hareket merkezlerinden birisi, Hıristiyan hacıların uğrak yeri olan Şente Yâkub, diğeri ise, Müslümanların siyâset-medeniyet merkezi olan Kurtuba idi. Yol sistemi, bir devletin iletişim-ulaşım sisteminin de esasıdır. İletişim konusunda Doğu İslam dünyasında ve Endülüs’te görülen dikkat çekici devamlılığın benzeri sadece İspanya Hıristiyan devletlerinde değil, bütün Avrupa ülkelerinde yoktu. Roma’dan sonra okumasız yazmasız bir medeniyet getiren Cermen istilası haberleşme geleneğini de ortadan kaldırmış, devlet kavramından yoksun barbar krallıkları V. yüzyıldan IX. yüzyıla kadar devlet posta servisinden habersiz olmuşlardı. Charlemagne’ın IX., I. Othon’un X. yüzyılda kurdukları imparatorluklar bile bunu başaramamışlardı. Söz konusu durum doğrudan toplumun örgütlenme biçimiyle ilgiliydi.

Batı Avrupa’nın büyük bölümünde, bilhassa İspanya’da Roma’dan miras kalan yollar bulunmaktaydı. Fakat, bu yollar onarılamamıştı. Bu yüzden, yolcular mümkün olan her yerde su yolunu tercih etmekte, sıklıkla büyük nehirleri kullanmaktaydılar. Fakat, esas tercih denizlerdi. Tüccarlar mallarını katır kervanlarıyla veya su yoluyla taşımaktaydılar. İletişimin ancak doğrudan ilişkiler çerçevesinde sağlanabildiği Hıristiyan dünyasında gezginci şâirler, din adamları, panayırlar ve tek tük görülen haber mektupları dış dünya ile ilgili sınırlı haber ihtiyacını karşılayan unsurlardı.

Hıristiyan dünyanın bu durumuna karşın, İslam dünyası daha gelişmiş iletişim imkanlarına sahipti. Kayrevan’dan Atlantik Okyanusu sahilindeki Sûsü’l-Ednâ’ya kadar 2150 millik yol, Endülüs ile Doğu arasındaki trafiğin ana karayoluydu.

Roma dünyasıyla ilgili “bütün yollar Roma’ya çıkar” söylemine karşılık, tarihî şartların çağrıştırdığı benzeşim sonucu İberya tarihi coğrafyası için de söylenebilecek veciz ifade, bütün yollar Tuleytula ve Kurtuba’ya çıkar olabilir. Ancak, bu yollardan dost ya da düşman herkes geçebileceği için onların korunması önem arz etmekteydi. Mesela, yağışlı havalarda korumasız fakat, aşılamaz hale gelen yolların çamur sorununu I. Alfonso 1126 tarihinde fark etmiş ve III. Fernando ise, 1236 tarihinde gerçekleştirdiği Kurtuba kuşatmasına giderken izsiz, yerleşimsiz alandan yol bularak yağış engelini aşmayı başarmıştı. Bu bilgiden, o yıllarda kuzeyden gelen Kurtuba yolunun bağımsız olduğunu anlıyoruz. Belki de İslâmî dönemde bu yolun, birgün Hıristiyanların eline düşebilir ihtimaline karşı bilinçli olarak böyle bırakılmış olduğunu düşünebiliriz. Her iklim şartında yakın kale muhâfızlarınca iyi korunan Batalyevs, Mâride, Medellin ve Kal’atü Rebah’ta Vâdîâne (Guadiana) geçitleri; Tütayle, Sarakusta ve Turtûşe bölgelerindeki İbru nehri geçitleri ile Tâcu nehri üzerinde bulunan el-Kantara (Alcantara), Talebîre, Tuleytula, Fentidûnya (Fuentiduena) ve Ûrîc (feribot benzeri) mevkilerinde bulunan köprüler, nehirlere karşı yolların aşılmasına yaradığı gibi, saldırı harekâtlarında taraflara savunma veya taktik avantaj noktası da teşkîl etmekteydi.

