Home » Dünya Gündemi » Kitap Özeti: ASYA’DA ÇARKLAR NASIL DÖNÜYOR – JOE STUDWELL Bölüm II

Kitap Özeti: ASYA’DA ÇARKLAR NASIL DÖNÜYOR – JOE STUDWELL Bölüm II

ASYA’DA ÇARKLAR NASIL DÖNÜYOR
DÜNYANIN EN DİNAMİK BÖLGESİNDEKİ BAŞARI VE BAŞARISIZLIKLAR
JOE STUDWELL

Kitap Özeti: ASYA’DA ÇARKLAR NASIL DÖNÜYOR – JOE STUDWELL Bölüm II
3. BÖLÜM
FİNANS: Dizginleri Gergin Tutmanın Faziletleri…
Ülkelerin kalkınması ve ekonomilerini katma değeri yüksek faaliyetlere yöneltmesi konusunda tarım ve sanayi politikaları önemli diyorsak… Aile tipi tarım işletmelerinin tarımsal verimi artırdığını, bebek sanayii korumanın kalkınmayı hızlandırdığını düşünüyorsak… Finansman politikalarının da, ülkelerin kısıtlı kaynaklarını kalkınma hedefine yöneltmesi açısından en az diğer ikisi kadar önemli olduğunu kabul etmeliyiz. KDA ülkelerinin benzeri görülmemiş bir hızda kalkınmalarını sağlayan nedenlerin başında, yukarıda sayılan politikaların birbirine uyumu gelir. Ülke şartlarına göre uyarlanıp iyi bir düzenlemeye tabi tutulmamış modern finansman teknikleri ise, kalkınmakta olan ülkelerde, özellikle dış kaynaklı ve spekülatif amaçlı sermaye hareketleri yoluyla ekonomiye büyük riskler getirir.
KDA ülkelerinin finansman politikaları, büyük “kapitalist” tarımsal işletmelerin yaptıkları yatırımların hızla kâra dönüşmesine olanak sağlamayı amaçlamaz. Bunun yerine, küçük ama verimli çalışan tarımsal işletmelerin bir bütün olarak toplamdaki üretimlerinin artırılması hedefini öne çıkarır. Sanayiye dönük finansman politikaları ise teknolojik öğrenmeye süre tanır. İhracat potansiyeli taşıyacak olgunluğa ulaşılıncaya kadar düşük kârlılığa rıza gösteren, bu süreçler sonrası için yüksek kârlılığı hedef alan bir anlayışla düzenlenmiştir.
Bu anlayışın aksine, GDA ve Lâtin Amerika ülkelerindeki finans kurumları, kısa vadede kendilerine en yüksek kârlılığı sağlayacak bireysel tüketici kredilerine yönelerek amaçlarına ulaşmış ama ülkeleri sanayi ve teknoloji açısından geri kalmıştır. Asya’nın en kârlı bankaları, bölgenin en geri ülkeleri olan Filipinler, Endonezya ve Tayland’da bulunur. Bu bakımdan kalkınmanın erken evrelerinde finansal dizginleri gevşeterek liberalleşmeye gitmek yerine muhtelif düzenlemelerle dizginleri gergin tutarak fonların kısa vadeli amaçlara değil, daha uzun vadede elde edilecek kalkınma hedeflerine yönelmesini sağlamakta fayda bulunur, örneği ise Japonya, G. Kore ve Tayvan’dır. Bu ülkelerde finans sektörünün devlet önderliğinde belirlenen kalkınma hedeflerine hizmet edecek şekilde düzenlenmesi, 19.yüzyıl Avrupa ve Amerika deneyimlerine benzer.


GDA’da mali kaynakların büyük bir bölümü başarısız toprak reformu uğraşlarına, rekabet ve ihracat disiplinini öncelemeyen imalat sektörüne, ithal malı tüketimine ve lüks gayrı menkul yatırımlarına akıtıldı. Daha kötüsü, 1980’lerde çalmaya başlayan alarm zilleri üzerine, IMF, Dünya Bankası ve ABD hükümeti devreye girerek kalkınma çabası içindeki bu ülkelere serbest piyasa reçetelerini dayatmaya başladı. Anılan kurumların öngörülerine göre, dizginlerinden kurtulmuş sermaye kendiliğinden ekonomik kalkınmayı gerçekleştirecek yatırımlara yönelecekti. Olmadı. Ulusal kalkınma hedeflerini destekleyen (ihracat disiplini gibi) strateji ve zorlamaların zayıf olduğu ortamda para lüks gayrı menkul başta olmak üzere spekülatif, kısa vadede kâr getirecek alanlara kaydı. Siyasi liderler, ne tarihten, ne piyasalarını zamanından önce ve hızla serbestleştirip başlarını belâya sokan ülkelerden (Lâtin Amerika, Rusya) ders alabilmişler, bir kez daha ekonomistlerin sunduğu sihirli reçetelerin tuzağına düşmüşlerdi.
