1929-1939 yılları arasında yaşanan “Büyük Buhran”ı inceleyen ekonomi tarihçisi Charles Kindleberger, kriz zamanlarında sorumlu ve dengeleyici bir aktörün – ki büyük çoğunlukla hegemon/egemen güç olarak tanımlanır – durumdan vazife çıkarması gerektiğini söyler. Kindleberger’e göre, bu aktör üretim ve tüketimi devam ettirmek için serbest ticaretin hâkim olduğu açık pazarları oluşturmalı, resesyona girmiş ekonomileri canlandırmak için uluslararası finans/kredi imkanlarını açık tutmalı, döviz kurlarındaki istikrarı tesis etmeli, para ve makro-ekonomik politikaların koordinasyonunu sağlamalı ve hepsinden çok daha önemlisi herkesin nihayet gelip çalacağı son borç isteme kapısı olmalıdır.
Kindleberger 1929 buhranının 10 yıl sürmesini ve II. Dünya Savaşı’na neden olan gelişmeleri tetiklemesini, hiçbir ülkenin bu rolü tam anlamıyla üstlenmek istememiş olmasına bağlar. Ne İngiltere ne de ABD Kindleberger’in tarif ettiği sorumlu dengeleyici olmak istememişti. İlginçtir, Hegemon ya da Egemen veya Mutlak Güce duyulan ihtiyaç, askeri veya siyasi çatışmalar ile değil, her zaman finansal/parasal veya ekonomik krizlerin tetiklediği dönüşümler sırasında ortaya çıkmıştır.
Kindleberger’in bu savlarını içeren kitabı da benzer bir dönüşümün doğum sancılarının yaşandığı 1970’lerin başında yayınlanmıştı. Neredeyse bir yüzyıldır tüm dünyanın ekonomik ilişkilerine yön veren Altın Standardı 1971’de dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’un Amerikan dolarını altına sabitlemekten vazgeçtiğini açıklaması ile son bulmuştu. Kısa süre sonra baş gösteren petrol krizi ve yaşanan peşi sıra sosyal ve siyasal çalkantılar, Amerika’nın egemen gücünü yitirmesine neden olacağına duyulan endişenin tüm entelektüel alanı kaplamasına neden olmuştu. Belirsizlik, çok geçmeden II. Dünya Savaşı’ndan itibaren Batı merkezli ekonomilere hâkim olan, devletin ekonomide daha fazla rol oynamasını öngören Keynesyen politikaların terk edilmesine zemin hazırladı. Artık Nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman’ın daha özgürlükçü olduğu varsayılan ve tamamen piyasa devletinin çıkarlarını önceleyen liberal politikaları küresel sisteme damga vurmaya hazırlanıyordu.
Karşılığı olmayan paralar ve büyüyen ekonomiler
1980’lerden itibaren merkez ülkelere hâkim olan bu liberal ekonomik öncelikler, “karşılığı olmayan para” sistemini büyük bir hızla genleşen ve baskıcı bir finansal/parasal güce dönüştürdü. Parasal gücün tacı da Amerikan dolarına takıldı. California Üniversitesi’nden ekonomi politikçi Benjamin J. Cohen’in ifade ettiği gibi, Amerika’nın hegemonyal gücü Amerikan dolarının hakimiyetine ve onun varlığını besleyen küreselleştirilmiş finansal sisteme bağlıydı artık.
Önce Japonya ardından Çin bu çılgınlığı 2008’de patlak veren Mortgage Krizi’ne kadar hiç itiraz etmeden finanse ederek bu çarpık sistemin büyümesine en büyük desteği verdi. Finanse etmeleri için ana akım sistemle hemhal olacak politikaları kısmen veya tamamen benimsediler. Ama büyük bir hızla büyüyen bu sanal parasal düzenin merkez ülkelerde yaşayan toplumlarda da büyük bir gelir adaletsizliğine neden olduğu ve içten içe bir itirazın filizlendiği birkaç aykırı ses dışında hiç dillendirilmedi.