Yarımadayı saran bu yollar ve köprüler, Hıristiyan devletlerin Reconquista hareketinin belkemiğini teşkîl eder nitelikteydi. Ticaret, savunma ve savaş gibi hayatî konuları, bu tür fizikî vasıtalar sayesinde toplumsal gerçekliğe dönüşebiliyordu. Nitekim Portekiz Krallığı, Roma’nın Braga adlî bölgesinin mirasçısı olarak, bölge yöneticilerinin işgal ve yağma amaçlı seferleri için kullandıkları Braga-Üşbûne yolu aşağısındaki bölgede gelişerek olgunlaşmıştır. Aynı şeyi, Aşturga bölgesinden başlayarak Semmûre, Şelemenka, Kâsareş ve Mâride yoluyla İşbiliye’ye ulaşan Gümüş Yol hattı boyunca gelişen Leon krallığı; ya da Tarrakûne bölgesinin bir parçası olarak meydana çıkan ve Augusta yolu boyunca yayılarak gelişen Katalonya-Barselona krallığı için de söylemek yerinde bir tespit olacaktır. Eski Kastilya, güneye götüren büyük yola sâhip değildi. Onun anayolu doğu-batı istikâmetinde geliştiği için Sarakusta ve Liyûn’a karşı ilgisi gelişmişti. Ancak, Kastilya ne zaman ki Tuleytula’yı ele geçirdi (478/1085), işte o zaman Güney Endülüs’e yani, Kurtuba ve İşbiliye’ye doğru yolu pürüzsüz şekilde açılmıştı. Zâten, Reconquista’nın hızlanması da bu zamana tekâbül etmektedir.

Fizikî şartların önemli unsurlarından olan kalelere gelince, bunlar esas olarak şehirlerde ikâmet eden ve asıl amacı düşmana âit yerleşim yerlerini ele geçirmek olan, ayrıca yeri geldiğinde yağmacılıktan da hoşlanan savaşçıların etkili müdâfaa merkezleriydi. Bu sebeple, şehir duvarları Âbile’de olduğu gibi yüksek (13 m) veya Kûriye’de olduğu gibi kalın (8 m) olmalıydı. Endülüs kaleleri klasik Ortaçağ, Roma, hatta Tarrakûne gibi Roma öncesi dönemi işçiliğini, Tuleytula’daki Tâcu vâdisi benzeri doğal nitelikleri, ya da Şekûbiye’deki Roma su kemeri gibi erken dönem yapı özelliklerini yansıtırlar. Uklîş’te olduğu gibi pekçok şehrin, savunmacıların son çare olarak geri çekilip sığındıkları bir iç kalesi vardır. İç kale ve dış kalenin de dışında nüfusu sürekli artan yerleşim yerleri, çağın savunma anlayışıyla tezat teşkîl eder tarzda gelişme gösterirdi. Nitekim, şehrin bu banliyösü düşmanın saldırısına ilk hedef olduğu için genellikle savaşın ıstırabını ağır şekilde çeken taraf olurdu. Endülüs şehirlerinin çoğu, direkt bir saldırıya veya kısa bir kuşatmaya karşı mukâvemet edebilirdi. Ancak, bütün modern çağ öncesi dünya kalelerinde olduğu gibi, açlıktan ölmenin eşiğine getirecek tarzda şiddetli ve uzun kuşatmalar sonunda teslimiyet kaçınılmaz olurdu.

İspanya’da Müslümanların fethettikleri yerleri İslamlaştırma politikası kadar, Reconquista hareketi sonucu alınan Endülüs şehirlerinin tekrar Hıristiyan halk ile iskânı ya da hıristiyanlaştırılma politikası ve bu topraklarda kalan Müdeccen Müslümanların ve Yahudilerin durumları da Reconquista sürecinde araştırılması gereken önemli mevzulardandır. Çünkü, kendi topraklarında yaşayan Müslümanlar ile Yahudilerin sadâkatsizlik ihtimaline karşı Hıristiyan devletlerin onları zorla tehcîre tâbi tuttukları ve yerlerine Hıristiyan göçmenleri yerleştirdiklerine dâir tarihî kayıtlar az değildir.

