PLÜTOKRATLAR
KÜRESEL YENİ SÜPER ZENGİNLERİN YÜKSELİŞİ VE DİĞERLERİNİN DÜŞÜŞÜ
CHRYSTIA FREELAND
Yazar, uzun yıllar Financial Times’da çalışmış, Kanada’nın The Globe gazetesinde Genel Yayın Yönetmenliği yapmıştır. Yazıları sık sık The Economist ve The Washington Post gibi yayın organlarında yayınlanan Freeland, şu an Thomson Reuters’in dijital versiyonunun Genel Yayın Yönetmenidir.
Yazarın Notu
Plütokrasi, en basit tanımıyla zengin bir sınıfın devlet yönetiminde söz sahibi olması anlamına gelir. Kavram, Yunanca “ploutos = zenginlik, servet” sözcüğünden türetilmiştir. Amerikalılar süper zenginlerinden hoşnutturlar ama fakirlikten, hele hele bu iki kavramın bir arada telaffuz edildiği ekonomik eşitsizliklerden bahsedilmesinden pek hoşlanmazlar. Yugoslav kökenli bir Dünya Bankası ekonomisti olan B. Milanoviç, bir keresinde bana Washington’daki düşünce kuruluşlarının, başlığında gelir veya gelir adaletsizliği sözcüklerinin geçtiği araştırma projelerini finanse etme olasılığının çok düşük olduğunu söylemişti. “Fakirliğin azaltılması” olabilirdi belki ama “eşitsizlik” başka bir şeydi çünkü bunun sorgulanması, konuyu kazancın yasal olup olmadığını sorgulamaya sürükleyebilirdi. Süper zenginler, Obama’nın kendilerinden “zengin” diye bahsetmesinden de hiç hazzetmiyorlar. “Hali vakti yerinde”ye pek sesleri çıkmıyor ama “zengin” sözcüğü, “ayırımcılık”, “yolsuzluk” gibi aşağılayıcı bir takım kavramları çağrıştırdığından, onu duyduklarında tüyleri diken oluyor.
Küresel kapitalizmin ateşli savunucularına bile bu sözcük itici gelmekte. Öyle ya kapitalist düzenin gelir adaletsizliğine yol açması, kendisinden beklenen sonuçlardan biri hiç mi hiç değildi.
Birkaç on yıl öncesine kadar genel kanı, sanayileşmesini tamamlamış toplumlarda eğitimin daha yaygın hâle geleceği ve devletin refahın hakça dağıtımında daha etkin bir rol üstleneceği şeklindeydi. Oysa Fransız siyaset kuramcısı ve tarihçi Alexis de Tocqueville (1805 – 1859) farklı düşünmüştü. Ona göre, eşitlik, uygarlığın sadece belli kutupları için geçerliydi. İlkel insanlar arasında eşitlik vardı çünkü hepsi aynı ölçüde zayıf ve cahildi. İleri derecede uygarlaşmış insanlar arasında da eşitlik vardı çünkü hepsi nimetlerden aynı ölçüde yararlanabiliyordu. Ancak, bu iki kutup arasındaki sınıfların ne yaşam şartları, ne refahı, ne bilgisi birbirine eşitti. Güç, dar bir kesimin elinde bulunuyordu, geri kalanın elinde ise fukaralık ve güçsüzlük…
Görkemli bir ekonomik büyümenin yaşandığı savaş sonrasının ABD’si, 1970 sonlarına kadar adeta herkesin zenginlikte eşitlendiği bir toplum hâline gelmişti. Ne var ki bu tarihten sonra orta sınıflar patinaj yapmaya, tepedekiler ise diğerlerinden hızla ayrışmaya başladı. Bu değişim ilk ABD’de kendini gösterdi ama 21. YY ile birlikte Avrupa’yı ve yükselen piyasaların bulunduğu ülkeleri de kapsamaya başladı. 2011 yılında yapılan bir çalışma, ABD gelir piramidinin tepesindeki % 20’lik dilimin toplam zenginliğin % 84’üne sahip olduğunu gösteriyor. Oysa İsveç’te tepe % 20, toplam zenginliğin % 36’sına sahip. Sorulduğunda Amerikalılar kendi ülkelerinde bu oranın % 32 olması gerektiğini söylüyorlar, yani Kibutz örneği bir eşitliğin özlemi içeresindeler. Ancak, Amerika ve dünya kapitalizminin nasıl bir değişim içine girdiğini anlamak için tepenin, en tepesine bakmak gerek. ABD’de gelir adaletsizliği o derecede büyüdü ki, bazı ekonomistler Büyük Bunalımdan bu yana ilk defa, büyüme yerine, adil dağılım üzerine odaklanılması gerektiğini savunur oldular. Verilere daha yakından bakıldığında, 2009-2010 yıllarındaki ekonomik iyileşme sürecinde Amerikalıların % 99’unun gelirlerinde sadece % 0,2’lik bir artış meydana gelirken, en tepedeki % 1’in gelirlerinde % 11,6’lık bir artış izliyoruz. Yükselen ekonomilerde de benzeri bir trend görülüyor.
Elinizdeki bu kitap, en tepedekilerin durumuna bakarak dünya ekonomisinin nasıl bir değişim içine girdiğini irdelemeye çalışıyor. Onlar kimlerdir, nasıl düşünürler, geri kalanlarla nasıl bir ilişki içindedirler, bu kadar parayı nasıl yaptılar, gibi soruları cevaplamaya çalışacağım. Bunu yaparken, nasıl mevcut siyasi sistemler içerisinde en iyisinin demokrasi olduğu inancı öne çıkıyorsa, ekonomik sistemler içinde de en iyisinin kapitalizm olduğu hususundaki yaygın inanç yola çıkış noktam olacak. Tabi, kapitalizmin bugünkü işleyiş tarzı ile plütokratların, diğerleriyle arayı açmasının nasıl sonuçlar doğurduğunu, bu süper seçkinleri yaratan siyasi kararların hangileri olduğunu da inceleyeceğiz. Gelişen bu sınıfın siyaset üzerindeki etkileri de göz atacağımız bir başka konu. “İsteyenler Evi” ile “Sahip Olanlar Evi” arasındaki fark giderilmedikçe gerçek ilerlemenin sağlanamayacağı, öyle görünse bile sürdürülemeyeceği düşüncesiyle, “Sahip Olanlar Evi”nin kapılarını aralayacak, içerdekilerin yaşamlarını anlamaya çalışacağız.
I
TARİH NEDEN ÖNEMLİ
21 Temmuz 2007 tarihinde, yatırım fonu devi Blackstone, halka açılmış ve bir anda 31 milyar $’lık bir piyasa değerine ulaşarak 2002 yılından bu yana ABD’deki en büyük halka açılış olarak kayıtlara geçmişti. Operasyon sonucunda, fonun iki kurucu ortağının şirketteki paylarının değeri 8 milyar $’a ulaşmış, ortaklardan biri 677 milyon $, diğeri 1,9 milyar $ şahsi kâr elde ederek kendilerini emekliye ayırmıştı. Benzer şekilde, New York’un Upper East Side bölgesinde, Hedge Fon’u işinden yılda 20-30 milyon $ para yapan 40 yaşın altında yığınla fon yöneticisi yaşıyordu ve servetleriyle ne yapacaklarını şaşırmışlardı. 1970’lerde gelir piramidinin tepesindeki % 1’lik kesim, ulusal gelirin % 10’unu alıyordu, 2005’e gelindiğinde aynı kesim ulusal gelirin neredeyse 1/3’ni kazanmaya başladı. Aynı yıl Bill Gates ve Warren Buffet’in toplam serveti (46,5 + 44 milyar $), piramidin alt % 40’ını oluşturan tam 120 milyon insanın toplam 95 milyar $’lık varlığına eşdeğer bir seviyeye yaklaşmıştı.
2011 tarihli bir OECD raporuna göre bu durum bir ABD gerçeği. Ama sanılmasın ki, daha uysal bir kapitalizmi benimsemiş olan İsveç, Finlandiya, İsrail ve Yeni Zelanda’da vaziyet bundan çok farklı. Yükselen ekonomilerde de tepedeki % 1, “diğerleri”ne fark atıyor.
