Home » İktibas » Ahmet Özcan » Günün görevi; kadim devleti yeniden inşa etmek! – Ahmet ÖZCAN

Günün görevi; kadim devleti yeniden inşa etmek! – Ahmet ÖZCAN

“Osmanlı’nın Ortadoğu’dan Çekilişi” adlı kitabın yazarı Ahmet Özcan ile geride kalan coğrafyanın dününü, bugününü ve yarınlarını konuştuk. Özcan, 1. Dünya Savaşı’nın henüz bitmediğini, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir dizi kriz ve çatışmanın nedenin de emperyalist paylaşımın ürünü olduğuna dikkat çekiyor. İngilizlerin örtülü sömürge kurgusundan kurtulmak için önerisi ise net: “Günün görevi, bizim kadim devleti yeniden inşa etmektir. İşte o zaman ne mezhep savaşı kalır, ne etnik savaş”.

1914 yılı, Osmanlı devletinin parçalandığı I. Dünya savaşının başlangıç tarihi. 2015 ile birlikte bu büyük savaşın yüzüncü yılını idrak ediyoruz. Ahmet Özcan, bu tarihi dönemecin manasını henüz idrak edemediğimizi belirtiyor.

Şimdi, yüzyıl sonra, dünyanın dört bir yanında batı emperyalizminin ürünü olan onlarca yeni milliyetçilik, yüzlerce kabilecilik, aşiretçilik, mezhepçilik, cemaatçilik, hizipçilik ile bunların bir büyük boyu olan ve I. Dünya harbi sonrası emperyalist paylaşımın ürünü olan Uluslar ve Ulus devletler arasında hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir dizi kriz ve çatışma yaşanıyor.

KADİM DEVLETİ YENİDEN İNŞA ETME ZAMANI

Mevcut sistemin, kuralları ve kurumlarıyla halen İngilizlerin örtülü sömürgesi halinde kurgulamış bir düzen olduğuna dikkat çeken Ahmet Özcan, “Bu düzen eskisi kadar etkili değil ama hala varlığını koruyor. O yüzden günün görevi bizim kadim devleti yeniden inşa etmektir. İşte o zaman ne mezhep savaşı kalır ne etnik savaş kalır. Bu o kadar hayati bir meseledir.” şeklinde konuştu.

İşte Ahmet Özcan ile gerçekleştirdiğimiz o röportaj:
Ahmet Bey, 2010 yılında ilk baskısı yapılan “Osmanlı’nın Ortadoğu’dan Çekilişi” kitabınızın yeni baskısı yapıldı. 1. Dünya Savaşı’nın neredeyse bütün cephelerinde bugün aradan geçen 100 yıla rağmen hala aktif savaş durumu var. 2010’da yazdığınızda I. Dünya Savaşı henüz bitmedi diyorsunuz. Savaş bitmedi mi gerçekten?

Savaşın bitmediğini bugün dünyada ve bölgemizde yaşanan olaylardan zaten anlıyoruz. I.Dünya savaşı, tarihte çok az örneği olan boyutta bir köklü değişimin sonucuydu ve bu süreç henüz bitmiş değil. Neydi bu değişim? Genel olarak tarihe baktığımızda 19. yy.dan itibaren sömürgecilik ile birlikte askeri endüstriyel gelişmelere paralel olarak tarih sahnesinde yeni bir sayfa açılıyor. Yeni güçlerin sahneye çıkmasıyla birlikte tarihsel önemde bir değişim yaşandı. Bugün modern dediğimiz çağın temelleri atıldı. Hem teknolojik hem askeri olarak hem siyasi, kültürel ve ideolojik olarak.. Dolayısıyla askeri tarım imparatorlukları çağı dediğimiz bilinen son üç bin yıllık tarihte çok köklü radikal değişiklikler yaşandı. Benzer bir değişim 10 bin yıl önce avcı göçebe toplulukların yerleşik hayata geçiş sürecinde, 5 bin yıl önce şehir devletlerinin ortaya çıkışıyla ve 3 bin yıl önce evrensel imparatorluk düzenlerinin sahneye çıkışıyla yaşanmıştır. Yani evrensel çapta, çok yönlü, hayatın bütün boyutlarını etkileyecek derinlikte değişim dönemleri vardır tarihte. İşte 19. Ve 20. Yüzyılın değişim süreci de benzer önemde bir büyük sarsıntı yaratmıştır. I. Dünya savaşı, bu olağanüstü dönemin askeri-politik düzeydeki sonucudur. 17. Yüzyıldan itibaren tarihe yeni çıkan İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, ABD gibi güçlerin paylaşım rekabeti, AKAD imparatorluğunun dağılışı veya İran –Roma savaşlarıyla kıyaslanacak çapta bir evrensel krizi yansıtır.
1. DÜNYA SAVAŞI’NI ANLAMADAN BUGÜNÜ ANLAMAK İMKANSIZDIR

Bu büyük evrensel ve tarihsel değişim dalgası doğal olarak bütün yerleşik imparatorlukları etkilemiştir. Askeri tarım imparatorluklarını dağıtmış, Ulus devlet denilen yeni politik üniteleri sahneye çıkartmış, bilimsel-teknolojik devrimle hem hayatın fizik koşullarını hem de insan idrakini ve düşünme biçimini kökten değiştirmiştir.. Bu anlamda, 20. Yüzyılın başındaki büyük savaşın artçı sarsıntıları da, sonuçları da hala devam etmektedir. Dünya henüz tarım çağlarındaki gibi uzun sürecek bir istikrar düzenine kavuşmuş değildir. 20. Yüzyıl boyunca yaşanan II. Dünya savaşı, soğuk savaş ve irili ufaklı onlarca savaş ve iç savaşta dahil, hepsi I. Dünya savaşının artçı sarsıntılarıdır. Bugün Ortadoğu’da süren iç savaşlar da aynı şekilde yarım kalmış hesaplaşmaların devamıdır. Dolayısıyla bizi Osmanlı’dan dolayı özel olarak ilgilendiren, ama aslında bütün dünyada süren her tür rekabet, çatışma ve denge oyunlarının ana rahmi I. Dünya harbidir. Bu harbi anlamadan, analiz etmeden, bugünü anlamak imkansızdır.
SÜRECİN FİNALİNDEYİZ