1085 yılından 1139 yılına kadar Orta Endülüs’teki Duvîru nehri (Rio Duero) ile Remle vâdisi (Guadarramas) arasındaki Endülüs toprakları İspanyalıların eline geçtiğinde, buralar kuzeyli Hıristiyan halkın yeniden yerleşimi için iskân alanları hâline getirildi. Çünkü, bu bölge Müslümanların saldırılarından korunmuştu. Kuzeyden getirilen Kastilyalı (Castellano), Aragonlu (Aragoneso) ve Navarlı (Navarreso) Hıristiyan halk Şelemenka, Şekûbiye ve Âbile’ye iskân edildiler. Buralarda oluşan yeni yerleşim yerlerinin isimleri de bu olaya şâhitlik etmekteydi. Çünkü, yeni köylerin isimleri gelenlerin menşelerini yansıtır nitelikte “Aragona”, “Mozarves” ve “Narrillos” şeklindeydi.

Müslümanlar ile İspanya Hıristiyan devletleri arasında devam eden savaşlar, Müslüman ülkenin ekonomik ve toplumsal düzenini bozmuş, artık iyi bir hayat için krallık toprakları daha câzip hale gelmişti. Müsta’rib halkların kuzeye göç etmesi için bu sebep, akla daha yatkın görünmektedir. VI. Alfonso’nun fermanları Oreja (1139), Almoguera (1145), Kal’atü Rebah (1147), Dos Barrios (1154) ve Zorita’nın (1156) da aralarında bulunduğu pek çok yerde onun yeni yerleşim birimleri kurduğunu ve geliştirdiğini göstermektedir. Oreja’da bir yerleşim birimi kurulmasıyla ilgili fermanından VI. Alfonso’nun bu konudaki siyâseti ortaya çıkmaktadır. Bu siyâsetin esası, bölgeyi Müslümanlara tekrar kaptırmamak için yeni imtiyazlarla Hıristiyan halkın bölgedeki nüfusunu yoğunlaştırmak ve böylelikle Reconquista’yı kalıcı kılmaktı.

Tuleytula merkezli dinî teşkîlât, Papalığın da desteğiyle büyük güç kazandı ve dinî liderler, özellikle Müslümanlar ile olan sınır bölgelerinde ellerindeki büyük imkanları Müslümanlara karşı savaşmakta ve bölgelerinde toplumsal ve dinî gelişmeler kaydetmekte kullandılar. Fuero’lar, yurttaşlıkla ilgili organizasyonun ve özellikle çağın gereği olarak askerlik konusunun ayrıntılarını da düzenliyordu. Reconquista hareketiyle Müslümanlardan alınan Endülüs topraklarında Hıristiyan halkın çoğunluğu oluşturması, krallar için askerî ve lojistik desteğin artması anlamına geliyordu.

İspanya Hıristiyanları, içinde bulundukları ilkel hayat tarzına karşın, savaşçılık konusunda rakipleri Müslümanlardan pek fazla geri değillerdi ve hatta bazen ileri de geçebilmekteydiler. Hıristiyan İspanya devletlerinin askerî güç ve teşkilâtları, Reconquista’nın ilk döneminde daha basit ve asker sayısı sonraki dönemlere nispetle daha az olduğu için olsa gerek, Endülüslülerin parçalanmış ve zayıf durumda olmalarına rağmen, dış destek almaksızın Tuleytula’nın işgali gibi büyük Reconquista hareketine kalkışamıyorlardı. Ancak, Reconquista’nın ikinci dönemi ortalarından itibaren askerî güçleri halkın nüfusuna paralel olarak artış göstermeye başladı. İşte o zamanlardan itibaren Hıristiyanlar Endülüs’e karşı büyük askerî harekâtlara girişebildiler, hatta bunları sıklaştırmaya başladılar. Bu ise, Endülüs’ün sonunu getiren unsurların önemlileri arasında yer almaktadır. Ayrıca, İspanyalılar 718 yılından beri on yıllar boyunca devlet gücü bakımından gelişirken, Müslümanlarla ve kendi aralarında sürekli askerî çatışma içerisinde bulunageldiler. Yenile yenile yenmeyi öğrendiler ve savaş sanatında neredeyse Müslümanları geride bırakacak şekilde ilerleme kaydettiler. Bunun en açık delili, Muvahhidler döneminde Endülüs’te yapılan savaşlardır. Şehirleşmenin Mağrib’e nispetle çok daha yoğun olduğu Endülüs topraklarında, meydan savaşından çok kale savaşlarına alışkın hale gelen Hıristiyanların bu özelliğine karşın Muvahhidler, Mağrib’te daha çok meydan savaşlarına hazırlıklı ve bu konuda tecrübeliydiler. Tarafların bu özelliklerinin de etkisiyle olmalı ki Vebze, Bâce ve Şenterîn savaşlarında Muvahhidler başarılı olamadılar. Çünkü, bunlar birer kale savaşlarıydı ve İspanyalılar kale savaşı tekniklerini Muvahhidler’den daha iyi biliyorlardı.