Komünist Çin’de gelir dağılımı adaletsizliği ABD’den beter hâle geldi. Hindistan ve Rusya’da da tepe % 1 ile kalan % 99 arasındaki fark giderek açılıyor. Bu uçurum bir tek Brezilya’da fazla geniş gözükmüyor, o da muhtemelen farkın zaten başlangıcından beri çok fazla olmasındandır. Bugün bile Brezilya, gelişen ekonomilere sahip ülkeler arasında gelir adaletinin en bozuk olduğu ülkedir.
Gelişmekte olan dünya diye adlandırdığımız coğrafyalarda yüzen paranın bolluğu hakkında bir fikir sahibi olunabilmesi için örnek verelim. Servetini ana vatanı olan Mısır’da yapmaya başlayan, sonra İtalya ve Kanada’ya el atan telekom milyarderi ve Tahrir Meydanı isyancılarının hamisi Naguib Sawiris’in sözleri şöyle: “Şu diktatörlerin 1 milyar $ çaldıktan sonra fazlasını neden halkına dağıtmadığını bir türlü anlayamamışımdır.” Çalma sınırını neden 1 milyar $ olarak belirlediğini sorduğumda bana, özel jetler, yatlar ve benzeri gereksinimler (!) için bu rakamın alt sınır olduğunu söylemişti.
Amerika’da çalışan ve işinin erbabı geniş bir işçi kesimi bu parasal bolluktan nasibini alamadı. Birçoğu mesleklerini, şirketlerini ve ömür boyu biriktirdiklerini kaybetti. Onları zayıflatan dinamikler, plütokratların güçlenip semirmelerine yarıyordu. Teknoloji ve küreselleşme Batı dünyasındaki birçok mesleği işlevsiz hâle getirirken ustalık seviyesindeki Batılı işçiler, çok daha az maaşla çalışan, düşük gelirli ülkelerin işçileriyle doğrudan rekabet etmeye zorlandı. Makineler ve gelişmekte olan ülkelerin işçileri, Batı dünyasındaki orta sınıfın gelirinin düşmesine neden oldu.
Çağımızın zenginleri, eskinin zenginlerine göre farklı özellikler gösteriyor. Birbiriyle küresel anlamda sıkı sıkıya bağlı ve ışık hızıyla hareket eden günümüz ekonomileri süper seçkin bir sınıfın ortaya çıkmasına yol açtı. Bu sınıfın mensupları, genellikle çok çalışan, çok iyi eğitim almış insanlardan oluşuyor. Ya kendi yetenekleri ile zengin olmuşlar ya da servetin ikinci nesil temsilcileri. Uluslararası rekabetin zor şartlarında belirtilen özellikleri ile başarılı oldukları inancıyla oyunu kazananın kendi hakları olduğunu düşünüyorlar ve kendileri kadar başarılı olmayanlara karşı ikircikli duygular taşıyorlar. Sosyal akışkanlığı mümkün kılan kurumlara sıcak bakıyorlar ama o kurumların yaşaması için gerekli olan ekonomik faydanın paylaşımı konusuna (Ör: Vergi) mesafeliler. Kendi eşdeğerlerinin bir araya gelmesiyle oluşan zümrenin milliyeti adeta yok. O sınıfa ait bir birey New York, Hong Kong, Moskova veya Mumbai’yi esas ikamet adresi olarak benimsemiş olabiliyor ama bunun onlarca fazla bir önemi yok çünkü kendi aralarında ulusal sınırları olmayan farklı bir sanal ülke kurmuş gibiler. Citigroup bireysel bankacılık danışmanları müşterilerine şahsi portföylerini, bu süper zenginlerinkini örnek alarak şekillendirmelerini tavsiye ediyor. Onlara göre dünya iki bloktan oluşmakta; plütonomi ve diğerleri. Bir plütonomide, Amerikalı veya İngiliz tüketici diye bir şey yok. Sayıları, kazandıklarının ve tükettiklerinin büyüklüğü ile kıyaslanamayacak kadar az olan zengin tüketiciler ve “diğerleri” var. Toplumun “zenginler ve diğerleri” diye ikiye bölündüğünü gören Citi’ciler, “Kum Saati Teorisi” diye bir kuram geliştirmişler. Buna göre, ya plütokratlara dönük süper lüks tüketim malı üreten şirketlerin hisse senetleri alınmalı ya da “diğerlerine” hitap eden ucuzcu firmalarınkiler. Çünkü orta sınıf, kum saatinin ortası gibi giderek zayıfladığından, bu sınıf için üretim yapan kuruluşların da zayıflaması kaçınılmazdır. Veriler bu teoriyi doğruluyor. Citigroup’un bu görüşü ortaya attığı 2009 yılının Aralık ayı ile 1 Eylül 2011 arasındaki dönemde, içinde Saks’ın da bulunduğu zengin kesime hitap eden şirketlerle, içinde Family Dollar’ın bulunduğu dar gelirli kesime hitap eden şirketlerin hisse senetleri % 56,5 değerlenmiş ancak aynı dönemde Dow Jones endeksi sadece % 11 artmıştır.
İLK YALDIZLI ÇAĞ
2010 yılında vefat eden Angus Maddison, en büyük özelliği sayılarla oynaşmak, onları sağdan sola, yukardan aşağıya yorumlamak olan bir ekonomi tarihçisiydi. Bu yorumlar sayesinde dünya hallerinin daha iyi anlaşılabileceğini savunan Maddison, hayatının 60 yılını küresel ekonominin son 2000 yıllık tarihinde meydana gelen değişimleri araştırmaya adamıştı. Ortaya koyduğu ilginç bulgulardan biri, özellikle Batı dünyasında ve onun “uzantıları” diye tanımladığı ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’da 19. YY ’da meydana gelen değişimlerle ilgilidir. Buna göre MS 1 ile 1000 yılları arasında Batı Avrupa ekonomisi her yıl ortalama % 0,01 oranında küçülüyordu. MS 1000 yılının dünya sakinleri, 1000 sene önceki hemcinslerine oranla fakirleşmişti. 1000 ve 1820 yılları arasında Batı Avrupa’da yıllık % 0,34, “uzantı”larda % 0,35’lik büyümeler yaşandı. Sonrasında dünya hepten değişti. 1820 ile 1998 yılları arasında Batı Avrupa yıllık ortalama % 2,13, “uzantı”lar % 3,68 büyüdü. Bu, sanayi devriminin bir sonucuydu. Zenginleşilmişti ama sanayileşmiş ülkeler ile bunu başaramayanlar arasındaki fark da açılmıştı. Aradan neredeyse 200 yıl geçtikten sonra, yükselen ekonomilerin ortaya çıkmasıyla, bu farkın bir gün kapanabileceği ihtimal dâhiline girdi.
Zenginliğin büyük sosyal bedeli ise tarıma dayalı ekonomiden sanayiye dayalı ekonomiye geçiş sırasında yaşanan toplumsal çatlamalar şeklinde kendini gösterdi; güç belâ öğrenilmiş bazı mesleki beceriler birden işlevsiz kalıverdi. Sanayi devrimi, kendi plütokratlarını ( bunlar Robber Barons1 = Soyguncu Baronlar olarak anılır) yarattı. O ayrıcalıklı sınıf ile “diğerleri” arasındaki uçurum da bunun sonucunda meydana geldi. Soyguncu Baronlar, toplumun kazananlar ve “diğerleri” diye ikiye bölünmesini, sanayi devriminin kaçınılmaz ve doğal bir sonucu olarak görüyordu. Pittsburgh’lu çelik kralı Andrew Carnegie’nin bu konudaki yorumu şöyledir: “Değişimin bu doğal sonucunu hepimiz kabullenmeliyiz. Evet, adaletsizlik var ama ticari ve sınai faaliyetlerin küçük bir zümrenin elinde toplanması ve bu zümre mensupları arasındaki rekabet, sadece faydalı değil, ilerleme yarışının geleceği için gereklidir de…” Sanayi devriminden önce Amerika’da birbirine oldukça yakın olan toplumsal sınıflar, devrimden sonra yaşanan birinci “Gilded Age2 = Yaldızlı Çağ” boyunca katı kastlara bölündü. Kalabalık işçi kesimi ile az sayıdaki işverenden oluşan kesim birbirinden koptu, bu kopuş beraberinde güvensizliği getirdi. Oysa ABD’nin kurucu babalarında T. Jefferson, ülkesinde yoksul olmamasıyla övünür, hali vakti yerinde olanların Avrupa’daki zenginlerin yanında çırak bile olamayacağını söylerdi. Jefferson’a göre, Amerikalı zenginlerin, dar gelirlilerden tek farkı biraz daha yüksek düzeyde konfora sahip olmalarıydı, o kadar. Tarihçi Tocqueville, 1 Robber Barons = Soyguncu Baronlar: Bu tabir, 18.YY sonlarında, insanları ve doğal kaynakları istismar ederek ve yönetim kadroları ile yolsuzluk ilişkileri kurarak şahsi servetlerini inanılmaz boyutlara taşıyan Amerikan iş adamları için kullanılır.
