Home » Dünya Gündemi » Kitap Özeti : Chrystia Freeland – Plutokratlar Bölüm II

Kitap Özeti : Chrystia Freeland – Plutokratlar Bölüm II

Kitap Özeti : Chrystia Freeland – Plutokratlar Bölüm II

III
SÜPERSTARLAR
SINIFSAL GÜÇ ODAĞI OLMA YOLUNDAKİ ENTELLEKTÜELLER
1970’lerde komünist rejim altındaki Macaristan’da gizlice yazılan ve Batı’ya kaçırılan yukarıdaki isme sahip kitap, etik değerleri yüceltmesi gereken entelektüellerin (yazarlar, şairler, doktorlar, fizikçiler vb.) devlet mekanizmasını ve ekonominin dizginlerini ele geçirmeye başladığından ve çalışan sınıfların yönetimini öngören Marx’ın hülyalarını saptırdığından bahseder.
Komünizmin çökmesi ve küresel piyasa ekonomilerinin yükselmesi, çok iyi eğitim almış teknokratların önünü açmış, yazarın sözünü ettiği gelişmelerin benzeri 21. YY’ın başlarında dünyanın birçok yanında kendini göstermeye başlamıştır. Beceri odaklı teknik değişimler, özellikle Batı’da, gelir dağılımı adaletini daha da bozmakta. İşgücü piyasalarında yüksek eğitim gerektiren meslek erbabına ödenen maaşlar fırlamış, alt düzeydeki işler değişimden fazla etkilenmezken orta sınıfı destekleyen işlere ödenen maaşlar düşme eğilimine girmiştir. New York eyaletinin Merkez Bankasının, profesyonel ekonomistlerden oluşan bir topluluk nezdinde yaptığı bir araştırmaya göre, gelir kutuplaşmasının başta gelen nedeni, teknolojik ilerlemeler. Uzmanlar, ikinci sıradaki nedenin hangisi olduğu konusunda bir mutabakata varamamışlar ama üçüncü, dördüncü sıralara, küreselleşmeyi ve siyasi tercihleri (asgari ücretin düşürülmesi, sendikaların geriletilmesi…) koymuşlar. Değişik alanlarda yüksek eğitim olanların hepsi nedense (!), öne çıkan güçlü sınıfın bir mensubu olamıyor. Örneğin, İngiliz edebiyatı üzerine PhD yapmış parlak bir birey, söz konusu sınıfın yanından geçemiyor ama finansçıların, hukukçuların ve bilgisayar uzmanlarının bu sınıfa girme şansları oldukça yüksek. Zaten hep sözünü ettiğimiz o “% 1” de bunlardan oluşuyor. Teknolojinin öne çıktığı, “kazanan her şeyi götürür” mantığıyla işleyen küresel ekonomilerde, söz konusu % 1’in en tepesindekilere “süperstar” deniliyor.
Ekonominin hızlı bir büyüme sürecine girdiği savaş sonrası dönemde bu olumlu gidişatın ana itici gücü mavi yakalılarla, yönetimsel işlerin birçoğuna hâkim olan orta sınıftı. Teknolojik ilerlemeler sayesinde alfa bireyler yükselişe geçti. İş imkânları azalan ve kazançları düşen eski hâkim sınıfın mensupları, egemenlik alanlarına giren bu yeni seçkinlere karşı antipati duymaya başladılar. İşin ilginci, duyulan bu tepkinin anonim olmasıydı. Gerek muhafazakâr Tea Party hareketinin mensupları, gerekse kendilerini % 99’un forumu olarak tanımlayan, sol eğilimli Occupy Wall Street hareketinin mensupları, yükselen alfa bireylerden aynı derecede nefret ediyordu. Buna karşın, ideolojik yelpazenin hem solundan, hem sağından gelen yeni seçkinler siyasal güç sahibi olma mertebesine yükselebiliyordu (Barack Obama – Mitt Romney). Buna bilişsel bölünme denilebilir; bir tarafta kanıta dayalı bir dünya görüşü var, diğer tarafta ise inanç ve ideolojileri esas alan bir dünya görüşü. Bu ayrışma, günümüz Amerika’sının en önemli fay hattını oluşturuyor. Obama’nın, Wall Street ve Silikon Vadisi gençleri arasındaki popülerliğinin bir nedeni de tıpkı kendileri gibi yönetim gücünü verilerden alması, neyin işe yarayıp, neyin yaramadığını deneysel yaklaşımlarla belirlemesi. Obama, danışmanlarını da bu tip kişilerin arasından seçiyor. Veriyle yatıp veriyle kalkan süper teknoloji kurtları (super-geeks) artık sadece Wall Street, Silikon Vadisi veya bu tip sembolik yerlerin dünyadaki muadillerini yönetmekle yetinmiyorlar. İktidardaki parti hangisi olursa olsun Washington’un da iplerini ele geçirmiş vaziyetteler.
