NOTERLİ VE STADYUMLU SINAVLAR
Bir kamu kuruluşuna alınacak 3,000 küsur kişi için bir futbol stadyumunda yapılan yazılı sınava, 115,000 kişi girmiş. Yazılı sınav noter huzurunda (noterin de ne geniş bir huzuru varmış) yapılmış olup, kazananlar mülakata alınacak ve böylece hiçbir şüpheye (torpil şüphesi herhalde) yer kalmayacakmış. Televizyonlardan hep birlikte dinlemek zorunda kaldığımız bu inandırıcı (!) haberden çıkarılabilecek birkaç sonuç vardır. Türkiye’de hiçbir kamu kuruluşunun ek personel almaya ihtiyacı yoktur. Aksine bir “kalabalık kamu kadroları” sorunu vardır.
Bu kalabalık, düşük nitelikli ve düşük ücretlidir. Dolayısıyla iş yapacak yüksek nitelikli eleman açığı gerçekten de vardır. Ama bu, stadyum dolusu insan arasından seçilecek 3,000 kişi ile giderilemez. Daha doğrusu, kalabalık kadrolar seyreltilip, yüksek nitelikli ve yüksek ücretli eleman istihdam edilir hale gelinmeden, bu sorun çözülemez. Bütçesinin % 60’ını kamu personeline ücret adı altında dağıtan bir idarenin, değil 3,000, bir kişi bile ilave personel almaya hakkı yoktur.
«Ölçüler Daima Yaşar!
Tren rayları arasındaki uzaklığa ilişkin standart Amerikan ölçüsü 4 fit ve 8.5 inç gibi yuvarlak olmaktan çok uzak bir sayıdır. Peki ray aralıkları için niçin bu ölçü benimsenmiştir? Çünkü bu, İngiltere’de demiryollarının yapımında kullanılan ölçüdür ve Amerikan demiryollarını da İngiliz göçmenler inşa etmişlerdir.
İngilizler niçin böyle yapmışlardır? Çünkü, demiryollarını, daha evvelki tramvay sistemlerini yapan kişiler döşemişler ve tramvaylarda kullanılan bu ray aralığını aynen benimsemişlerdir. Niçin tramvaylar için bu ölçü kullanılmıştır? Çünkü tramvay raylarını döşeyenler, daha öncelerde bulunan taşıt vagonları için kullanılan kalıp ve takımlardan yararlanarak işlerini yapmışlardır.
Pekâlâ! Vagonlar niçin bu kadar parçalı bir tekerlek arası ölçüsünde yapılmışlardır? Çünkü eğer bu vagonlar farklı ölçüde bir tekerlek açıklığına sahip olsalardı, eskiden yapılmış bulunan uzun mesafe yollarındaki tekerlek izlerine sığmazlardı. Peki, bu eski yolları kimler yapmıştır? Avrupa’da ilk uzun mesafe yolları, askerî birliklerin kullanması için Roma İmparatorluğu zamanında yapılmış ve kullanılagelmiştir.
Peki ya tekerleklerin açtığı iz çukurları? Eski Romalılar, birbirlerini tahrip etme endişesiyle, savaş arabalarını hep aynı izlerden sürmüşlerdir. Bütün savaş arabaları Romalılara ait olduğu için de, tekerlek araları hep aynı olmuştur.
Böylece, orijinal sorunun yanıtını bulmuş olduk. Birleşik Devletler demiryolları ray aralığının 4 fit ve 8.5 inç’lik standart ölçüsü, Roma İmparatorluğu savaş arabalarının orijinal tekerlek arası ölçüsünden türemiştir. Ölçüler ve bürokrasiler ebediyen yaşarlar. Belki de şimdi, savaş arabalarının tekerlek aralarının niçin o kadar olduğunu merak edersiniz. Roma İmparatorluğu savaş arabaları, arabayı yan yana çeken iki atın kıç taraflarının genişliklerinin toplamı kadardı!»
SAHTE SANATLAR TOPLUMU!
Politikaya, bilime, sanata, ekonomiye, velhasıl bir toplumun yaşam bütününü oluşturan çeşitli boyutlara birer “sanat” denebilir. Nitekim, yabancı dilde güzel sanatlara “fine arts”, mühendislik vb. uğraşılara da “useful arts” (faydalı sanatlar) dendiğini biliyoruz. Bu sahte sanat sahiplerinin gerçek sanat üzerindeki etkilerinin bilinmesi, son derece önemlidir. Aksi halde toplum, kendisi için yaşamsal olan bu sanatlardan yararlanmak imkânını ebediyen kaybedebilir. Sahte sanat sahibi, kendi yarattığı sanat alanını öylesine korur ve savunur ki, gerçek sanat sahiplerinin oraya girip gerçek sanatı yerleştirmeleri ya da icra etmeleri neredeyse imkânsız olur. Sahte sanat sahiplerinin en önemli özelliği, gerçek sanat sahiplerinin yüzeysel niteliklerini (dış görünüş, konuşma, giyimkuşam, tavır ve jestler, yaşam biçimi vs.) aynen, hatta daha da abartılı olarak taklit etmeleridir. Bu yüzden, onları dış görünüş ve yaşamlarına bakarak ayırt etmek imkânsızdır.
Ayrıca, bu ayırt etme güçlüğünü daha da artıran bir başka özellikleri, ait olduklarını söyledikleri sanat dalı ile ilgili sürekli şikâyette bulunmaları ve yuvarlak, işe yaramaz çözümler göstermeleridir.
Örneğin sahte politikacı, sahte bilim insanı, sahte ekonomist ve sahte sanatçı öyle bir birlik kurmaktadırlar ki, birine dokunduğunuz zaman hepsinin sesi çıkmakta, hepsi birbirini kollamaktadır. Çünkü bütün bu kesimler, varlıklarının ancak birbirlerinin desteğiyle mümkün olabileceğinin bilincindedirler. Buradan şu anlaşılmaktadır: Eğer bu kesimlerden birisi yerine, gerçeği geçebilse, diğerleri dayanıksız kalacaklardır
EKONOMİDE TEMİZLİK!
“Yolsuzluk”, en genel kapsamıyla, bir toplumun erdem değerlerine göre genel kabul görmüş yolların dışındaki yollarla çıkar sağlamaktır denebilir. Atandığı görev yerini değiştirmek için aracı kullanan, bu aracılığı kabul eden, bu tür ayrıcalıklar uygulandığını bilip de kulağının üzerine yatanlardan, bir kuyrukta sırasına rıza göstermeyip bir biçimde öne geçenlere; başkaları ter döküp ders çalışırken, kolay yoldan kopya çekip bilgi hırsızlığı yapan öğrencilerden, yapamayacaklarını vaat edip güven ya da oy hırsızlığı yapan politikacılara; eksik tartı yapan esnafı, aracını kurallara aykırı süren şoförü, üzerinde yazılı bileşimde ilaç yapmayan, ürettiği otomobilin çarpışma testlerini yapmayıp insanları ölüme mahkûm eden ya da atıklarını doğaya boşaltan sanayicisi, bankasını soyan yöneticisi ve bu gibi irili ufaklı binlerce yolsuzluk sorumlusu olan bizler, eğer gerçekten temiz toplum istiyorsak, yukarıdaki tanımı ve ilkeyi içimize sindirmek ve sonra da sessiz sedasız gereklerini yapmak zorundayız. Herhalde, sorunları için bu denli çeşitli ve çok çözüm üreten, ama sorunlarını çözmede de bu denli başarısız bir toplum olmamızın bazı nedenleri olmalıdır. Sokakta kendisine mikrofon uzatılıp filanca sorunumuz hakkında düşünceleri sorulan ev kadını, ayaküstü sorulan soruyu ayaküstü cevaplayan politikacı, çağrıldığı panelde yüzüncü defa aynı lafları tekrarlayan öğretim üyesi, ya da gençlik programında konuşan genç, hepsi, “çözüm” üretiyorlar. Bu nasıl bir iştir? Üzerinde konuştuğu soruna yol açan nedenleri bir kenara itip doğrudan çözüm imal eden insanlarımız, acaba bir vahiy kanalıyla mı bu “çözüm”leri üretiyorlar? Gelişmiş ve gelişmemiş toplumları birbirinden ayıran birçok ölçüt bulunabilir. Bunların en güvenilirlerinden birisi de, gelişmiş toplumlarda sorunların nedenlerinin aranması, gelişmemişlerde ise bu sorunlara “kim”lerin yol açtığı ve “kim”lerin bu sorunlardan bizi kurtaracağıdır. Toplumumuzun baba, bacı vs aramaya bu kadar meraklı oluşu, bu “kim” eğilimiyle açıklanabilir.Bu konuda ilk sorulması gereken soru, hangi mekanizmanın bu ve benzeri soygunlara yol açtığı, o nedenlere hangi nedenlerin sebep olduğu ve son aşamada da o nedenlerin “nasıl” ortadan kaldırılacağıdır.
Ama, sokaktaki adamdan idare mensuplarına kadar herkes, “kim” sorusunun cevabı peşindedir. Rüşveti “kim” vermiş, “kim” almış, “kim” aracılık etmiş, “kim” vurmuş, “kim” azmettirmiş, kim, kim, kim!.. Ulusal hastalığımız uyarınca hemen bir de çözüm bulunmuş, kamu bankalarının özelleştirilmesiyle bu tür soygunların biteceği belirlenmiştir.
Kamu bankacılığının tek başına değil, çirkin siyaset anlayışımızla birleşerek soygunları özendirdiği doğrudur, ama tek neden bu değildir. Birkaç ay önce batan bankalar kamu bankası değildi ve onlar da —üstelik bizzat sahipleri tarafından— soyulmuştu. Demek ki bankanın kamu ya da özel kesime ait olması soygunu önlemeye yetmiyormuş.
Kamu pastasını küçültmenin yanı sıra, kalabalık kamu kadrolarının seyreltilmesi, siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlaştırılması, daimi kamu görevlisi statüsü ihdası, kamu alımları yasası, ombudsman kurumu gibi gerekler de var. Geliniz, “ö n c e a n l a” şeklinde bir kampanya açalım. Aklına gelenleri çözüm diye önümüze koyanları dinlemeyelim ve de tepki gösterelim. Yapmamız gerekenlerin ilki budur. Orta ve uzun vadeye yayılabilecek bu, “mekanizmayı tam anlama, nedenleri belirleme, her neden için ayrı çözüm(ler) geliştirme” yaklaşımına paralel olarak, gerek insanların sabırlarını takviye etmek, gerekse bazı düzelmeler sağlamak üzere, şu önlemler yararlı olacaktır:
Lütfen, ne yolsuzlukların nasıl çözüleceği ile uğraşalım, ne de diğer sorunların. Önce bunların “niçin” ve “nasıl” olduklarını anlamaya çalışalım. Göreceğiz ki, bu nedenler bütünü, aranılan çözümün kendisidir. Ama çok kısa vadede dahi gerçekleşebilecek önlemler için de, işin yükünü yalnız temsilcilerimize bırakmayalım. (1994)
SORULMAYAN SORULAR!
Soru sorma konusunda çocukluğundan beri susturulmuş ve yapılması gereken her ne iş varsa bunları devletin yapması gerektiğine, kendisinin ise yalnızca talep etmek ve yakınmak gibi iki görevi bulunduğuna inandırılmış bulunan insanlarımız, ulusal pay içinden araştırma-geliştirmeye kimin para ayıracağını da sormamış, bunun olsa olsa devletin bir görevi olduğunu düşünegelmiştir.