Avrupalılarda savaşın en iyi motivasyon aracı dinî duyguları okşamaksa, bugünden geriye doğru olayların sonuçlarına baktığımızda görüyoruz ki gerçek amacı ganîmet elde etmek yani, servet ve saltanattı. Köleler, altın, gümüş, değerli taşlar, elbiseler ve hayvanlar, savaşan sınıflar için hayvancılık veya çiftçilikten daha câzip gelir kaynağını teşkîl ediyordu. Aslında, merkezî İspanya’da temel gelir kaynağı hayvancılıktı. Hıristiyan şehirlerinde, yarım düzine çoban tarafından koca bir şehir halkının hayvanları bakılabiliyor, çobanlar bu işe bakarken Hıristiyan askerler Endülüs’ü tahrip ve işgal etme imkanı buluyorlardı. Bir Müslüman saldırısı ânında hayvanlar koruma altına alınabiliyor, ancak kale dışındaki arazîde kalan mahsûlün korunması mümkün olmuyordu. Bu sebeple, özellikle koyunculuk temel geçim kaynağını teşkîl ediyordu. VII./XIII. yüzyılın sonlarına kadar, sığır ve koyun sürüleri yılda iki kez Duvîru vâdîsinde yazlık meralarda gezdiriliyordu. Bölgenin kışlık meraları ise, Vâdîâne nehrine kadar olan yerlerdi. Bu bilgi ışığında, Reconquista ideali ve hareketinin temelinde Hıristiyanların Endülüs topraklarında kendi hayvan sürüleri için yeni otlaklar elde etme arzularının olduğu da iddia edilmektedir.
VI./XII. Yüzyıl İspanyası kral fermanlarında asıl konuyu, Hıristiyan kasaba ve köylerinden ganîmet toplayan Müslüman akıncılara karşı savunma tedbirleri oluşturuyordu. Hıristiyan halkın askerî güçlerden tek isteği, toprakları savunmaları, mallarının yağmalanmasına engel olmaları ve vergilerin makul düzeyde tutulmasıydı. Fakat, Hıristiyan askerlerinin savaşlara motive edilmesinde sadece bu tür istekler etkili olamıyordu. Genelde, bütün savaşlarda komutan statüsünde öncü görevler üstlenen Hıristiyan din adamlarının gayretleri sonucu, “Hıristiyanlığın korunması” veya “Kilise’nin Haç düşmanlarına / kâfirlere karşı korunması” gibi dinî duyguların askerlere sürekli aşılanmasıyla Müslümanlara karşı Reconquista savaşlarının gerçekleştiği de bilinen bir husustur.

Müslümanlara karşı yoğun savaş arzusu, özellikle VI./XII. yüzyıl İspanya’sında yaygınlaşmıştı. Bunu besleyen bir önemli faktör de, Orta Doğu Türk ve İslam dünyasına karşı yapılan Haçlı Seferleri idi. Zamanın Hıristiyan metinlerinde, kutsal toprakların tasvirleri (Fazienda de Ultramar) önemli bir yer tutuyordu. Najera Piskoposu, Pelayo ve Silenso vakâyinâmelerinde Reconquista yani, Endülüs’e karşı savaş fikri yoğun olarak işleniyordu. III. Alfonso, Vizigotlar’ın mirasçısı olarak hânedânının İspanya’yı yeniden fethedebileceğini düşünüyordu. Diğer Hıristiyan İspanya devletlerinin ortaya çıkıp güçlenmelerinden sonra bile, bir süre daha III. Alfonso’nun Leon krallığı Reconquista hususunda öncülüğünü muhâfaza etti. Ancak Kastilya, Aragon ve Portekiz devletlerinin büyümesiyle birlikte, aralarında Müslümanlara karşı ittifaklar kurarak Reconquista idealini hep birlikte sâhiplendiler ve İspanya adı verilen bir birliğe bağlılık bilincini geliştirdiler.