Osmanlının Ortadoğu’dan çekilişi muazzam bir trajedidir. Kuzey Afrika’yı 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyılın başında kaybetmişiz. En son 1911’de Trablusgarb harbiyle görkemli bir direnişe rağmen Balkan savaşı nedeniyle çekilmek zorunda kalmışız. Mısır’da kavalalı olayı sonrası İngiliz-Fransız rekabeti var ama 1.Dünya savaşında kanal harekatıyla geri alma çabamız başarısız olmuş. Irak’ta 1916’da 29 Nisan’da Kut’ül Amare’de 13 bin İngiliz askerini komutanlarıyla beraber esir aldığımız büyük bir zaferimiz var. Ama Şerif Hüseyin haini ve Filistin cephesindeki kritik durum nedeniyle maalesef oradan da çekilmişiz. Kudüs’ü Gazze savaşları ve Kudüs müdafaasına rağmen 1917’de kaybediyoruz. Ardından Suriye’den de çekiliyoruz. Medine’yi Fahrettin Paşa komutasında Mondros’a rağmen savunuyoruz. Ama 1921 yılına kadar Suriye’de Musul’da Bakü’de yenilgiyi kabul etmeyen paşalar direniyor. 1921 yılında İngiltere ve Bolşevik Rusya anlaşınca, artık yenilgi kesinleşiyor. Ve yeni dengelere göre şekilleniyor her şey. Enver Paşa’da şehit edilince bildiğimiz kabus yüzyılı başlıyor. Ve bu yüzyılda gerek Filistin davası, gerek İhvan-ı Müslim, Cemaat-i İslami, Türkiye’deki İslami hareketler gibi bir çok çabayla bu yenilgiye ve ardından gelen kabusa karşı yer yer kanlı yer yer sessiz ve sabırla direnişler başlıyor. Bugün işte bu sürecin finalindeyiz. Tarihi batılı ve batıcılar yazdığı için genç kuşaklar bunları tabii ki bilmiyor, oysa yaşanan süreç göstermiştir ki, asıl tarihi yapanlar bugün meyvelerini alıyor. Bu nedenle de Kemalist güruh yaşanan süreci bir türlü kavrayamıyor. Milletin içinde olsalardı bu şaşkınlık yaşamazlardı oysa…

Birinci Dünya Savaşı’nın temel dengeleri neydi? Bugün de geçerli mi bu dengeler?

Birinci Dünya Savaşı teknik olarak baktığımızda, tarh sahnesine yeni bir medeniyet iddiasıyla çıkan batının iç savaşıdır. Avrupa’da Almanya ve İngiltere arasında bir rekabet var. Daha önceki yüzyılda Fransa ile Almanya arasında vardı. Bu Avrupa’nın iç savaşı, bir sömürge paylaşım savaşı… 20. Yüzyılın başında petrolün önemini anlaşılmasıyla beraber jeopolitik algılar, stratejiler değişiyor ve Avrupa’da müttefikler de değişiyor. İngiltere ile Fransa birleşip Rusya ile ittifak yaparak dünya paylaşımına yöneliyorlar. Buna Almanya itiraz ediyor. Almanya da kendisine müttefik olarak hedef pozisyonunda bulunan Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğunu seçiyor. Böyle bir denklem var. Bir açıdan Anglo-Sakson güçlerle Kıta Avrupası rekabeti. 1907 yılında meşhur Reval buluşmasında Rus Çarı ile İngiliz Kralı bir araya geliyorlar ve Osmanlıyı parçalamak üzere bir pazarlık yapıyorlar. Bu duyulduğu andan itibaren ise Osmanlı tedbirini alıyor ve müttefik arayışına giriyor. Aslında bu savaşı engellemek için gerek Sultan Abdülhamit gerekse İttihatçılar çok çaba sarf ediyorlar, hem İngiltere hem Fransa ile anlaşmaya çalışıyorlar ama reddediliyor ve mecburiyetten Almanya ile ittifaka giriliyor. O günkü koşullarda Almanya, gerçekten büyük bir güç, hem askeri hem ekonomik olarak. Mantıklı ve mecburi bir tercih oluyor bu.

I.Savaşın bu dengeleri halen de geçerli. BM’nin 5’li A takımı, I. Dünya savaşının galipleridir. Sadece bu Küresel düzen, II. Dünya savaşı sonrası Çin’i de içine almıştır.

Osmanlı bu dengelerde neredeydi?

Osmanlı, 18. Yüzyılda Fransa, 19. Yüzyılda İngiltere ile ittifak içindeydi. İngiltere ve Fransa sürekli Rusya’yı Osmanlıya karşı kışkırtarak Osmanlı devletini kontrol ediyordu. Sultan Hamit, buna karşın Almanya ile yakınlaştı. Ve bilinen denge oyunlarıyla batıyı uzun bir süre oyaladı. İttihatçılarda bu politikayı sürdürdüler.
HEM AKTÜEL SİYASİ DENKLEMLER DEĞİŞİYOR

Ama savaş öncelikle Osmanlı topraklarının paylaşım savaşıydı ve kaçınılmaz olan gerçekleşti.. 20. Yüzyılın başında petrolün teknolojik devrimin ana ham maddesi olduğunun keşfedilmesi dünya savaşının bu coğrafyada başlamasının temel nedenidir.. Petrolün bulunduğu topraklar sebebiyle savaş burada gerçekleşmiştir. Bu petrol Çin kıyılarında olsaydı savaş oralarda başlardı. Bu savaşla Avrupa hem kendi iç savaşını bir yanıyla devam ettiriyor. Hem de askeri tarım imparatorluklarını tamamen çökertiyor. Yani birinci Dünya Savaşı Osmanlının yanına Rus Çarlığının ve Avusturya Macaristan imparatorluğunun da çöküşüdür. Dolayısıyla hem tarihsel ekonomi-politik denklemler değişiyor. Hem aktüel siyasi denklemler değişiyor. Burada Osmanlı imparatorluğu tabiri caizse mukadder bir akıbete uğruyor. Osmanlı devleti için bu savaş kaybedilme ihtimalinin yüksek olduğunun hissedildiği bir savaştır.

Batı’ya bedelini ağır ödetmek ve olabildiğince fazla şeyi kurtarmak amacıyla girilen bir savaştır. Bu amaca da önemli ölçüde ulaşılmıştır.