Araştırma denen şey nedir?
Araştırma, işlerin daha iyi, daha hızlı, daha ucuz ve paydaşlarına daha yüksek tatmin sağlayacak biçimde nasıl yapılabileceğinin, mümkün olan her yolla ve bu süreçlere dahil olan kimler varsa onların tamamınca araştırılması; geliştirme de, bu işlere konu olan mal ve hizmetlerin, mevcut durumlarından hedeflenen bu durumlara erişilebilmesi için, bir plan uyarınca hareket edilmesi eylemidir. Bu tanıma göre, yapılması gerekenler, toplum yaşamının tamamını kapsamaktadır.
Yani araştırma, herkesin vazgeçilmez işidir!
Yolların daha iyi, daha ucuz nasıl süpürülebileceği; trafik cezasının daha az zahmetle nasıl kesileceği; seçimlerde boyanmadan ve kuyruklarda beklemeden nasıl oy kullanılabileceği; tekstil ya da otomotiv ürünlerimizin katma değerlerinin nasıl yükseltilebileceği; maliyetlerimizi nasıl doğru hesaplayıp, kâr ettiğimizi sanırken batmaktan nasıl korunacağımız; parlamentoda daha az sorunun nasıl biriktirilebileceği, on-onbeş kişilik bakanlar kurulunun, ellişer kişilik bakanlıkların nasıl mümkün olacağı; insanların beyinlerini yıkamaya kalkışıp her türlü fanatizme çanak tutmadan nasıl eğitim yapılıp, sonra da yobazlıkla karşılaşmayacağımız; ve daha yüzlerce alanda, araştırma– geliştirmeye ihtiyaç vardır. Ve bu araştırma-geliştirmeyi yapacak olanlar, bizzat bu işleri yapanlar, bu kişileri yetiştirenler, bunlarla ilgili usulleri koyanlar ve bu işlerin bilimini yaptığını söyleyenlerdir.
Devletin rolü ise yalındır: Toplumun verdiği katkılardan — vergiler— bir bölümünü, bu çabaları özendirecek şekilde ve de başka alanlardaki ihtiyaçları da dikkate alarak kullanmak… Devletin yapmaması gereken ise, son derece nettir: Devlet hiçbir şekilde, vatandaşların yapmaları gereken işleri onlar adına ya da onlar yerine yapmamalıdır.
Şimdi bu soruya yanıt bulmalıyız!
Ve yine şimdi, artık sorulabilmelidir: Bilim sınıfı bu gerçeği niçin saklamaktadır. Farkında olmadığı için mi, kendisini çaba harcamaktan korumak için mi, yoksa devlet eliyle yapılacak araştırma-geliştirme, bu sınıfa daha büyük avantajlar sağladığı için mi? Bu sorular yanıtlanmalıdır. Suçlu bulmak için değil, karabasanı yırtabilmek için! (1997)
SORUN KİMYASI’NIN
DÖRDÜNCÜ KANUNU!
Meksika kumarı’nı hemen herkes bilir. Kuralları şöyledir:
ü Oyunu bir kişi yönetir ve iki kişiyle oynanır.
ü Yönetmen, karşısındakinden bir sayı söylemesini ister.
ü Söylenen sayıdan bir fazlasını kendisi söyler ve oyunun kuralını açıklar: Büyük sayı söyleyen kazanır!
ü Yönetmen karşısındakine devam edip etmeyeceğini sorar. Kuralı öğrenmiş olan ikinci kişi, kaybını çıkarmak hatta kazanca dönüştürmek için kabul eder.
ü Yönetmen, karşısındakinden yine bir sayı söylemesini ister. Fakat bu defa karşısındaki itiraz edip, ilk sayıyı yönetmenin söylemesini ister.
ü Yönetmen kabul eder ve herhangi bir sayı söyler.
ü İkinci oyuncu daha büyük bir sayı söyler ve kazandığını iddia eder.
ü Yönetmen bu oyunun kuralını açıklar: Bu defa küçük söyleyen kazanıyordu!
“Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?
Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.
“-75C derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır. “Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir. Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da, çağdaş olma arzusundaysa, onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorunda.
“Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!
“Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur:
“Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun
Kimyası”ndaki üç karşılığı şöyledir:
Kanun 1- Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış, en az bir sorun üretir.
Kanun 2 – Hiç bir sorun, onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi, yeni sorunların üremesine yol açar.
Kanun 3 – Bir sorun, çözülmediği sürece, doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.
Nasrettin Hoca —ünlü düşünürler “Wise Nasreddin” diyorlar— beline ip bağladığı adamı bir çekişte aşağı indirip ölümüne neden olunca, kendini şöyle savunur: “Dün yine böyle iple çekerek bir kişi kurtarmıştım, ama galiba o, kuyudaydı!”
BİR YANLIŞTAN DİĞERİNE YOL VARDIR!
Sorunlar Kimyası deyimi, birçok şeyi anlatan bir deyim olabilir. Kimya biliminin temeli, 104 adet element’e ve bunlar arasındaki birleşmelerin kanunlarına dayanır. Benzer şekilde Sorunlar Kimyası da, az sayıdaki sorun elementine (Kök sorunlar) ve bunların çeşitli sorun bileşikleri Hayalet (sadece Göze Görünen – Phantom-) Sorunlar üretmelerini düzenleyen kurallara dayanır.
ÇÖZÜM BULMAYALIM, NEDEN ARAYALIM!
Herhalde, sorunları için bu denli çeşitli ve çok çözüm üreten, ama sorunlarını çözmede de bu denli başarısız bir toplum olmamızın bazı nedenleri olmalıdır.
Gelişmiş ve gelişmemiş toplumları birbirinden ayıran birçok ölçüt bulunabilir. Bunların en güvenilirlerinden birisi de, gelişmiş toplumlarda sorunların nedenlerinin aranması, gelişmemişlerde ise bu sorunlara “kim”lerin yol açtığı ve “kim”lerin bu sorunlardan kurtaracağıdır. Toplumumuzun baba, bacı vs. aramaya bu kadar meraklı oluşu, bu “kim” eğilimiyle açıklanabilir.
Bir işçi ile on günde yapılan bir iş her zaman on işçi ile bir günde yapılamayabilir. Ama “yaratıcılık” denen özellik her zaman için bir takım imkânsız mümkünler (plausible impossible) üretebilir.
“Tanımlamak” ile ‘iyi tanımlamak” arasındaki fark, toplumumuzun ortalama belagat becerisi açısından çok önemlidir. İçleri tam dolu olmayan ve daha da kötüsü, içerikleri herkese göre farklı dolmuş bulunan kavramlara dayalı iletişimi, bir de bunların üzerine binen “yuvarlak ve süslü söz söylemek” merakı ile birleştiren aydınımız, bir konuyu “açıklamak” yerine “imalarda bulunmak”, “mesaj vermek”, “söylüyormuş gibi yapıp bir şey söylememek” gibi, yararsız bir beceri geliştirmiştir. Bunun dışındaki yollarla, yani nedenleri aramadan, sorun çözmeye çalışmak, havuza düşen yüzüğü karanlıkta el yordamıyla bulmaya çalışmaktan daha güçtür. W. Churchill’in, havuza düşen yüzüğünü aramak için piposu ile önce suyu boşaltmaya çalışırken, ona el yordamıyla aramasını sağlık veren dostuna verdiği cevabı unutmayınız: “Ama bu yol
garantili!..” (1997)
GEÇMİŞİN BELİRLEYİCİLİĞİ
“Onbir kibrit” oyununda, kazanan baştan bellidir!
“Onbir kibrit” oyunu, iki kişiyle oynanan, tarafların sırayla ya bir ya da iki kibrit çekebildiği ve böylece devam ederek, son tek kibriti çekmek zorunda kalanın yenik sayıldığı bir oyundur. Gösterilebilir ki, oyuna ilk başlayan için daima bir kazanma stratejisi vardır. Bu durumda, yani birinci başlayan o stratejiyi uygularsa, oyuna ikinci başlayan, ne yaparsa yapsın yenilmekten kurtulamaz. Bu durumda sonuç, ilk yola çıkış sırasında belirlenmektedir. Sorunsal süreçler de geçmişin belirleyiciliğine tabidir. Toplum sorunlarının büyük çoğunluğunun nedenleri irdelendiğinde, hemen hepsinde ortak olan bir tanesine rastlanacaktır: Geçmişin belirleyiciliği!
“İnsan yedisinde neyse yetmişinde de o’dur” özdeyişi, geçmişin belirleyiciliği ilkesinin bireysel durumlara uygulanmasından ibarettir. Gerçekten de, ilk çocukluk çağlarında kazanılan karakter özellikleri, ileri yaşlarda da genellikle sürmektedir. Bu özelliklerin değiştirilmesi ancak büyük kişisel çabalar ya da rastlantılarla olabilmekte, aksi halde geçmiş geleceği belirlemektedir. Buluşçuluğu “gayri müslim uğraşı” sayan Osmanlı, önce ticaretteki iddiasını kaybetmiş, sonra da parçalanarak bunun bedelini ödemiştir. Yıkılan imparatorluğun enkazı üzerine kurulan cumhuriyet, “geçmişin belirleyiciliği”ni dikkate al(a)mamış, ilmin ve fennin tek yol gösterici kılınabilmesi yolundaki büyük çabaya karşın, XX yüzyılın son yıllarında, buluşçularını ağır ceza mahkemelerinde yargılatacak kadar “buluş düşmanı” olmaktan kurtulamamıştır.
Yozlaşmış kurumlarımızda çalışan, hatta onları yöneten kişiler, o kurumların durumlarından bizzat şikâyetçidirler. Başbakan,telefonlarının dinlendiğinden; polis, poliste dayak yediğinden; milletvekili, meclisin işlevlerini yapmamasından; Eğitim Bakanı, eğitimin kalitesizliğinden yakınmaktadır. Bu kişiler haklıdırlar. Çünkü geçmiş, bu kişilerin iradelerinden daha güçlü bir şekilde süreçler üzerine etki yapmaktadır. Geçmişin belirleyiciliği nasıl aşılabilir? Bir şeyle başa çıkabilmek için önce onun varlığını kabul etmek gerekir. Bu birinci adımdır. İkinci olarak, belirleyiciliği geçmişten bugünlere taşıyan “taşıyıcı(lar)”ın ne(ler) olduklarını anlamaya çalışmalıdır.
Örneğin, “buluşçuluk düşmanlığı” sorunu ile uğraşılıyorsa, toplumun tüm birey ve kurumlarının bu sorundaki payının eşit olmadığı, bazılarının anahtar rol oynadıkları bilinmelidir. Bundan sonra, anahtar rolleri oynayanların tesbiti için bir çözümleme yapılmalı, bu analiz sonunda ortaya çıkarılan nedenler önem sıralamasına tâbi tutularak, “sonucun çoğuna yol açan az sayıdaki neden” tesbit edilmelidir. Örnek olarak alınan “buluşçuluk düşmanlığı” sorunu için yapılan bir çözümleme, insanların merak duygularını körelten, dolayısıyla da meraklı insanların yadırganıp dışlanmasına yol açan bir nedenin, eğitimdeki “ezber” usulünün olduğunu göstermektedir.
