DOĞRU ADLANDIRMA SORUN ÇÖZME, YANLIŞ ADLANDIRMA İSE SORUN ÜRETME YÖNTEMİDİR.
“Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır, sonra gruplar ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu onları tek tek incelemeye kalkardı ki, herhalde pösteki saymak onun yanında hiç kalırdı.
Toplumsal sorunlar da ait oldukları toplum için “bilinmezler” olduğuna göre, bu sorunların adlandırılması bilimin yukarıda anılan değişmez yaklaşımı nedeniyle büyük önem taşımaktadır.
Yine bu yapılmazsa sorunları birbirine karıştırıp yanlış adlandırılır; örneğin kamyon üstünden kayan konteynerin yanından geçen aracı ve içindekileri ezmesinin “trafik kazası ”, milletvekillerinin meclise devamsızlığının “tembellik ”, eğitimdeki nicelik ve nitelik sorunlarının “parasızlık” gruplarına alınması ve öylece çözüm aranması tehlikesi doğar.
Hücre zarı işlevinin astronomi kavramlarıyla incelenmeye çalışılması nasıl bir “gruplama” hatasıysa, anılan sorunların bu adlar altında incelenmesi de o denli yanlıştır.
Nitekim, araç üzerinden yük kayması sorununun içine dahil olacağı talî gruplar, konteynerlerin taşıma usulleri standardı nedeniyle “standartlar”; karayollarında yük taşımacılığı usulleri nedeniyle “taşımacılık”; virajlarda doğan merkezkaç kuvvetler hakkında herkesin bilmesi gereken genel bilgiler nedeniyle “fen okur-yazarlığı”; hasar nedeniyle de “sigortacılık” ile ilgilidir. Ana gruplar ise “halkın kurallara uyma bilinci” ile “otoritelerin kural yaptırımı” dır.
Yanlış adlandırma bir dilbilim sorunu değildir. Toplumun tüm kaynaklarının sorun çözmek için kullandığı düşünülürse, yanlış adlandırmanın kaynakların yanlış tahsisine, bunun da, hiç akla gelmeyen sorunların üremesine yol açacağı kolayca görülecektir. Bunları görüp de şaşmamak hatta üzülmemek elde değildir.
Ülkemizde bilimden beklenen işlevin bu hedefe yönlendirilmeyip, yalnızca AR-GE’ye ayrılan payın artırılmasının doğal sonucu, “ana grup ”daki sorunun bir kenarda kalması ve “sorun kimyası” kanunlarına göre durduğu yerde yeni sorunlar üretmesidir. Bir başka deyimle, parasıyla başına dert almaktır. Dünyada sorunlarını para harcayarak çözmeye çalışan çok toplum var. Ama para harcayarak sorun üreten herhalde yalnız biziz.
Devletin kaynaklarının ne olduğu ve rolünün ne olması gerektiği tam anlaşılmadığı sürece, devletten her şeyin beklenmesi geleneği süreceğe benzemektedir. İkinci anlaşılmayan kavram ise “teşvik”in ne olduğudur. Yalnız elektronik sanayicileri değil, hemen her kesim ve de birey, devletin kendilerine yeterli desteği sağlamadığını söylemektedir. Bu hem yanlış, hem doğrudur. Yanlıştır, çünkü devletin işlevi çeşitli kesimleri desteklemek değildir.
Doğrudur, çünkü eğer devlet birçok kesimi yanlış olarak destekliyorsa, geri kalanlara da aynı “yanlış”tan yararlanma hakkı doğmaktadır. Devletin işlevi, toplumun kendi tercihlerine göre yapacağı eylemlere engel olabilecek iç ve dış engelleri caydırmak ve gerektiğinde de bertaraf etmektir
Açıkçası, her iş için devlet desteği beklenmesi eğilimi, çocuklarımızı yetiştirirken benimsediğimiz korumacılık eğiliminin, onlar büyüyüp sakallı veya saçlı hale geldiklerinde de sürdürülmek istenmesi anlamına gelmektedir. Çocukluğunda her şeyden korunan, her şeyi başkalarından beklemeye alıştırdığımız —hiç olmazsa çoğumuzun— çocuklarımız, büyüyüp işsiz kaldıklarında devletten iş, ya da sanayici olduklarında gümrük koruması ve teşvik beklemektedirler. Bir gazetede, yürüyüş yapan doktorlardan birisinin elinde taşıdığı pankart, çok şeyi anlatmaktadır: “Devlet bizi okuttu hekim yaptı, ama hâlâ babamdan harçlık istiyorum!”… Bu genç hekim, devlet kendisini nasıl okuttuysa şimdi de iş bulmasını istemekte ve bu isteğinde kendini haklı örmektedir. Ama devlet, sesi çıkabilen bir varlık olsaydı, herhalde şunu derdi: “Sevgili genç; sana yapılan bunca yatırımdan sonra sen hâlâ ayaklarının üzerinde duramıyorsan, sende bir yanlışlık var ve işsiz kalmayı hak ediyorsun!”…
İster elektronik, ister başka kesimler olsun, devletten haklı olarak isteyebilecekleri —ve her şeyi isteyip de tek istemedikleri—“ayrıcalık yapılmasın, önümüze engel koyulmasın, rekabeti bozanlara engel olmamıza engel olunmasın” talebidir. Devletten tek istenebilecek olan budur.
İnsanlarımıza bu işin felsefesi anlatılmalı; devletin kaynaklarının, onların verdikleri vergilerden oluştuğu, bu vergilerin ise ancak ortak ilgiler yönünde kullanılabileceği, bunun dışında hangi adla yapılırsa yapılsın (teşvik, destek, sübvansiyon vs.) bunun, bir kesimin cebinden haksız olarak ve zorla alınan bir pay olduğu anlatılmalıdır.