O dönemin Avrupa’sının kendi iç çelişkilerinin olduğunu görüyoruz. Avrupa çelişkilerini 20. Yüzyılın sonunda birleşerek ortadan kaldırdı. Ama 20. Yüzyılda dizayn edilen Ortadoğu’da bugünkü iç çelişkiler Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan çelişkilerden çok daha fazlasıyla yaşanıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa iç savaşını adeta dondurdu. Ondan dolayı İkinci Dünya Savaşı çıktı. Ve I. Savaşın devamı olarak II. Dünya savaşı galiplerin pahalı zaferi olarak tarihe geçti. Avrupa yakılıp yıkıldı. Almanya ve Japonya sahneden çekildi. ABD ve Rusya daha diri güçler olarak sahne aldı. Ama son tahlilde pozitivist- pagan batılı değerler evrenselleşti. Modernlik, çağdaşlık, batılılık denilen putperest-nihilist bir dünya düzeni kuruldu. Galip güçler, rakipleri olan Almanya ve Japonya’yı silahsızlandırmakla yetinmedi, toplumlarının kolektif enerjisi bir daha askeri bir irade ortaya çıkartmasın diye bu ülkeler fabrikalarla donatılıp açık alan şantiyesi yapıldı. Türk sağının bir alternatif model zannettiği Alman ve Japon kalkınması, aslında Anglo Sakson güçlerin planladığı, kapitalist çalışma kampı olarak koşulladığı bir toplumsal trajedidir. Nitekim 20. Yüzyılın ikinci yarısından beri bu toplumlar köle gibi çalışmaktan başka bir hayat bilmez olmuştur. Alman ve Japon firmaları da aslında kraliçenin ve paydaşı Yahudilerindir. Nitekim şimdi dünya dengeleri gereği, yarattığı işsizlik vb. maliyetlere rağmen bu fabrikalar sökülüp Çin’e taşınmaktadır. Çünkü sahipleri Çin’in de sahipleri olan aynı güçlerdir. Dolayısıyla Büyük Britanya, ABD ve Yahudi lobisi, Fransa ve Rusya ile birlikte aynı toplam irade halinde dünyaya tecavüz etmeye devam etmektedir. Ortadoğu’da yaşanan her krize bakın, ölen her insanımıza sıkılan kurşuna, bombaya bakın, bu toplam şeytani gücü görürsünüz. Örneğin, TC silahında ABD, PKK’lıda Alman veya Rus damgası bulursunuz. Halepçe katliamında Alman menşeli yani aslında İngiliz kimyasallarını, Hama katliamında Rus veya Fransız menşeli bombaları görürsünüz. Yani Reval ittifakı hâlâ geçerlidir ve Mondros sonrası paylaşımlar bazı küçük düzeltmeler veya çekişmelerle hala devam etmektedir.
TÜRKİYE ŞİMDİ BU ÇÖKÜŞTEN KURTULMA İRADESİ GÖSTERİYOR

Osmanlı açısından baktığımızda bence en önemli mesele şudur; biz I. Dünya savaşı sonunda sadece bağımsız bir devlet iradesi ve özgün bir medeniyet modeli olarak Osmanlıyı kaybetmedik, tüm İslam dünyası kendine olan güvenini kaybetti. Haçlı ve Moğol istilası dönemlerinde yaşanan büyük bir travmaydı bu. Osmanlı yerine Kurulan sahte ulus devletçikler ümmetin kendi içerisindeki mezhepsel ve etnik kışkırtmalar ile daha kolay yönetilmesini sağlayacak ortam oluşturmuştu. Bu travmaya rağmen çok cılız direnişler gösterilse de aslında bu büyük çöküş bu yüzyılın başına kadar devam etmiştir. Bugün hala bu çöküşün travmasının içindeyiz. Türkiye şimdi bu çöküşten kurtulma iradesi gösteriyor.

Osmanlı’nın Ortadoğu’dan çekilişinin trajik öyküsünü yazdınız. Bugünün Ortadoğu’su için neler söylemek istersiniz, Bugün nasıl bir Ortadoğu var?

Merhum Akif’in “Şark” isimli bir şiiri var; ünlü gezgin-Alim Abdurreşit İbrahim’in dilinden şöyle özetler durumu:

“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? ” diyorlar. Gördüğüm yer yer

Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler,

Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,

Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar,

Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;

Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;

Riyâlar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;

Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;

Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar;

Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;

“Gaz┠nâmiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;

Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;

Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar! …

Geçerken, ağladım geçtim; dururken ağladım durdum;

Bu şiir 1918’de yazıldı. 2015 yılındayız ve manzara aynı. Yüzyıllık bir donma halidir bu ümmet adına. İngilizler çekildikten sonra bazen Fransızlar ile anlaşarak bazen de Ruslar ile anlaşarak Osmanlı’nın yerine sahte örtülü devletleri kurarken, bu devletler için Kurtuluş savaşları uydurmuş bağımsızlık destanları yazmışlardır. Kimsenin kurtulduğu da yok, bağımsızlaştığı, özgürleştiği de… Sorunların hepsi dondurulmuş ve sahte devletçikler adı altında daha küçük sorunlar, krizler halinde yaşatılmıştır ümmetimize. Bir yönüyle de batı kendi iç savaşını bizim topraklarımıza ihraç etmiştir. Kendi çocukları yerine bizim çocuklarımızı seçerek farklı ideolojik gruplar halinde örgütleyip birbirine kırdırarak aslında kendi savaşını vermiştir. 20. yüzyıla bakın İster Filistin ve Lübnan İster Suriye ve Irak, Mısır’a Türkiye’ye bakın mesela, buralarda sağ sol savaşları görürsünüz. Bunların her biri bir Batı başkentine bağlı ideolojik ajan örgüt ve grupların yürüttüğü ama aslında batılı başkentlerin vekalet savaşıdır. Türkiye’deki Kürt meselesi gibi, geçmişteki sağ-sol çatışmaları gibi benzer şekilde Batı tarafından kışkırtılıp üretilmiştir.
ÖRTÜLÜ SÖMÜRGE DEVLETLERİ

Türkiye Cumhuriyeti devleti, İran devleti, Suriye devleti, Irak devleti, Suudi Arabistan, Mısır… gibi devletler aslında her biri bir batılı gücün himayesindeki örtülü sömürge devletleridir. Ayrıca bu yetmemiş, Kürt meselesiyle 4 devleti, Filistin meselesiyle de tüm Arap ülkelerini kedi-fare oyunu gibi güdüleyip yönetmişlerdir. Bu tiyatro 20. yüzyıl boyunca oynanmıştır. Bizim çocuklarımız ölüme sürülmüş ve bizim halklarımız acı çekmiştir ama savaş aslında başkalarının savaşıdır. Şimdi Türkiye geçtiğimiz son on yılda seçtiği yol ile kendi iç savaşlarını bitirip bu tiyatroya bir son verme cesareti göstermiştir. Bunun yarattığı sinerjiyle Tunus’tan Mısır’a Libya’dan Suriye’ye kadar emperyalist çetelerin taşeronluğunu yapan diğer diktatörlüklerde birer birer yıkılmaya başlamıştır. Bu anlamda, ilk defa yüz yıllık buzlar çözülüp farklı bir irade gösterme imkanı ortaya çıkmıştır. Ama daha yolun çok başındayız.

Kitabın önsözünde “dedelerimiz boşuna ölmedi, onların dökülen her damla kanı bizim gerçek sınırlarımızı çizmiştir” diyorsunuz. Sayın Davutoğlu’da bir konuşmasında “ mezar taşları bu toprakların gerçek tapusudur” demişti. “Dün ve bugün” bu kadar iç içe, bu kadar birbiriyle bağlantılı mı gerçekten?