Bu durumda “ezber yöntemi”, geçmişi bugünlere taşıyan “taşıyıcı”lardan birisi olmaktadır. Bu ve bunun gibi taşıyıcıları ortadan kaldırmak için birer proje geliştirilerek, geçmişin belirleyiciliği kısmen ya da tamamen —taşıyıcıların ne kadarının yok edildiğine bağlı olarak— ortadan kaldırılır. Bu operasyonda dikkat edilmesi gereken nokta, belirleyiciliği günümüze taşıyan şeyin, okul değil, okul içinde uygulanan süreç, yani ezber olduğudur. Süreç yerine kurum ortadan kaldırılarak geçmişin belirleyiciliğinden kurtulmaya çalışmak, genellikle düşülen bir yanılgıdır. Bu takdirde, hem belirleyicilik bir başka taşıyıcı bularak devam eder, hem de bir kurum tahrip edilmiş olur Bu son duruma somut bir örnek, polis kurumudur. Polise karşı kamuoyunda tepkilerin oluştuğu dönemlerde hemen polisin kıyafeti değiştirilerek, bir bakıma, “o kurum gitti, bunlar yenidir” mesajı verilmek istenir. Halbuki geçmişin belirleyiciliğini günümüze taşıyan “taşıyıcı(lar)” aynen devam etmektedir.
Yeni insan tipimizin bir numaralı özelliği, “doğru soruları sormayı bilmek” olmalıdır. “Terörle nasıl mücadele edilmelidir?” sorusu yerine “terörün sebepleri nelerdir?”; “enflasyon nasıl indirilir?” yerine “kronik enflasyona yol açan sebepler nelerdir?” sorularını sorabilen insanlara ihtiyacımız vardır. Bu “yeni tip” insanlar, çocukluğunda merak etmeyi öğrenmiş, oyun oynaması engellenmemiş, asgari koruyuculuğun dışında korunup güçsüzleştirilmemiş ve dolayısıyla da güçlüklerle mücadele etmeyi zevk edinmiş olanlar arasından çıkabilir. Bu “yeni tip” insanlar, (dir..) yerine (mi?) demesini bilen, bundan utanmayan kişiliklere sahip olmalıdır. Bu ise, kendisine zorla bir şeyler öğretilmeye (ezberletmeye) çalışılan çocuklardan yetiştirilemez. Onlar, “öğretmeye değil öğrenmeye dayalı” bir eğitim anlayışının ürünleri olabilirler. Bu “yeni tip” insanlar, bir şeyler üretmeyen; yaratıcılığı, buluşçuluğu olmayan; yalnızca mevcudu paylaşma kavgası veren; tumturaklı söz söyleme ustaları olamazlar. Onlar, birlikte yaşamaktan zevk almalı; bunun kurallarını çocukluğunda oynayarak, spor yaparak öğrenmiş olmalıdırlar. Bu “yeni tip” insanlar, “çıkar çatışması”nın ne olduğunu politikacı, bankacı, sanayici ve gazeteci olduktan sonra değil, çocukluğundan itibaren içine sindirmiş bireyler olmalıdırlar. Bütün bu niteliklerin çocuklarımıza kazandırılması için ilk adım, yukarıda değinilen “soru sorma becerisi”nin kazanılmasına bağlıdır. Mümkünse çocukken, değilse şimdi!..
NELSON’UN HUNİ DENEYİ … YİNE!
1987 yılında, Deming Ödülü adıyla bilinen kalite ödülünü kazanan Lloyd Nelson tarafından yazılan bir makale, yıllardır bazı sorunları niçin çözemediğimizi o kadar çarpıcı biçimde açıklıyor ki, birdenbire bu kadar çok olayın anlaşılmazlık perdesi arkasından ortaya çıkması, insanda garip bir his yaratıyor ve nasıl olup da bugüne kadar bunu göremediğinize şaşıyorsunuz. Deney şöyle: Bilye huni içine bırakılıyor ve ucundan çıkıp kağıdın üzerine düşüyor. Ama tam huni ağzının altında durmayıp bir tarafa doğru biraz yuvarlanıp duruyor. Durduğu bu nokta kağıdın üzerine işaretleniyor. Bu deney çok sayıda —mesela 500 defa— tekrarlanınca kağıt üzerinde rasgele dağılmış bir noktalar kümesi oluşuyor.
Bilyenin, her defasında tam huninin altında değil de rasgele değişen yerlere kadar yuvarlanmasının çeşitli nedenleri olabilir. Yerin tam düzgün olmayışı, kağıdın pürüzlülüğü, bilyenin mükemmel küre olmayışı gibi çok sayıda etken, bilyenin hep aynı noktada durmayışının olası nedenleridir. Aynı huni, aynı bilye ve aynı kağıtla, deney ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın, sonuçtaki noktalar kümeleri hep birbirine benzeyecektir (inanmayanlar deneyebilir!). Bu haliyle, huni, bilye, kağıt vs.den oluşan sistem, kararlı (stable) bir sistemdir. Nasıl davranacağı baştan bilinmekte, bilyeyiattığınız zaman noktalar kümesinin içinde bir noktada kalacağı bilinmektedir.
Şimdi, bu sistemi “düzeltmeyi” kafasına koymuş bir kişidüşününüz. Amacına ulaşmak için şöyle reçeteler uyguluyor:
Reçete 1 — Bilyenin her defasında durduğu yer, bir evvel durduğu noktaya göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecek ve böylece bir öncekine göre oluşan sapma giderilmeye çalışılacaktır.
Bu reçeteye göre deney yine, mesela 500 defa tekrarlanınca elde edilen noktalar kümesi, eskisinden daha küçük değil, aksine daha büyük olmaktadır. Sistemi “düzeltmeyi” kafasına takmış olan kişi bu defa yeni bir çözüm düşünür ve uygular:
Reçete 2 — Bilyenin her defasında durduğu yer, huni ucunun tam altına göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecektir. Deney yine tekrarlanır ve yeni bir noktalar kümesi elde edilir. Noktalardan oluşan leke bu defa ilk ikisinden de büyük ve çarpıktır. Umulan “düzelme” yine sağlanamamıştır. Düzeltme inadı içindeki kişi nihayet son bir çözüm düşünür:
Reçete 3 — Huni her defasında bilyenin durduğu noktaya getirilecektir.
Bu deneyin sonunda noktalar kümesi, huninin altına yayılan kağıdın tümünü kaplayacak kadar genişlemiştir. Nelson’un makalesi bir cümle ile son bulmaktadır: “Kendi içinde kararlı hale gelmiş sistemlerin nasıl işlediğini tam anlamaz ve ana parametrelerini (bu örnekte huni boyu, kağıt cinsi, bilye mükemmelliği, yerin yataylığı, düzgünlüğü vs.) değiştirmezseniz, sistem davranışını değiştiremezsiniz. Kurcalama ile sistem iyileştirilemez, ancak daha çok bozulur!” Gündelik hayatta Nelson’un Huni Deneyi, yüzlerce alanda, bıkıp usanmadan tekrarlanmaktadır. Belediyeler yol güzergâhlarını değiştirerek trafik sıkışıklığını çözmeye, hükümetler vergi oranlarını değiştirerek vergi gelirlerini artırmaya, başarısız futbol klübü antrenör değiştirerek şampiyon olmaya, Merkez Bankası para arzı ile oynayarak faizleri düşürmeye, ve daha binlerce kişi “kurcalama” yöntemiyle birşeyleri “düzeltmeye” çalışmaktadırlar. Ama bu “kurcalama”ların başarılı olmadığı, başarılı olmak bir yana, sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirdiği görülmektedir. Sorun, şu veya bu kişi ya da şu veya bu siyasal partiyle ilgili değil, toplumumuzun tüm sorunlara yaklaşımındaki yetersizlikle ilgilidir.
Bu yetersizliğin giderilmesi iki aşamalı bir yaklaşımla mümkündür:
Önce, “kurcalama” yöntemiyle çözmeye çalıştığımız sorunları gözden geçirmeli ve bunların hemen hemen “tüm” sorunlar olduğunu görmeliyiz.
İkinci aşama ise, sorunları “kurcalamak”tan vazgeçip, onların niçin olduğunu anlamaya çalışmaktır. Eğer bu iki adım doğru atılırsa, çözümler konusunda hiç endişe edilmemelidir. Ama eğer “kurcalama” yöntemini terk etmezsek sorunların daha çok ağırlaşacağından zerre kadar şüphe edilmemelidir…
(1995)
“GELİŞKİN TÜRKÇE”
Türk Dili ve Edebiyat öğretmeni olan bir okurum, yazdığı mektupta, Gelişkin Türkçe kavramından söz etmişti: «… Anadilini anlama ve anadille ifade etme becerisi gelişmemiş ya da az gelişmiş bir öğrenci, öğrenmede zorlanır. Bazı zorlamalar —sınav vb..— öğrenciyi bellemeye, ezberlemeye iter; ezberler ve de unutur, yaşamına uygulayamaz. Acaba ne yapabiliriz? Ezbersiz Eğitimin alt başlıklarından birisi de Gelişkin Türkçe’dir. Gelişkin Türkçe kavramı bir ders ya da bir dersin konusu değildir. Bütün derslerde birlikte işlenmesi gereken bir kavramdır. Kısaca; Türkçe her zaman ve her yerde doğru ve güzel kullanılmalıdır. Bütün derslerde öğrendiklerimiz Türkçe’nin gelişmesine katkıda bulunacaktır. Gelişmiş Türkçe de bütün derslerde öğrenmeyi kolaylaştırabilecek, öğrenme işinde verimi, öğrenen kişide kaliteyi artıracaktır… Sorun bu. Sorunun çözümü için (anlatımlı ve uygulamalı) ne yapabiliriz?..
Bir insan topluluğu, hangi şartlar altında birlikte yaşama
isteği duyar?
Aynı coğrafyada doğmuş olmak, pek bağlayıcı bir öğe değildir. Toplumbilimciler, dil ve değer birliği’nin birlikte yaşam için zorunlu koşullar olduğunda birleşiyorlar. Dil ve değerler temelde sıkı bağlantılıdır. Belirli bir şeyi farklı adlandıran, ama bunun farkına vardığında uzlaşma yolunu seçen iki insan, değer uzlaşısı yoluyla birlikte yaşayabilirler. Şeyleri farklı adlandıran, uzlaşmak da istemeyen, ama yine de birbirine baskı yapmayan iki insan da, “karşılıklı değerlere saygı” ve “ortak yaşam alanlarıyla sınırlı bir uzlaşı”ya razı oldukları takdirde yine birlikte yaşayabilirler. Bir arada yaşaması güç olanlar, ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!
Bir arada yaşaması neredeyse imkânsız olanlar bu sayılanlar değildir. Kullandıkları kavramlar arasında fark olup olmadığını bilmeyen, üstüne üstlük bunu merak da etmeyen, bunu bir sorun olarak görmeyenlerin, bir arada yaşamaları imkânsızdır. Bu insanlar sürekli olarak çatışacaklar, fakat çatışma nedenlerini kavram uyuşmazlığına değil bambaşka nedenlere bağlayacaklardır. Bu tür insanlar ve onlardan oluşan toplumlar, toplu yaşamın dayanışmasından yararlanamaz ve birlikte yaşamanın değerini anlayamazlar. Bu toplumların, kavram bütünlüğü olgusunun öneminin farkına varmış olanlarca yutulması kaçınılmazdır. Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor. Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da, “enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşmasının ve benzer sorunların kökünde az sayıda kök neden bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda —seçkin tavır sahipleri başta olmak üzere— bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe, bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını” söyleyecektir? Ve de söylese kim dinleyecektir? İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.
Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiye’nin önünü açacak bir adımdır. Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “geciktirilmiş yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını —geçici bir süre için— terk edecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye —ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye— hazır hale geleceklerdir. Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb..) değil, daha somut — mesela masa, sandalye gibi— deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir. Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?.. (2000)
Osmanlı imparatorluğunu duraklama devrine getiren, orada da tutunamayıp gerileme dönemine iten, onunla da yetinmeyip genç Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli mevzuatına icat, icatçılık, yenilikçilik gibi hayati kavramları caydırıcı hükümler sokuşturan, böyle hükümlerin bulunmadığı hallerde ise yorum yaparak onları var kılan kafa, işte bu kafadır. Çeşitli kamu dairelerine “müteşebbisler giremez” (zenciler ve köpekler giremez gibi) yazan kafa da aynı kafadır. Elindeki tüm imkânları, inisiyatifinin tamamını kullanıp, şu ülkede bir çivi çakmaya çalışan insanları desteklemek yerine, yarım akıllarıyla bunları önlemeye çalışanlar, geri kalmışlığımızın gerçek sorumlularıdırlar. (1992)
“Güvenlik güçleri de insandır, teröristlere yardım ettiği ayan beyan belli olan bir kişiye —gazeteci kılığında olsa dahi— nasıl duygulardan arınmış davranılabilir?” yollu savunmaların hiçbir değeri yoktur. Çünkü eğitim denen, zaten bu “duygulardan arınmışlık ve işini iyi yapabilecek kadar fiziki ve akli becerilerle donanmış olmak” demektir.
İÇ BARIŞ BİLDİRGESİ!
Ekonomi konusunda doğrudan Tanrı ile iletişim kurup tüm ekonomik doğruları vahiy yoluyla elde edebilen bir kadro yurdumuza indirilse ve fakat halkımız laik-şeriatçı, Türk-Kürt, çalışan-çalıştıran, Alevi-Sünni gibi en az 8 kesimin kendi aralarındaki çeşitli kombinezonlarına göre parçalanıp kutuplaşmış olsalar (örneğin laik-Türk-Sünni İşçiler ile şeriatçı-Kürt-Alevi İşverenler gibi) bu kaostan kim kârlı çıkar? Bir zamanlar dünyanın başına dert olan Stalin, Mussolini ve Hitler için anlatılan bir fıkra vardı: “Bir sandalda bu üç kişi balık tutarlarken, birden fırtına çıkıp sandal devrilse, acaba kim kurtulur?” şeklindeki sorulu şakanın cevabı, meğerse “Bütün Dünya kurtulur!” imiş… Benzer biçimde, “yukarıda sözü geçen kaostan kim kârlı çıkar?” sorusunun en gerçekçi yanıtı da, herhalde, “düşmanlarımız hariç hiç kimse!”dir. Bunun oldukça basit, ama bir o kadar da sağlam bir nedeni vardır: Giderek kalabalıklaşıp Dünya kaynaklarıyla bir türlü yetinemeyen insanlar, artık Dünya’ya sığmamakta, bir karış verimli toprak parçası için litrelerce kan akıtmaktan çekinmemektedirler. Bu dehşet dalgası kâh ekonomik rekabet, kâh terörizm, kâh etnik çatışma manipülasyonu biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu dalgaya, birbiriyle uzlaşmayı reddedip yalnız kendi doğrularının motiflerini içeren bayraklarını dalgalandırmak isteyen hiçbir kesim —ama hiçbir kesim— karşı koyamaz. Bu rekabet savaşı, tüm insanların tüm yetenek ve becerileri arasında başlamış bir III. Dünya Savaşı’dır. Bu savaşta akıllı akılsızı, çalışkan tembeli, bilgili bilgisizi, icat yapan yapamayanı, az uyuyan çok uyuyanı, sağlıklı sağlıksızı, uzlaşabilen uzlaşamayanı, yani özetle “iyi” “daha az iyi” yi (dikkat! yalnız “iyi olmayan”ı değil) yok etmek amacındadır. Bu kanun, evrenin en eski kanunudur ve adı da “doğal seçim”dir…
İşte, Dünyadaki bu acımasız rekabet savaşından habersiz, kendi küçük dünyasındaki değerlerin ölesiye savunuculuğunu yapan, ortak çıkarları bulunan kesimlerle uzlaşmayı reddeden tüm kişi, grup ve hatta uluslar, yok olacaktır. Bu bir kehanet değildir. Kendi dünyasını bir günlüğüne terk edip etrafta neler olup bittiğine objektif bakabilen herkes —eğer çok aptal değilse— bu katı gerçeği görebilir. Peki, ya görmez, göremez ve de kendi değerlerini herkese dayatmaya kalkarsa, ne olur? Onaltı devlet kurmuş insanımız, herhalde ne olacağını Dünya yüzünde en iyi —ve acı— biçimde anlamış toplum olmalıdır! Bu gerçekleri idrak edebilenler, henüz edememiş olanlara anlatmalı ve onlarla birlikte idrak etmek istemeyenleri ikna etmelidirler.
Buna göre;
TOPLUM KESİMLERİNE BİLDİRGE!
Tüm kesimlere;
1. Siz ve gelecek nesillerinizin bu topraklar üzerinde yaşamasını istiyorsanız, bugüne kadar sarıldığınız “Evet-Hayır / Siyah-Beyaz Mantığı”nı terk ediniz. Onun yerine, yeni bir mantık sistemini —ne denli zor gelirse gelsin— benimseyiniz. Bu yeni mantık sisteminde siyah ve beyazlar değil, gri’nin çeşitli tonları vardır.
2. Kendi değerlerinize yakın olan kesimlerle bir araya gelip ve sürekli olarak birbirinizle iletişim kurup diğerlerini dışlamak, onları etkisiz kılacak planlar yapmaktan vazgeçin. Yarın sabahtan itibaren her tesettürlü, bir başı açıkla; her Kürt, bir Türk’le; her Alevi, bir Sünni ile; her çalıştıran, çalışanlarıyla yakınlık kurup, ortak çıkarlarının ne olduğunu, o çıkarları nelerin tehdit ettiğini aramalıdır. Bunun adı “uzlaşma” dır. “Uzlaşma” ‘dan kasıt! Uzlaşma, farklı yönde çıkarlara sahip tarafların, bu çıkarlarına esas kabul etmiş olageldikleri koşulları gözden geçirmeye razı olmaları; ve bu gözden geçirmenin sonunda, o koşullardan bir kısmını veya tamamını değiştirmenin kendi çıkarları açısından gerekli olduğuna ikna olmaları; ve böylece tarafların çıkarları arasındaki aykırılığın azalması, hatta tamamen aynı yönde çıkarlara sahip olmaları ve ondan sonra da çıkarlarını korumak için işbirliği yapmaları demektir. Bu uzun tanımdan hemen çıkarılabilecek pratik bir sonuç, çeşitli konularda karşıt tutumlar içinde bulunan tarafları korkutarak, tehdit ederek ya da benzeri zorlama yollarla uzlaşmanın sağlanamayacağı; olsa olsa kutuplaşmanın daha da keskinleşeceğidir. Yani zaman zaman yetkililerin ağzından duyduğumuz “uzlaşmazsak batarız” gibisinden korkutmaların hiçbir yararı olamaz.
Politikacılarımıza,
1. Çoğunuzun benimsemiş bulunduğu, “kamu pastasının, yandaşlarınız arasındaki paylaştırılması” biçimindeki geleneksel siyaset anlayışının bittiğini, artık bununla oy toplayamayacağınızı, idrak ediniz. Son yerel seçimlerdeki sonuçları böyle yorumlayınız ve artık halkın, sizlerin küçük hesaplarınıza dayalı içi boş vaatlerinizi, çürütmeci tavırlarınızı dinleyip, görmek istemediğini anlayınız.
Bu sonuçların hiçbir —ama hiçbir— partiye verilmiş bir prim olmadığını, ulusumuzun sizden daha öne geçerek arzularını böylece dile getirdiğini anlayıp, göğsünüzü yumruklamaktan vazgeçiniz.
2. ‘Bir daha seçilme’ hedefinizi bir yana bırakınız. Bu koşullarda bir daha seçilmeniz dahi, ne size, ne başkalarına yarar sağlar. Vaktinizi ve enerjinizi, bir daha seçilmek için değil, birilerinin —belki sizin de— seçilebileceği koşulları pekiştirmek için harcayınız. Çünkü artık o koşullar bozulmuştur. Sizi seçmiş olanların beklentileri, “bütün” ün beklentilerine aykırı ise, bu kısır beklenti sahiplerine “kusura bakma” demesini öğreniniz.
Laik düşüncelilere,
1. Laikliği doğru anlayınız. Laikliğin, yalnız sizin gibi düşünenlerin bir kulübü olmadığını, “herkesin, bireysel yaşamında inançlarına, toplu yaşamda ise akılcılık kurallarına göre hareket etmesi ve değişik inançta kişiler topluluğu demek olan bir ulus halinde bunun, kaçınılmaz olarak doğan bir zorunluluk olduğunu” anlayınız ve bunu böylece anlatarak, niyetinizin inançları dışlamak değil, aksine onların korunması olduğunu ifade ediniz.
2. Laikliği bizzat onu tahrip etmek amacıyla kullanmak isteyebilecek olanlarla, laikliği anlamadan sırf bir kesime karşı olmak için savunmaya çalışanların, sonuç itibariyle birbirinden farklı olmadığını biliniz ve bunları gerçek laiklerle karıştırmayınız. Unutmayınız ki bir davayı, ona zekice karşı çıkanlar değil, ahmakça savunanlar kaybettirir…
3. Laik ve aynı zamanda da inançlı olmanın mümkün olduğunu, gerek “laikçilik” gerekse “şeriatçılık” dogmalarından kurtulmanın çaresinin “inançlı laikler” olduğunu ve sessiz çoğunluğun aslında “inançlı laikler” olduğunu biliniz.
Şeriat düzenini savunanlara,
1. İslam dininin en sade ve en akılcı din olduğunu, Allah’a iman etmenin gerek ve yeter koşul olduğunu, bunun dışında koşul bulunmadığını, ek koşul koymanın bizatihi İslam’a aykırı olduğunu idrak ediniz.
2. Ayrıca, bir toplumda herkesin aynı inancı paylaşmasının beklenemeyeceği, bir kısım insanın inançsız dahi olabileceği gerçeğini, içinize sindiriniz ve “İslam’da zorlama yoktur”un anlamını, onu saptırmadan anlayınız.
3. İslam’ı, bizzat onu tahrip etmek amacıyla kullanmak isteyebilecek olanlarla, İslam’ı anlamadan sırf bir kesime karşı olmak için savunmaya çalışanların, sonuç itibariyle birbirinden farklı olmadığını biliniz ve bunları gerçek inanç sahipleriyle karıştırmayınız.
Bir davayı ona zekice karşı çıkanların değil, ahmakça savunanların kaybettirdiğini, sizler de unutmayınız…
4. Laik ve aynı zamanda da inançlı olmanın mümkün olduğunu, gerek “laikçilik” gerekse “şeriatçılık” dogmalarından kurtulmanın çaresinin “inançlı laikler” olduğunu ve sessiz çoğunluğun aslında “inançlı laikler” olduğunu biliniz.
Kürt ve Türk vatandaşlara,
1. Yüzyıllar süren birlikte yaşamımız sırasında saf Kürt (ve saf Türk) kalmadığını biliniz.
2. Kürt ya da Türk, ama T.C. vatandaşı olmanın mümkün olduğunu unutmayınız ve buna katılıyorsanız yüksek sesle ifade ediniz, ifade edenleri destekleyiniz, onları yalnız bırakmayınız.