Japonya, 1959 yılında başlayan IMF ve Dünya Bankası baskılarına 1980 yılına kadar dayanabilmiş, ancak bu tarihte büyük kısıtlamalar içeren Yabancı Sermaye yasalarını değiştirmişti. Baskılardan kurtulan bankalar, sonraki 5 yıl içinde bilinen kârlı alanlara yöneldi, kentsel alanlardaki gayrı menkul fiyatları dörde katlandı, borsa fırladı, balon şiştikçe şişti. Bu sürdürülemez durum 1989-90 kışından itibaren tersine dönmeye başladı. Hızla fırlayıp, her Japon’un kendini kâğıt üzerinde zengin ve ayrıcalıklı zannetmesini sağlayan varlık değerleri, çıktıkları hızla düşmeye başladı. Balon patlamıştı. Arada 20 yıl geçmiş olmasına rağmen bu şokun izleri ülkede hâlâ görülür.
G. Kore’nin hızlı kalkınma dönemindeki katı ve devletçi mali sektör anlayışı bir Park Chung Hee uygulamasıdır. Bankalar, Amerikan Merkez Bankasının ve Hee’nin bir ara kodese attığı iş adamların baskısıyla 1957 yılında özelleştirilmişti. Hee bankaları yeniden devletleştirdi ve resmen Maliye Bakanlığına bağlı kuruluşlar haline getirdi. İhracatçılar ve kalkınma hedefleri çerçevesinde öncelikli olan petrokimya ile ağır sanayi yatırımları sınırsız biçimde ucuz krediye boğuldu. “Getir akreditifi, götür ucuz krediyi” mantığı etkinlikle işletildi ama bu kredilerin doğru amaçlar için kullanılıp kullanılmadığı da adeta gün be gün denetlendi. Merkez Bankası, bankalara, akreditiflerle bağlı olması kaydıyla % 100 oranında reeskont kredisi imkânı sunuyordu. Bunun anlamı, likidite artışına bağlı enflasyon yükselmesi olmasına rağmen Hee bunu diğer ülkelerin önemsediği kadar önemsemiyordu. Ülkenin ihracatı 1960’lar boyunca her yıl % 40, 1970’ler boyunca ise her yıl % 25 arttı. 1960 yılında GSMH’nın % 3,4’nü oluşturan ihracat gelirleri, 1980 yılında % 35’e ulaştı. Enflasyon % 15-20 mertebelerindeydi. Banka sisteminde reel negatif faiz oluşmuştu ama buna rağmen mevduatlarda fazla düşüş yaşanmadı çünkü ülkedeki tüketim olanakları kısıtlıydı. Riski göze alabilenler, daha yüksek faiz veren “kaldırım bankalarına” yöneldi. Bunlar da topladıkları fonlarla ihracat dışı alanlarda faaliyet gösteren şirketleri besliyordu. İhracat dışı alanlarda yer alan firmaların yasal bankacılık sisteminden kredi kullanmaları mümkün değildi çünkü yasal bankaların bütün fonları ihracat için tahsis edilmekteydi. Yasal olmadığı halde faaliyetlerine göz yumulan kaldırım bankacılığı sistemi fazla büyük olmadığından genel dengeleri bozmuyordu.
Ülkeden döviz çıkışı çok sıkı kontrol altındaydı. Öyle ki 1980’lerde dahi, tatil amaçlı yurt dışı gezileri yasaktı. G. Kore, kalkınması için gerekli fonların yurt içi kaynaklardan temin edemediği bölümünü dış borçlanmayla karşılıyordu. 1985 yılına gelindiğinde G. Kore, Brezilya’nın ardından dünyanın dış borcu en yüksek kalkınmakta olan ülkesiydi. Buna rağmen, ihracata verdiği önem nedeniyle yeterli döviz rezervi vardı ve dış borcunu çevirmekte güçlük çekmiyordu. G. Kore 1993 yılında IMF tarafından nihayet ikna edildi ve finans sektöründe dizginler gevşetildi. 1997 yılında GDA ülkelerinden yayılan mali kriz döneminde bazı sıkıntılar yaşandı ama 1999 yılında güçlü büyümeye yeniden dönüldü.
Kriz döneminde yaşanan sıkıntının nedeni, panikleyen dış kreditörlerin kredileri yenilemeyip geri çağırması idi. Kolay atlatılmasının nedeni de söz konusu kredilerin sadece küçük bir bölümünün üretken olmayan (gayrı menkul gibi) alanlarda kullanılıyor olmasıydı. Bazı sarsıntılar geçirmiş olmasına karşın G. Kore mali sistemi liberalleşme sonrasında herhangi bir krize girmedi. Ülkenin, Anglo-Saxon finansal sisteme geçişinin zamanlaması ne denli doğruydu, bunu ilerleyen yıllarda göreceğiz.