Rekabet gücüne güvenen kesimlerin isteyebileceği, kendi kontrolleri dışında ve de devletin olası haksız ve yanlış tutumu nedeniyle azalan rekabet güçlerini yükseltmek için, bu yerleşik tutumdan vazgeçilmesi, vazgeçil(e)miyorsa telafi edilmesidir. İşte, genellikle adına teşvik denen olgu budur ve doğru adı teşvik değil, bir çeşit tazminattır.
Teknoloji üretimi’nin iki kaynağı vardır: Birincisi bilimsel araştırmalar olup, temel araştırmalar yoluyla maddenin sırları keşfedildikçe, onu şekillendirebilecek, kontrol edebilecek yeni teknolojiler üretilmiş olur.
İkinci yol ise sürekli innovation yoludur. Mevcut bir teknoloji üzerinde sürekli olarak iyileştirmeler yapıldıkça, bir süre sonra ilk teknolojiden çok farklı yerlere gelinmiş olur. Yani teknoloji değişmiş olur. Yani, yeni bir teknoloji üretilmiş olur. Japonların sürekli iyileştirme felsefesi, işte bu yolla teknoloji üretmektedir. Tabii ki, bir yandan da bilimsel araştırmalar yoluyla teknoloji üretmektedirler.
Üniversitelerimiz bugün, öğretim yapmaya çalışan ve giderek de bunu daha verimsiz ve düşük kalitede yapan kurumlardır. Onun için, teknoloji üretimi konusunda üniversitelerimizi geçiyorum. Ayrıca da, üniversitelerin görevi teknoloji üretiminden çok, onun dayanacağı bilimsel araştırmaları yapmak ve/veya üretilmekte bulunan bilimsel bilgilere erişerek teknoloji üretimi yapacak kuruluşların hizmetine sunabilmektir.
Bu sözlerimle, bu performans düşüklüğünün nedeninin yalnızca üniversiteler olduğunu düşündüğüm katiyen anlaşılmamalıdır. Üniversite mensupları, politikacılar, yazarlar, düşünürler ve sokaktaki insanımız, bir “ortak doku” oluşturuyorlar ve hepsi birbirlerini etkiliyorlar. Ülkemizin politikacısı ile üniversite mensubu arasında —istisnalar dışında— bir fark yoktur ve olamaz
da..
Sözünü ettiğim bu doku, içine bilim emdirilememiş bir dokudur. Türk siyasetinin nasıl gerçek politika ile (Eflatun’un tanımıyla) bir ilgisi yoksa, üniversitelerimizin de bilim ile bir ilgisi yoktur.
Türkiye sanayiinin rekabet gücü (kendi kendimizi ne kadar översek övelim) çok düşüktür. Bu durumda, gümrük duvarlarının kalkması, bir çok sanayimizin ertesi gün kapanması anlamına gelecektir.
Bilimi halkın günlük yaşamına akılcı düşünce biçimi olarak sokabilmiş toplumlarda, bilimin hayata uygulanışı demek olan teknolojinin, askerî veya sınai laboratuvarlardan biribirine ya da bunlardan günlük yaşama aktarılmasına, teknoloji transferi adı verilmektedir.
Örneğin, NASA’nın uzay çalışmalarında kullanılmak üzere geliştirdiği teknolojilerin savunma ya da tarıma aktarılması, birer “teknoloji transferi”dir.
Bu deyim, ülkemizde, bir ülkeden teknoloji satın almaya karşılık olarak kullanılmakta, alanlar ve özellikle satanlar bu alışverişe bayılmaktadırlar.
İlk çıkan mermiyi para verip alan, aslında hiçbir üstünlüğe sahip olmamakta, aksine, onu satanın göreli üstünlük kazanmasına yardımcı olmaktadır.
Çünkü, teknoloji üretimi yapanın daima bir burun farkıyla önde olması, ilk mermilerin (eskimiş teknolojiyi) birine satılmasına, satış mümkün değilse hibe edilmesine, hatta bu da mümkün değilse zorla(!) verilmesine bağlıdır.
Bir otomobil motoru, nasıl ki otomobil bütünü içinde önemli bir yer tutmasına karşın tek başına bir işe yaramazsa, Risk Sermayesi de diğer araçlar olmaksızın pek bir işe yaramaz.
Sistemleri bütünüyle tasarlamak yerine, en göze çarpan elementi ile yetinmek konusunda geleneksel bir zaafımız var. Ben bu zaafı, ülkemizin az sayıdaki Kök sorunu’ndan birisi olarak
sayıyorum.
Bu ögeler, kendi üzerine kapalı yani kendi yanlışlarını koruyan bir sistem oluşturmuş durumda. Buluşçuluk konusundaki bu özeleştiriyi kime yöneltseniz, aslında bizim çok yaratıcı bir millet olduğumuzu, Almanya’da jeton yerine buz parçaları kullandığımızı ya da eski Türklerin eti korumak için pastırma yaptığını söylüyor. Yani kimse buluşçu olmadığımızı, 200 yılda ancak 2,200 patent aldığımızı görmek istemiyor.
1987’de $400,000’a satın alınan ve halen İstanbul’da TSE binasında bulunan Patent Kütüphanesinde, yaklaşık 5 milyon patent var. Aradan geçen 6 yılda hâlâ tanıtmaya ve tanıyanların kullanabilmesi için de ilgili idarenin biraz yardımcı olmasını sağlamaya çalışıyorum. Ama alınabilen yol çok azdır
Çocuk, genç ve erişkinlerimizin eğitim imkânlarının çağdaş düzeyde olmadığını hemen herkes biliyor ve kabul ediyor. Bu konuda geniş bir uzlaşı var.
Uzlaşı bulunan yön, eğitime çok kaynak ayırmakla sorunun çözülebileceğidir ve temel yanlış da buradadır. Örneğin, müsrif bir ev hanımı, evi yönetmek için gereken parayı eşinden almakta, ama buna karşı kendinden beklenen çeşitli görevleri yerine getirmemekte, parayı çeşitli yollarla israf etmektedir.