3. Türkiye’den ayrılmak gibi bir idealin, Kürt olarak çıkarlarınıza; Güneydoğu’yu ayırmak gibi bir idealin ise Türk olarak çıkarlarınıza aykırı olduğunu; bunun yalnızca, sizleri sömürmek, birbirinize düşürmek ve bu yolla yaşadığınız topraklardan sizleri atıp oraları kontrol altına almak isteyenlerin tarihsel rüyası olduğunu anlamak için, biraz tarihe bakınız, aydınlarınızın bakmasını isteyiniz.
4. Güneydoğu ve Doğu topraklarındaki ekonomik refahın dileğinizce gelişmemiş olmasının etnik köken farklılıklarından değil, biraz doğa koşullarından, büyük ölçüdeyse toplum olarak sorun çözme becerimizin yetersizliğinden kaynaklandığını biliniz. Oraları kalkındırmanın ancak insanları daha nitelikli hale getirmekle mümkün olabileceğini, onun dışında hiçbir yatırımın “insana rağmen kalkınma” sağlayamayacağını, nitelik kazandırma konusundaki geleneksel yetersizliğimizin yalnız Kürt’leri değil, tüm insanlarımızı olumsuz etkilediğini, bugün bile bunun tam idraki içinde bulunmadığımızı ve eğer bu ters talihi yenebileceksek, bunun kavga değil akılcılık yoluyla olabileceğini unutmayın.
5. Tarihten bu yana gelen kültürel zenginliklerinizle övünmeli, ama buna ancak yeterince önem vermelisiniz. Geçmişin koşullarına göre zengin bir dil de sayılabilse, Kürtçe’nin bugünün ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak olduğunu, yalnız Kürtçe’nin değil, bugün birçok dilin medeniyet ürünlerini anlamaya ve ifade etmeye yetmediğini biliniz.
6. Nihayet, etnik kökeni sizinkiyle aynı olmayanlarla konuşup, ortak çıkarlarınızın farkına varınız. Kürtçü ve Türkçü’lere, Etnik saflığı savunmanın ahmakça bir ideal olduğunu, tarihte bu işi yapmak isteyen çok zeki ve becerikli liderlerin (ve ırkdaşlarının) dahi bunu başaramadığını ve bugün onların hâlâ lanetlendiğini unutmayınız.
Hükümetlerimize,
1. Bakanlar Kurulu’nu 7 kişiye indiriniz.
2. Üyesi bulunduğunuz partiye oy toplamak için, çeşitli kesimleri (laik, şeriatçı, Türk, Kürt, Alevi, Sünni gibi) istismar etmeyiniz.
3. Terörün hiçbir türüne müsamahalı yaklaşmayınız. Herhangi bir nedenle, terörün bir çeşidine daha yumuşak karşılık vermeniz, sizin diğer terör çeşitlerini desteklediğiniz anlamına gelir.
4. Terörle mücadele sırasında atılan her merminin, vurulan her copun, söylenen her kötü sözün, hedefinden daha geniş bir alanda reaksiyoner insanlar yarattığına, terör örgütlerinin bu gerçeği idarelerden daha iyi bildiğine ve bunu kullandıklarına dikkat ediniz.
5. Sivil ve askerî güvenlik güçlerinin, sorunları bireyselleştirerek intikam duyguları içine yuvarlanmalarının, terörü tırmandıracak en önemli neden olduğunu unutmayınız. Her yangın, belirli bir sıcaklığa eriştikten sonra üzerine sıkılan suyu ayrıştırır ve su, yangını körükleyen bir yakıt haline gelir. İtfaiye erlerinin bildiği bu basit gerçeği, terörle mücadele anayasasının başına yazınız.
6. Sivil güvenlik güçlerimiz, toplum olayları için eğitimsizdir. Bu, toplum olaylarını çığırından çıkarabilecek bir zaaftır. Bu zaafı genelgelerle değil, ancak eğitimle giderebilirsiniz.
7. İyi polisin iyi yönetici olacağını sanmayın. Güvenlik yönetimi’nin iş yönetimi’nden farkı yoktur. Yöneticilerinizi ya buna göre seçin, ya da buna göre yeniden —ve hızla— eğitin.
8. Laik-anti laik ve Güneydoğu sorunu da dahil, Hayalet sorunlar’ı Kök sorunlar’dan ayırın. Sorunlara yol açan nedenleri gidermeden, “kurcalama” yoluyla —ne denli kararlı olursanız olun— onları çözemez, olsa olsa yeni sorunlar yaratırsınız
9. Sorunların, tek kaynaklı olmadıklarını ve bu nedenle de tek araçlarla çözülemeyeceklerini bilin. Askerî gücü bu bilinçle ve ancak gerektiği yerde, yani sınır güvenliğimizin sağlanmasında kullanın. Terörle mücadeleyi ise özel eğitilmiş sivil güvenlik güçleriyle yapın.
10. Teröre ve fanatik akımlara katılanların çoğu, işsiz gençler arasından çıkmaktadır. Yaygın bir Beceri Kazandırma ve yerel potansiyelleri değerlendirerek gelir ve iş yaratma, gençlerimizi bu çıkmazdan kurtarabilecek tek yoldur. Bu amaçla, bir yıldır TBMM’de beklemekte bulunan Girişim Destekleme Şirketleri yasası teklifini süratle yasalaştırın. Buna paralel olarak, ikibuçuk yıl önce hükümete tevdi edilmiş bulunan Beceri Kazandırma Politikası’nı aynen uygulayın.
11. Sıkıntılarını, şikâyetlerini etkin biçimde dile getiremeyen insanların tarih boyunca kullanageldikleri tek kanal, “kamu düzenine başkaldırma”dır.
Bu gerçeği görünüz ve:
a. Tüm yerel yönetimlerin ilk ve tek vazgeçilmez görevinin iyi çalışan birer “Şikâyet Sistemi” kurmak olduğunu,
b. Ülke çapında faaliyet göstermek üzere bir OMBUDSMAN Sistemi kurulması olduğunu anlayıp,
gereğini yerine getiriniz.
12. Sebep-sonuç ilişkisi kurmasını öğretmeksizin, ezber, ad belletme ve benzeri yöntemlerle, kafasında çeşitli akıldışı akımların (ırkçı, dinci, ayrılıkçı gibi) yeşermesine uygun bir vakum yarattığımız insan tipi yetiştirmekten başka bir işe yaramayan eğitim düzenimizi tamamen yeniden kurmanın zorunluluğunu idrak ediniz.
Yaşamın gerektirdiği bilgi ve becerilerle donanmamış insanlarımızın, akıldışı her türlü akım için ideal birer malzeme oluşturduğunu anlayınız.
Parlamentoya,
Bu ülkeyi merkezden yönetme sevdasından vazgeçip Yerel Yönetim Reformu yasasını çıkarın.
Bu önlemler, Türkiye’nin sorunları üzerinde çalışmaya başlayabilmek için gereken acil önlemlerdir ve mutlaka Ekonomik Önlemler Bildirgesi’ndeki önlemlerle birlikte uygulanmalıdır. Bu yolla iç barışı sağlanıp ekonomik atmosferi “az kirli” hale getirilebilecek olan ülkemizde, bir yandan da bir “Yeniden Yapılanma Yasası” —American Perestroika Act gibi— devreye sokulabilir. (1994)
ONAYLANAN İŞKENCE VE SONRASI!
Bunun üzerinde durmak gereğinin çok önemli bir nedeni vardır. Polislere insan hakları dersleri hangi yöntemlerle veriliyorsa, okullardaki öğrencilere de dersler aynı yöntemle verilmektedir. “Öğretmenin söyleyip, diğerlerinin susması” olarak adlandırılabilecek bu yöntem, ana okullarından üniversitelerimize kadar yaygın biçimde kullanılan yöntemdir. TRT4’ü izleyenler, açık öğretim adı altındaki işkenceyi görmüşlerdir. Oradaki yöntem de aynıdır: Birisi söyleyip, diğerleri dinleyecek! Eğitim anlayışımızın ve ona uygun eğitim sistemimizin niçin işe yarar kazanımlar sağlayamadığının nedeni, bu yöntemde gizlidir. Dolayısıyla, ne polislerimizin insan haklarından, ne de örneğin ilkokul mezunlarımızın aritmetikten haberleri vardır. Zekâ’nın çeşitli tanımları içinde bir tanesi, içinde bulunulan bu duruma pek uymaktadır: “Zekâ, aynı gibi görünen olaylar arasındaki farkı ve farklı gibi görünen olaylar arasındaki benzerliği görebilme yeteneğidir!”…
DÜŞÜNCE KALİTESİ!
Günümüzde hemen bütün dünyada, ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalar giderek azalmakta, tam tersine, insanların düşündüklerini ifade etmesi, yayması özendirilmektedir. Gelişmiş toplumların idareleri bunu, toplumları daha iyi yönetebilmek için zorunlu bir katkı olarak görmektedirler. Herhangi bir düşüncenin ifade edilebilmesini düzenleyen, onu sınırlayan bir yasa yoksa da, bu konuda ortak anlayışlar oluşmuştur. Bu anlayışın pek somut tek ölçüsü olmamakla beraber;
• O konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/veya
• O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak
ve/veya
• O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için ehliyet olarak kabul edilmektedir. Bunlar, bir düşünceyi ifade edecek kişinin ehliyetine ilişkin “gerekli koşullar”dır. Bir de, bu ehliyete sahip kişinin dile getireceği düşüncenin kalitesine ilişkin “yeterli koşullar” olmalıdır. Çünkü her trafik ehliyeti olan kişinin mutlaka doğru araç sürmesi gerekmediği gibi, bir konuda düşünce dile getirme ehliyetine sahip sayılan herkesin de, dile getireceği bütün düşüncelerin kaliteli olması da gerekmez. Bu noktada tanımlanması gereken kavram, düşüncenin kalitesi’dir. Bunun için akla gelebilecek çeşitli ölçütlerden şu dördü işe yarar gibi görünmektedir:
ü İlgili alanın son bilgileriyle (state-of-the-art ) tutarlı,
ü Kanıtlanmaya ihtiyaç gösteren hipotezlerden olabildiğince az içeren,
ü O alanda bilinenleri, bir sorunun anlaşılmasına ve/veya çözülmesine katkı sağlayabilecek şekilde yeniden bir araya getirebilmiş,
ü Düşüncenin ilgilendirdiği tarafların olabildiğince çoğu tarafından aynı şekilde anlaşılabilmesi için, “mümkün olan en kısa formda (kanonik form)” ifade edilebilmiş olmak. Hal böyle iken, bu ölçütlere uymayan çok sayıda düşünce ürününün konuşulup yazıldığı da bir gerçektir. Değersiz ya da düşük kaliteli düşünce denebilecek bu düşünceleri, değerli ya da kaliteli denebilecek olanlardan ayırabilmek oldukça güçtür. Çünkü, düşünce kalitesi düştükçe, anlaşılmazlığı da artar ve anlaşılmaz düşüncelerin bir hikmet içerdiği inancı nedeniyle bu tür düşünceler kabul de görür. Düşünce kalitesini düşüren nedenler çeşitliyse de, başlıcaları şunlar olabilir:
ü Mantık operatörleri içine virüslerin karıştırılması.