Tayvan, büyük şirketlerini ihracata dönük üretime yönlendirme konusunda başarılı olamadı. Küçük şirketlerini de G. Kore ve Japonya’nın yapabildiği gibi ihracatla büyütmek için yeterince desteklemedi. Bunun yerine, çok uluslu şirketlerin montaj üssü haline geldi. Bu haliyle fazla bir katma değer yaratmıyordu ama parasının değerini sürekli olarak düşük tuttuğu için muazzam dış ticaret fazlası elde ediyordu. Nihayet Tayvan’da 1980 sonlarında uluslararası baskılara daha fazla dayanamayarak düşük kur politikasından vaz geçmek zorunda kaldı. Finans sektörünü serbestleştirmek yolunda adımlar atılmaya başlandı. Ne var ki, teknolojik olarak yabancı sermayeye bağımlılık halen sürüyordu ve kalkınmışlık hedefinin henüz çok uzağında bulunuluyordu.
Finansal sistem faciaları konusunda GDA ülkeleri birer laboratuvar gibidir. Buralarda, bankaların üretime ve ihracat disiplinine önem vermeyen girişimcileri hevesle fonladıklarına sıklıkla şahit oluyoruz. Bu tutum iki önemli olumsuzluğa neden oluyor. İlki, imalat sektöründe teknolojik kapasitenin yükselememesi. İkincisi, ihracat yeterince desteklenmediği için bu yolla öğrenilen bilgi akışından yoksun kalınması. Hâlbuki bu bilgilerle başarılarını perçinleyen şirketler, Japonya ve G. Kore’de bankaların kredi kalitesini yükseltirken, Güney Asya’nın başarısız şirketleri bankacılık sisteminde “kötü kredi/dönmeyen kredi” sorunlarına yol açıyordu. Bazı örnekler:
1980 yılında ABD, içerdeki enflasyonu dizginlemek için faizleri çok ciddi oranda yükseltince, dış borçlarının büyük bölümü $ cinsinden olan Filipinler, borçlarını çeviremedi. Döviz kazancını sağlayacak ne bir sanayi alt yapıları, ne de verimli bir tarım sektörüne sahiptiler. Merkez Bankası kaynaklarıyla kendi grup şirketlerini ve yandaşlarını fonlayan özel bankaların birçoğu battı. Yağma düzeninden kendine ve aile mensuplarına en çok menfaat sağlayan kişi, komünizmin yayılmasını engellediği gerekçesiyle ABD tarafından desteklenen F. Marcos idi (Manhattan’da mülk satın almak için Merkez Bankası garantili kredi bile kullanmıştı). Marcos, Filipin ekonomisinin dörtte bir oranında küçülmesine yol açan krizin ortasında, 1996 yılında, halkın baskısına dayanamayarak ülkesinden kaçıp ABD’ne sığındı.
Malezya, GDA ülkeleri arasında finans sistemi açısından en ihtiyatlı olanlarından biriydi. Finans uzmanı bir ülke olan ve bu özelliği ile sermayeyi cezbeden Singapur ile çok yakın ilişkiler içindeydi, 1967 yılına kadar kendi parasını bile ihdas etmemişti. 1967’de kendi parasını bastı ama 1973 yılına kadar kurunu Singapur Dolarına sabitlemişti. Etkili kalkınma politikaları uygulanabilmesi için finansal sistemin işleyişi ve denetimi hükümetin elindeydi. Buna rağmen ihracat odaklı bir sanayileşme stratejisi olmadığından fonlar üretime değil gayrı menkul yatırımlarına aktı. Mahattir hükümeti, 1989 yılında borsayı serbestleştirince Kuala Lumpur Borsası adeta patladı. 1993 yılında yaşanan “boğa” döneminde, borsa şirketlerinin toplam piyasa değeri, ülke GSMH’sının dört katından fazlasına, yani dünyada görülen en yüksek orana ulaşmıştı. Ülkenin Maliye Bakanının ifadesiyle adeta kimse çalışmıyor, herkes borsaya takılıyordu. Çöküş 1997’de geldi. Küçük yatırımcı soyulmuş, içerden elde edilen bilgilerle manipüle edilen özelleştirmeler sırasında büyük vurgunlar vurulmuştu. Ortaya finans spekülatörlerinden oluşan yeni bir milyarderler sınıfı çıktı. 1990’larda Malezya ticari banka kredilerinin sadece dörtte biri imalat ve tarım gibi üretken sektörlere gidiyor kalanı ulusal kalkınma hedefleriyle ilgisi olmayan spekülatif alanlarda kullanılıyordu. Mahattir Asya’nın “kötü çocuğu” olarak adlandırılması pahasına 1998 yılında liberalleşmeyi bir kenara koyarak sermaye hareketlerini geçici olarak da olsa devletin kontrolü altına almak zorunda kaldı. Burada da liberalleşmeye, yeteri kadar hazır olunmadan, zamanından önce geçilmişti.