Zira liberal parasal güç, doğduğu topraklarda bu itirazları perdeleyecek kurnaz bir sisteme sahipti. Aslında var olmayan parasal gücün ürettiği kredilerin finanse ettiği “olmayan paralarını” ihtiyaç duymayacakları şeylere harcayarak ve asla ödeyemeyecekleri büyük evler satın alarak zenginleştiklerini düşünen kitleler, içinde yaşadıkları sanal zenginliğin aslında var olmadığını acı bir şekilde 2008 krizi ile öğrendiler. Sonrası malum.
Bu devasa balon Eylül 2008’de büyük yatırım bankası Lehman Brothers’ın feda edilmesiyle patladı. Aslında çöken Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz’in deyimiyle reel dünyada karşılığı olmayan serbest piyasa dolandırıcılığıydı. Ne var ki, krizin olumsuz sonuçları ve yaşanılan büyük kayıplar dahi, küresel finans sisteminin egemenlik alanını daraltmaya yetmedi. Daraltmak bir yana adeta hiç yara almadan kurtulan küresel finans piyasalarının son sekiz yılda ulaştığı boyut ise ürkütücü. 2015 verilerine göre, tüm dünyanın ekonomik büyüklüğü 75 trilyon dolar iken, küresel finansal araçların ulaştığı tahmin edilen hacim ise Dünya ekonomisinin 35 katı yani 2,5 katrilyon dolar.
Amerikan liberalizminin Trump ile sınavı
2016 sona ererken, dünya yeniden büyük bir dönüşümün ayak seslerini duyuyor. Tüm dünyaya bu adaletsizliği ihraç eden Amerikan liberalizminin şapkasını düşüren ise şaşırtıcı biçimde bu sistemden nemalanarak dünyanın en zenginleri arasında yer alan bir iş adamı. Demokrat kanadın son çırpınışları da fayda etmezse, 20 Ocak 2017’de Oval Ofis’ten dünyaya yeni bir gelecek önerecek olan Donald Trump şimdiden Amerikan piyasa devletinin ana oyuncularını kızdırmayı başardı.
Bunun ana nedeni, Trump’ın Friedman’ı çöpe atıp, ekonomik programını Keynesyen elementlerle biçimlendirmek istemesi yani düşük vergi politikasına yaklaşık 6 trilyon doları bulacağı tahmin edilen altyapı yatırım harcamasının eşlik etme ihtimali. Trump’ın ekonomi politik tercihlerinin büyümeyi canlandırmakla birlikte, yüksek enflasyona da kapı aralayacağı ihtimali Amerikan Merkez Bankası FED’in faiz kartını daha hızlı ve daha sık kullanma olasılığını artıracak.
Trump da tercihlerinin parasal gücün ana oyuncularına geniş bir oyun alanı bırakacağının farkında. O nedenle, onlarca yıldır Amerikan liberalizminin tüm dünyaya ihraç ettiği “Merkez Bankası Bağımsızlığı” kavramını da sorguluyor. Maliye ve para politikaları üzerindeki FED baskısını kırmak istediğini tüm kampanya boyunca zaten dillendirmişti. Şimdi ise bu tavrını adeta bir savaşa dönüştürmek üzere. Parasal gücün iktidarını yerle yeksan etme isteğini gizlemeyen açıklamaları, Turmp’a yönelik tedirginliğin sadece demokratik ve entelektüel bir kaygı olmadığını açık ediyor.
Trump’ın FED ile yaşayacağı olası savaş, şimdiden Dolar Endeksi’ni 14 yılın zirvesine taşıdı. FED’in para politikalarında istikrarı korumak için doların diğer ülke paraları karşısındaki değerini artıran faiz tasarruflarına neden olması, uzun bir süre hayli güçlü bir dolar ile yaşayacağımız anlamına geliyor.
20 Ocak 2017’de görevi bırakacak ABD Başkanı Barack Obama’nın dünya ticaretinde Çin’in yükselişine engel olmak için 2010’dan beri hayata geçirmeye çalıştığı Asya ve Atlantik eksenindeki yeni serbest ticaret anlaşmalarını da rafa kaldırmayı amaçlayan Trump için “aşırı değerli dolar” yeniden tesis etmek istediği rekabetçi ekonomi için iyi bir haber değil. Trump’ın bu anlamda parasal sisteme nasıl direneceği ise belirsiz. Hegemonyanın çekirdeğindeki güç savaşı ise daha büyük istikrarsızlıklar oluşturma potansiyeline sahip.