ü Bir mantık zincirinin içine katıldığında, olması gerekenin tam aksine sonuçlar üretilmesine yol açan operatörler, “virüs” gibidir. “Evet ama yine de”, “olsun”, “n’apalım” gibi virüsler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu tür virüs içeren düşüncelere karşı düzgün mantıkla başa çıkabilmek çok güçtür.
ü Bilgi eksiği.
ü Yetersizliklerin ucuz akademik unvanlarla gizlenmesi.
ü Ana dil yetersizliği.
Kalitenin yaşamımızın her kesitindeki rolünün sorgulandığı günümüzde artık, önümüze konulan ve tüketmemiz istenen düşünsel ürünlere daha farklı bir gözle bakmanın zamanı gelmiş
olsa gerektir. (1995)
ELEŞTİRİYE KAPALI SİSTEMLER KENDİNİ
SÜRDÜREMEZ!
İnsan —ve çoğu canlının— çevresindeki fiziki koşullar değiştikçe ona uyum gösterebilmesi, “geri besleme” denen bir çeşit “özeleştiri mekanizması” yoluyla mümkün olabilmektedir. Örneğin, ortam sıcaklığı yükselince terleyen vücut, ısı kaybederek kendini tekrar 37C dolayına getirir. Aksine, ortam soğuyunca, deri gözenekleri daralarak ısı kaybını azaltır ve vücudu yine aynı sıcaklıkta tutar. Herhangi bir nedenle bu mekanizmanın işleyişi bozulsa ve beden sıcaklığı 42C’nin üzerine çıksa ya da 35C’nin altına düşse, insan, yaşamını sürdüremez. Vücut sıcaklığı için geçerli olan bu “kendini ortama göre ayarlayabilme” özelliği, organizmadaki yüzlerce süreç için de aynen geçerlidir.
Bu mekanizma ister vücut sıcaklığının, ister dengemizin, isterse kan basıncımızın korunmasını sağlasın, daima aynı şekilde çalışır: Dengede tutulmak istenen her ne ise, ona ait bir “olması gereken değer” genetik belleğimizde mevcuttur. Diğer yandan, dengede tutulacak olanın değerini her an ölçen bir de duyarga vardır. İşte, yaşamın sihirli mekanizması, bu iki değeri karşılaştırılması yoluyla olur. Bu bir çeşit “özeleştiri”dir. “Olması gereken” ile “gerçekte olan” arasındaki fark, sistem tarafından bir “hata” olarak kabul edilir ve bu hata katlanılabilir bir değeri aşınca, bir “hata düzeltici mekanizma” devreye girer ve hatayı yok etmeye çalışır. Dikkat edilirse, sistemi yaşayabilir durumda tutan sihirli yan, “gerçekte olan”ın üstünün örtülmeyip aksine ortaya konulması, bununla yetinmeyip bir de “olması gereken”e göre ne durumda olunduğunun eleştirilmesidir. Sistem, son adımı bu eleştirinin sonucuna göre ortaya çıkan “hata”nın düzeltilmesine razı olmakta ve ancak bunun karşılığında yaşamını sürdürebilme ayrıcalığını koruyabilmektedir. İnsanoğlu bu harika “yaşam sürdürebilme” mekanizmasını keşfedince, kendi icat ettiği mekanik sistemlere de uygulamaya çalışmıştır. Uçaklar, dengesini bozmaya çalışan çeşitli etkenlere karşı bu sayede uçmakta, evlerdeki buzdolapları böyle çalışmakta, TV yayınları bu yolla izlenebilmektedir. Organik ve mekanik dünyanın bu yaşam sırrı, toplum yaşamına da uygulanmış, örneğin “demokrasi” denen rejim de böylece ortaya çıkmıştır. Baskın özelliği “halkın kendini yönetmesi” olarak belletilen bu rejimin, daha önemli bir niteliği, “kendini, olması gereken özelliklerinin dışına çıkarmaya çalışan etkenlere karşı, özeleştiri yoluyla koruyabilmesi”dir.
Organik ve mekanik sistemlerde kontrol altında tutulması gereken özelliklere ait “olması gereken”ler, doğuştan ya da insanlar tarafından dışarıdan, empoze edilir. Demokraside ise, “olması gerekenler”, demokrasi tarihi boyunca gelişmiş evrensel kurallara göre oluşur. “Hataları düzeltici” mekanizmanın, demokrasiyi, “olması gerekenler”in dışına çıkmaktan koruyabilmesi için ise, “gerçekte olanlar”ın ölçülebilmesi, yani sistem tarafından “bilinebilmesi” gerekmektedir. İşte, işin püf noktası buradadır: İçinde ülkemizin de bulunduğu bir dizi “gerice” toplumda, mekanizmanın bu “gerçekte olanları bilinir kılma” yanı, kurumları yıpratmama adına, ama aslında, kurumlardan oluşan sistemin kendini sürdürebilirliğini tahrip etmek pahasına, işletilmemektedir.
Yargı kurumu böyledir. Ordu böyledir. İstihbarat kurumları böyledir. Hatta Dışişleri büyük ölçüde böyledir. Yalnız bu kurumların mensupları değil, toplumun büyük bölümü de, “hata düzeltici mekanizma”nın can alıcı noktası durumundaki “gerçekte olanları bilme” konusunda son derece tutucudur ve bu kurumlara yönelik eleştirileri yıkıcılıkla eş tutar. Gerçek ise tamamen aksidir. “Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir” özdeyişi uyarınca, “gerçekte olanları bilme” konusunu yıkıcılık sayanlar, ülke rejiminin, kendini yıkıcı etkilere karşı koruyabilme kabiliyetini, bir deyimle “demokratik bağışıklık sistemi”mizi, bilmeden sabote etmektedirler. Ancak, bir noktaya da işaret edilmelidir: Sistemin kendini hatalara karşı koruyabilmesi yalnız “gerçekte olanları bilme”sine bağlı değildir. Bunun yanı sıra, “hata düzeltici mekanizma”nın da çalışması gerekmektedir. Bu mekanizmanın demokrasi durumundaki karşılığı, toplumumuzun “sorun çözebilme kabiliyeti”dir. Bu kabiliyetin düşüklüğü, ayrı bir toplumsal zafiyetimizdir. Türkiye’nin artık bunları konuşabilmesi, kendi kendine övünmekten vazgeçip, evrenin en eski ve en güvenilir mekanizmasının güvenilir kurallarına kendini
DOĞAL TALEPLERE UYMAYAN KURUMLAR
YAŞAYAMAZ!
Toplumsal sorunlarımızın gözden geçirilmesi, bunların da aynen madde kimyasında olduğu gibi bir “sorun kimyası” yasalarına uyduğunu gösterecektir. Neredeyse sonsuz sayıdaki maddeyi, yüz kadar temel element oluşturur. Karbon, hidrojen ve oksijen gibi yalnızca 3 element, milyonlarca farklı madde meydana getirir. Çok sayıdaki toplumsal sorunumuz da, benzer biçimde “sorun elementleri” denebilecek “kaynak”lardan, kendine göre birer kimyasal tepkimeyle oluşmaktadır. Madde kimyası Japonya, Uganda ve Türkiye’de aynı biçimde işlerken, sorun kimyası yerel koşullara göre sonuçlar üretir. Su, ABD ve Türkiye’de iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşurken, ABD ve Türkiye’deki trafik kazalarının “sorun elementleri” tamamen aynı değildir. Ülkemiz sorunlarının sorun kimyası yasalarına göre incelenmesi, on beş kadar sorun elementinin, yüzlerce toplum sorununu oluşturduğunu göstermektedir. Bu sorun elementlerine “kök sorunlar” denebilir Madde kimyasında temel elementler de nasıl parçalanıp elektronlar, protonlar gibi atom parçacıklarına bölünüyorsa, kök sorunlar da alt-parçacıklara bölünebilir. Bu süreç sorun kimyasının uğraş konusudur.
On beş kadar kök sorunumuzun birisi de işte bu “üzerinde uzlaşı bulunmayan kavramlar” dır. “Rekabet”, “hukuk” ya da “işçi hakları” sözcüklerinin çoğu kimsede somut karşılığı yoktur. Yalnızca bunlar değil, daha yüzlerce sözcüğün somut karşılıkları yoktur. Bu sözcüklere herkes kendi anlayışına göre anlamlar yükler ve anlaşmazlıkların çoğu da bu bireysel ve özgür (!) anlamlandırmalardan doğar. Pekiyi, diğer toplumlar bütün kavramları oturup tek tek tanımlamışlar mıdır? Bir bakıma, evet. Yüzyıllarca süren entektüel süreç içinde sanatın her dalı ve özellikle de edebiyat, çeşitli kavramlar üzerinde uzlaşılar doğmasına ya da varsa uzlaşmazlıkların belirginleşip sınırlarının çizilmesine yol açmıştır. Toplumumuz ise sanata böyle bir işlevsellik yükleyerek bakamamış, sanatın, tuzu kuruların boş zamanlarını geçirmek için icat ettikleri gereksiz bir iş olduğunu kabul etmiştir.
Bununla da yetinmeyen gelişkin toplumlar, her şeye karşın üzerinde uzlaşı oluşmamış kavramları tek tek açıklamış, kavram üzerindeki uzlaşı ve uzlaşmazlıkları ortaya koymuştur. Bizim toplumumuzun kavramları bu denli buğulu bırakmasının çeşitli nedenleri olabilir. Bunlardan en önemlisi, bu kavramlara temel olacak somut ihtiyaçların ortaya çıkmamış oluşudur. Örneğin rekabet kavramının bizde somut bir talep olarak karşılığı yoktur. Bu yüzden de rekabet, bir kurum olarak benimsenmemiştir. Toplumun çok büyük bir bölümü —tam aksini savunur görünmesine karşın— rekabetten korkmakta, önlemek için elinden geleni yapmaktadır. Sokaktaki vatandaşımız, rekabetten korunabilmek için onun tam karşıtı olan tekellerden yanadır. Hiç bir taksi şoförü, fırıncı, lokantacı, sattığı malın fiyatının rekabet tarafından değil, bağlı olduğu tekel örgütü tarafından belirlenmesinden yanadır. Hangi alanda olursa olsun kuruluşlarımız devletten, eşit koşullarda rekabet için ortam yaratılmasını değil, başkalarından farklı olabilmek için imtiyaz istemek peşindedir. Bir kamu kuruluşunda sınava girmek üzere bulunan vatandaş sınavda haksızlığa uğramamayı değil, başkasına sağlanan torpilden kendisi de yararlanmayı istemektedir. Rekabetten bu denli ürken bir toplumda rekabet için somut bir talep olamayacağına göre bir kurumlaşma söz konusu olamaz. Hukuk ve demokrasi kavramlarının bir türlü kurumlaşamamasında da aynı neden egemendir. “Biz sizin sorunlarınızı çözmeye talibiz” sloganıyla seçmenden oy isteyen partiler —ki hemen hepsidir— aslında bir gerçeği dile getirmektedirler: vatandaşın, kendi sorunlarını —bireysel ya da örgütlenme yoluyla— çözme yolunda somut bir talebi yoktur! Demokrasinin neredeyse tanımı sayılabilecek olan, “kendini yönetme yani kendi sorunlarını çözme” talebi ortadan kalkınca, demokrasinin kurumlaşmasına imkân var mıdır? Bu basit akıl-yürütmeden çıkarılabilecek bir sonuç vardır: Kurumlaştırmak istediğimiz kavramlar varsa, önce onlara somut talepler doğmasını sağlamalı, taleplerin yollarını açmalıyız. (1996)
Sorun çözme kabiliyeti düşük olan toplumlar da, aynen böyle, az sayıda —hatta tek— aletle sorun çözmeye çalışırlar. O da, sorunları birilerine havale edip çözülmesini beklemek, çözülmediği zaman da şikâyet etmekten ibarettir.