Osmanlı devleti sadece bir devlet değildi. Bir medeniyetti. Ümmetin merkeziydi. Kalbiydi. Dolayısıyla bu manada asla yok olmadı. Bu iradenin kendisi kaybolmadı. Hep bir yerlerde bir şekilde yaşadı. Organize bir güç haline dönüşemedi çünkü neredeyse dünyanın en büyük güçlerinin tepeden tırnağa kontrol edip devletin gücüyle de ezip baskıda tuttuğu halklarımız uyku halindeydi. Dolayısıyla da Osman Dede’nin de dediği gibi Birinci Dünya Savaşı’nda ruhen yenilmedik. Biz yenilmiş sayıldık. Aramızdan bazıları kendini yenik saydı ama milletin ruh kökü hiç bir zaman bu yenilgiyi kabullenmedi ve gününü bekledi. İşte bu günler o günlerdir. Tarihimize, değerlerimize ait en küçük bir iz bile sabırla bu nöbeti hep tuttu. Bugün işte bu nöbette olanların bir araya gelip tekrar sancağı çekme günüdür.

BUGÜN 20. YÜZYIL DEFTERİNİ KAPATMA GÜNÜDÜR

Peki bu savaşın neresindeyiz?

Bugünün kuşakları olarak, bizden sonrakilere bırakacağımız şey ne olacaktır?

Bugün 20. yüzyıl defterini kapatma günüdür. O defterler henüz kapanmadı. Arap Baharı ve Türkiye’deki demokratik değişim süreciyle başlayan dönem bu 20. yüzyılın kabusunu bitirme, enkazlarını temizleme ve topraklarımıza kurulmuş her tür emperyalist tezgahı dağıtma dönemidir.

Arap Baharı o sahte ulus devletleri yıkma devrimiydi ve bunların çoğu yıkıldı. Henüz yeni bir düzen kurulmadı, buna vakit var. Türkiye’de ise bu devrim kansız oldu. Tayyip Erdoğan ile birlikte daha demokratik usullerle yaşandı. Tabiri caizse son haçlı seferi olan Birinci Dünya Savaşı’nın aramıza yerleştirdiği bütün tohumlar, kökler temizlenecek. Bu millet önce kendine gelecek, kendine inanacak. Tarihini, değerlerini yeniden keşfedecek. Bundan sonra nasıl bir formülle bir arada yaşarız. Bunu konuşmak için henüz erken. Önce 20. Yüzyılın pagan-putpereset izlerini, sahte etnik ve mezhep savaşlarını, pozitivist ideolojik zehirleri temizlemek gerekiyor.

Osmanlıdan kalan saklı ruhu tarif ederken, Kavi iman ve gavurlaşmaya karşı bağışıklık aşısı şeklinde bir tanımlamanız var. Bu ne demek?

Temelde baktığımızda bizim davamız Hz. İbrahim’in davasıdır. Selçuklu da, Osmanlı da kendini böyle tanımlamıştır. Devletin varlık ve bekasının meşruiyet dayanağı İlay-ı kelimetullahtır.

Bütün bireysel ve toplumsal çabalarımızın özünde de bu vardır. Bu manada da imanımız bütün insanlığı şeytanın, yani zalimlerin, sömürgenlerin, paranın ve şehvetin egemenliğinden kurtarmayı içerir. Bu evrensel insanlık davetini insanlığa sunmak için devlet bir araçtır.. Biz de devletin meşruiyetinin ölçüsü budur. Devlet meşruiyetini bu misyonu yüklenip yüklenmemekle alır.
BATICI BİR TÜRKÇÜ VEYA KÜRTÇÜ BİZDEN DEĞİLDİR

Diğer taraftan bizim imanımızın özünde gavurlaşmaya karşı bir direnç vardır. Gavurlaşmadan kastım emperyalist haçlı egemenliğine karşı direnç manasındadır. Bu toprakların Hristiyanı da ‘biz’dir ve haçlılara karşı aynı safta olduğumuz sürece aynı İbrahim milletindeniz. Dolayısıyla bu tarihsel kolektif şuurun tekrar diriltilmesi gerekmektedir. Ölçümüz basittir; pagan-haçlı güçlerine karşı bu torakların geleneği, ruhu ve idrakine sahip herkesle tek bir milletiz. İbrahim’in milletiyiz. Din, ırk, dil, ideoloji veya mezhep, bu düzeyde birer detaydır. İbrahimi şuura ve imana sahip bir Ermeni veya Rum’u, batılı haçlı güçlere ajanlık ve gönüllü kulluk yapan Müslüman görünümlü münafıklara tercih ederiz. Aynı şekilde batıcı bir Türkçü veya Kürtçü bizden değildir. Sünni bir işbirlikçi veya Alevi bir ajan örgüt, Türk, Kürt, Sünni, Alevi diye değil, ajan ve işbirlikçi olduğu için düşmanımızdır. Bu manada devlet te millette bu ölçüyle yeniden tanımlanıp formatlanmalı, ırk,mezhep ve ideolojisi olmamalıdır..

Bunu gerçekleştirmenin tek meşru dinamiği Müslüman imanıdır. Şunu hiç kimse unutmamalıdır, Allah’a ve ahirete inanmayan hiç kimse gerçek manada emperyalizme ve kapitalizme düşman olamaz. Çünkü emperyalizm ve kapitalizmin kula kulluk eden teolojisinin anti tezi bizim imanımızın tevhid telakkisidir. Bu manada dikkat edin 20. yüzyıla bakın ister millliyetçi ister ulusalcı ister solcu olsun, güya emperyalizme karşı çıkıyor gibi görünseler de son tahlilde hepsi emperyalizmin kölesidir. Çünkü teolojik olarak akrabalarıdır. Özlerinde pozitivizm vardır paganizm vardır. Bunlar teorik olarak bile asla emperyalizm karşıtı olamazlar, sadece ve sadece ahirete inananlar, tevhide inananlar kula kulluğa karşı olabilirler. Bu manada önce devletin İlay-ı Kelimetullahı tek mürşit edinmesi gerekir. Gavurlaşmaya karşı bağışıklık aşımız budur.

‘Yılan İngilizdir gerisi uşaktır’ diyorsunuz. Tarihi ve geleceği birlikte okumak için yeterli bir pencere midir?

19. ve 20. yüzyıllardaki Avrupa iç savaşlarının galibi İngiltere’dir. 20. yüzyılda İngiltere iki dünya savaşında yıprandığı için gücünü Amerika’ya transfer etmiştir. Yahudi lobisini de kiralamıştır. Fakat dikkat edin İngiltere; Çin, Hindistan, Türkiye, İran, Yunanistan… Bütün bu havzada hala etkilidir. Asya’da Kara gücü olarak ise kendisine Rusya’yı müttefik seçmiştir.