Tayland tasarruflar açısından kötü durumda olan bir ülke değildi, yatırımları besleyecek bir potansiyeli vardı. Sahip olmadığı ise fonların doğru hedeflere akmasını sağlayacak politikalardı. 1988 – 1996 yılları arasında finans sektörünün gayrı menkul sektörüne verdiği kredilerin toplam aktiflere oranı % 9’dan % 24’e fırlamıştı. Borsa endeksi de 1990’da 600 iken, 1996’da 1400’e ulaştı. Balon sönmeye başlayınca, ulusal para birimi olan Baht 2 Temmuz 1997’de dalgalanmaya bırakıldı (Bu tarih Asya krizinin başlangıç tarihi olarak bilinir). 91 adet banka dışı finans kurumundan 56’sı kapatıldı. Kredi kullanıcılarının iyileri de, kötülerin yanında işletme sermayesine ulaşamamaya başladı. Ekonomi görülmemiş bir hızla küçüldü. IMF yardıma çağrıldı ve bilinen kemer sıkma politikaları devreye girdi. Ulusal şirketlerin zorunlu olarak yabancı sermayeye satılmalarına ve kemer sıkma politikalarına karşı, özellikle kırsal kesimden ciddi protestolar yükselmeye başladı. IMF olanı biteni kavramaktan o kadar uzaktı ki, “yıldız öğrencisi” için krizden bir yıl sonra yaptığı büyüme tahminini % 3,5’dan, % – 7’ye çekmek zorunda kaldı. Ülke kalkınma yolunda kendine doğru yolu bulma arayışı içinde bir siyasi krizden diğerine sürüklenip durdu. Geçmiş 50 yıl içinde, uluslararası anlamda rekabet edebilecek sanayi politikalarını geliştirememenin, finans konusundaki yalpalı gidişin günümüzde gözle görülebilen en somut mirası, uçsuz bucaksız alanları kapsayan çirkin beton tarlalarıdır.
Endonezya, bağımsızlığına kavuştuktan sonra iki dev finans krizi yaşadı. 1965 yılındaki ilki, birinci başkan Sukarno’nun yönetiminde sosyalist ideolojiler çerçevesinde girişilen modernizasyon atılımının bir sonucuydu. İkincisi ise 1997 yılında Suharto döneminde yaşandı. O dönemde IMF ve Dünya Bankası reçeteleri doğrultusunda serbest piyasa finans reformları uygulanıyordu. Bu krizler, ekonomik kalkınma yolunda karşıt yaklaşımların ürünleri gibi görünseler de, aslında her ikisi de aynı nedenle çıkmıştı: Devletin imalat ve ihracat sektörlerini kalkındırmaya yönlendirmemesi ve finans sistemini denetim altında tutamaması.
Endonezya’nın bağımsızlık sürecinde Hollandalı sömürgecilere ait varlıklar millileştirilmiş, çok değerli varlıklar yönetime yakın iş adamlarına, yönetici kadroların aile efradına peşkeş çekilmişti. Ülkenin özel bankalarının birçoğu bu süreçte kazanılan servetlerle kurulmuş ya da devralınmıştı. Ciddi kalkınma stratejilerinin olmadığı, finans sektörünün neredeyse denetimsiz olduğu bu karışık ortamda gene bilinenler yaşandı. Dev devalüasyonlar, ekonominin daralması, milyonlarca işçinin işsiz kalması, iflaslar, geri ödenemeyen krediler, batan bankalar, bunların yükünün devlete binmesi, sahipliğinin ise yabancılara devredilmesi ve ardından ABD’nin, IMF tarafından yönetilmesi şartıyla verdiği 23 Milyar $’lık yardım paketi… Bu yardımla ekonomik istikrar kısmen sağlanabildi ama şu an görünen o ki, yeni kurulan sistem, Endonezya’nın kalkınma anlamındaki ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak.