2 Gilded Age = Yaldızlı Çağ: İlk olarak Mark Twain’in C.D. Warner ile birlikte yazdığı “The Gilded Age” romanında kullanılan bu tabir, 1870 ile 20.YY’ın başları arasındaki dönemde ABD’de yaşanan muazzam ekonomik büyüme sürecindeki eşitsizlikleri anlatmak için kullanılır. Bu dönemde bir yandan zenginlik artarken, toplumun alt katmanlarında büyük bir yoksulluk hüküm sürüyordu. Tabir, altın yaldızla kaplı görüntünün altındaki ciddi sosyal sorunlara işaret eder. o yıllarda ABD’yi ziyaret etmiş ve ülkedeki eşitlikçi yapıdan çok etkilenmişti. Bahsedilen bu şahsiyetlerin gözünde, 18.YY ve 19.YY başlarındaki ABD, gelir piramidinin tepesindeki % 2’lik kesim hariç bugünün İsveç’i gibi olmalıydı. % 2’lik kesimde yer alan plantasyon sahipleri ise, İngiltere’deki toprak sahibi soylular ile mukayese edildiklerinde, onların yanında tarım işçisi gibi kalırlardı.
Sanayi devrimi sürecinde, ekonomik alandaki eşitlikçi yapı gerilerken siyasi alanda eşitlikçilik yükselişe geçti. İlerici ve popülist hareketler ivme kazandı, devletin denetlemeci rolü arttı, homurdanmakta olan geniş kitleleri memnun edecek vergi düzenlemeleri getirildi. Birkaç on yıl sonra patlayan Büyük Bunalım, plütokrat kesimi daha da sıkacak tedbirlerin alınmasına yol açtı. 1944 yılına gelindiğinde, yüksek gelirlilerin vergi oranı % 94’e ulaşmıştı, oysa 1897’de gelir vergisi diye bir şey yoktu. Sınıf savaşları Avrupa’da Marxizmin yeşermesine yol açtı. ABD’de F. D. Roosevelt tarafından uygulamaya sokulan New Deal (Yeni Düzen/Anlaşma) ve Avrupa’da devletçe sağlanan sosyal yardımların giderek artması, bir anlamda yayılan kızıl tehdidin önünü kesmek içindi. % 99 tarafından yutulmaktansa, onlarla bir anlaşmaya gitmek tercih edilmişti. Ne gariptir ki, proletaryanın durumunu düzeltmek amacıyla yola çıkan Bolşevikler döneminde Sovyet blok, bir diktatoryaya dönüştü ve işçi kesiminin yaşam standartları, Batı’daki sınıfdaşlarının gerisine düştü. ABD’de ise, plütokratlarla, diğerleri arasındaki uzlaşma işe yaramıştı. 1940 ile 1970 yılları arasında ABD gelir piramidinin tepesindeki % 1’i ile diğerleri arasındaki uçurum daraldı; tepe % 1’in toplam ulusal gelirden aldığı pay % 15’den % 7’nin altına düştü. 1947 ile 1977 yılları arası, Amerikan orta sınıfı için gelecekleri bakımından güven ve umut dolu olabilecekleri bir altın çağ idi. Batı Avrupa’da da, güçlü ekonomik büyüme, yüksek vergiler ve yaygın sosyal refah uygulamaları gibi unsurlarla bir araya gelmiş, böylece ABD benzeri bir ortam oluşmuştu. 1970’lerde işler tepeden tırnağa değişmeye başlayacaktı. Bu değişimi tetikleyen dinamiklerin başlıcaları teknoloji devrimi ve küreselleşme idi. İkiz dinamiklerin yarattığı değişim, Batı dünyası ve uzantılarında, sanayi devriminin meydana getirdiği ölçüde büyük bir büyüme sağlamadı ise de % 2-3 oranında bir yıllık ortalamanın sürekliliğini mümkün kıldı. Bu bile tarihsel açıdan bakıldığında çok büyük bir oran sayılmalıdır.
Esas değişim, Çin, Hindistan gibi gelişme yolundaki ülkelerde yaşandı. 1820 ile 1950 yılları arasındaki uzun sürede bu iki ülkedeki kişi başına milli gelir neredeyse hep aynı kaldı. 1950 – 1973 arası % 68, 1973 – 2002 arasında ise tam % 245 arttı ve mali krize rağmen artmaya devam ediyor! Amerikan orta sınıfını umutlandıran dönem, R. Reagan’ın (İngiltere’de M. Thatcher’in) iş başına gelmesiyle tersine dönmeye başladı. Yüksek vergi diliminde yer alanların vergileri büyük ölçüde düşürüldü (% 70’den, % 28’e), sendikalar dizginlendi, sosyal yardım harcamaları tırpanlandı ve devletin ekonomideki kontrolü iyice gevşetildi. Bu politikalar dünya ölçeğinde yayıldı, serbest piyasa ekonomisinin benimsenmesi komünizmin çökmesine yol açtı. Böylece piyasa ekonomisi, işe yaradığı kanıtlanmış tek sistem olarak rakipsiz kaldı. Kızıl tehlike bir tehdit olmaktan çıkınca serbest piyasa yanlıları, daha da cesaretlenerek küreselleşmeyi destekleyen uluslararası kurumları ortaya çıkardı. Bu ortam, plütokrat sınıfının bir kez daha yükselişe geçmesine yol açacaktı ama bu kez ülke bazında değil, küresel ölçekte…
Gelir dağılımı adaletsizliğini inceleyenler, tepedeki % 1’lik kesimin yükselişini, hangi ideolojik bakış açısıyla baktıklarına bağlı olarak üç farklı şekilde izah ediyorlar. Reagan’cılara göre bu yükselişin kişilerle ilgisi yok, olay tamamen teknoloji devrimi ve küreselleşmeyle ilgili. 1950 yılında otomotiv sanayiinde gerçekleştirilen ve işçilerin grev yapmamaları şartına bağlı olarak daha geniş sağlık ve emeklilik hakları elde etmeleri konusundaki Detroit Uzlaşması aleyhtarı liberallere göre, gelir adaletinin bozulma nedeni siyaset. Plütokrasinin zirvesindekiler ise her iki tezin de doğru olduğunu söylüyor.
Tezlerden hangisinin doğru olduğu daha epey tartışma kaldırır ama tartışmasız olan gerçekler şunlardır ki, teknoloji devrimi ve küreselleşme, tepedeki % 1’in daha da zenginleşmesine ve siyaseten güçlenmesine yol açıyor. Detroit Uzlaşmasının çökmesi sonucu zengin kesimin üzerindeki vergi yükünün ve devlet denetiminin azalması, oyunun kurallarını, kazananlar lehine değiştiriyor, bu da 1. Yaldızlı Çağa dönüşün işaretlerini veriyor
.