Devletlerin yanında Uluslararası şirketler, teknoloji ve endüstri mekanizması küresel bir ağ olarak örgütlenmiştir. Bu mekanizmanın merkezi de Londra’dır. Dünya üzerinde havalanan her uçakta, gemilerde taşınan tüm mallarda, dünya pazarında menkul gayrimenkul kıymetli ne varsa bunların hepsinde, üretilen tüm bilgisayar çiplerinde, ağır silah teknolojisinde, nükleer ve kimyasal silah üretiminde, petrol ve doğalgazda Londra’nın mutlaka payı vardır. Küresel ağ, son derece sofistike bir mekanizmayla kontrol edilmektedir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, İngiltere girdiği hiç bir yerden çıkmamıştır. Aynı zamanda kendine kader ortağı olan Rusya ile de derin işbirliği halen devam etmektedir. Bana göre Stalin Rus devrimini İngilizlere satarak Lenin’i enterne edip başka bir yola sokmuştur. Rusya’yı İngiltere’nin kara gücü olarak organize etmiştir ve Batı’nın kapitalizme edemediği halkları sosyalizm yoluyla pozitivist pagan medeniyet havzasına sokmuştur. Sosyalizm Batı’nın bir ajan ideolojisidir. Ve dünyanın geri kalan yarısını da sosyalizm yoluyla iğdiş edip tarihinden değerlerinden kopartıp ortada bırakmışlardır.
MÜSLÜMANLIK HEDEF ALINDI!

Bir yanıyla 10 bin yıllık insanlık ontolojisini deforme etmişlerdir ve diğer yanıyla da yeni pagan değerlerle insanlığı tek tipleştirmeye çalışmışlardır. Düşünün ki, Sosyalist bir Rus veya Çinli ile kapitalist bir Amerikalı aynı şeyleri giyiyor, aynı mantıkla düşünüyor, aynı teknolojiyi kullanıyor ve aynı gündelik yaşama sahip. İmansız, ruhsuz ve nihilist. Yaratmak istedikleri dünya, bu insanımsı sürülerle yönetilebilir ancak. Bir yüksek karizma olarak tanrı fikri ve bir kozmik çevrim fikri olarak hesap verilecek bir öte dünya yani ahret inancı olmayınca, geriye aylık geçim kavgası ve hayvani şehvete dayalı absürd bir yaşamsallık kalır. Bugün insanlığa dayattıkları tek yaşamsallık biçimi budur ve bu nedenle sahici bir iman ve hayat görüşü olarak İslam’ı, ki en kötü,en çaresiz ve güçsüz haliyle bile olsa Müslümanlığı hedef almış durumdalar.

İngiltere, ‘üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ iddiasını İkinci dünya savaşından sonra başka bir formülle rafine dünya devleti teorisiyle hayata geçirmeye devam etmiştir. Ama kendisi hiç görülmeden bunu yapıyor. Şirketler üzerinden yapıyor ve maske olarak da Amerika ile İsrail’i kullanıyor. Müttefik olarak da yer yer Fransa ve Rusya’yı seçiyor. Lazım olduğunda da bunlarla çatışarak başka bazı ülkelere kendi politikalarını bir şekilde uyarlayarak dünyayı idare ediyor.

Şu an Türkiye’nin ayağa kalkışı bu Batı hegemonyasına bir itirazdır. Türkiye’de yaşanan süreç o kadar önemli bir süreçtir ki sadece Osmanlı havzası için ve İslam dünyası için değil bütün insanlık için tarihi değişimler gerçekleştirecek büyük bir dalganın küçük bir kıvılcımıdır.

Amerikan gücünü İngiliz siyasetinin içine girdiği truva atı olarak mı görmek lazım, yoksa kendi başına büyüyen bir yapı mı?

Amerika aslında İngiltere’dir. Çekirdeği anglo-saksondur. Bağımsız bir Amerika yok. Aynı zamanda İngiltere’nin organize ettiği küresel dünya devletinin de başkentidir. İngiltere’nin bütün müttefikleri ve rakipleri de ordadır. Hindistan, Çin, Fransa, Rusya… Hepsi bir matruşka gibi iç içe geçmiş halde New York plazalarındaki şirketlerde ortaktır.

Amerika yeni küresel egemenlik modelinin başkentidir. Kendi başına bir ülke değildir. Aslında bir ülke değildir. Bir kıtadır ve elliden fazla ülkenin bir araya gelişiyle oluşmuştur. Kalbi ve başkenti New York’tur. Kraliçe adına Küresel operasyonlar organize eder.

Bugün Almanya ve Japonya diye ülkeler yoktur. Ordusu olmayanın ülkesi olmaz. Bunlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlere teslim olmuştur ve bir daha savaşmasınlar diye fabrikalar kurulup işçi haline getirilerek kötürümleştirilmiştir. Bu manada dünya siyasetinin konuşurken ülke isimleri bizi aldatmasın. Küresel güçler koalisyonu diye konuşmak lazım. Henüz bu düzenin rakibi de yoktur, alternatifi de yoktur maalesef..

İngiliz siyaseti yüzyıldır İslam dünyası üzerinde etkili. Bugüne baktığımızda İngilizlerin “parçala, böl, yönet” şeklindeki Ortadoğu siyasetleri devam ediyor. İslam coğrafyası nasıl oluyor da hâlâ aynı taktiklere karşı bir savunma refleksi geliştiremiyor?

İslam dünyası sadece Müslüman nüfusu çoğunlukta olan coğrafyayı ifade eden bir kavramdır. Politik bir iradenin adı değildir. Çünkü henüz devleti yoktur. Doğu toplumlarına bakarsak aslında bütün varlık ve bekamızın sigortası devlettir. Devletimiz olmadığı sürece dış güçler istedikleri operasyonu yapabilmişlerdir. Bu operasyonlara halen devam edilebiliyorsa halen bir devletimiz yok demektir. Bizde kadim Devlet çok odalı bir konaktır. Hepimiz adına ortak düşmanlara karşı kolektif bir iradenin adıdır. Geçmişteki sembolik ismi ve makamı Hilafetti. Şimdi bu irade yok. Türkiye içerisinde millet kendi devletini kurma şansı yakalamış durumda. Mevcut sistem kuralları ve kurumlarıyla halen İngilizlerin örtülü sömürge halinde kurgulamış olduğu bir düzendi. Bu düzen eskisi kadar etkili değil ama hala varlığını koruyor. O yüzden günün görevi bizim kadim devleti yeniden inşa etmektir. İşte o zaman ne mezhep savaşı kalır ne etnik savaş kalır. Bu o kadar hayati bir meseledir