Bu deneyimlere bakıldığında, liberalleşme politikalarının, bir toplumu yoksulluktan refaha taşıyacak doğal bir finansal ortamı yaratamadığını görüyoruz. Sistem, tüketici çıkarlarının öne çıktığı, kısa vadede yüksek menfaatlerin elde edilebildiği bir ortam doğuruyor. Yoksul bir ülkenin bu politikalarda ısrar etmesinin bir anlamı yok. Bankalar ve borsa gibi finansal kuruluşların piyasa ekonomisinin etkin birer unsuru olarak işlev görebilmeleri için uzun bir süre ciddi bürokratik ve kurumsal deneyimlerden geçerek olgunlaşmaları gerekiyor. Fonları tarımsal ve sınai kalkınmaya dönük projelere yönlendirmenin en kolay ve etkili yolu devletin bankacılık sistemini kullanmasıdır. Politika belirleyicilerinin hisse ve tahvil piyasalarını denetim altında tutabilmeleri daha zordur. Gelişmekte olan ülkelerin girişimcileri, devlet denetiminden kurtulabilmek için piyasaların genişlemesi yolunda baskı ve lobi yaparlar. Temel kalkınma hedeflerine ulaşılıncaya kadar hükümetlerin bu baskıları göğüslemeleri gerekir. Bu bağlamda, gelişmekte olan ülkelerin, ciddi ekonomik ilerlemeler sağlanıncaya kadar merkez bankalarını bağımsızlaştırmaları uygun değildir. Denetime dayalı finans politikaları zaman içerisinde verimliliğini yitirir. Esas sorun, ülkelerin liberal uygulamalara geçişin optimum anını yakalayabilmelerinde yaşanır. Ne çok erken, ne çok geç!
4. BÖLÜM
Çin Bu Tablonun Neresinde?
Komünistlerin 1949 yılında kazandığı zaferle işbaşına gelen devrimci Çin hükümeti, ekonomik modernizasyonu gerçekleştirmek için en az Japonya, G. Kore ve Tayvan kadar kararlıydı ama iki yanılgı ilerlemenin önünü tıkıyordu. Bunlardan biri, tarımın ancak ölçek boyutlara gelmesiyle etkin olabileceği düşüncesiydi ki bu inanış ülkeyi 1950’lerde çiftçiliği toplulaştırma (collectivisation) uygulamalarına sürükledi. Oysa tarımın dinamikleri imalat sektörüne benzemez; büyüdükçe birim maliyetlerin düşmesi her zaman için geçerli bir kural değildir. Tarımda ürün hiç değişmez, pirinçse pirinç, mısırsa mısır kalır. Verim ancak daha fazla gübre ve daha fazla el emeği ile artırılabilir ki yoksul ülkelerde el emeğinden bol bir şey yoktur. Mekanize tarıma zamanından önce geçiş, inanılanın aksine verimi düşürür, kırsal kesimde işsizlik yaratır. 2. Dünya Savaşından sonra doğu Asya’da, aralarında K. Kore, Çin ve Vietnam’ın bulunduğu komünist ülkelerde toplulaştırma ve mekanizasyon, Sovyetler Birliğinde olduğu gibi açlığa yol açmıştı.
İkinci yanılgı ise, imalat sektörünün ticaret olmadan da, otarşik bir yapı içinde kendi kendine yeterlik anlayışıyla gelişebileceği düşüncesiydi. Çin ve Hindistan’ın da içinde bulunduğu Asya ülkeleri, 2. harpten sonra otarşik yapı yüzünden teknolojilerini geliştiremediler. Ticaretle birlikte gelen öğrenme süreci yaşanamadığından ne zaman bir yenilik gerekse bunu kendilerinin bulup geliştirmesi gerekti. Deyim yerindeyse, her defasında tekerleği yeniden keşfetmek zorunda kaldılar, zaman kaybettiler.
Deng Şiaoping döneminde Çin bu iki büyük yanılgıdan döndü. Önce aile tipi işletmeler restore edildi, Deng’in 1979 yılında ABD ve Japonya’ya yaptığı ziyaretler sonrasında Çin önce dünya ticaretine ve zaman içerisinde yabancı sermayeye açıldı. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarla yakın ilişki içinde bulunuldu ama kötü kalkınma tavsiyelerinin uçuştuğu bir dünyada liberalleşme adımları tedricen ve diğer GDA ülkelerinin aksine, ülke şartlarının el verdiği ölçüde ve uygun bir zamanlamayla atıldı. Bu arada Dünya Bankasının proje bazlı teknik ve finansal desteklerinden fazlasıyla istifade edildi.
Tarım reformu, Çin kalkınmasının en başarılı uygulamalarından biridir. Bu sayede milyonlarca insan yoksulluktan kurtulmakla kalmadı, bu sayede yaratılan refah, tarımsal sanayii ve kentsel imalat sektörünü tetikleyen güç oldu. Zamanı geldiğinde de (2005- Hu Jintao dönemi) “tarımın sanayii desteklediği” birinci modern ekonomik kalkınma sürecinin tamamlandığı ve artık “sanayinin ve kentlerin kırsal kesimi ve tarımı besleyeceği” yeni bir dönemin başladığı ilan edildi. Tarımsal alt yapıya, karayollarına, demir yollarına, kırsal kesimde okul, hastane inşasına büyük yatırımlar yapıldı. Kırsal ve kentsel kesimler arasındaki gelir uçurumu hâlâ 1/3 oranında kentsel kesim lehine olsa da en azından kanama durdurulmuş oldu.