BRIC3 ÜLKELERİNİN SAHNEYE ÇIKIŞI VE İKİZ YALDIZLI ÇAĞ
19.YY’daki sanayileşme devrimi, ABD’de yaldızlı yılları ve o yılları yöneten Soyguncu Baronları ortaya çıkarmıştı. Günümüzde dünya ekonomisi teknoloji devrimi ve küreselleşme ile farklı bir yapıya evrilirken, yeni bir yaldızlı çağa, yeni bir plütokrasi takımı ile giriyoruz. Sanayileşmiş Batı dünyası için bu ikinci Yaldızlı Çağ oluyor, yükselen ekonomiler için ise birincisi. Yükselen ekonomilerde işin kaymağını şüphesiz tepedekiler yiyor ama değişim milyonlarca insanı, dar gelirlilikten çıkarıp orta sınıfa terfi ettiriyor, yüz milyonlar ise fukaralığın pençesinden kurtulmaya başlıyor. Ekonomistler bu eş zamanlı yaldızlı çağ oluşumunu yeni teknolojilere olduğu kadar komünizmin çöküşüne ve dünyadaki liberal uygulamaların zaferine bağlıyorlar. Bunun, her şeyden öte, siyasi bir devrim olduğu konusunda aynı fikirdeler. Massachusetts Institute of Technology (MIT) öğretim görevlisi İstanbullu ekonomi profesörü Daron Acemoğlu’na göre, gelişmekte olan ekonomilerdeki – özellikle Çin ve Hindistan – hızlı büyüme, Batı’daki siyasi ve teknolojik uygulamalar sonucunda birçok işin, sözü edilen bu ülkelerdeki orta derecede beceriye sahip işçi ordusu tarafından yapılabilir duruma gelmesi sayesinde gerçekleşti. “Bu nedenle” diyor Acemoğlu, “Gelişmekte olan ülkelerin ilk Yaldızlı Çağı, Batı’nın ilk Yaldızlı Çağına oranla çok daha hızlı ilerliyor. 1950’lerde, Hindistan’da iş gücü ucuzdu ama Batı dünyası bu iş gücünü etkili biçimde kullanamıyordu. Şimdi durum farklı, Çinli ve Hintli işçiler dünya ekonomisi ile çok daha bütünleşmiş durumdalar ve bu yüzden çok hızlı bir ekonomik büyüme sağlayabiliyorlar ”.
İkinci Yaldızlı Çağını yaşayan Batı dünyasında, teknolojik devrimin bir sonucu olarak, mavi yakalıların yerini robotlar, beyaz yakalıların yerini ise bilgisayarlar alıyor. Bir yandan ikinci Yaldızlı Çağını yaşamakta olan Batı dünyası, bir yandan da ilk Yaldızlı Çağını yaşamakta olan gelişme yolunda yolundaki ülkeler, hüküm süren değişimden yararlanıyor. Eğer Dallas veya Duesseldorf’ta bir şirket sahibi iseniz, köylülükten şehirlileşmeye evirilen bir yükselen ülke işçisini mutlaka istihdam ediyorsunuzdur.
3 BRIC Ülkeleri: Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin
Batılı plütokratların durumu iyi. Çünkü hem 19.YY Soyguncu Baronlarının sürdüğü sefayı, hem 21.YY teknoloji zenginlerinin keyfini eş zamanlı olarak sürdürüyorlar ama olan, iki Yaldızlı Çağı aynı anda yaşamak zorunda kalan orta sınıfa oluyor. Başı sıkışan eğer bir şirketse, işçi çıkarıyor, maaşları kısıyor, işini başka ülkelere taşıyor, bir biçimde paçayı sıyırıyor, en azından seçenekleri daha fazla. Ama işçiler için durum vahim! Bir yandan pasta büyüyor ama bir yandan da o pastadan pay alanların dilimi ufalıyor. Daha iyi bir eğitim alın, daha iyi yerlere gelin demek kolay, bunu kırkından, ellisinden sonra yapmak zor. Bu yüzden son 15 yılda en büyük sıkıntıyı orta sınıflar çekti.
ÇİN SENDROMU
Gelir dağılımı adaletsizliğini inceleyen Amerikalı ekonomistler ana nedenin teknoloji devrimi olduğu konusunda uzlaşsalar da ABD iş gücü piyasasının verilerini derinlemesine araştıran “Çin Sendromu” kitabının yazarları, ana sebebin küreselleşme ve özellikle Çin’le yapılan ticaretin çok daha etken olduğunu söylüyorlar. ABD imalat sektöründeki mavi yaka iş kayıplarının dörtte birini bu nedene bağlıyorlar ve ekliyorlar; “Çin sendromu sadece iş kayıpları yaratmakla kalmıyor, maaşlar düşüyor ve umutlarını yitiren insanlar artık iş aramaz oluyor, ortalama hane gelirleri hızla azalıyor, devletin işsizlik sigortası ödemeleri yükseliyor”. Üst kademelerde iyi gelir getiren işler var, en alt düzeyde gelir sağlayan işlerde de fazla bir fark yok ama orta düzeyde gelir getiren işler hızla azalıyor ve orta sınıf güç kaybediyor. Bazı yazarlar buna işgücü piyasasının “ballı ve b..tan işler” olarak ikiye bölünmesi diyorlar. Ortadaki işlerin nasıl yok olduğuna dair bir örnek: 2006 yılında, iPod üretimi için, cihazın icat edildiği ülke olan ABD’de 13.920 işçi çalışırken, ABD dışında neredeyse bunun iki misli (27.250) işçi çalıştı (Bunların 12.270’i Çin’de, 4.750’si Filipinler’de, kalanı diğer ülkelerde). Bu gerçeğe fazla şaşırmamış olabilirsiniz, bir de şuna bakın: iPod işinde çalışan 13.920 ABD’li işçi emekleri karşılığında toplam 750 milyon $ kazandı. Buna karşın, ABD dışında aynı işi yapan 27.250 işçi toplam 320 milyon $ kazandı. Bu eşitsizliğe, ABD’deki iPod çalışanları açısından biraz daha yakından bakalım; toplam 13.920 ABD’li çalışanın yarısından fazlası (7.789), lojistik, destek, perakendecilik gibi mesleki uzmanlık gerektirmeyen alanlarda görevliydiler ve toplamda 220 milyon $ para yaptılar. Esas parsayı götürenler, mühendisler ve sair uzmanlar oldu, tam 530 milyon $ kazandılar. Bu meblağ, iPod işinde çalışan 27.250 yabancı işçinin kazandığının toplamından bile bir hayli fazla. Ne demiştik? Ballı ve b…tan işler…
ABD’de teknolojik devrime ve küreselleşmeye karışık duygularla bakan birçoklarının endişesi, parlak Amerikan beyinleri tarafından icat edilen birçok yeniliğin, ABD dışında, içeride olduğundan daha fazla istihdam yaratması. Küreselleşmenin bazı ülkelerde gelir dağılımı adaletsizliği yarattığı kabul edilse de büyük resme bakıldığında ekonomideki büyüme etkisiyle yoksul kesimi varsıllık yönünde hareketlendirdiği, birçok saygın bilim adamınca kabul ediliyor. Goldman Sachs’ın tahminlerine göre, BRIC ve N-114 ülkelerinin ekonomileri geliştikçe, 2030 yılına kadar dünya orta sınıfına 2 milyar yeni katılım olacak. 4 N-11 : “Next Eleven = Bir Sonraki Onbir Ülke” anlamında kullanılıyor ve şu ülkelerden oluşuyor; Türkiye, Bangladeş, Mısır, Endonezya, İran, Meksika, Nijerya, Pakistan, Filipinler, Güney Kore, Vietnam. Birbirleriyle iletişim kurma özellikleri sayesinde insan unsuruna giderek daha az ihtiyaç duyan makinelerin zenginliği yarattığı aşikâr ama artan refahın daha adil biçimde dağıtılması, üzerinde durulması gereken esas zorluğu teşkil ediyor.