Kitaptaki üç isim, Damat Ferit, Enver Paşa ve Mustafa Kemal… Damat Ferit yenildiğimizi zannetti, teslim oldu. Enver Paşa kesin bir zafer için savaşı daha geniş bir alana yayarak emperyalizmi yenmeye çalıştı, başaramadı. Mustafa Kemal teslim olmadığımızın ispatı olarak,Türkiye Cumhuriyeti’ne razı oldu ve zaman kazandırdı diyorsunuz. İlginç benzetmeler…

Mustafa Kemal 1920 itibariyle bir irade gösterdi. Daha doğrusu yenilgi koşullarında Teşkilat-Mahsusa ve İttihatçıların örgütlediği milli kuvvetlerin başına geçirilerek İngilizlerle son pazarlıkları yaptı. Ama 1924’te Lozan görüşmeleri sonrası Damat Ferit’in yaptığının benzerini yaptı. Kemalist efsanelerin aksine, Mustafa Kemal daha zeki bir Damat Ferit’ti. O kadar. 1926’dan sonra, İstiklal mahkemeleriyle son İttihatçıları da temizleyince, örtülü bir sömürge rejimi kurdular. Osmanlıya dönüşün önünü kesmek için de bunu ruhen ve kültürel olarak temsil eden Kürtleri ve dindarları kendilerine düşman seçtiler. 1945’e kadar yapıp ettiklerine bakın cumhuru parçalayıp bölüp güçsüzleştirirken, çoğunluğu göçmenlerden oluşan bir nüfusu arkalarına alıp Batı yanlısı bir kesime çiftlik gibi bir düzen kurulmuştur. Cumhuriyet dedikleri aslında hala İslam’a, milletin iradesine düşman olan Haçlı çocuklarının çiftliğidir. Bunu da Irkçılığın, ulus devletin moda olduğu koşullarda Türk kavramıyla yaptılar. Oysa kastettikleri Türk, Osmanlı, İslam ve Anadolu’nun doğal Türklüğü değil, Selanik göçmenlerinin kripto Türklüğüydü. Bu nedenledir ki, Türkleştirme adına gerçekten facia düzeyinde bir gavurlaştırma projesi uygulandı. Buna itiraz eden Kürtleri Şeyh Said bahanesiyle sindirdiler, milletin önderleri olan alimleri, hocaları asıp kestiler, savaştan çıkmış gariban Anadolu halkının boyun eğmekten başka çaresi yoktu. 1950’de dünya koşullarında bir demokrasi tiyatrosuna geçildiği için millet oy atarak işte bu konforlarını bozmuştur. O günden beri kendilerine gelemediler. Darbelerle, iç savaşlarla, katliamlarla halka aynı muameleyi yapmaya devam ettiler. 2002 yılına kadar Türkiye tarihinin özeti budur. Örtülü bir sömürge devleti. Arkasında İngiltere ve Fransa’nın olduğu Haçlı ruhlu bir nüfus. Bu nüfusla da bu toprakları yönetmek istediler. Kemalist nüfus, kanlı, kirli, millet düşmanı bir rejimin imtiyazlı kapıkuludur. O yüzden bu rejim sarsıldıkça ölçüsüz bir kin ve nefret kusup duruyorlar. Ama bu milletin 90 yıllık acı tarihinin rövanşını çok daha kanlı bir şekilde almayıpta, sabır ve tevekkülle değişim sürecini sürdürmesindeki erdemi bile kavrayamıyorlar. Bu milletin kendilerine tahammül eden büyüklüğüne dua etmek yerine, her fırsatta öfke kusup saldırmaya devam ediyorlar. Son derece terbiyesiz, küfürbaz, şımarık ve ahlaksızlar. Bakalım milletimiz daha ne kadar sabredecek…
BÜYÜK YENİLGİ ÇAĞININ SELAHADDİN’İDİR

Enver Paşa’ya gelince..20. Yüzyılın, bir büyük yenilgi çağının Selahaddin’idir o. Osmanlının bütün soylu, asil ve imanlı yüzünün son temsilcisidir. İngiliz işbirlikçisi Kemalizm’in kahramanlaştırdığı gazoz paşalarına tapılsın diye, tıpkı Sultan Hamit’e yapıldığı gibi sürekli suçlanan yada unutturulmaya çalışılan gerçek bir İslam şovalyesidir. Tek davası İttihad-ı İslam ve İlay-ı kelimetullahtır. Yenilgi mukadder olunca, o günün koşullarında başka seçenek kalmadığı için savaşı Orta Asya’ya yayıp İngiltere’yi Asya’da boğmaya çalışmıştır. Maalesef iyi niyetle Bolşevikleri bu saldırıya karşı direniş cephesi müttefiki olarak görmüştür. Son tahlilde Batıcı pagan bir dalganın farklı bir mezhebi olduklarını idrak edememiştir ve ihanetle yüz yüze gelmiştir. O yüzden Enver Paşa’nın Asya’yı ayaklandırıp ümmeti kurtarmaya dönük bu büyük hülyasının en büyük haini solculardır. Halen de öylelerdir. İnsanların umutlarını Batı’ya satan hainlerdir. Çocuklarımızı özgürlük, eşitlik vb. süslü laflarla çalıp şeytana satan bir münafık ideolojidir solculuk. Nitekim şimdi haçlı ideolojileri olan Kemalizmle, Baasçılıkla, Ulusalcılıkla iç içe geçmeleri tesadüf değildir. Aynı şeytanın soylarıdır hepsi.

Yeni bir çağın öncüsü olmak için önce yarım kalan hesapları kapatmak lazım diyorsunuz. Bu hesaplar nasıl kapatılacak?

Öncelikle milletin devletini temellük etme davası var. Yani devleti Kemalist Haçlı çocuklarının elinden alıp tamamıyla milletin çocuklarına tapulamak lazım. Bu devlet öncelikle kendi milletinin devleti olacak. Çünkü kadim Kerim devlet bu toprakların bütün çocukları için adaletin kalpgâhıdır… Herkesin devletidir. Aksi halde gayrı meşrudur. Devletin önce Anadolu’da, Osmanlı halklarının yani Ortadoğu, Balkanlar,Kafkaslar ve Kuzey Afrika’nın özeti olan milletin bütün unsurlarına kendi varlıkları ve oldukları halleriyle kendini açması ve içine alması gerekir. Ondan sonra bölge halkları ile entegrasyonun politik formülleri gündeme gelmeli.