Çin’in imalat sektöründe kaydettiği ilerlemelerin analizini yapmak daha karmaşık bir iştir ama temelinde küçük ve verimli olmayan devlet işletmelerinin sistemden ayıklanması, özellikle ana sanayi ve hizmet dallarının devlet elinde birleştirilerek oligopol bir yapı içinde birbirleriyle rekabet halinde çalıştırılması yatar. Oysa kalkınmakta olan ülkelerin daha az başarılı olanları, bu tip işletmeleri (petrokimya, demir-çelik, haberleşme, bankacılık enerji ve enerji dağıtımı vs.) kodamanlara kaptırır, onların ulusal kalkınma hedeflerine uyumlu çalışıp çalışmadıklarını yeterince denetlemeden daha da zenginleşmelerine göz yumar. Çin, kalkınmakta olan ülkeler arasında devlete ait ticari işletmeleri en verimli ve kârlı biçimde çalıştırmayı becerebilmiş olanlarının açık ara başında gelir. Kamu rantının baş istifade edenidir. Buna karşın Çin özel sektör şirketleri, devlet sektörü şirketlerinin yararlandığı siyasi destekten yoksundur. Bu ayırımcılığın ileride Çin’in ekonomik hedeflerini nasıl etkileyeceğini henüz bilmiyoruz. Bu bilmeyeni aydınlatmak için Çin’de özel ve kamu sektörlerinin ne büyüklükte oldukları ile “özel” ve “kamu” kavramlarının tam olarak ne anlama geldiği sorularının cevaplanması gerekiyor.
Birinci soruya kabaca “yarı yarıya” diyebilsek de ikincisini cevaplamak zor. Çünkü görünüşte kamu şirketi diye tanımlananların, hisse senedi sahipliği yoluyla çok sayıda küçük ortakları olduğu biliniyor. Devletin elinde bulundurduğu temel sanayi ve hizmet sektörünün yarattığı muazzam kaynaklarla bağımsız imalatçıları destekleyip desteklemeyeceği ve bu yolla ekonominin çoğulculuğa evirilip evirilmeyeceği bir sınav sorusu olarak Çin hükümetinin önünde durmakta. Şimdilik devlet bürokrasisinin kamu sektörünü, rekabetçi bir anlayış ve ihracat disiplini prensipleri doğrultusunda muhtelif desteklerle (teknoloji transferi, Ar-Ge, finans, vergi vs.) ulusal kalkınma hedeflerine yönlendirme konusunda başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Çin muazzam nüfusunu, teknoloji geliştirme yolunda kullanmakta da başarılı. Bunu, ileri teknoloji uzmanı yabancı firmalara piyasasını açarken, teknoloji transferini ve yerli muhteva koşulunu dayatarak yapıyor. Öğrendiklerini geliştiriyor ve kendisi de katma değeri yüksek, ileri teknolojiye dayalı ürünlerin ihracatçısı haline geliyor (Biz nükleer santral, yüksek hızlı tren örneklerini verelim, gerisini size bırakalım) Genel olarak kamu şirketlerinin, tüketici malları piyasasındaki zayıflıkları bilinen bir gerçek. Çin’de de bu böyle. Bu piyasaların gerektirdiği duyarlılık ve esnekliğe Çin kamu sektörü de yeterince ayak uyduramıyor. Kendilerine özgü, uluslararası alanda başarısını tescil ettirebilmiş bir otomobil markası yaratamamaları buna örnektir. Telekomünikasyondan da bir örnek vermek gerekirse, Huawei’den bahsedebiliriz. Şirket, mobil altyapı konusunda ciddi uluslararası başarılar elde etmiş olsa da işin tüketici boyutundaki cep telefonları konusunda henüz kendisini saygın bir marka kabul ettirebilmiş değil (oysa Vodafone gibi uluslararası şirketler için her yıl milyonlarca cihaz üretip satıyor). Bu alanlarda başarılı olmak için yanıp tutuşan çok sayıda özel şirket var ama yukarıda da değinildiği gibi yeterli devlet desteği alamadıklarından çok uluslu rakipleriyle başa çıkamıyorlar. Hâsılı, Çin özel sektörü potansiyelini kullanamıyor.