Ama, bugün gelinen nokta ortadadır ve yapılan bütün “reform”lar sonunda, üniversite mezunlarımız dahi özgeçmişlerini yazamamakta, harcadığı onca zamana karşın yaşamını sürdürebilecek bir beceri, dolayısıyla da bir iş sahibi olamamakta, devletin kendisine iş vermesini beklemektedir.
Halen ABD’de 60 milyon civarında cahil ve/veya işlevsel cahil bulunduğu belirtilen yazının başlığı, “Ahmaklaştırma için Eğitim”dir. Mevcut eğitim sisteminin bir yanılgı olmadığını, ABD halkını itaatkâr kılmak için bilerek böyle şekillendirildiğini ileri süren yazar, birçok kentteki %60 ve New York’taki %70’lik okul terk oranını kanıt olarak göstermektedir. Hitler’in, “İktidardakiler için, düşünmeyen bir halka sahip olmak ne güzel bir talihtir” sözünü hatırlatan yazarı doğrulayan başka raporlar da mevcuttur.
1985 yılında ABD’de yayımlanan “ Risk Altındaki Millet” (Nation at Risk ) adlı raporda, mevcut eğitim sistemi, dost olmayan bir yabancı güç tarafından zorla empoze edilseydi, bunun Amerikan halkınca savaş nedeni sayılabileceği belirtilmekteydi. Amerikan eğitim sistemi, bireysel ihtiyaçlara cevap vermesi ve kullandığı öğretim teknikleri açısından, bizim eğitim sistemimizle karşılaştırılamayacak ölçüde gelişkindir. Amerikan halkının, eğitim sistemleri hakkındaki acı eleştirileri bizi yanıltmamalıdır. Onlar ulusal vizyonlarının gerektirdiği yüksek nitelikli insanlara sahip olamama korkusuyla yakınmaktadırlar.
Peki bu durum karşısında ne yapılmalıdır? Basit ve sağlam adımlarla yürümek, bu tür zor bir soruyu cevaplamanın ilk koşuludur. Yapılması gereken ilk şey, boyuna eğitim reformu yapmaktan vazgeçmektir. (Hatta mümkünse başka reformları da yapmaktan vazgeçilmelidir.)
Çünkü yapılıveren her reform, işi daha da karıştırmakta, daha da kötüsü reformun böyle yürürken, konuşurken filan yapılıverecek, —mesela tespih çekmek gibi— bir şey olduğu inancı yaygınlaşmaktadır.
Yapılmaması gereken ikinci şey, adı ister “reform” ister “yeniden kurma” olsun, bu tür işlemleri, mesleği öğretmenlik (herhangi bir düzeyde) olanlara yaptırmamaktır. Çünkü kurulmuş bir eğitim sistemini çok iyi işletebilen bu değerli insanlar için en önemli sorunlar —haklı olarak— okullaşma oranını artırmak, yeni okul binaları yapmak ve öğretmen maaşlarını artırmaya çalışmak gibi, gerçekten yapılması gerekenlerle hemen hiç ilgisi olmayan, halka ve öğretmenlere hoş görünme çabalarıdır. Nasıl ki iyi bir şoförün, bir otomobil mühendisi olması beklenemezse, iyi bir öğretmenin de iyi bir eğitim sistemi kurucusu olması beklenmemelidir.
“Baştan kurma” işlemini yapacak olanların cevaplaması gereken temel soru, “insanlarımızın neyi, niçin öğrenmeleri gerektiği”; ikinci soru ise “bunları nasıl öğreneceği”dir.
Çocuk ve gençlerimizin, bir arada yaşamaktan hoşlanan, bunun kurallarına uymasını bilen, meraklı ve öğrenmesini öğrenmiş kişiler olarak yetişmesi gibi bir çerçeveyle yetinebilsek, herhalde dünyanın en iyi eğitim sistemini kurmaya ilk adımı atmış olabiliriz.
“Bir arada yaşamayı isteme” okullarda öğretilebilecek bir şey değildir. Ayrıca, öğretilmesine gerek de yoktur. İnsanlar aksine yönlendirilmedikçe bütün canlılar gibi zaten bir arada yaşamak isterler. Yeter ki biz çeşitli yönlendirmelerle, insanda varolansevgiyi yönlendirip, bir kısmını sevgisizliğe ve nefrete dönüştürmeyelim.
İster din, ister ahlak, isterse milliyetçilik adına olsun çocuklarımıza empoze ettiğimiz “iyi”ler, aslında onunla birlikte bir takım “kötü”leri de onların kafalarına yerleştirmektedir. Bu nedenle “iyi vatandaş” gibi öğretilmesi mümkün olmayan ve çok ters sonuçlar veren bir öğretim amacından vazgeçilmelidir.
İkinci olarak, insanlara bir şeyler “öğretmek”ten vazgeçilmelidir. Bu mümkün de değildir. Mümkün olan, insanların “öğrenmeleri” için onlara imkân hazırlamaktır. İnsanlar, çocukluktan itibaren tüm ihtiyaçlarını en doğal, sahtecilikten en uzak yollardan karşılamak gibi eğilimlere sahiptirler. Bu eğilimler bozulmadığı takdirde onlar, neleri öğreneceklerini kendileri bulacaklardır
Çocukların ve tüm canlıların öğrenme eğilimleri öylesine güçlüdür ve öylesine doğru metotlar bulurlar ki, bunu anlamak için bebek ve çocukların hareketlerini, oyunlarını izlemek yeterlidir.