MUTLU KÖYLÜLER, MUTSUZ MİLYONERLER
Yaygın inanışın aksine, belli bir asgari eşik aşıldıktan sonra fazlalaşan gelirin insan mutluluğunu artırmadığı ortaya çıkmakta. 2006 yılında Gallup tarafından yapılan ve “Mutsuz büyüme paradoksu” diye adlandırılan anketin sonucu böyle. Örnek Çin’den verilmiş; şehirlere göçen köylüler zenginleşmiş ama bu onları köylerinde olduğundan daha mutlu hale getirmemiş. Mucize ekonomilerin hemen hepsi için aynı sonuç geçerli. Bu çelişkiyi tam olarak izah eden bir çalışma henüz ortaya çıkmadı ama genellikle hızlı ekonomik gelişmelerin, adaletsizliği ve belirsizliği de beraberinde getirdiği düşünülüyor. Avusturya kökenli ABD’li ekonomist ve siyaset bilimci J. Schumpeter (1883-1950), bu duruma “yaratıcı tahribat” diyor ve ekonomik oynaklığın (volatilite), kaybedenler üzerinde yıkıcı etkileri olduğunu, kazananları bile tedirgin ettiğini söylüyor. Yükselen piyasalarda bu durum psikolojik olmaktan ibaret değil. Batı dünyasındaki ilk Yaldızlı Çağda olduğu gibi, sermaye ile işgücü, varsıl ile yoksul arasındaki bir sürtüşme bu.
KAZANANLAR
Saygın bir gelir dağılımı araştırmacısının konuyla ilgili olarak, ABD’nin son yüzyılı üzerine yaptığı bir saptama var. Buna göre, 1920 ve 1940 yılları arasında ülke gelirinin % 45’i, tepedeki % 10’luk kesime gidiyor. İkinci dünya savaşı döneminde bu oran % 33’lere düşüyor ve 1970’lerin sonlarına kadar böyle devam ediyor. Bu yıllardan sonra oran zenginler lehine hızla yükseliyor, 2006 yılına gelindiğinde tepedeki % 10’luk kesim ulusal gelirin % 50’lik kısmını elde eder hale gelmiş oluyor. Ama esas değişim, tepedeki % 10’un kendi içinde! 2002 ile 2006 arasında meydana gelen büyümenin yarattığı gelirin ¾’ü tepedeki % 1’e gidiyor. Yani sosyal uçurum sadece zenginle fakir arasında değil, zenginle çok zengin arasında da fazlasıyla genişliyor.
Credit Suisse’nin hesaplamalarına göre dünyada, net şahsi varlıkları 1 milyon $’ı aşan 29,6 milyon insan yaşıyor (dünya nüfusunun yaklaşıl % 0,5’i). Bunların % 37,2’si Avrupa’da, % 37’si Amerika’da, % 19,2’si Çin – Hindistan hariç Asya ve Pasifikte, % 3,4’ü Çin’de, gerisi Hindistan, Afrika ve Latin Amerika’da yaşıyor. 2011 verilerine göre, serveti 100 milyon $’ı aşan 84.700 zenginin ise % 44’ü ABD’de, % 28’i Avrupa’da, % 15’i Çin ve Hindistan’da, gerisi Asya – Pasifik’te yaşıyor. Süper zenginlere gelince, % 42 ile ABD en başta (35.400), Çin % 6,4 ile ikinci sırada (5.400), bunları sırasıyla Almanya (4.135), İsviçre (3.820), Japonya (3.400), Rusya (1.970), Hindistan (1.840), Brezilya (1.520), Tayvan (1.400), Türkiye (1.100), ve Hong Kong (1.030) takip ediyor.
ABD’de finansal krizi takip eden 2009 – 2010 toparlanma döneminde elde edilen kazancın %93’ü, tepedeki % 1’lik kesime gitmiş. Söz konusu % 93’ün % 37’si ise en tepedeki % 0,01’lik kesimi temsil eden plütokratların olmuş. 2009 yılında ABD’nin en çok kazanan 25 Hedge Fonu yöneticisinin beherinin ortalama kazancı 1 milyar $’ı geçmiş.
II
PLÜTOKRAT KÜLTÜRÜ
ADINI HİÇ DUYMADIĞINIZ EN MEŞHUR AMERİKAN İKTİSATÇISI
Adını muhtemelen hiç duymadığınız Henry George, 19.YY’da yaşamış çok sevilen bir iktisatçıydı. Yaşadığı dönemdeki şöhretini ancak T. Edison ve M. Twain gibi ünlüler gölgeleyebiliyordu. 1879 yılında yayınlanan Progress and Poverty = Kalkınma ve Yoksulluk adlı kitabı 3 milyon satmış, onlarca dile çevrilmişti. Denizcilikten, gaz sayacı okuyuculuğuna, yazarlıktan, politikacılığa bir sürü işe girip çıkan George, çok küçük bir farkla kaybettiği New York Belediye Başkanlığı seçimlerine ikinci kez adaylığını koymuş, büyük ihtimalle bu kez kazanacağı seçimlerden dört gün önce vefat etmişti. New York Times, Lincoln’ın cenaze töreninin bile onunki kadar görkemli ve kalabalık olmadığını yazmıştı. George’a göre sanayi devriminin en gizemli iktisadi sonuçlarından biri, refahı adil biçimde dağıtamaması olmuştur. Kazananın her şeyi götürdüğü ortamda gaz lambaları ile aydınlatılan sokakları üniformalı polisler koruyordu ama o sokaklarda sayılamayacak kadar çok dilenci, üç beş kuruşun peşinde, gelene geçene avuç açıyordu. George’un bu duruma koyduğu teşhis alabildiğine basitti; yenileşimin (inovasyon) meyvelerini mülk sahipleri yemekteydi. Çağdaşı Karl Marx, kalkınma ve yoksulluğun Avrupa versiyonuna toptancı bir yaklaşımla bakıyor, suçu özel mülkiyete atıyordu. George’ın, sanayileşmeyle, serbest ticaretle, devlet müdahaleciliğinin az olması gerektiği fikriyle bir problemi yoktu. Onun derdi, sanayileşmenin ve şehirleşmenin kaymağını yiyip bu döngüye hiç katkı koymayan rantiye kesimiyleydi. Bir sistem olarak kapitalizmin kendisini değil ama 19.YY Amerikan kapitalizmini eleştirdiği için halk arasında çok seviliyordu, amacı ülkeyi Soyguncu Baronlardan kurtarıp Thomas Jefferson demokrasisine dönüş yapmaktı.
ÇALIŞAN ZENGİNLER
Gerge’un acımasızca eleştirdiği 19. YY rant zenginlerinin aksine günümüzün plütokratları genellikle çalışan kesimden çıkıyor. Buna Süryani asıllı Meksikalı mültimilyarder Carlos Slim ve Rus oligarkları da dahil. Evet, bunlar da rant peşindeler ama servetlerini atalarından kalan mülklerden değil çalışarak elde ettikleri mülklerden çıkarmaktalar.
İktisat tarihçisi P. Lindert’in bulgularına göre 1916 yılında Amerika’nın en zengin % 1’i, kazançlarının sadece beşte birini maaşlı işlerden elde ediyordu, 2004 yılında bu oran üçe katlandı, tepe % 1’in kazançlarının % 60’ını bordro gelirleri oluşturur hale geldi. Dolayısıyla, 20.YY’da gelir hiyerarşisinin tepesindeki sermaye sahipleri (rantiyeler) yerlerini üst düzey yöneticilere (çalışan zenginler) bırakmış oldu. Tepedeki % 1’in gelir yapısındaki, rant kazançlarından, bordro kazançlarına doğru kayma, kazananın her şeyi götürdüğü türden bir ekonomik işleyişin meydana çıktığı döneme denk geldi.
Forbes’ın 2012 yılı için yaptığı milyarderler sıralamasındaki 1.226 kişiden 840 adedi zenginliklerini kendileri yaratanlardan. Aristokrat değiller. İktisadi liyakate sahip, refahı tüketmek kadar refah yaratmakla da meşgul olan insanlar. Küresel plütokratlar, lüks yaşantılarını çok çalışmalarının ödülü olduğu için hak edilmiş sayıyorlar.
Dünya genelinde de benzer bir durum var. Hindistan’ın kırsal kesimlerinde hâlâ varlıklarını sürdüren ve kast sisteminin en diplerinde yer alıp üsttekilerle aynı kuyunun suyunu bile paylaşması yasaklanmış Dalit’ler arasından dahi, açık deniz sondaj kuleleri yapımcısı Ashok Khade gibi mültimilyarderler çıkabiliyor. Khade, kendi ifadesine göre, kast sistemiyle mücadelesini, kapitalizm vasıtasıyla sürdürüyor.