KDA devletlerinin etkili tarımsal ve sanayi politikaları uygulamasının önemli bir unsuru olan mali yapılanma şekli Çin’in de benimsediği bir şekil. Bu yapılanmanın iki temel direğinden biri, bankaların denetim altında tutulması ve hedefleri ulusal hedeflerle örtüşmeyen özel girişimcilerin eline geçmesinin önlenmesidir. Diğeri ise, yerel ve yabancı sermaye hareketlerinin üzerindeki devlet kontrolüdür. Kredilerin plase edileceği alanları millileştirilmiş bankalar ve kalkınma ajansları saptar. Şu ana kadar Çin’in finans sektörünü yönetim biçimi işe yaradı ama deneyimler gösteriyor ki, yüksek getiri peşindeki mevduat sahipleri ile kurumsal özel girişimciler, finansal denetimlerini delme konusundaki savaşlarını genellikle kazanırlar. Bu realite Çin için dahi varittir. Esas mesele, Çin’in finansal kontrolü elinden kaçırıncaya kadar yeterli bilgi birikimini sağlamayı başarmış olup olamayacağıdır.
Çin’in kalkınmasının bir istisna olmasının nedeni, uyguladığı politikaların orijinalliğinden kaynaklanmıyor. Bunlar zaten, KDA ülkelerinde denemiş, testten başarıyla geçmiş politikalardı. Dünyayı sarsan olgu, kalkınmanın, gerek arazi, gerek nüfus açısından bu cesamette bir ülkede gerçekleşmesi ve bunun etkilerinin gezegenin her yanından hissedilmesidir.
Evet, Çin’in kişi başı milli geliri hâlâ 5 bin dolarlar mertebesindedir ama ülke neredeyse her alanda dünyanın en büyük pazarıdır ve zengin ülkeler sınıfına katılabilmesi için daha epey büyümesi gerekmektedir. Peki, bu durum yükselişin sınırsız olduğu anlamına mı geliyor? Hiç de değil. Son siyasi gelişmeler pek cesaret verici değil. Çin Komünist Partisi, giderek performansa ve liyakate önem veren yapıdan uzaklaşarak babadan oğula geçen bir prensliğe, akrabalığa dayanan bir yapıya dönüşüyor. Bunu 2012’de ilan edilen yeni politbüroya verilen şekilden anlıyoruz. Böyle bir yapının kendi çıkarlarını öncelemesi ve geçmişte yapılan reformcu yaklaşımları sergileyememesi beklenmektedir. Zor siyasi kararların alınması problem haline gelecektir.
Çin, demografik açıdan da bazı zorluklarla karşı karşıya. Çalışan nüfus giderek yaşlanıyor, toplam nüfus içinde emeklilerin oranı hızla artıyor. 2030 yılına gelindiğinde 300 milyona yaklaşacak emekli sayısı, yeni tasarruf yaratmanın önünü kesip sosyal harcamalar yoluyla mevcut tasarrufları eritmeye başlayacak. Ülkedeki kurumsal ilerlemelerin yavaşlığı, sosyal sürtüşmeleri körükleyecek, bunun da ekonomik bedelleri olacak. Siyasi çoğulculuk, kuvvetler ayrılığı, bağımsız hukuk ve benzeri kavramlar çok geri plânda kalmış durumda. Günümüzde Çin’in izlediği yol onu orta gelir seviyesinde bir ülke olmaya doğru götürüyor. Önde gelen uluslar için ekonomik anlamda bunun korkulacak bir yanı yok ama siyasi anlamda var. 19. yüzyılda Almanya’da ve iki harp arasındaki dönemde Japonya’da olduğunun aksine, askerin sivillerin emrinde olduğu, kozmopolit bir Çin, yükselen bir güç olarak dünya açısından daha az tedirgin edicidir.
SON SÖZLER:
Yalan Söylemeyi Öğrenmek…
Neo-klasik ekonomistler, piyasalara yapılacak siyasi müdahalelerden hoşlanmaz. Onlara göre piyasalar zaten kendi doğalarında var olan etkinlikte çalışır. Fakat tarih bize piyasaların kendiliklerinden oluşmadığını, “yaratıldığını” söylüyor. Faal toplumlarda piyasa, siyasi güç tarafından şekillendirilir, olmazsa bir daha şekillendirilir, tutmazsa bir daha… Japonya, G.Kore, Tayvan ve Çin’de toprak ağalarının arazilerine el konulmasaydı, tarımsal artı değer yaratılamaz, artı değerin yarattığı ivme ile sanayileşmeye geçiş sağlanamazdı. Keza, ihracat odaklı sanayileşme desteklenmeseydi, milyonlarca eski tarım işçisi modern ekonomiye kazandırılamazdı. Finansal denetim uygulamaları olmasaydı, ekonomik öğrenme sürecini hızlandıracak fonların sağlanması mümkün olmazdı. Bütün bunların yardımıyla piyasalar oluştu ve rekabet ortamı doğdu. Kalkınma hedefine ulaşma çabaları, bu ortamda karşılık buldu, nafile çırpınışlar olmanın ötesine geçti.
Doğu Asya deneyimleri, ekonomistlere kalkınma ekonomisinin en az iki aşamalı olduğu mesajını veriyor. İlki, eğitim süreciyle ilgilidir. Bu süreç içinde bireyler, dünyadaki akranları ile rekabet edebilmeleri için gereken becerileri öğrenirler, olgunlaşabilmeleri için beslenmeleri, korunmaları ve yarışabileceklerini kanıtlamaları gerekir.