Biz büyükler, bu doğal ve doğru süreci, tüm imkânlarımızla bozarız. Daha minicikken serbest bırakılsaydı doğanın sırlarını keşfetmeye başlayabilecek olan o minik kaşiflerin, ellerine plastik tabancalar verip, televizyonlarda insan öldürmenin, suçun, sahtekarlığın çeşitlerini gösteririz. Çoğu anne baba, çocuğunun doğada oynamasından hoşlanmaz, onu sınırlamaya, güya korumaya çalışır. Böylece pısırık, beceriksiz, korkak, çokyüzlü, daima koruma bekleyen, yaratıcılığı ölmüş “büyük”ler yetişir
Ancak, çözülmesi gereken bir soruna işaret edilmelidir. İster bu yolla, ister geleneksel zorla öğretmeye çalışma yöntemiyle olsun, eğitimin bir işe yarayabilmesi bir ön-koşula bağlıdır: O da, “bilgi”nin alternatiflerinin bulunmamasıdır. Koruma, kollama, kayırma, rüşvet, sahtekârlık gibi, hayatı kısa vadede kolaylaştıran, ama toplumun ancak bir kısmına ve belirli bir süre için kolaylaştıran yöntemler caydırılmadığı sürece, bilginin ve dolayısıyla da eğitimin hiç bir pratik değeri yoktur.
“ülkemizin az sayıdaki kök sorunu”ndan birisi ve bana göre de en önemlilerinden birisi, toplumumuzun iletişim becerisi yetmezliğidir
BÜYÜCÜLER VE SİSTEM TIKANMASI!
Olayları “açıklayabilmek” herhalde insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanoğlunun başına gelen irili ufaklı her kaza bela, açıklama dürtüsünü harekete geçirmiş, başlangıçta kalıplara, sonra da nedenlere dayalı bir düşünce biçimi böylece gelişmiştir. Denebilir ki, bilimin iki temel kaynağı, insanların başına gelen istenmeyen olaylar ve onların bu olayları açıklayabilme merakıdır.
Dünyanın çeşitli yerlerindeki bir çok ilkel toplum, zelzelenin, koleranın ya da kıtlığın kötü ruhların eseri olduğuna inanmakta, büyücüleri kanalıyla onları lanetleyerek, sorunları çözmeye çalışmaktadır.
Büyücüler, insanları rahatsız eden her ne varsa onları açıklayarak ve ardından da bir çözüm uygulayarak -ki önemli olan birinci safhadır- onları rahatlatırlar. Aynen bilimde olduğu gibi onlar da, çeşitli açıklama kategorileri geliştirirler ve zamanla hangi kaza belanın hangi açıklama kategorisine girdiğini şıp diye söylerler. Kendilerine duyulan güven de bu “kendilerine duydukları güvenden” kaynaklanır. (Nitekim bugün de bilim, bir çeşit büyücülük yapmakta, bir kısım bilim insanı da ikna edici konuşmalarıyla kaza belayı açıklamaktadır!)
Büyücülüğün evrimleşerek bilim halini alması, bir anlamda açıklama araçlarının gelişmesi, ama ondan da önemlisi tüm büyücülerin aynı araçları kullanmaları ve de her büyücünün aklına geldiği, tebaasına yedirebildiği araçları icat edememesi geleneğinden kaynaklanmaktadır. Her büyücü, kullandığı açıklama aracının sertifikasını —her sorulduğu zaman— ibraz etmek zorundadır. Oyunun temel kuralı budur.
Madem ki büyücülüğün temel göstergesi, “tutarlılık kaygısı olmadan yerine göre açıklama icat etmek”tir, buna göre, hiç bir kabilenin büyücüsü bizimle kolay başa çıkamaz
“Sistem tıkanmıştır, dolayısıyla sorunlarımız çözülemiyor” gibisinden bir büyücü açıklaması, günümüzün yeni modasıdır. “Sistem tıkanması” diye bir deyim, bilimde var mıdır? Tıkanma ne demektir? Bu bir kanalizasyon borusudur da o mu tıkanmıştır? Bu “açıklama”ları hangi büyücüler icat etmektedirler? TV’lerdeki tartışma programlarında sürekli olarak yeni “açıklama kategorileri” izliyoruz. Bunlar yetmezse “bağırma çağırma, hakaret etme, hatta üzerine yürüme gibi “açıklama destekleyici önlemler” yer almaktadır. İşin ilginç yanı, bu yeni kategorilerin önemli bir bölümünün, bilim adına icad edilmesidir ve işte üzülmemiz gereken nokta budur.
“Sorun Kimyası” Nedir?
“Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.
“Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
“Sorun Kimyası” da benzer şekilde, sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.
“Sorun Kimyası”nın Temel Kanunları!
“Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun, “Sorun Kimyası”ndaki üç karşılığı şöyledir:
Kanun 1- Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.
Kanun 2- Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi, yeni sorunların üremesine yol açar.
Kanun 3- Bir sorun, çözülmediği sürece, doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir. Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.
Sorunlar “doğru” adlandırılmalıdır!
“Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır, sonra gruplara ayırır ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu, onları tek tek incelemeye kalkardı ki, herhalde pösteki saymak bunun yanında hiç kalırdı.
Sorunları “doğru” ifade etme kuralları!
Şu 3 kurala uyulduğu sürece, bir sorun genellikle doğru formda ifad e edilmiş olacaktır:
Kural 1. Belirsiz (muğlak) kavramlar kullanmamak,
Kural 2. Gereksiz söz / sözcük kullanmamak,
Kural 3. Tüm sorunu tek soru ile tanımlamaya çalışmak yerine, kısa adımlı ardışık sorular sormak.
Örneğin, “çevre kirliliğinin önlenmesi” hem türev ve hem de belirsizlik içeren bir kavramdır. Dünya yüzünde sapıklar ve bu işi belirli bir amaçla —mesela bir başka ülkeye zarar vermek gibi— yapan profesyoneller dışında, çevreyi ‘kirletmek için kirleten’ kimse yoktur. Çevre kirliliği, başka faaliyetlerin birer türevi olarak ortaya çıkmakta olup, burada üzerine gidilmesi gereken “çevre kirliliği” değil, “kendi çıkarını, başkalarının çıkarlarını çiğneyerek sağlamak” olgusudur. Bu eğilim ise yalnız çevreyi değil, birçok başka sosyal kurumu da tahrip etmektedir.