Haddizâtında, Müslümanlara karşı savaşmak Hıristiyan İspanya toplumu için anlaşılır bir tavırdı. Ancak, kendi aralarında bunu özel bir meşrûiyet ve haklılık temeline oturtmak icap ediyordu. İspanyalıların kendi aralarındaki çatışma ve savaşların gerekçelerini halka açıklama geleneği oluşmuşken, Müslümanlara karşı böyle bir gerekçe bulma ihtiyacı hissedilmemişti. Sid gibi İspanyol kumandanları veya normal şövalyeler, Müslümanlara karşı bir harekete girişmeden evvel “Tanrı’nın ve Kutsal Meryem Ana’nın yardımıyla savaşı kazanacağım” derlerdi. Bu onların dindar olduklarını gösterir, fakat din adına savaştıklarını göstermezdi. Zira, profesyonel bir askerin hayatı böyle şekillenmiştir yani, bu söylem hayat biçimlerinin gereğidir. Bunun benzeri bir durum da Müslümanlarda vardır. Dinî duyguların okşanmasıyla askerler savaşa (cihâd) teşvik edilirler. Fakat, aslında savaş her zaman din adına gerçekleşmez. Gerçekte, hanedân hâkimiyetinin korunması ya da hanedân üyeleri şahsında bir milletin varlığını koruyabilmesi amacıyla yapılır. Din ve dinî duygular, amaç değil sadece askerlerin savaşa motive edilmesinde bir araç olarak kullanılmaktadır.

Papalık tarafından İspanya’da Müslümanlara karşı Haçlı savaşına itilen Hıristiyanlar, kendilerine vaat edilen Endülüjans yani, günahlarının affedileceği konusunda endişeli olmalarına rağmen, Reconquista hareketini kutsal bir savaş olarak kabul ediyorlardı. Ölmüş Azizlerin semâvî koruyuculuğuna sâhip olduklarını göstermek için, Hıristiyan krallar sefere çıkmadan evvel bir aziz kabri ziyareti yaparlar ve zafer için duâ ederlerdi. Böylelikle, askerlerini de motive etmiş olurlardı. Bu âdet sebebiyle, bazı Aziz kabirleri küçük bir kiliseyken, kralların oraya büyük gelirler tahsîs etmesiyle zengin ve güçlü bir başpiskoposluğa dönüşüyorlardı. Aziz James’in kabri bunlardandır. Bütün katedraller ve sınırlardaki bütün kiliseler, Aziz kabirleriyle birlikte Reconquista savaşlarına katılan Hıristiyan askerlerin semâvî bir koruma altında oldukları fikrini devamlı şekilde işlemeye yarayan temel unsurlardı. Seferde Hıristiyan orduları, ordu papazlarına sâhipti. Papazlar savaştan önce âyin yaparlar, günah çıkartırlar ve askerlerin manevî hazırlığını tamamlarlardı. Sonuç olarak, özellikle VI./XII. yüzyıl ve sonraki İspanyol vakâyinâmelerinde, meşhur din adamı ve askerlerin adlarının sıkça geçtiği ve Müslümanları önce Endülüs’ten Mağrib’e, oradan da Kudüs’e kadar sürme şeklinde beliren Reconquista idealini müşâhede etmek mümkündür.

Son olarak da, Müslümanların durumu ve toplumsal zaaflarını ele alalım.

Bazı toplum ve devletlerin hayatında bazı hastalıklar erken dönemde ortaya çıkabilir. Fırsatını buldukça bu hastalıklar o toplum ve devletin büyümesiyle birlikte daha da belirgin hale gelir. Sırf bir kabile veya bir millet ya da bir vatana dayanarak ırksal farklılık ve millet üstünlüğü duygusunun dışa vurumu olarak bilinen milliyetçilik hastalığı, Endülüs Devletinin erken tarihlerinde görülmeye başladı. Zamanla da bütün toplum katmanlarını saracak şekilde yayılarak kökleşti. Üzüntü vericidir ki, olumsuz anlamdaki milliyetçilik düşüncesinin beslendiği damarları İslâmiyet’in getirmiş olduğu eşitlik, adalet ve iyilikte umumi yardımlaşma gibi temel toplumsal değerlerin tam olarak yerleştirilememesi nedeniyle kurutmak mümkün olmamıştı.