KURALLARIN UYGULAN(A)MADIĞI YERDE, HER KURAL, İYİLERE CEZADIR.
iyi niyetlerle sürekli kurallar koyarlar, fakat bunları uygulayabilmek için gerekli yaptırımı sağlayamazlar. Bunun nedeni, bazen güç yetmezliği, bazen kuralın kendisinin bir yaptırım olduğunu sanmak, çoğu zaman da değer yargıları içindeki virüslerdir. Örneğin, rüşveti yasaklamak gibi bir kuralı koyan bir kişi, bir gün sonra, elindeki imkânları hemşehrisi, okuldaşı ya da partidaşı için kullanır; bunun da bir rüşvet olduğu hatırlatılınca imdadına, değer ölçüleri içindeki, “hemşehri, başkalarından imtiyazlı kişi demektir” virüsü yetişir.
SOSYOLOJİK SİLAHLAR TEHDİT EDİYOR
Boğaziçi Üniversitesi profesörlerinden Ömer Saygın’ın “Dünyayı Tehdit eden Bomba” başlıklı bir makalesi, hızla artan Dünya nüfusunu konu alıyor. Her 39 yılda 2 katına çıkan Dünya nüfusunun yaratacağı çeşitli sorunlara dikkati çeken Prof. Saygın, sonuçta “bizi bizden başka sınırlayabilecek kimse yoktur” diyerek biraz ümitsiz de olsa, bir çözüm yolu ile makalesini bitiriyor. Verilen sayılar gerçekten ürkütücüdür. Halen 200 x 200 metrelik bir parsele bir kişi düşen dünyamızda, 80 yıl sonra 50×50 metreye 1 kişi düşer hale gelecektir. Karaların %25’inin kullanılabilir olduğu hesaba katılırsa, 80 yıl sonra 25×25 metrelik bir alana sıkışacağız demektir.
Konunun beslenme tarafı da ayrı bir sorundur. Halen, 6 milyar nüfusun bile 2 milyarının açlık çektiği dikkate alınırsa, arazi yetmezliğinden çok daha önce “beslenme” sınırına dayanılacağı anlaşılacaktır.
Bu hesaplar daima “ortalama”lara göre yapılır. Besinlerin, doğal kaynakların, su kaynaklarının daima eşit kullanıldığı varsayımıyla bulunan ortalamalar çevresindeki “istatistik dağılımlar”, gerçek paylaşımın göstergeleridir. İşte işin çözümü de buradadır: Nüfus bu hızla artmaya devam edecek, hatta bazı toplumlar içine düştükleri döngüleri kırabilmek için daha da hızlı çoğalmayı kendilerine amaç edinecekleri için “ortalama” nüfus artış hızı daha da artacaktır. Bu kalabalık içinde refah, belirli bir ortalamanın çevresinde bir istatistik dağılım gösterecek ve örneğin toplam nüfusun %90’ı kaynakların %10’unu tüketir durumdayken, %10’luk bir nüfus da kaynakların %90’ını tüketerek refah düzeylerini bugüne oranla daha da artırmış olacaklardır. %90’lık nüfus bu denli az kaynakla yaşayamayacağı için, tüm değerleri yozlaşacak ve en temel gereksinimlerini karşılamak içinen vahşi yöntemleri kullanmaktan çekinmeyen bir ilkellik içine düşeceklerdir. Bu kalabalık, içinde her türlü virüsün üremesine uygun bir ortamdır. Virüsler sosyolojik, hatta biyolojik olabilecektir. Bu dejenere toplumlar, bu tür virüslerin yaratacağı sorunlarla başa çıkamayacakları için, her defasında mesela yüzer milyon kişinin öleceği kitlesel ölümler kaçınılmaz olacaktır. Gelişmiş ülkeler bu toplumlara hiç bir yardımda bulunamayacaklardır. Somali örneği bunun somut bir kanıtıdır. Çünkü, iki grup toplumun değer ölçüleri o denli farklılaşmıştır ki, birisi için “iyi” olan diğeri için muhtemelen “kötü”, birisi için “güzel” olan diğeri için “çirkin” olmuştur. Nitekim, bu değer ölçüleri farklılaşması, gelişmiş ve geri kalmış toplumlar arasında, hatta aynı bir toplumun içindeki kesimler arasında halen de gözlenebilmektedir. Bu çağlar, nükleer ve biyolojik silahlardan daha acımasız bir tür olan “Sosyolojik Silahlar”ın yoğunlukla kullanıldığı çağlar olacaktır. %90’lık çoğunluğu oluşturan toplumların hepsinin ortak yanı, “sorun çözme kabiliyetleri”nin düşüklüğüdür. Bu toplumlar, herhangi nedenlerle karşılaştıkları sorunları çözemedikleri için, onları kendi kendilerine yok ettirmek isteyenler, sürekli olarak önlerine sorunlar koyacaklar, o toplumlar da bunları çözebilmek için varlarını yoklarını tüketeceklerdir. Çoğunluğu oluşturan gelişmemiş toplumlar, sorunların kaynakları yerine görüntüleriyle boğuşacaklar ve böylece imkânlarını başka yönde kullanabilme şanslarını da kaybedeceklerdir.
Bu tür toplumlar, kötü beslenecekleri için zekâları da gerileyecek, ama zekâ geriliği çok yaygın olacağı için yüksek bir değer olarak kabul edilecek, geri kalan azınlık ise aşağılanacak ve kimse tarafından ciddiye alınmayacaktır. Bu toplumlar, kendilerine uygun eğitim sistemleri de benimseyecekler, çoğunluğun akli düzeyine ve değer ölçülerine uygun —ki buna da demokrasi adını takacaklardır— bilgileri herkese belletmeye çalışacaklar, ama onu da beceremeyip, bir sürü “unvanlı cahil” üreteceklerdir. Özet olarak, %10’luk kesimin demokrasi, insan hakları, bilim gibi tüm yüksek değerleri, %90’lık kesim içinde aynı adda, fakat düşük düzeyli içeriklere kavuşacak; %10’luk kesim için refah ve mutluluk kaynağı olan değerler, %90’lık kesim için birer “birbirini yeme, hırpalama ve kaynak tüketme” aracı haline dönüşecektir. Gelişmiş toplumlar, —aynen yüzyıllardır yaptıkları gibi— bu tür toplumları izole etmek için çeşitli yöntemler kullanacaklar ve bu ilkel çoğunluğun birbirini yok etmesini sadece seyredeceklerdir. İşin acı yanı, bu sürecin doğal evrim sürecine de son derece uygun olmasıdır.
“Sosyolojik Silahlar” aslında yeni değildir. Tarih boyunca, ister kendisi üretmiş ister başkalarınca yapay olarak üretilmiş olsun, sosyolojik virüslerle başa çıkmayı becerebilmiş, yani sorun çözme kabiliyeti yüksek toplumlar varlıklarını sürdürebilmişler, gerisi ise yok olmuşlardır.
Tarihçilerin büyük günahı daima “ne olduğu” ile ilgilenip “niçin olduğu”nu önemsememeleridir. Halbuki insanlık tarihi boyunca yok olan toplumlar, çeşitli “biçimler” de —ki işte tarihçiler onunla ilgilenir— yok olmuşlar, ama daima tek nedenle yok olmuşlardır: sorunlarını çözememek! Sosyolojik silahlar, iletişim devriminin küçülttüğü dünyamızda, giderek daha yoğun olarak kullanılacaktır. Gelişmiş azınlığa refah ve mutluluk getiren iletişim devrimi, bu defa gelişmemiş çoğunluğa her zaman olduğu gibi yine mutsuzluk ve fakirlik getirecektir. Tabii ki kabahat iletişimde değil, onu (-) işaretle çarpıp kullanan gelişmemiş toplumlardadır. Hızlı nüfus artışı, dar kafalı insanlarımızın Türkiye’yi ayakta tutabilmek için buldukları aptalca bir çözümdür. Ama tehlikenin büyüğü, sorun çözme kabiliyetimizin düşüklüğünde ve bunun nedenlerini sorgulayamayışımızdadır. Toplumumuz, bütün güçlüklere karşın hâlâ bir altın çağ yaşamaktadır. Henüz, gelişmiş toplumlardan izole edilip “kendi kendini bitirsin” kampına konulmamış, hâlâ üzerinde testler yapılmaktadır. Bu resmi görebilirsek bir kampa, göremezsek “yok olacaklar” kampına yollanmak üzere! (1995)
MEDENİYET ÇARKI ACIMASIZDIR
Doğrularını değiştirmeye razı insanların sayısı, inanılamayacak kadar azdır. Sosyal düzen de, bir fotoğraf makinesi sadakatiyle, insanları doğrularına çivileyip sabitleştirmeye çalışmaktadır. Her türlü unvan, o unvana sahip olanlara birer üniforma gibi oturmakta, dışarıdan gelebilecek yeni doğrulara karşı bir zırh görevi görmektedir.
Türkiye, bütün kurumlarıyla, bir demiryolu hattı gibi başka yöne dönülemez biçimde yürümekte, tuttuğu yolun çıkmazlığını görmemektedir. Dışımızdaki toplumlara refah ve mutluluk getiren değişimler bizim için yeni sorun kaynakları oluşturmakta, üzerinde bulunduğumuz değişmez yol ise bu sorunların çözülmesi bir yana anlaşılmasına dahi imkân tanımamaktadır. Ama kesin olan, hiç bir toplumun bu kapanlardan, sahip olduğu düşünce biçimini değiştirmeden çıkamadığıdır. Ortaçağın karanlıkları içinde bunalan Batı, rönesans yoluyla düşünce biçimini değiştirerek bir üst düzeye sıçrayabilmiştir. Biz bu değişimi yaratabilir miyiz? Ana kucağından üniversiteye kadar ezberle yoğrulmuş bir toplumun bireylerinden bu denli yaratıcılık beklemek haksızlık sayılabilir. Ama medeniyet çarkı çok acımasızdır. Toplumumuzda pek yaygın olan “bir kurtarıcı beklemek”, “birisinin, bizim adımıza sorunlarımızı çözeceğine söz vermesi” gibi yöntemler ne yazık ki (!) işe yaramamaktadır. Buna göre bir yol bulup, bu düşünsel değişimi yaratabilmeliyiz. Bunun olabileceğinin bir örneği Japon toplumudur. Deming-Ishikawa ikilisi, bir toplumun düşünce biçimini değiştirebilmiştir. Bir “düşünme biçimi değişim anayasası”na ihtiyacımız vardır. Sonraki adım, bu anayasa çevresinde toplanabilecek kişileri bulmaktır. Yeterince kişi bulunamazsa ne mi olur? Medeniyet çarkı evvelce ne yaptıysa yine aynısını yapar! (1996)
Hukuk, insan mutluluğunun bir aracı olarak değil de, kâğıt üzerindeki kuralları körü körüne uygulamak olarak anlaşıldığı sürece, daha çok öğreneceğimiz var demektir.