Toplumumuzun kavramlar dağarcığında bulunan önemli kavramların çoğu iyi tanımlanmamış olup, bu, bir çok yeni sorunun ortaya çıkmasında bir “kaynak” rolü oynamaktadır.
“29ncu Gün”, Roma Klübü’nce yay›mlanmış bir rapor olup, her gün bir misli genişleyen ve böylece bir gölün yüzeyini 30 günde kaplayan nilüfer çiçeklerinin, gölün yarısını kaç günde kaplayabileceği ile ilgili bir bilmecedir. Dikkatli düşünülmediği takdirde 15 gün olarak verilebilecek yanıtın doğrusu 29 gündür. Bu bilmece ile, üssel artışların nasıl büyüdüğü ve çevre kirliliğinin de böyle birdenbire patlayacağı anlatılmaktadır.
AZ BİLİM!
Her şeyin azı-çoğu olabildiğine göre acaba bilimin de azı çoğu olamaz mı? Önce bu abesle iştigal nereden aklıma geldi onu açıklayayım. Bilimle ilgili konumumuzun ve de bunun gerçek nedenlerinin sorgulanması, en katı askerî yasaklardan daha da dokunulmazdır. Bu konuda yalnızca, bilime ayırdığımız paranın GSMH’ya oranının ülkemizde az olduğu periyodik olarak dile getirilir ve bu kadar paraya bu kadar bilim denmek istenir. Halbuki işin aslı farklıdır. Ayrılan paranın az olması sebep değil, sonuçlardan yalnızca birisidir. Sadece bu teşhis dahi, sorunun hiç anlaşılmadığını göstermeye yeterlidir. Ama tartışılmak istenen bu değildir.
Burada bilim ile, yalnızca laboratuvarlarda yapılan deneyler değil, tüm toplum kurumlarının dokuları içine yerleşmiş bulunan “sorun çözme kabiliyeti” kastedilmektedir. Bir başka deyimle; politikaya, sanata, sanayiye, ticarete, eğitime ve bizzat bilime, bilimsel düşüncenin ne ölçüde hâkim kılınabildiği…
Bir sorunu incelemeyi, tartışmayı amaçlayan ortamlarda (kitap, makale, açık oturum, panel vs), o soruna yol açan nedenlerin hepsinin, bilinenlere dayalı olarak (bilimsel anlamda basitlik) ortaya konulduğuna şahit olan pek az kişi vardır. İşte bu yüzden, “niçin hızlı çoğaldığımız” yerine, köy hanımlarına koruyucu dağıtmak; “çevrenin niçin kirlendiği” yerine, fabrika kapatmak; “enflasyonun nerelerden kaynaklandığı” yerine, para basımının durdurulmasını temenni etmek… gibi yanlış olmayan ama gerçeğin sadece bir bölümünü içeren konular üzerinde konuşulur ve de konuşulur.
Hiç bir sorun, tek başına o sorun alanıyla ilgili bir bilimsel yöntemin kullanılması suretiyle çözülebilecek kadar yalın(katışıksız) değildir. Sorunlar, birbirleriyle süratle birleşmek ve ilk yapılarına hiç benzemeyen yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler
Hindistan’daki ve Türkiye’deki hızlı nüfus artışının sebeplerinin büyük bir bölümü birbirinden farklıdır. Bu yüzden, Hindistan için geliştirilmiş nüfus planlaması programı aynen Türkiye’de kullanılamaz, olsa olsa ondan yararlanılabilir. Ya da İngiltere veya Kanada’daki yüksek enflasyona karşı uygulanan bir program, Türkiye’de sonuç vermeyebilir, hatta tersine sonuçlar dahi verebilir.
Bir başka deyimle, teorinin tanımladığı işsizlik, enflasyon vb. semptomlar, bizim kullanageldiğimiz işsizlik ve enflasyon terimlerinden daha farklıdır. Teoride işsizlik denilince, işgücü pazarının gerektirdiği becerilerle donanmış ve pazarın biçtiği ücretten emeğini satmaya hazır bir kişinin iş bulamaması anlaşılır. Ülkemizde ise işsizlik denilince, herhangi geçerli bir beceriye sahip olmayan ama bazen elinde bir takım kâğıtlar (diploma) bulunduran bir kişinin iş bulamayışı anlaşılmaktadır. Birinci durumdaki işsizlik, gerçekten de yatırımla giderilebilirken, bizim durumumuzda sorunun çözümü yatırımda değil beceri kazandırmadadır.
bilimin, sadece bilim insanlarının üniversite ve araştırma kuruluşlarının duvarları içinde meşgul oldukları bir iş değil, sokaktaki insanın dahi günlük yaşamında kullanabileceği “kullanışlı bir araç” olduğu bilincinin geliştirilmesidir.
Bu ise herkesin, kim tarafından söylenirse söylensin tüm beyanlarına “niçin” sorusunu bıkıp usanmadan sormasına bağlıdır. Yasağın her türlüsü sevimsizdir. Ama bir tanesine izin verilmek gerekirse o da, “niçin” sorularının karşılığında verilmesi âdet olmuş “bu böyledir, çünkü biz böyle söylüyoruz” cevaplarının yasaklanmasıdır.
BİLİM ÇANTASI!
Merakı, araştırmacılığı uyarıldığı için bilim insanı olan ya da buluş yapan ne kadar çok insan vardır.
“Bir Tutkunun Öyküsü” kitabının yazarı, çok sayıda uluslararası değerde buluşa imza atan Erbil Serter, buluş tutkusunun, babasının kendisine hediye ettiği bir model helikopter planı ile başladığını söylemektedir. Toplumumuzun buluşçuluğa karşı tutumundan, buluşunu ancak yurtdışında hayata geçirerek koruyabilen Dr. Ziya Özel de— medyamızın koyduğu isimle Zakkumcu Ziya— iyi bir gözlemcidir.