TEKNOLOJİ KURTLARININ (ALFA BİREYLER) YÜKSELİŞİ
Teknoloji Kurtlarının en yaygın biçimde yaşadıkları ortam, tabi ki kültürünü ve ekonomik motorunu yarattıkları yer olan Silikon Vadisi ama bu tür bireyler, plütokratların olduğu her yerde var. Teknoloji taşeronluğunun icat edildiği Hindistan’ın Bangalore kentinde sürüler halinde dolaşırlar. Rusya’nın doğal kaynaklarını ele geçiren oligarklar ise, ahbap çavuş ilişkilerinin yarattığı plütokrat türünün tipik birer örneğidirler. Bu oligarkların en önemli yedi tanesinden altısı, bilimsel alanlarda üst düzey diplomalara sahiptir. Meksikalı Carlos Slim, mühendislik eğitimi almıştır ve servetini sayıların dilinden iyi anlamasına atfeder. Teknoloji kurtlarının süperlerinden biri, çocukların hangi dalda eğitim almaları konusundaki tavsiyesi sorulduğunda duraksamadan “istatistik” demiştir. Ona göre verileri analiz etme yeteneği 21. YY’ın en aranan becerisi olacaktır. Alfa bireylerin gelir piramidinin tepesindeki % 1’in içine tırmanmaları çok iyi eğitim almış olmalarındandır. Bu da gösteriyor ki iyi bir eğitim, geleceğe dönük olarak yapılabilecek en verimli yatırımlardan biridir. Teknoloji ile eğitim arasındaki etkileşim gelir dağılımını şekillendirir. 19.YY’da yaşanan ilk Yaldızlı Çağda teknolojik ilerlemeler, eğitim alanındaki iyileşmelerden daha hızlı cereyan ediyordu. Bunun neticesinde, o zamanın ölçülerine göre iyi bir eğitim almış iseniz, (lise mezuniyeti iyi bir eğitim sayılırdı. Unutulmasın, yukarıda sözünü ettiğimiz Henry George, 14 yaşındayken okulu terk etmişti) kazancınız eğitimsiz işçilere oranla daha yüksek oluyor, taban maaşınız üzerine bir de eğitim munzam ödentisi (primi) alabiliyordunuz. Sonraki elli yıl boyunca Amerika, kamu orta eğitimine muazzam yatırım yaptı, eğitimdeki ilerleme hızı, teknolojik ilerleme hızını yakaladı, eğitimli insan sayısı artınca da taban maaşlar ile primli maaşlar arasındaki makas daraldı. Ne var ki son otuz yılda eğitimin hızı kesildi, teknoloji ise aldı başını gitti. Bu ortamda Alfa Bireyler doğal olarak kıymete bindi. 1979 ile 2005 yılları arasındaki dönemde üniversite mezunlarının maaş primleri, lise mezunu olanlara göre iki mislinden fazla arttı ve gelir dağılımı dengelerini fena halde bozdu. Lisansüstü eğitim alanlar bu farkı daha da açtı. Çok nitelikli eğitim sahibi olanlar ise, kazananın her şeyi götürdüğü bir sistem içinde aşırı biçimde ödüllendirildiler. ABD’nin en saygın üniversitelerinde (Ivy League5) okuyan birinci sınıf öğrencilerinin sayısı (27 bin civarı), üniversite çağındaki toplam öğrenci sayısının % 1’i kadardır. İşte, gelir piramidinin en tepesindeki % 1’in içinde yer alacakların en kuvvetli adayları bunlardır.
Öğrencilerin, kendilerine bu kategoride yer açmak için söz konusu üniversitelere kapağı atmaları ise iyice zorlaştı. Çünkü böylesi nitelikli bir eğitim genellikle, aileden kalacak mirasa oranla daha yüksek bir gelir vaat ediyor. Bu nedenle olsa gerek, ailelerin evlâtlarını bu üniversitelere sokmak için çılgınca bir yarışın içinde olduklarını da belirtmek gerek. Çok iyi bir not ortalaması, saygın bir üniversiteye girmenin garantisi değil artık, farklılaşarak 5 Ivy League: ABD’nin kuzey doğusunda bulunan ve 8 vakıf üniversitesinden oluşan birlik. Üye üniversiteler şunlardır:
Brown, Columbia, Cornell, Dartmouth, Harvard, Princeton, Pennsylvania, Yale diğerlerinden ayrışmak da gerekiyor. Harvard Üniversitesi rektörünün yakın bir geçmişte verdiği röportajdan bir alıntı yapalım; “Bir keresinde, belli bir bölüme, notları olağanüstü iyi olan birçok aday içinden sadece bir tanesini seçecektik. Çincenin Mandarin lehçesini konuşabilen bir çocuk vardı, ailesinin desteğiyle büyük paralar harcayıp, rakiplerinden ayrışmak için bu konuda özel ders almıştı. Onu kabul ettik tabi, yazık oldu diğerlerine”.
HERKESİN İKİNCİ BİR ŞANSI OLMUYOR
Ekonomideki hızlı değişim süreci, start takozundan hızlı çıkış yapamayanlarla, ilk birkaç tur boyunca yanlış yöne koşanlara ikinci bir şans vermiyor. Şartlar o denli hızlı değişiyor ki, tecrübe, kişinin sahip olmakla övünebileceği bir özellik olmaktan neredeyse çıktı. İnternet üzerinden satış yapan Şikago merkezli Groupon’un üst düzey bir yöneticisi, Wall Street Journal benzeri önemli kurumlardan transfer ettikleri elemanlardan bile beklediği performansı alamadığından yakınıyor. Söyledikleri; “Bunlara bildiklerini unutturmak, yeni bir şey öğretmekten daha zor!”
İş dünyasının belirsizlikleri, en başarılı çalışanlara dahi her an işini kaybetme korkusu yaşatıyor bu da onları mutsuz ediyor. Erken yaşta elde edilen başarılar ise ekonomideki dengesizlik ve belirsizliklere karşı faydalı bir güvence.
SERMAYENİN ÖKSÜZLERİ
Hızlı yaşayan süper seçkinler için haftanın dört gününü evden uzaktan geçirmek adeta bir statü sembolü. Yazar N. S. Turow, “Uçan Sınıf” diye tanımladığı bu kesimin mensuplarına “Sermayenin Öksüzleri” adını yakıştırmış. Aile yaşantıları yok gibi, en büyük güdüleri, iş anlaşmaları ve piyasaların durumu. New York’daki bazı borsa uzmanları çalar saatlerini Frankfurt borsasının açılış saatine ayarlayıp öyle yatıyor, bazıları uyumuyor bile, uyku kaçırıcı ilaçların kullanımı da çok yaygın.
EGOLARI YIKAN BİR MAKİNE
Süper seçkinlerin yaşadıkları zirvelerde kalıcı olma süreleri giderek kısalıyor. Fortune 500 CEO’larının belli bir firmadaki ortalama çalışma süreleri son on yılda, 9,5 seneden 3,5 seneye düşmüş vaziyette. Kendi şirketinin patronu olmak da kişiyi piyasaların belirsizliğine karşı koruyamıyor. Piyasalar, adeta egoları paramparça eden bir makine. Kendilerine kâinatın efendileri sayan finansman dâhileri, tek bir hatalı yatırımla milyonlarını kaybedip kendilerini cehennemin en sıcak yerinde bulabiliyorlar. Sapına kadar laik bir kişilik olan Soros, kendi elemanlarına yatırımlarda yapılacak hataların “Günah” olduğunu anlatıyor. Süper elitlerin kafa yapısını anlayabilmek için önce o kişilerin endişe dolu bir yapıları olduğunu ve belirsizlikler içindeki bir dünyada, çok ağır bir tempo ile çalıştıklarını kabul etmemiz gerekiyor. Bu insanlar, sadece şahsi çıkarların peşinde koşan bencil bireyler olmadıkları iddiasındadır. Örneğin Google’ın şirket düsturu “Şeytan olmayın!” şeklinde dile getiriliyor. Şirketin kurucularından şimdiki CEO Larry Page, hayırlı işlerin hâmisi olduklarını şu örneklerle belirtir; arama motoru sayesinde elde edilen bilgiler birçok hayatı kurtarmıştır, şoförsüz otomobil projesi ise, siyasetçilerin, sosyal ve insani yardım kuruluşlarının kurtarabileceğinden çok daha fazla hayatı kurtaracaktır. Page’e göre insanların Google’da çalışmak istemelerinin ana nedeni zengin olmak değil, dünyayı iyi yönde değiştirmek arzusudur. Ona göre Silikon Vadisi, üniversite havası içerisinde, eşitlikçi ve liberal bir kültürün yeşerdiği vahadır. Plütokratlar, serbest piyasaların, özgür insanlar anlamına geldiği inancıyla kapitalizmi bir özgürlük teolojisi olarak görürler. Onlara göre, ülkelerin ekonomileri özgürleştikçe, siyasi yapıları da özgürleşir.