Örneğin, insanlar yok olurken, karıncalar, timsahlar ve kaktüsler çoğalabilir. Çıkarılabilecek ikinci sonuç, dünyanın yalnızca gözlerimizle görebildiğimiz kadar olup, onun da bütünüyle insanlar için yaratılmış olduğu inancının yaygınlığıdır. Üzerine ilaç sıkarak yok ettiğimiz sineklerle birlikte başka hangi yaratıkların da yok olduklarını, onların diğerleriyle nasıl bir etkileşim içinde olduklarını, bu yolla yarattığımız yapay mikro çevrenin nasıl bir dengeye sahip olduğunu, o yeni dengenin insan için ne denli uygun olduğunu bilmiyoruz. Böyle bakıldığında, sineklerin aslında bir ekolojik denge göstergesi olduğunu, bunları öldürmenin gösterge aletini kırmaktan farkı bulunmadığını görebiliyoruz. Kendisi ile başkalarının ve bugünü ile geleceğinin çıkarları arasında çatışma değil uzlaşma bulunması gerektiği bilincindeki insanların rejimi denilebilecek demokrasi, bu niteliklere sahip olmayan, “ben ve de şimdi”den başka bir şeye aldırmayan insanların elinde, bir “semptomları giderme, kaynaklara aldırmama” rejimi haline dönüşür. Bunun ise en yalın anarşiden farkı yoktur. Demokrasinin bu versiyonu, bu tür göz boyama işleri için son derece uygundur. Daha da kötüsü, o “sinekler”e yol açan nedenler, başka sosyolojik hastalıklar da üretir. Bugün içinde bocaladığımız toplumsal sorunlar, işte böylece sosyo-ekolojik dengelerin bozulması sonunda ortaya çıkmış hastalıklardır.
Dış görünüşü, eğitimi ve bilhassa unvanı ne olursa olsun, fıkra anlatan kişi, kimliğini gizleyemez. Akıl fikir düzeyi, bilinç altına ittiği fantezileri, dünyaya bakış açısı gibi özellikleri bu yolla ortaya çıkar. İnanmayanlar deneyebilirler! (1994)
KURAL TANIMAZLIĞIN SINIRLARI NERESİDİR?
Bir kuraldan memnun olmayan bir vatandaşın yapması gereken, bir yandan o kuralı değiştirmek yönünde kendi çapında çaba harcarken, bir yandan da o kurala uymaya devam etmektir. Ama günümüz Türkiye’sindeki pratik böyle değildir. Kişiler, beğenmedikleri kurallara uymamakta, bunu da o kuralların eskimişliği ve yanlışlığıyla açıklamakta, dünyadaki büyük değişimin, mevcut kurum ve kuralların bütünüyle reddi ve bir kaos ortamının yaratılması olduğunu sanmaktadırlar. Kural tanımazlığın doğal sınırı orman kanunlarıdır. Gücü yetenin zayıfı hakladığı bir ilkel topluma ancak, “yanlış kurala uyulmayabilir” ilkesiyle varılabilir.
ABİ N’OLUR BİRAZ İPUCU VER!
Televizyonlarımızın zekâ geliştirici yarışma programlarından birinde, telefonla erişilen hanıma bir soru(!) soruluyor: “3’ü mü açayım 6’yı mı?”. Öbür taraftaki kadın sesi, ağlamaklı, yanıt veriyor: “Abi n’olur biraz ipucu ver!” Arkasından da, bu yakarışının gerekçesini açıklıyor: “Bilsen ne güç durumdayız. Bu paraya mutlaka ihtiyacımız var!” Yaklaşık 15 saniye kadar süren bu konuşma, tüm utançları sırtınıza yüklemeye yeterlidir. Bu program nedir? Seyirciye ne vermeyi amaçlamaktadır? Adi bir barbut oyunundan farkı var mıdır? Bu kadını milyonların önünde böylesine aşağılanmış bir duruma düşürmekten utanılmamakta mıdır? Fakir ama onurlu olmayı unutup onursuz para sahibi olmayı bir toplumsal histeri haline getirmek, eğlence midir?
Bir topluma uzun vade içinde kurulabilecek en melun tuzak, onun bireylerini aptallaştırmak, zevklerini adileştirmek, kainatın bir parçası olan insanı, o sisteme aykırı olan yaltaklanma, yalvarma gibi davranışlara alıştırmaktır.
Bunun adı özgürlük, iletişim devrimi, demokrasi ya da medya egemenliği olamaz. Bu, başka bir şeydir. Ve yalnız insan değil, hiçbir canlı böyle bir muameleye muhatap olamaz, olmamalıdır. Buna karşı tek yapılabilecek olan, bu programları seyretmemek, bunları hazırlayanları, sunanları tek başlarına bu çirkinliklerle baş başa bırakarak onları cezalandırmaktır. (1995)
TARTIŞMA MİMARİSİ
Tartışma listeleri İnternet’in olağanüstü imkânlar yaratan bir özelliği… Ama her araç gibi onun da yararlarını tam kullanabilmek için, dikkat edilmesi gereken noktalar var. Bunlara biraz dikkat, bu platformların tam bir ortak akıl ortamı haline gelmesini sağlayabilir.
Bu noktaların hepsine birden “tartışma mimarisi” denebilir ve yalnızca internet ortamında değil, kişilerin fiziki olarak hazır bulundukları açık oturumlar, paneller vb toplantı türleri için de bu mimarinin kurallarının geçerli olduğu söylenebilir. İnsanları bir ortamda özgürce tartışmaya bırakmanın, sonuçta doğru fikirler üreteceği gibi bir inanç vardır. Rasgele şekilli parçaların yeteri kadar uzun süre özgürce sürtüşmeye ve böylece birbirlerini aşındırmaya bırakılması halinde her birinin düzgün birer küre haline geleceği bilinmektedir. Ama bu yeterli süre yüzbin yıllar mertebesindedir ve tartışma ortamları için gerçekleştirilmesi oldukça güçtür. Bu uzunlukta olamayan mimarisiz tartışmalar ise uzlaşmalar ile değil keskinleşmiş çatışmalarla son bulur. Her ne ad ve format altında olursa olsun, her türlü tartışma ortamı:
a. Aynen bir bina gibi bir mimariye sahip olmalıdır. Baştan tasarımı yapılmamış bir tartışma ise, kısa süre içinde şunlardan birisine —en az— dönüşür:
• Bir kişinin, uzun ve sürekli iddialarıyla tartışma ortamını bloke etmesi,
• Bir kişinin, bir veya birkaç ya da bütün tartışmacılarla kavgaya tutuşması,
• Konuların, tartışılması —ve bir sonuca ulaşılması— beklenenlerden uzak noktalara taşınıp topluca kaybolunması,
• Kimsenin katılmadığı bir sessizlik ortamı,
• Herkesin bambaşka konularda konuşup yazıştığı bir “chat” ortamı,
b. Bir mimari tasarım mutlaka bir amaç ya da amaçlar kümesi tanımlayarak başlamalıdır. İnşaat yaparken, ya da tartışma planlarken!
c. Tartışmanın vazgeçilmez kuralları konusunda gerek baştan beri hazır bulunanların, gerekse sonradan katılanların —varsa— bilgilendirilmeleri gerekir. Bu kurallara uyulup uyulmadığının denetimi ise bir denetçiye görev olarak verilmeli, denetçi hiçbir kişisel yargı katmadan bu kurallara uyumu denetlemeli ve yine kendisine başlangıç tartışmacılarınca verilen talimat uyarınca gereğini yapmalıdır. Buna göre, bir tartışma tasarımının ilk adımı, bir “denetçi”nin, “denetim yöntemi”nin ve “yaptırımlar”ın belirlenmesi ve bunun tüm tartışmacılara duyurulması olmalıdır.
d. Vazgeçilmez kurallar şunlar olabilir:
• Kısa ifade: Her uzun ifade, başkalarının ifade özgürlüklerinin bir ölçüde çiğnenmesidir. Düşünceler, olabilecek en kısa formlarda dile getirilmelidir.
• (…dir)lere dikkat: Her (…dir), dik durdurulmaya çalışılan bir çubuk, her ilave (…dir) ise bu çubuğun üzerinde dengede durdurulmaya çalışılan yeni çubuklar(dır). Bir düşüncede ne kadar çok hipotez varsa, düşünce o denli dikkatle ve alçakgönüllülükle dile getirilmelidir. Aynen, birbirinin üzerine konulup dengede tutulmaya çalışılan çubuklar gibi, çubuk sayısı arttıkça, dengeyi tutturmak (yani düşüncenin doğru olması ihtimali) o denli zorlaşır (isteyenler önce bir, sonra da iki çubukla deneyebilir!). Ama diğer yandan, her (…dir) insanı biraz daha rahatlatır, mevcut bir sorunu daha az karmaşık hale getirir. Buna göre, peşpeşe varsayımları dizip sonra da bunlardan iddialı sonuçlar çıkarmaya çalışmamak gerekir.
• Marifet, ortaklıkları bulmaktadır: İki düşünce arasında aykırılık bulmak son derece kolaydır. En doğru fikirler dahi kolayca eleştirilebilir. Tartışmalardan amaç, ne kadar akıllı, ne kadar bilgiç ve ne kadar iyi tartışmacı olduğumuzu kanıtlamak değil, üzerinde uzlaşılabilecek ufacık bir alan bulup, daha sonra bu alanı genişletmeye çalışmaktır.
• Doğrularımıza pek güvenmemek : Hepimiz doğrularımızla yaşarız. Malımızı mülkümüzü kaybetmeye razı olabilir, fakat doğrularımızı bir türlü terk etmek istemeyiz. Gerçekte ise onlar bizim zincirlerimizdir. Her doğru, belirli koşullar ve varsayımlar içinde geçerli, bunun dışında ise geçersizdir. Adlandırmalar dışındaki tüm doğrular sorgulanabilir, almaşıkları bulunabilir.
Fikir değiştirebilmek bir meziyettir. Fikrini, işine öyle geldiği için değiştiren bir sahtekâr, eski düşüncesindeki bir boşluğu —kendi kendine ya da başkasının etkisiyle— bulup değiştiren ve de yanılmışım diyebilen ise bilgeliğe yürüyenkişidir.
• En akıllı kişi, başkasının düşüncesi üzerine katkı yapabilen kişidir: Tartışmalarda en iyi fikirler genellikle bir ilk fikrin tartışmacılarca zenginleştirilmesi suretiyle bulunur. Bu değerli hazineden bizi mahrum bırakan engel, “bu benim fikrim değil” sendromu olarak adlandırılan alışkanlıktır.
• Tartışmadan kesin ihraç nedeni: kaba hitaplar ve kişiselleştirme: Tartışma ortamları kişilerin kendi yargılarını, inançlarını, doğrularını başkalarına her ne yolla olursa olsun benimsetmek zorunda oldukları platformlar değildir. Belirli konularda fikir zenginleştirme amacına yönelik platformları, kişisel hesaplaşma, hakaret, kendi doğrularını kaba hitaplarla benimsetmek için olarak kullanmaya kalkışanların tüm tartışmacılar tarafından anında boykot edilip tartışma dışı bırakılması gerekir. Denetçinin başlıca görevlerinden birisi budur. Bu asgari kurallara ek olarak, tartışmacılar uygun gördükleri başka kurallar da koyabilirler. Ama her ne olursa olsun, amaç tek olmalıdır: Daha kaliteli, üzerinde daha çok uzlaşı bulunan ve en önemlisi, tek başımıza üretemediğimiz düşünceleri, ortak akıl yoluyla üretmek. (1997)
Yasaların, nelerin yapılmayacağını düzenleyen kurumlar olarak anlaşılması gerekir. Nelerin yapılacağını yasalarda aramak ancak bizim ülkemize özgü bir tuhaflıktır