Merakları bir yolla uyarılacak çocuklar bu defa da “Nil nehrinin uzunluğunu bize niçin belletiyorsunuz?”, “tüm öğrettiklerinizin tek doğrular olduğuna nasıl güveniyorsunuz?” gibi rahatsız edici sorular sorabilirlerse de, bundan korkmamak gerekir.
Düşünürlerimiz, insanlarımızın meraklarını uyarmak —ve uyarılmış olanları da öldürmemek— için yollar bulmalıdırlar. Okullar ders konularını merak paketleri içine sarmalı, anne ve babalar en kıymetli varlıklarının çocukları değil onların merakları olduğunu, merakı öl(dürül)müş bir çocuğun artık yaşamadığını idrak etmelidirler.
Merakı aşağılayan, onu cinsellik çağrışımlarıyla birleştirerek değer yargılarımızın “ayıplar” bölümüne yerleştirmiş olan geleneğimizin, eğer sinsice bir tuzak değilse bir ahmaklık ürünü olduğunu artık anlayabilmeliyiz.
Eğer gelişmenin temelinde bilim ve onun da temelinde merak varsa, içinde merakın bulunmadığı, sadece birbirine unvan tevzi etmek ve bunu da bilim için bir ehliyet saymak gibi bir sahte bilim anlayışının, bizi bilimden nasıl mahrum bıraktığını artık görebilmeliyiz.
Çocuk ve gençlerimize, küçük ile büyüğü birlikte gözlemleyebilmeleri, içine sıkıştırdığımız tek-doğrulu öğretilerden uzaklaşıp kendilerine daha uzlaşmacı, merak ve bilim dolu dünyalar kurabilmeleri için, birer mikroskop ve teleskop hediye etmek!
Geliniz, bunun eğitim sorunlarımızın içinde son sıralarda yer aldığını, hatta önümüzdeki yıllarda eğitimin okul duvarlarıyla sınırlı olmaktan giderek kurtulacağını, herkese duyuralım. Sorun, okul ya da derslik eksiği değil, bunların içinde ne yapıldığıyla ilgilidir.
Bir böceğin kanatlarını ve gökyüzünün ne denli dolu olduğunu aynı günde görebilen bir çocuğun merakının nasıl uyarılacağını düşünebiliyor musunuz?
BİLİM MERAKTIR!
Bilim ve/veya teknoloji konusunda yazılıp söylenenlerin, “bu alanlardaki gelişmeler, gelecek tahminleri, ya da bir gelişme gösterebilmemiz için yapılması gerekenler” gibi noktalara yöneltilmesi alıştığımız üsluptur. Bu yaklaşımın yaygınlığı dahi tek başına, bizim bilim ve teknolojiden niçin istenilen düzeyde yararlanamadığımızın bir işaretidir.
Bilim, temel olarak “neden?”, teknoloji ise “nasıl?” sorularını yanıtlar. Teknolojinin sloganı olan (know-how) deyimi de, “nasıl”ın bilinmesini işaret etmektedir.
Gerek “neden” gerek “nasıl” sorusunu sorma geleneğimizin zayıflığı ise tek kavrama indirgenebilir: Merak eksikliği! O halde bilim ve teknolojide arzu ettiğimiz gelişmeyi gösterebilmemizi engelleyen başlıca neden, insanımızın meraksızlığı”dır.
Her sorunu, kör inançlarına göre kestirme biçimde tanımlayıp çözmeye meraklı insanımız, merak azlığının nedenini eğitim verme konusundaki yetersizliğimize bağlamaktadır. Bunun nedeninin ise okullarımızın yetersizliği, onun da nedeninin ayrılan bütçe paylarının azlığı olduğuna “inanmakta”dır.
Ama bu tanıyı bütünüyle geçersiz kılan acı gerçek, eğitilmiş insanlarımızın da (çoğunun) meraksız oluşudur. Bir toplumun meraklılık düzeyini doğrudan ölçen “merak-metre” gibi bir alet olmasa da, dolaylı bir çok ölçüt vardır:
— Acaba kaç anne-baba, bir oyuncağı parçalayıp içindekileri görmek isteyen çocuğunu hoş görür; dahası, kırıp içine bakması için özendirir?
— Acaba, kaç milletvekili veya belediye başkanı adayından, vaat olarak, bir “Bilim Merkezi” kurması istenmiştir?
— Acaba kaç kişi Van gölünün niçin yükseldiğini merak etmektedir?
— Acaba kaç öğrenci, Yeni Çağ’ın niçin İstanbul’un fethi ile başladığını merak etmiştir?
— Acaba kaç vatandaşımız, niçin herkesin bize düşman olduğunu merak etmektedir ?
— Ve acaba kaç kişi niçin meraksız olduğumuzu merak etmektedir?
BİLİM, TÜM EMİN OLDUKLARIMIZI TERK ETMEYE HAZIR OLMA TAVRIDIR!
Bilim, “bilinmeyenleri bilinir kılma çabasıdır” denebilir
Bilim insanlarının çoğunlukla akademi çevrelerinde çalıştıkları, araştırdıkları ve/veya bildiklerini öğrettikleri düşünülürse, akademik unvanlarla bilim arasında zamanla oluşmuş organik bağın nedeni de anlaşılmış olur. Zamanla akademik unvan, doğrudan bilimi çağrıştırmış, hatta onun tartışılmaz bir kanıtı olur hale gelmiştir. İşte bilim adına ve dolayısıyla toplum adına tehlike de burada başlamaktadır. Akademik unvan, edinilebilir bir özelliktir. Yani birileri birilerine unvan verebilir. Örneğin, bir okulda çaycılık yaparken —ki çaycılığı ya da diğer uğraş alanlarını çok önemsiyorum—, oradaki müdürün gözüne girip ‘doktora’, sonra da daha ileri dereceler alınabilir.