Târık b. Ziyad 92 (711) yılında 12700 askerle İspanya’ya çıkarma yaptı. Askerlerden, Târık’ın kendisi dahil 9 bin adedi Berberî idi. Buna rağmen, Araplar İslam ile müşerref olan ve onun sancağını taşıyan ilk millet olmalarına, ayrıca Târık’ın peşinden bir yıl sonra Endülüs’e çıkan Musa b. Nusayr komutasındaki 18 bin mevcutlu ordunun Arap askerlerden müteşekkil olmasına, Târık’ın komutanı olan Musa’nın ve her ikisinin de memuru oldukları Emevi Devleti halifesinin de Arap olmasına dayanarak kendilerini Endülüs fâtihi olarak görmüşlerdir.

Bu düşüncelerinde büyük gerçeklik payı vardır. Ancak, bu gerçek ülke insanlarına haksızlık vasıtasına dönüştürülmemeliydi. Nitekim, İspanya’nın fethi tamamlandığında Araplar, soğuk iklime sahip verimsiz, dağlık ve düşmanla yüzyüze bulunan orta-kuzey Endülüs bölgelerine Berberîleri yerleştirirlerken, kendileri ılıman iklim yapısına ve verimli ovalara-otlaklara sahip olan doğu-güney bölgelere yerleştiler. İşte, yapılan bu haksız uygulamanın Endülüs tarihi boyunca ortaya çıkan ve Arap-Berberî anlaşmazlıklarına dayanan olaylarda çok etkili olduğu bilinmektedir. Arap yöneticilerin Endülüs’teki Berberîlere karşı yaptıkları adaletsiz uygulamalar, sadece iskân alanıyla sınırlı kalmadı. Ülkenin yönetiminde de yani siyasi-idarî alanlarda da görülmüştür. Endülüs’te iç karışıklıkların kaynağı sadece bundan ibaret değildi. Buna ek olarak, Arap kabileleri, Saklebîler, Mevâlîler, Müsta’ribler, Müvelledler gibi toplumsal yapıyı oluşturan farklı unsurlar arasında bazen anlaşmazlıklar da olabiliyordu.

Bazı dönemlerde bunlar arasında başlayan çekişmeler, ülkeyi içte ve dışta her bakımdan olumsuz etkiliyordu. Mesela, dışarda kalıcı ve etkili fetihler sürdürülemiyor, içte ise halkın refah ve huzuru sağlanamıyordu. Bu türden dönemlerin en çarpıcı örnekleri Valiler, Birinci-İkinci-Üçüncü Mülûkü’t-Tavâif ve Gırnata Emîrleri dönemleridir. Kitabın sonunda verdiğimiz eklerdeki idareci listelerinin yönetimde kalma sürelerine dikkat edilirse görülebileceği gibi, siyasi-toplumsal uzlaşmanın sağlanamadığı ya da parçalandığı bu dönemler, ülke insanları için çok sıkıntılı yıllar olmuştur. Endülüs, bu iç kargaşa sebebiyle zaafa uğramasıydı, herhalde siyasi-askeri ve medenî güç olarak varlığını daha fazla hissettirir ve ömrü de daha uzun olabilirdi.

Reconquista savaşları başladığından beri Müslümanların, Hıristiyanlara karşı kendilerini korumak ve biraz da ganîmet elde etmek amacıyla savaştıklarını söylememiz mümkündür. 711 yılından itibaren birkaç yıl içinde fethedilmiş olan yerleri yani, İberya Yarımadası’nı bir bütün olarak kabul edip tamamını geri almayı zaman zaman düşünmüş olsalar bile gerçekleştiremediler. Belki de, içine düştükleri şartlar artık böyle düşünmelerini engellemiş olabilir. Ancak, onların inancına göre Endülüs toprakları Allah yolunda yapılan cihat sonucu fethedilmiş olduğu için kutsaldı. Bu cihat ve ganîmet arzusu, Mağrib’ten Murâbıt ve Muvahhid orduları içinde gelen şeyhler ve gönüllüler için geçerli olduğu kadar, Endülüslüler için de geçerliydi.