Buna paralel olarak parçalanmış konağın toparlanması gerekiyor. Gerçek vatanımız olan Osmanlının en geniş sınırlarındaki bütün halkların yeniden aynı havuzda toplanması..Bunun için tekrar Namık Kemal’in Vatan kavramına dönülmesi gerekiyor. O da şudur; Bu topraklar hem Türkiye’dir hem Arnavutluk’tur hem Bosna’dır. Hem Arabistan hem Kürdistan’dır. Hem Gürcistan hem Çerkezya’dır. Hem Tunus, hem Yemen’dir. Hem Kudüs, hem Afganistan’dır. Yani ‘tek’çi değil, ‘hem hem’ci bir mantıkla, aynı anda birçok yönümüzü ifade eden yeni bir paradigmayla geleceği inşa etmek gerekiyor. Nitekim milletimiz aynı anda ve aynı halde, hem Türk hem Kürt hem Arap, hem Alevi hem Sünni hem Boşnak hem Filistinli, Suriyeli, hem Gürcü hem Çerkezdir. Herkes akrabalarına, kendi köklerine, komşularına baksın..Bu böyledir. Hiçbir insan tekinin tek bir kimliği, ırkı olamaz. Çünkü insanlar tanışıp kaynaştıkça kabileden,aşiretten çıkıp millet olurlar. Milletin adı da ırkla, etnosla tanımlanamaz zira bütün faklılıkların üzerindeki en ortak mana millete adını verir. Bizim ortak manamız, İbrahimiliktir, İslamdır ve Osmanlıdır. Batılı uluscu kimlik tanımları artık çöpe atılmalıdır. Türklük, devlete millete isim takarak yücelmez, aksine kürde kürt, Araba Arap, Ermeniye Ermeni diyerek, yani insanları kendi isimleriyle çağırarak ve ortak ideaya davet ederek yücelir. Tıpkı Alpaslan’ın, Melikşah’ın, Ertuğrul’un yaptığı gibi…O halde bu Müslüman irfanını siyasete tercüme edip kurucu bir dil olarak kullanmak icap eder. İç barışın ve birliğin en meşru ve mümkün dili de budur. Devlet, topluma kimlik dayatan veya insanları değiştirmeye çalışan yani Rabblik taslayan bir firavun değil, adıyla sanıyla bu çoğulluğun birliğini adil ve eşitçe temsil eden bir ayna olmalıdır. Osmanlı gibi..
‘KALBİMİZDEN BAŞKA PUSULA DA YOK GÖVDEMİZİN CEBİNDE’

Bundan sonrası işte bu ruhla yapılacak idari ve anayasal teknik düzenlemelerdir. Türkiye’nin kendi içinde federasyona ihtiyacı yoktur ama dışa dönük Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu ülkeleriyle federasyon-konfederasyonlar kurulabilir. Başkanlık sistemi tartışmalarında da dikkat ederseniz hep buna vurgu yapılıyor. Ya diktatörlük diyerek kötülemeye çalışıyorlar ya da eyalet sistemine geçilip bölüneceğiz diye korkutmaya çalışıyorlar. Oysa süreç tam tersidir. Türkiye’nin mevcut sınırları Osmanlının bölünmüşlüğünün tam tescilidir. Bu sınırları kaldırmamız demek büyümemiz demek, asıl sınırlarımıza ulaşmamız demektir. Mevcut statükonun hem beyinlerdeki sınırlarını hem de fiili sınırlarını kaldırmak en büyük devrimdir. Sykes-Picot’un snırlarını bize vatan diye yutturanlara inat, bugün Allahın izniyle Suriye, Irak, Kürdistan, Yemen, Filistin, Mısır, Libya, Tunus, Bosna, Üsküp, Batum, Tiflis’le aynı ülkenin aynı vatanın aynı devletin eyaletleri, şehirleri, vatandaşları olmaya doğru gidiyoruz. Şairin dediği gibi; Yolumuz uzun, uzak. Ve kalbimizden başka pusula da yok gövdemizin cebinde…

Türkiye, başta kürt sorunu olmak üzere, kendi iç barışını sağlamada yolun neresinde?

Türkiye şu anda derin bir uykudan uyanma mahmurluğu yaşıyor. Bir yanıyla 90 yıldır kendisine yapılan zehirli aşılar var; kendine halen güvenmiyor, ama bir yanı ise o kadim genetik kodları taşıdığı için inanılmaz heyecan duyuyor. Umut besliyor. Yani bir yanımız yaprak döküyor bir yanımız bahar bahçe.

Bahar bahçe yanımız giderek güçleniyor. Türkiye gerçek manada demokratik değişimlerini tamamladıkça kendine güveni artıyor. Kürt meselesi zaten örtülü sömürge olan devletin meselesiydi. Yani sorunu çıkartan ve batıyla oyun içinde sürdüren eski rejimin kendisiydi. Bu rejim yıkıldıkça Kürt meselesi de hal yoluna girdi. Ama kirli savaştan kalma ırkçı önyargılar, kir ve kanın ürettiği yeni tip faşizmler, yaşanan acıların travmalarından kalma izler bir süre daha tedavi edilmeye çalışılacak. Ama İnşallah bundan sonra bu topraklarda hiç kimse Allahın ayeti olan farklı dil ve renklerinden dolayı ne aşağılanacak ne de üstün görülecek. Devletin nonetnik bir yapıya kavuşması, Türklüğü yeniden doğal organik bir kimlik halinde halka bırakması, Kürtlüğün de yine inkarcı politikalara tepkiden kaynaklı ırkçı-milliyetçi tuzaklara düşmeden ve Selanik Türkçülüğü gibi üretilmeye çalışılan seküler-gavur bir Kürtçülük kimliğine dönüştürülmeden asli halinde doğal bir kimlik olarak özgürce var olmasının bütün koşullarının sağlanması gerekiyor.

Bunun yanında Fransa’nın I.Dünya savaşı sonrası paylaşımda kendisine kazık atan İngiltere’ye karşı bu coğrafyada yürüttüğü asimetrik savaşın doğurduğu diğer sorunlar var. Yani 1915’ten kalma sıkıntılar var. Dersim ve Hatay meselesinin devamı olan başka sorunlar…Şimdilerde Aryan-Pers heveslerle batının kaşıdığı bu sorunlardan kendine ekmek arayan Acemlerin de kışkırtmaya kalktığı bu sorunlar da İnşallah önümüzdeki dönemlerde hal yoluna girecek diye ümit ediyorum. Tabii ki zor, sancılı bir süreç bu. Ama en azından sorunları derinleştirme değil, çözme yolunda çekilen sıkıntılar bunlar..