İkinci aşamada verimlilik ekonomisine sıra gelir. Bu dönem, daha az devlet müdahalesini, daha fazla serbestleşmeyi, özgür piyasaları öne çıkarır. Başarıların daha kısa süre içinde karşılık bulması (kâr) hedefine odaklanılmasını gerektirir. Erken gelen bol kâr, yeni yatırımlara akar, büyüme sağlanır.
Temel soru, bu iki aşamanın hangi noktada birleştiğidir. Ekonomistlerin esas uğraşmaları gereken mevzu da bu olmalıdır. Ne yazık ki, “verimlilik” ekonomisi savunucusu neo-klasik ekonomistlerin (genellikle zengin ulusların mensubudurlar) entelektüel baskıları yüzünden, ekonomik kalkınma konusunda dürüst bir tartışma yapılamıyor. Bu nedenle de yoksul uluslar başarıya ancak yalan söyleyerek ulaşabiliyorlar. Bu ülkelerin liderleri kamuya karşı, zenginler tarafından çığırtkanlığı yapılan “serbest piyasa” ekonomisi kurallarına biat edeceklerini söylüyor, sonra da dönüp kafalarına göre takılıyorlar. Bir başka deyişle, kalkınıp zenginleşmek için gerekli gördükleri müdahaleci politikaları sürdürüyorlar. Yalancılık yapılmasını tavsiye etmek benim için gerçekten zor ama bazı durumlarda bunun yapılması gerekiyor. Mao, Sukarno ve Mahattir’in yaptığı gibi Batı entelektüel hegemonyası ve onun lideri ABD’nin karşısına dikilip parmağı tehditkâr biçimde onların gözüne gözüne sallamak tam bir delilik. Belki daha akıllıcası, Park Chung Hee, ya da modern Çin’i örnek alarak, serbest piyasa lehine söylemlerde bulunmak sonra da sessiz sedasız devletçilik yolunda işine bakmak.
Japonya, G. Kore, Tayvan ve Çin’in gerçekleştirdiği ekonomik dönüşümlere bir kez daha şahit olabilir miyiz? Büyük ihtimalle hayır! Çünkü yoksul uluslar çiftçilere tarım ve pazarlama destekleri sağlayarak radikal toprak reformları yapmadan, yıllık % 7-10 gibi büyüme oranlarını yakalayamazlar. Bu yöntemler de siyasi gündemden düşmüş gibi gözüküyor. Çünkü Dünya Bankası, 1980’lerden beri mikro finans yöntemlerini savunarak, kırsal kesim yoksullarını sokak tezgâhları kurmaya ve bunlar üzerinden birbirlerine, satın almaya güçleri olmayan malları alıp satmaya teşvik ediyor.
GDA ülkeleri bize, ekonomik dönüşüm istenmiyorsa, nelerin yapılması gerektiğinin öğretisini sunuyor:
• Milyonlarca işsiz köylü ortalık yerde dururken, toprak ağalığı düzenini sürdür ve ölçek tarım sistemine geç,
• İmalat işini çok uluslu şirketler nasıl olsa senin yerine yapıyor. Bu işlere kafayı takma, gayrı menkul gibi kaymağı bol bir alan varken, ihracat odaklı imalat sektörünü geliştirecek destekler için paranı harcama,
• Girişimcilerini başıboş bırak, onlar içgüdüsel olarak doğruyu bulurlar. Çağdaş bir ülke görünümüne bir an önce kavuşabilmek için, gökdelenleri dik, bankalarını, borsanı hızla liberalleştir, uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki denetimini kaldır.
GDA ülkelerinin politikacıları, bölgenin görece başarısızlığının zeminini işte böyle hazırladılar.
Zengin ülkelerden, yoksul ülkeleri kötü politikacılardan koruması beklenemez. Ancak, kurdukları IMF, Dünya Bankası gibi ekonomik kurumların bu ülkelere tarihi gerçeklerden kopuk, yanlış tavsiyeleri dayatmasından koruyabilirlerdi. Ne yazık ki, bu yanlış tavsiyeler yüzünden birçok ülke yoksul kaldı ve kırsal yoksulluk şimdi zengin ülkeleri tehdit eden terörü besledi.
Toprak reformu başta olmak üzere, bu kitapta savunulan politikaları uygulamanın kolay olmadığını biliyorum ama bu politikalara sırt çevirmek, yaşadığımız dünyanın durumundan hoşnut olduğumuz anlamına gelir. Güney Asya’ya, Orta Doğu’ya ve Afrika’ya dönüp bir bakın, durumdan memnun olduğunuzdan emin misiniz?