OSMANLI VE T.C. TEKNOLOJİNİN BELİRLEYİCİLİĞİNİ NASIL “ISKALADI”?
“Oturup inceleyin, toplum yaşamının kalitesini belirleyen ana değişkenin teknoloji ve onun ikiz kardeşi olan rekabete dayalı girişimcilik olduğu gerçeği, hem Osmanlı, hem onun mirası üzerinde yeni bir devlet kuranlar ve hem de şimdi yaşayanlarımız tarafından nasıl ıskalandı? Bu bir rastlantı mıdır yoksa başka neden(ler) mi vardır?..”
Bu soruya bu denli önem verilmesi doğru mudur? Bence doğrudur, hatta daha fazla önem verilse daha da doğru olur. Çünkü bu gerçek anlaşılmadığı sürece, tüm kaynaklarımız boşuna harcanmaya devam edecek, boşa harcanmakla kalmayıp, kendi başımıza yeni yeni sorunlar açacağız demektir. Altından, petrolden, ya da filanca dış kaynaktan gelecek uzun vadeli dış krediden çok daha değerli olan zamanımızı, teknolojinin belirleyiciliğini idrak edip bu yolda çaba harcamak yerine, beşinci sınıf insanların beşinci sınıf tartışmalarına ayırma hastalığı, nasıl oldu da kültürel kodumuza işledi?.
Geri kalmışlığımızı bugüne kadar, üzerinde pek kafa yormadığımız kalıplarla açıklamaya çalıştık. Matbaanın benimsenmesindeki gecikme, kılıç kuvvetiyle sağlanan egemenlikler, dinin softalar elinde aldığı şeklin felsefe ve bilimi dışlaması, ya da benzer “kalıp”lar… Acaba bunlar ne denli doğrudur, hepsi bu kadar mıdır, başkaları da var mı?
Lozan Antlaşmasına konulan ve üzerinde hemen hiç tartışma olmayan bir madde ile, 1929 yılına kadar, o günün ileri teknolojisi sayılan elektrik motoru ve benzeri donanımın gümrük vergilerinin belirli sınırları aşamayacağı (ve böylece yerli teknoloji üretiminin caydırılacağı) acaba kaç kişinin dikkatini çekmiştir? İnsanlarımızın çoğunda ve özellikle de okumuş kesimde mevcut olduğu neredeyse kesin olan “buluşçuluk antipatisi” nereden kaynaklanmaktadır? Kültürel kod’a işleyecek kadar etkili olan sebep(ler) nelerdir?
İş yaratma’nın kaynağı olarak yeni yatırım yapmayı —ki kolay değildir— ve mevcut kamu kadrolarını şişirmeyi —ki çok kolaydır— icat edebilmiş olan yönetim elitimiz ve onların danışmanları, sonuçta ortaya çıkan “Kalabalık Kamu Kadroları”- “Düşük Ücret” – Düşük Nitelik” sarmalının sorumluları değiller midir?
Tüm sistemlerimiz ve onların işlerliğini sağlayacak olan mevzuatımız bu yarı cahil kadrolar tarafından yapıldığına göre, “buluşçuluk antipatisi”nin önemli bir nedeni “iş yaratamamak” olgusu değil midir?
Bu ve benzeri soruların cevaplarını kahve sohbetleri sırasında değil, en akıllı insanlarımızı, en güçlü kurumlarımızı seferber ederek aramak ve hastalığımıza yol açan nedenleri bulmak zorundayız.
Bu araştırmanın en kritik yanı, basma kalıp kişilerin kendilerine “pek doğal” görünen şablonlara saplanmalarıdır. Bilimin tüm kuralları, bu araştırmanın hiç bir evresinde göz ardı edilmemelidir. Bunlar yapılana kadar diğer alanlarda harcanacak çabaların neye hizmet edeceğini şimdiden bilmek mümkün görünmüyor!
(22 Temmuz 1994)
BİR OKUR MEKTUBU ÜZERİNE!
Yaşamı boyunca 1,500 civarında icat yapmış olan Thomas Alva Edison’a, bir hayranı “üstat, bu ne müthiş bir zekâ!” biçiminde bir iltifatta bulunur. Edison’un yanıtı ilginçtir: “Zeki olup olmadığım konusunda bir şey diyemem. Ama eğer icatlarımı kastediyorsanız, onların yüzde doksan dokuzu ter, yüzde biri de şanstır”.. Abraham Lincoln ve Thomas Jefferson gibi iki başkanın aynı zamanda birer mucit oldukları, Lincoln’ün 0062 nolu patentin sahibi olduğu, ilk işi patent ofiste icat incelemek olan Jefferson’un ise Dışişleri’nden sorumlu olduğu yıllarda her akşam üzeri ofisinde icat başvurularını inceden inceye okuyup değerlendirdiğini bilmeyenler, niçin o insanlar haftada 6000 civarında icat yapıp para keserken, bizim 120 yılda ancak 6000 icat yapabildiğimizi anlamakta güçlük çekebilirler.