Gelişmekte olan ülkeler ve yüksek borçlanma sarmalı
Diğer tehlike ise gelişmekte olan ülkelerin küresel bir krizi de tetikleyebilecek boyuta ulaşan yüksek borçlanma sarmalı. Son yıllarda kolayca ulaşılabilir kredi uzayında, büyümesini düşük faizden ve dolarla borçlanarak finanse eden gelişmekte olan ülkelerin yüksek borçlanması hayli güçlü dolardan endişelenmelerine neden oluyor.
IMF verilerine göre, dolar borcunun milli gelire oranında Şili’den sonra ikinci sırada gelen Türkiye’nin de bu anlamda süratle yeni büyüme stratejilerini ve para politikalarını devreye alması gerekiyor. Zira bir süredir küresel dip dalgalarını hissettiğimiz ama önce Brexit ve ardından Trump’ın ABD Başkanı seçimiyle daha da açığa çıkan küresel paradigmal dönüşümün tetikleyeceği siyasi ve ekonomik depremler, Türkiye gibi 1980’lerden itibaren Amerikan dolarının hakimiyeti altına sokulmuş ekonomilerin direncini artırmak zorunda bırakacaktır. Böyle zamanlarda dışarıdan gelebilecek finansal zorlayıcı güç enstrümanları, Türkiye gibi kritik bir coğrafyada ulusal güvenlik ve devlet bekası tehditleri ile meşgul ülkelere direnme kapasitelerini zorlayan gelecekler dayatabilir. Türkiye’nin bu eksende süratle “Finansal Güvenlik Stratejisi”ni oluşturması ve gerekirse radikal kararlar alarak ülke ekonomisini ve birikmiş yerli sermayesini olası küresel depremlerin sarsıntılarından koruyacak risk yönetimine sahip olması için harekete geçmesi gerekecektir.
Gelecek, “güçlü dolar” fenomeni ekseninde, liberal siyasetin desteklediği finansal/parasal piyasa güçleri ile devlet ve reel sektörün oluşturduğu Keynesyen kamp arasında bir varoluş mücadelesine şahitlik edecek. Tüm bu kaosun içinden Çin’in parasal güç ve bölgesel ticaret havza planlarını hangi hızda ve hangi koşullarda devreye alacağı ve Kindleberger’in tanımladığı “sorumlu ve dengeleyici” rolü üstlenmek isteyip istemeyeceği ise cevaplanması kolay olmayan bir soru.
En muhafazakâr tahmin ile küresel ekonomi ve siyaset alanını belirsizliğin hâkim olduğu ve Benjamin Cohen’in tanımıyla lidersiz bir dağılma süreci bekliyor. Türkiye ne yazık ki, bu tarihi dönüşüme bölgesel sıcak çatışmaların zirve yaptığı bir dönemde yakalandı. Üretimden ziyade tüketime odaklanmış ekonomik model, doğduğu topraklarda kıyasıya eleştirilen liberal para politikalarının dayatmaları ile geçen on yılların yarattığı düşük katma değerli ve tüketime odaklı yerli sermaye erozyonu, olası risklere karşı Türkiye’nin yumuşak karnını oluşturuyor.
Bugün yapılması gereken, çok disiplinli ve sistematik bir entelektüel seferberlik ile küresel dip dalgalarının oluşturacağı yıkıcı etkiye direnecek ekonomik, mali ve finansal diplomasi setleri oluşturmaktır. Ekonomi yönetimi bu bilgi ve birikime sahip bilim adamları ve ekonomistleri süratle göreve çağırmalıdır.
Karşımızda hayli karışık ve çok kullanılan tabirle ‘çivisi çıkmış bir dünya’ var. Bu dünyanın olası bir küresel krizi tetikleyecek çok fazla nedeni bulunuyor. Ve ne yazık ki, tüm bu karmaşayı düzeltmeye hevesli ve son verme kapasitesine sahip bir hegemonyal güç de yok. ABD isteksiz, Çin ise istese de kapasitesi henüz bu rol için yetersiz.
Zaman geçiyor ve gelecek hızla yaklaşıyor. Türkiye’nin bu dalgalara direnecek kapasitesini süratle artırması gerekiyor.