Genel tutum böyle olmakla birlikte, tarihsel olayların gelişimi içerisinde Müslüman Endülüs dönemlerinde farklı davranış kalıplarının sergilenmiş olduğunu da görmekteyiz. Daha fethin ilk yıllarında, Pelayo ile Covadonga kayalıklarında başlayan Reconquista fikrinin oluşumuna karşı, Endülüs yöneticileri ciddi ve kalıcı bir önlem alamamışlardı. Bunun sonucu olarak Reconquista, 718 yılından itibaren fikir düzeyinden harekete dönüşmeye başladı. Elbette, özellikle Endülüs Emevileri’nin hâkimiyeti gibi Müslümanların çok güçlü oldukları zamanlarda İspanyalılar, Endülüs’ü geri alma emellerini gerçekleştirme fırsatı pek bulamamışlardır. Ancak, sonraki yıllarda Endülüs İslam ülkesi Arap, Berberî, İspanyol, Saklebî gibi unsurların iktidar için mücâdele ve çarpışma sahası hâline gelmişti. Bu arada, farklı milletlerden toplanmış saray muhâfız birliklerinin bu mücâdelede baş rolü oynadıkları bilinmektedir.

Bu hâkimiyet mücâdeleleri sonucu Endülüs’te 20 civarında küçük devletçik ortaya çıktı ve siyasî birlik parçalandı. Mülûkü’t-Tavâif diye adlandırılan ve Endülüs tarihinde üç kez (Endülüs Emevileri’nin, Murâbıtlar’ın ve Muvahhidler’in yıkılmalarından sonra) ortaya çıkan bu dönemin en bâriz özelliği, her bir emîrin diğerlerinden bağımsız hareket etmesi ve İspanyalılardan da yardım alarak hâkimiyet alanını genişletmeye veya kendisine saldıran öteki Endülüslü emîri yok etmeye çalışmasıdır. Yani, böylesi dönemlerde Endülüs’te sadece kişisel bağımsızlık veya hâkimiyet mücâdelesine dayanan ve bütün Endülüslülerin kaynaklarını, güçlerini kurutan bir iç savaşlar manzarası hâkim olmuştu. Belki de bu büyük zaafı olmasaydı, Endülüs ordusu belki de daha ilk yıllarda Fransa üzerinden fetih yoluyla Doğu’ya Dımaşk’a (Suriye) geçebilirdi.

Reconquista savaşlarıyla Hıristiyan krallar, işgal ettikleri Endülüs şehirlerini büyük oranda Hırsityan halk ile iskân etme gayreti içinde oluyorlardı. Ancak, aynı tutumu Müslümanlarda görmek mümkün değildi. Fetih yılarından itibaren Endülüs’e gelip yerleşen Müslüman topluluğunun sayısı ileriki yıllarda ciddi bir artış göstermemiş, yani fetih hareketi iskân siyasetiyle desteklenememiştir. Bu da, Hırsitiyan nüfusa nisbetle Müslüman nüfusun daha az kalması sonucunu doğurmuştur. Eğer, Doğu İslam ülkesinden Endülüs’e yoğun ve devamlı bir Müslüman göçü olmuş olsaydı, İberya Yarımadası’nın çehresi tamamen değişirdi ve belki de o topraklardan Müslümanların çıkarılması mümkün olmazdı. Anadolu, bunun en güzel örneğidir.

Endülüs Müslümanlarının durumu böyle olunca, Hıristiyan İspanya Reconquistasının harekete geçmesi ve hız kazanması gayet kolay oldu. Hıristiyanlar, Endülüslülerin birbirleriyle giriştikleri çatışmaları izlerken daimâ saldırı ve toprak kazanma fırsatı kollarlardı. Bu emellerini Mülûkü’t-Tavâif döneminden itibaren yavaş yavaş, 1085 tarihinde Tuleytula’nın işgali gibi büyük başarılarından aldıkları cesaretle ise, hızla gerçekleştirme aşamasına getirdiler. Buna karşı içine düştükleri olumsuz şartlar altında Endülüslülerin yapabilecekleri tek bir şey vardı, o da kıta dışındaki güçlü Mağrib devletlerinden imdat istemekti. Ne var ki, Murâbıtlar ile Muvahhidler’in İberya Yarımadası’na gelerek Hıristiyanlara karşı başarılı olmaları, kalıcı bir nitelik kazanamadığı veya Endülüs’ün kayıplarını durdurup eski gücüne kavuşmasını sağlayamadığı için, Reconquista hareketinin kesin başarısını ancak bir müddet geciktirmeye yaradı.