“Dün gece televizyonda “Tarih” kanalında çok güzel bir dokümanter seyrettim: Modern Marvels: Transcontinental Railroad, California to Nevada. Amerikan”Ic Savaşından”dan sonra hükümet tarafıdan finanse edilen bu proje 1862’de Sacremento California ve Omaha Nevada dan aynı anda “Union Pasific Railway” ve “Central Pasific Company” adlı iki şirket tarafından başlıyor ve 1869’da bitiriliyor. Müthiş bir hikaye. Tabii, Amerikalıların tarihe klasik yaklaşımı ile anlatılıyor bu mühendislik macerası. Yani günahlarıyla, hiç acımadan açıklarıyla ve sevaplarıyla, hiç alttan almadan. Bu müthiş mühendislik harikası, insan, doğa ve hayvan soykırımı ile el ele gidiyor. Yedi sene süren bu mücadele sırasında insanı hayrete düşüren hatalar ve mucizelerle tren yolu tamamlanıyor. Tabii her şey belgelendiği ve fotoğraflandığı için, nasıl bir proje olduğunu anlayabiliyorsunuz. Sierra Nevada sıradağlarına yapılan tünel, resmen iğne ile kuyu kazmaya taş çıkartacak hızda bitiriliyor. En görkemlisi, Sierra’nin granit zirvesinin altına yapılan tünel: Dağın iki tarafından başlanan delme, 24 saatte 8 inç hızında ilerliyor Tabii bu arada doğanın güçleri ile kıyasıya bir mücadele var. İşçilerin üstüne çığ düşüyor, kar fırtınaları durmak bilmiyor, ama işçiler hep ilerliyor. Demiryolunun üzerindeki karı küremek için yeni bir takım araçlar geliştiriyorlar. Ya da Utah eyaletinde susuzluğa karşı her 14 milde bir su tankları ve suyu kuyulardan yukarı pompalamak için de rüzgâr değirmenleri inşa ediyorlar. Yani tüm yol boyunca bir buluş ve “challenge” kaynağı olan bir mühendislik projesi gerçekleşiyor. Biz Anadolu/Türk kültürü olarak, yendiğimiz savaşlarla öğünürüz. Bu Transcontinental Railroad inşası da aynı bir cihad gibi, tükenmez bir inanç, üstün çaba ve çalışma örneği. Belki de her ülke her kültür, cihadkahramanlık “kotasını” tarih boyunca öyle ya da böyle bir şekilde dolduruyor. Ya Viyana kapılarına kadar, ya da Sierra Dağları içinden!.. Buraya kadar hikayenin bir yüzü. Diğer tarafı ise yüz kızartacak bir utançlar silsilesi. Bütün bu demiryolu inşaı, Amerikan Yerlilerinin topraklarında oluyor. Ve bu arada kızılderililerinin tek geçim kaynağı olan buffaloları da, işçileri beslemek icin, her gün on’larcasını öldürüyorlar. 1800’lerin başında sayısı milyonları bulan, Amerika’nın bir başından bir başına göç eden bu hayvan türü, kısa bir süre önce yok olmaya aday türlerden biriydi. Neredeyse ineğin yok olması gibi!.. Geçtiğimiz yaz Kansas’a gittiğimde, korumaya alınmış Buffalo sürülerini gördüm; çok fazla değil, bir kaç yüz hayvan. İnanılmaz büyüklükteki bu hayvanların yüzlerinde bir içe dönüklük var, belki de soykırıma uğradıkları için! Ayrıca buffalolar hakkında önemli bir bilgi: Yerliler bu hayvanları bizim modern anlamdaki hayvancıkla gütmüyorlar. Yerliler bu sürülerin göç yollarında onları takip ediyorlar, yani buffalolar nereye gidiyorsa onlar da oraya taşınıyorlar. Ve yiyecek giyecek ihtiyaçları için bu hayvanları avlıyorlar ve bu hayvanlar onların var olmasına yardımcı oluyor. Ayrıca tren yolunun güzergâhı üstündeki ormanlar yok ediliyor. Kızılderililer bu durumdan hiç memnun olmadıkları için işçilere saldırıyorlar ve tabii öldürülüyorlar. Amerikanın tarihe bu iki yönlü bakışı çok da eski değil. Vietnam Savaşından hiç kimse bahsetmemeye çalışıyordu, ırkçılıklarını pek telaffuz etmiyorlardı, ama 1980 sonlarından beri Amerika’da tarih artık başka okunuyor. Yukarıdaki tren yolunun hikayesinin iki tarafı da böyle. Amerika bu şekilde yaratılmış. Herkes kendi tartısına koysun bunları ve tartsın. …”
Sivas-Erzincan demiryolunun hangi güçlüklerle açıldığını bilen ya da okuyanlar için, benzer bir hikaye gibi gelebilir. Ama medeniyetlerin nasıl kurulduğunu göstermesi ve bunların gelecek kuşaklara nasıl aktarılması gerektiğine örnek arayanlar için, çok daha öğretici olabilir.
“Bir sorun çözümlenmedikçe yeni sorunlar üretir, onlar da başka sorunlarla birleşerek daha yeni ve kendilerini yaratan sorunlara benzemez sorunlar üretirler” En büyük vaat ve övünme vesilesi, “biz sizin sorunlarınızı çözeceğiz” ve “sizin sorununuzu çözdük” biçimindedir. Hiç kimse çıkıp da, “sizin işiniz bizim sorunlarımızı çözmek değil, bizim onları çözmemiz için gereken ortamı yaratmaktır; siz bizim sorunlarımızı çözmeye kalkıştıkça bizim hak, özgürlük ve sorumluluklarımız sizlerin ellerinde toplanır, Otomobilini satamayan, bezini ihraç edemeyen, alacağını tahsil edemeyen, yöresini kalkındıramayan, sınavda başaramayan, kumar tutkusunu tatmin etmek ya da karanlık işlerine örtü olarak kullanmak isteyen ve daha ne kadar kişisel ve kesimsel sorun ve niyet sahibi varsa, hepsi, sorunlarını kendileri çözmek (demokrasi) yerine, onları devletin çözmesini beklemekte, ama bir yandan da boyuna demokrasi diye söylenmektedir. Okullarımızda milyonlarca çocuk ve gencimiz “tek doğru”lar yönünde koşullanmakta —hem de öğretmen, öğrenci, veli, idareci ve akademisyenlerin tam mutabakat ve destekleri altında koşullanmakta-, ve zihinsel özgürlüklerinden gönüllü olarak vazgeçmektedirler.