Bir ideolojiye değil bir ideaya sahip devlet bu sorunları çözer diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

İdeolojiler Batı’nın pagan putperest egemenliğinin mezhepleridir. Bu ideolojilere inananlar Müslüman olduklarını iddia edemezler. Batılı bütün ideolojiler Türkiye’nin geleceğinde yeri olmayacak bir zehirdir. Yeni Türkiye’yi bu ideolojik zehirlerden genç kuşaklar kurtaracak. Bu manada devlet de aynı temizliği yapmalıdır. Bütün ideolojik şartlanmışlıklar çöpe atılmalıdır. Meydanlardaki ve devlet dairelerindeki bütün putlar yerle bir edilmelidir. Milletimizin sadece varlık ve bekası, birliği ve dirliği değil, haysiyeti ve ufku da yeniden Osmanlı ruhuyla donanmasına bağlıdır. Bu Osmanlının yeniden kuruluşu değil, -ki tarihte hiç bir şey aynen tekrar etmez,- bu o ruhla yeniden küllerinden doğma çabasıdır. Bu nedenle öncelikle şu Kemalist tortular devletten bir an önce temizlenmelidir. İsteyen putuna gitsin evinde tapsın. Devletin putları yok edilmeli ve halkımız bir an önce özgürleşmelidir. Halen devletin, Ordunun, diğer hassas kurumların putperest alışkanlıkları koruduğu bir ülkede bağımsızlıktan, özgürlükten, haysiyetten kimse bahsedemez. Bu utanç verici, aşağılık bir dramdır. Millet er geç bu dramdan da kurtulacak ve özündeki varlık ve beka ideasına, evrensel ve tarihsel misyonuna yeniden kavuşacaktır. Biz İbrahim’in çocuklarıyız, baltamızı cebimizde taşırız. Putlarla yaşayamayız…

Osmanlının son dönemlerinden birinci dünya savaşının bitimine kadar misyonerlik faaliyetlerine rastlıyoruz. Bu toprakların parçalanmasında bu faaliyetlerin etkisi görülüyor. Bugüne baktığımızda misyonerlerin yaptığı işin benzer bir karşılığı var mı?

19. ve 20. yüzyılda misyonerlerin maksadı Müslümanları Hıristiyan yapmak değildi. Ortodoksları Protestan ya da Katolik yapmaktı. Çünkü Batı ekonomik işbirliklerini kendine yakın olan unsurlarla yürütmek istiyordu. İlk gelen misyonerlerin görevi Hristiyan Osmanlılara mezhep değiştirtmekti. Dikkat edin 20. yüzyıl boyunca bütün Ortadoğu devletlerini yönetenler genelde bu misyoner okullarında yetişenlerdir. Irkçılığı, milliyetçiliği, pozitivizmi, sosyalizmi bu topraklara aşılayanlarda işte bu kuşaklardır.

Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’nın misyonerlik yapacak nüfusu kalmadı. İnsan devşirme teknolojisi yeteri kadar kullanılamaz hale gelince girdiği ülkelerde o ülkenin yerlisi gibi görünenleri kendisine hizmet için seçti. Mesela Cumhuriyetin ilk eğitim sistemi misyonerliğin amaçlarına ve içeriğine uygun bir modeldi. Yani milletin çocuklarından haçlı ruhlu bir nesil peydahlamaya çalıştılar. Kısmen başardılar da..Millet ise Kuran kurslarıyla, İmam hatiplerle, buna direndi. 1980’lerden sonra milletin bu direncine uygun olarak, alternatifmiş gibi görünen Fethullah Gülen grubu organize edildi. İnsanları modern bilime tapan birer pozitivist yapacak eğitim modeliyle ama görünürde ise inancından hala kopmamış varsayılan münafık insan tiplerini elit haline getirmeye çalıştılar.

Bu projeyi 1980’den sonra yoğun bir biçimde kullandılar. Batının son misyoner örgütü olan bu Haşhaşi çetesi gücünün çok ötesindeki işlere heves ettiği için suç üstü yakalanıp imha edildi. Bundan sonrası kendi ülkemizde batıcı eğitimi tamamen dönüştürmek ve hatta inşallah batılı çocuklara dönük bütün Avrupa’da İslam imanını aşılayacak yeni bir eğitim seferberliği olmalı.

Peki Birinci Dünya Savaşı mücadelesinde sizi en çok etkileyen kahramanlar kimlerdir?

En baş kahraman Enver Paşa’dır. Kuşçubaşı Eşref’tir, Zenci Musa’dır.Süleyman Askeri’dir, Mehmet Akif Ersoy’dur, Halil Paşa’dır, Şekip Arslan’dır, Fahrettin Paşa, Uceymi Sadun paşa ve daha ismi bilinmeyen birçok kahramandır. Ama bunların sembol ismi Enver Paşa, Kuşçubaşı ve Mehmet Akif Ersoy’dur. Bütün çocuklarımız bu abide şahsiyetlerin hayatını okumalıdır, Ve örnek almalıdır. Gerçek devrimci, Müslüman, ümmetçi ve ahlaklı şahsiyet tipi için bu isimler bütün yeni neslin kutup yıldızı yapılmalıdır.Yeni bir dünya kurmak için bu yıldızlara ihtiyacımız var..

Ortadoğu ve Balkanları çokça gezen birisiniz. Türkiye’ye bakış açıları için neler söyleyeceksiniz?

Osmanlı bir Simurg kuşu gibi, otuz parçaya bölünmüştür ve bu parçalar yeniden birleşip aynı yöne uçacaktır. Halen süren sivil, kansız ve demokratik Anadolu ihtilali dalga dalga bütün büyük vatanımızda yani Osmanlı havzasında umut yaratmış durumda. Bu yolda devam ettiğimiz sürece de bu umut çok daha somut projelere dönüşecektir. Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu, Hakan Fidan bunun sembol isimleri. Bütün coğrafyamız, bütün yetim halklarımız başta Tayyip Erdoğan olmak üzere bu isimlere bakıyor ve bunlar için dua ediyorlar. Bu sürecin gerçek manada zaferle taçlanması için de inanılmaz bir istek ve çaba var. Allah nasip ederse önümüzdeki 10 yıl içinde I. Dünya savaşının rövanşını alıp, insanlık tarihinde yeni bir sayfa açılacak. Buna inanmayan ve karşı çıkanları ise tarihin çöp sepeti bekliyor.

Son olarak eklemek istediğiniz…

O kadar derin, o kadar tarihsel ve o kadar evrensel bir dava ki bu, sadece hakkıyla iman edenler kavrayabilir. Ve bu dava için yürünen yolda yaşanacak her sıkıntı başımız gözümüz üstünedir. Bu kararlılıkla ve milletimizin o derin irfani desteğiyle hiçbir güç asla ve asla bu süreci tersine çeviremeyecek. İnşallah bizim kuşaklar bir gün ümmetin yiğit çocuklarının o kraliçenin inine de girdiğini görecek… Son sözüm ve tek duam budur