Bu güçlü Afrika devletlerinin büyük desteklerini, Endülüslü Müslüman yöneticiler bir toparlanma ve kendine gelme fırsatı olarak değerlendiremediler. Murâbıt ve Muvahhidler’in gelişleriyle sağlanan siyasî birlik, onların zayıflamalarıyla tekrar bozuldu ve Mülûkü’t-Tavâif yeniden ortaya çıktı. Bu kargaşa ortamında Endülüs halkı üzerindeki ekonomik ve toplumsal sıkıntılar daha çok artmaya başladı. Toprak kayıpları hızlandı ve bölünen siyasi birlikle birlikte siyasi hâkimiyet bütünüyle tehlikeye düştü. Sonunda Kurtuba, İşbiliye gibi büyük Endülüs şehirleri ardarda düştü. Siyâset ve uluslar arası ilişkiler açısından değerlendirildiğinde, tam bir çözülme hatta yok olma ortamını ifade eden bu manzarayı sergileyen Müslümanların tutumları karşısında, İspanya Hıristiyanlarının Reconquista’yı başarmaları ya da sonuçlandırmaları kolaylaşmıştı.

Yüzyıllar boyunca süren bir direnişle gerçekleştirdikleri Reconquista’nın sonuçları, İspanyollara sadece İberya Yarımadası’nın siyasî hâkimiyetini tekrar açmakla kalmadı, aynı zamanda Müslümanların kültürel hayatından tevârüs ettikleri medeniyet değerleri sayesinde İslam-Batı arasında bir köprü olmalarını ve Avrupa Rönesansında ön saflarda yer almalarını sağladı. Lâkin, sadece “köprü” olabildiler, oysa bir medeniyet merkezi iken sadece medeniyetin üzerinden geçip gittiği bir köprü durumuna düşmek, işte bu Endülüs’ü kanla boğan İspanya’nın tabiat kanunları gereği kaçınılmaz olarak yüzleştiği bir sonuç olmuş, ateşle ve Engizisyon’la yok ettiği dünya medeniyetinden kendisine hemen hiçbir şey kalmamış, genellikle diğer milletlere gitmiştir. Yeniçağ sonlarından bugüne İspanyollar, diğer Avrupa devletlerinin ve bir zamanlar büyük bölümünü kolonize ettikleri Amerika’nın ardından nal toplarcasına düşekalka onlara yetişmeye çabalamaktadırlar.

Günümüzde artık bilinen bir gerçek de şu ki, ciddi bir gelişme kaydederek edebî estetik patlaması yapan XVI. Yüzyıl İspanya’sının bu gelişmesinin ardındaki birikim, aslında bir zamanların İspanya’sını şekillendiren Müslüman ve Yahudi kültürlerinin zoraki yok edilişinin trajik öyküsünden doğan bir birikimdir. Cervantes’in romanı da, bu tarihin karmaşık şekilde dönüşüm geçirmiş bir çocuğu olarak ortaya çıkmıştır.

Endülüslülerin toplumsal zaaflarını bizim açımızdan değerlendirenlerin bir kısmı, onların birlik oluşturamamaları ve birbirleriyle uğraşmaları temasını işlerler. Bunu yaparken de, “bu duruma düşmeselerdi de yok olmasalardı” demeye getirmektedirler. Ancak, benzer olayların Osmanlı’nın son dönemlerinde ve özellikle Cumhuriyet döneminde yoğun olarak yaşandığını gördükten sonra hala böyle değerlendirmeler yapabilmek doğru bir tutum olmasa gerektir. “Başkası düştü mü ‘çürük tahtaya basmasaydı deriz, kendimiz düşünce bastığımız tahtanın çürük çıkmış olmasından şikayet ederiz” (Cenap Şehabettin). Sonuçta her toplum kendine özgü ve diğerlerinden farklı niteliklere ve şartlara sahiptir. Birine bakılan gözlüğün aynıyla diğerine bakıp değerlendirmek doğru bir yöntem değildir. Ayrıca, bir heykeltraşın sanat eserine şekil vermesi gibi uzaktan gelişigüzel bir bakışla tarihî toplumlara şekil vermeye çalışırcasına değerlendirme yapmak da ancak hayal kurmak ve fantazi yapmak şeklinde adlandırılabilir sanıyoruz.