Plütokratlar giderek kıtalararası bir sınıf haline gelmekte. Bu sınıfın mensupları, ait oldukları ülkelerdeki vatandaşlarından ziyade kendi aralarındaki ilişkiye önem veriyorlar. Adeta başlı başlarına bir ulus oluşturmuş vaziyetteler. Davos olsun, Cannes film festivali olsun, Ascot at yarışları olsun, nerede uluslararası bir etkinlik varsa, dünya vatandaşı kimlikleriyle orada boy gösteriyorlar, uçmanın kolaylığıyla da bunu kolaylıkla yapabiliyorlar. İletişim kolaylıkları sayesinde dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar işlerini takip edebiliyorlar. Elbette kendi ülkelerinde olup bitenlerle de ilgileniyorlar ama küresel olaylar onların daha fazla ilgisini çekiyor. Mesele bir ülkeden bir ülkeye beyin göçü olayı olmaktan çıkmış durumda, söz konusu olan uluslararası bir beyin sirkülasyonu.
Süper seçkinler için ülkelerinin pasaportlarından çok, mezun oldukları üniversitenin diploması önemli. Çocuklarının eğitimine de çok önem veriyorlar. Rus oligarkları bunu çocuklarının mezuniyet törenleri için üniversite bahçelerine helikopterleriyle inerek, gösterişli bir biçimde ifade ediyorlar. Çinli plütokratların yıllık harcamalarını 1/5’i çocuklarının eğitimine gidiyor. Bu sınıfın mensupları evlâtlarının orta eğitimi için, uluslararası ölçekte arkadaş çevresi edinmeleri maksadıyla İngiltere’yi tercih ediyor. Yüksek eğitimin tartışmasız favorileri ise Amerikan Ivy League üniversiteleri. Artan sayıda beynelmilel plütokrat, bağışlarıyla bu seçkin eğitim kurumlarını destekliyor ve karşılığını da, adlarının üniversitelerin sınıf odası, konferans salonu gibi mekânlarına verilmesi suretiyle alıyor. Bu önemli bir statü sembolü.
DÜNYA VATANDAŞLARI
Ulusların insan yapıları nasıl tek tip değilse, süper seçkinler de tek tip değil, kendi aralarında ayrışıyorlar ama gerçek anlamda küresel plütokratlar genellikle baskıcı ve istikrarsız yönetimlere sahip ülkelerden çıkıyor (Örn. Ruslar ve Orta Doğulular). İngilizce ortak dilleri, bir kültür ortamı olarak da İngiltere’de yaşamayı seviyorlar. Bu ülkede değeri 2,5 milyon Pound ‘un üzerindeki malikânelerin % 60’ı yabancıların mülkiyetinde. Amerikalılar, iş dünyasının küresel elit yöneticileri arasına son katılanlardan. Beyin avcılarının verilerine göre İngilizler gerek kendi şirketlerinde yabancı CEO’lar çalıştırmak ve gerekse yabancı ülkelere CEO ihraç etmek açısından Amerikalılara göre üstünler ama yarışa sonradan katılan Amerikalılar arayı hızla kapatıyorlar. Değişim özellikle Wall Street’de belirgin. 2006 yılında önde gelen sekiz Wall Street bankasının sekizinin de CEO’ları Amerika doğumlu Amerikalılardandı. Günümüzde bu sayı beşe düştü, bunlardan ikisi ise (Citigroup ve Morgan Stanley) Amerika dışında doğup büyümüşlerden. 1982 yılında General Electric’de işe başlayan günümüzün CEO’su J. Immelt, finansal balonların patladığı 2007 yılına kadar geçen 25 yıllık sürede dünya ekonomisini sürükleyen gücün, tartışmasız olarak Amerikan tüketicisi olduğunu söylüyor ve ekliyor “ancak, gelecek 25 yıllık süreçte bu değişecek. Küresel büyümenin motoru Asya’dan, orta sınıf saflarına 1 milyar yeni tüketici katılacak. Bu yüzden de, benim yerimi alacak yeni CEO’nun, yükselen piyasalara sahip bir ülkeden çıkması beklenmeli”. Silikon Vadisi şirketlerinden birinin CEO’su, satışların % 90’ının ABD dışına yapıldığını ifade etti. Çalışanlarının da büyük bir bölümünün yabancı olduğunu söyleyen bu yönetici, bu durumun ABD’li işçiler için bir sorun olabileceğini ama işverenin yeni şartlara kolaylıkla ayak uydurabileceğini belirtti.
Efsanevi enflasyon savaşçısı ABD Merkez Bankası eski başkanı Paul Volcker, büyük Amerikan şirketlerinin kendilerini artık Amerikan değil uluslararası şirket olarak tanımladıklarından bahsederken, hükümetin bunlara iyi davranmaması halinde çekip başka ülkelere gitmelerinden tedirginlik duymaya başladığını söyledi. Diğer Amerikan şirketlerinin de hızla beynelmilel bir kimlik kazanamaması halinde, yarışın gerisinde kalacaklarından endişeli. Bunun belirtileri var; küresel ticaret ve sermaye akışı hareketlerinde New York sıklıkla devre dışı kalabiliyor. Dünyanın en büyük metal şirketi bir Hint kurumu, en büyük Alüminyum şirketi ise Rusların elinde. Dünyanın en hızlı gelişen ve en büyük bankaları Çin, Rusya ve Nijerya’da, hepsi de yerel nitelikli kurumlar.
FİKİRLERİN ARİSTOKRASİSİ
Sanayi Devrimi henüz başlangıç evresindeyken Adam Smith, dünya ekonomisinde çok önemli değişimler meydana geleceğini öngörmüş, bunların başında da sermayenin mülk sahipliğinden çıkıp hisse senedi sahipliğine dönüşmesi olacağını söylemişti. 1776 yılında yazdığı The Wealth of Nations = Ulusların Zenginliği adlı kitapta şöyle devam eder Smith: “ Toprak sahipleri, mülklerinin bulunduğu ülkenin vatandaşı olmak zorundadırlar. Oysa hisse senedi sahipleri dünya vatandaşıdırlar, hiç bir ülkeye bağlı olmak zorunda değildirler. Can sıkıcı vergilere tabi tutuldukları anda hisselerini alıp, servetlerini gönüllerince kullanabilecekleri başka ülkelere çekip gidebilirler”. Smith, seçkinlerin globalleşmesini tarif ediyordu adeta.
Statülerinin kamuoyu önünde tescillenmesi anlamında günümüzün süper seçkinlerini ne yat, ne özel jet, ne de Şövalye nişanı tatmin ediyor. Onların en çok öykündükleri statü sembolü, adından sıkça bahsedilen bir hayır kurumu vakfına sahip olmak. Bunu, dünyayı değiştirebileceklerini kanıtlamanın bir yolu olarak gördükleri için arzuluyorlar. Değişim yaratma potansiyeline sahip büyük vakıfların ana destekçiliğine soyunmuş onlarca plütokrat mevcut. İki örnek vermekle yetinelim; Afrika’daki hastalıklarla mücadele etmek için kurduğu vakıfla Bill Gates ve Newark’daki devlet okullarının kalkındırılması amacıyla kurulan vakfa yüz milyonarlarca dolar bağışlayan Mark Zuckerberger. Bu çabalar, kıskanılası süper elitlerin toplumsal kabul görmelerinin, adeta fânilikten çıkarılıp azizlik mertebelerinde algılanmalarının bir yöntemi olarak görülüyor. M. Bishop, servetlerin hayır işlerine harcanmasına “Filantro-kapitalizm” tanımını getirmiş. Yazar, aynı ismi taşıyan (Philantro-Capitalism) adlı kitabında, hayırseverlerce (philanthropists) servetlerin edinilmesi sırasında gösterilen liyakat ve çalışkanlığın, hayır işlerinin yönetilmesi sırasında da gösterilmesi halinde dünyanın olumlu anlamda nasıl değişebileceğine, sorunlarla nasıl baş edilebileceğine dair örnekler veriyor.
Özellikle Rus oligarkların sergilediği, özel jet edinmek, futbol takımı satın almak gibi “yeni zengin” davranışları, yerini, hayır işleri yapmak, sanatsal etkinliklere destek olmak gibi sosyal davranış biçimlerine bırakmakta. Artık ulusal kimliklerini bir kenara koymuş ve küresel kimlik haline gelmiş olan plütokratlar, söz konusu bağışları doğdukları ülkelere yapmaktan çok, sosyal ve hatta siyasi anlamda en büyük değişimi gerçekleştirebilecekleri alanlara yapmayı tercih ediyorlar.
FİLANTRO KAPİTALİZM
Siyasileşmiş plütokratlar, dünyayı yöneten elitlerin arasına hızlı bir katılım sürecindeler. Bunların arasında, şahsi servetlerini ülkelerindeki siyasi iktidarda yer alma adına harcayan Mike Bloomberg ve Mitt Romney gibilerini olduğu kadar, ideolojilerini başka bir ülkeye, bölgeye hatta dünyaya yayma adına harcayan G. Soros gibilerini de sayabiliriz. Soros’un, kurduğu Açık Toplum Enstitüsü vasıtasıyla tek başına komünizmin yıkılmasına yol açtığını söylemek abartı olur ama eski Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa ülkelerinde demokrasi ve çoğulculuğun yükselmesi hareketlerini fazlasıyla etkilediği çok açık. Esas sorun siyasileşmiş plütokratların servetlerini, çıkar çatışmalı alanlarda harcaması. Örneğin, Koch kardeşler, dev rafinerilere, petrol boru hatlarına, orman ürünleri işleme tesislerine sahiptir. Bu ikili, hükümetin sanayii denetlemesine karşı çıkıyor, küresel iklim değişikliğine şüpheci gözle bakıyor ve servetlerinin hatırı sayılır bir bölümünü, çevreci kültürü zayıflatmaya dönük işlere harcıyorlar. Yüksek gelir gurubunun vergilerinin artırılması gerektiğini savunan Warren Buffet bir istisna olsa da, ünlü zenginlerin, dar gelirlilere yönelik sosyal harcamaların azaltılması, üst dilim mükelleflerin vergilerinin düşürülmesi ve benzeri konularda ciddi lobi harcamaları yaptıkları da bilinen bir gerçek.
% 0,1, % 1’E KARŞI
Ukrayna’daki Turuncu Devrimi yakından izleyen İsveçli ekonomist Anders Aslund’a göre, ülkedeki siyasi baskılara artık tahammül edemeyen öğrencilerle, Rusya yanlısı politikalara karşı çıkanların direnişleri, devrimi tetikleyen unsurlardır ancak işin bir de üçüncü boyutu bulunur; milyonerlerle milyarderlerin çatışması! Ülkedeki ahbap-çavuş ilişkileri tepedeki oligarkların çok işine geliyordu ama bu ilişkiler pastadaki payını büyütmeye çalışan orta sınıfa ve küçük burjuva kesimine büyük zarar veriyordu. Sonunda sabırları taştı ve oyunun kurallarının daha eşitlikçi olması için isyan ettiler. Milyonerlerle milyarderlerin çatışması, Tahrir Meydanı dâhil, dünyanın her yerinde kendini göstermektedir. İyi kazanan, üst düzey bir Google çalışanı olan Mısırlı Wael Ghonim, Tahrir meydanındaki protestocuların ana organizatörlerinden biriydi. Eylemcilerin internet üzerinden örgütlenmesini sağlamış ve Mübarek rejiminin yolsuzluklarına karşı duruşuyla askeri elitin de güvenini kazanmıştı. Time dergisinin düzenlediği geleneksel yılın en etkili 100 bireyi sıralamasında, 2011 yılında listeye girmeye hak kazanmış, katkılarıyla ivme kazanan direniş Mübarek’in tüm yetkilerini Şubat 2011’de Silahlı Kuvvetler Konseyine bırakarak iktidardan çekilmesiyle sonuçlanmıştı.
Amerika’daki Occupy Wall Street hareketi de % 1 ile % 99 arasındaki savaşa farklı bir boyut katmıştı. Ne var ki bu iki kesim arasındaki adaletsiz gelir dağılımından daha vahimi tepedeki % 1’in kendi içinde yaşanıyordu. Gelir piramidinin tepesindeki % 0,1 ile % 0,9 arasındaki büyük kültürel ve ekonomik uçurum, bir de siyasi ayrışmaya doğru evrilirse ülkenin gündeminin değişmesi mukadderdir.
Yıllık gelir açısından tepedeki % 0,1’i çoğunlukla finans sektörü mensupları oluşturuyor. Tepedeki % 1’in kendi içindeki çekişmelerin odak noktası ise, % 0,9 mensuplarının, üzerlerindeki guruba, ahbap-çavuş ilişkileri nedeniyle duydukları hınç.
KADINLAR BU İŞİN NERESİNDE?
Plütokratlar genellikle erkek. Forbes’ın 2012 milyarderler listesine baktığımızda, 1226 milyarderin sadece 104’ünün kadın olduğunu görüyoruz. Çıkartın miras ve sair yollarla servet edinen eşleri, kız çocukları ve dulları, sayı daha da küçülür. İşin şaşırtıcı yanı, % 99’a bakıldığında kadınların giderek daha iyi eğitim aldıklarını, daha çok kazandıklarını ve daha fazla güç sahibi olduklarını görüyoruz, öyle ki eğer bir plütokrat değilseniz amiriniz büyük ihtimalle bir kadındır. Erkek süper seçkinler tarafından yönetilen ama kadınların hâkim konumda oldukları bir orta sınıf düzeninden bahsediyoruz.
Dünyada da benzeri bir trend göze çarpıyor. İstatistiklerin yapılmaya başlandığı yıllardan bu yana ABD’de ilk defa 2009 yılında bordrolu çalışanların arasındaki kadın sayısı, erkek sayısını geçti. 2010 yılında, çalışan her on aile sahibi kadından dördü, evin esas gelir sağlayıcısı oldu. Hâl böyle iken, % 1 sınıfının içindeki kadın sayısının neden daha fazla olmadığını, kadınların kariyer seçimlerine bağlayanlar var.
En çok kazananların finans kesiminden olduğunu biliyoruz. Bu alana en çok asılanların başında erkekler geliyor. B. Clinton döneminde Hazine Bakanlığı, Obama döneminde Ulusal Ekonomi Konseyi Direktörlüğü yapmış, kariyerinde Harvard rektörlüğü de bulunan ekonomi profesörü Larry Summers, yapılan özel bir sohbet sırasında bir an boş bulunup konuya ışık tutan şu sözleri söyledi: “Profesyonel yaşamım boyunca sayısız kadın elemanı işe aldım. Hiçbirinin mesleki açıdan erkeklerden geri kalan yanı yoktu ama yapıtaşlarında, o erkeklere özgü öldürme içgüdüsünü göremedim. Kavgadan kaçınıyorlar, insanın şah damarına dalmasını bilmiyorlar. Bir kadın çalışanıma, yaptığı işin hatalı olduğunu söylediğimde ağladı! Kazananlar ağlamayanların arasından çıkar”. Larry Summers’in kamu sektörü dışında, çok yüksek maaşlarla özel finans sektörü deneyimleri bulunduğunu ve tüm iş hayatı boyunca kadınlara pozitif ayırımcılık uygulayan bir yönetici olduğunu da belirtmeden geçmeyelim…
Devam Edecek…