İLK YALDIZLI ÇAĞIN DİVASI: ELIZABETH BILLINGTON
1700’lü yılların sonlarında sanatının zirvesine çıkmış İngiliz soprano Bayan Billington yılda 10 bin Pound kazanıyordu. Bu rakam, 500 tarım işçisinin bir yıllık toplam gelirine eşitti. Modern iktisat biliminin babası sayılan Alfred Marshall, yaklaşık yüz yıl sonra, sanayi devrimi sayesinde İngiltere’de GSMH’nin olağanüstü boyutlarda arttığını belirtir ve ünlü sopranoyu bu artışın ortaya çıkardığı ürünlere bir örnek olarak gösterir. Marshall’ın tespitlerine göre, refah artışı sıradan zanaatkâr takımının gelirlerini düşürürken, konusunun gerçek birer uzmanı olanlara yapılan ödemeleri aşırı biçimde yükseltiyordu. Marshall, süperstar ekonomisinin doğuşuna şahitlik etmekteydi. Konularının uzmanları her devirde başkalarına fark atan gelir elde ediyorlardı. Rönesans devri sanatçıların kazançları, Rus Çarlarının Batılı askerî uzmanlara ödediği paralar birer örnektir. Ancak, o günlerin imkânları, uzmanların kazanabilecekleri gelirlere doğal bir sınırlama getiriyordu. Örneğin, Bayan Billington taş çatlasa sesini kaç kişiye duyurabilirdi ki? Bir de Pavarotti’nin olanaklarını düşünün… İnsanların ünlü sanatçıları izlemek için ödediği ücretler eskiye oranla düşmüş olabilir ama teknoloji sayesinde ulaşılan insan sayısındaki artış, söz konusu sanatçılara sınırsız kazanç imkânı getirmiştir. Tabi zirvede kalmayı başarabildikleri sürece. İnternetin yaygınlaşmasıyla müzik endüstrisinin ciddi bir darbe yediği biliniyor. Ama burada ilginç bir paradoks var. Ünlü şarkıcılar, bir yandan kendilerini zirveye çıkaran teknoloji yüzünden gelir kaybına uğruyor ama bir yandan da o teknolojiyi kullanarak, hayranları ile iletişim kuruyor ve zirvede kalmayı başarabiliyorlar. Sistemin temelinde Twitter var. Örneğin
Lady Gaga ile ile Justin Bieber’in yirmi milyonun üzerinde takipçisi var. Tweet’ler onlara para kazandırmasa da bolca konser seyircisi kazandırıyor, seyirci de internet yüzünden uğranılan zararı telafi edecek parayı getiriyor.
ALFRED MARSHALL HAKLI ÇIKTI
Kendi alanlarında süperstar olanların gelirleri sınırsız biçimde arttıkça, işlerin ters gitmesi halinde kayıpları da büyük olabiliyor. Örneğin, büyük sigorta şirketi AIG, kurumu 4,3 milyar $ kayba uğrattığı gerekçesiyle kendi yöneticisi H. Greenberg aleyhine dava açmıştı. Greenberg’in savunmasını, o güne kadar ismi pek duyulmamış D. Boies adlı bir avukat yaptı ve davayı kazandı, avukatlık ücreti olarak da 100 milyon $’ı cebine indirdi. Kaybedebileceği 4,3 miilyar $ düşünüldüğünde Greenberg’in avukatına ödediği ücret devede kulak sayılır ama bu sayede Boies elit avukatlar dünyasına girmiş oldu. Mimarlık, güzel sanatlar gibi alanların öne çıkan bireyleri de küresel plütokratlar sayesinde süperstarlar sınıfına giriyor ve şansı olanlar da zamanla o plütokratların sınıfına geçiş yapabiliyor. Bir dönem Google’ın CEO’luğunu yapmış E. Schmidt, global plütokrasinin, lüks malların fiyatlarının, bunları üretip satanların servetleri üzerine etkisini şöyle anlatıyor: “ Ben bir pilotum ve uçak endüstrisinin işleyişinden iyi anlarım. Bir ara özel jetlerin fiyatları, olması gerekenden % 80 daha pahalıydı çünkü Rus oligarklar bir anda piyasaya üşüşerek bu uçaklardan birer tane edinme yarışına girmişler, fiyatlar da çıldırmıştı. Moda mahallelerdeki gayrı menkul fiyatları için de aynı durum söz konusudur. Keyif için harcanabilecek para miktarındaki artışın ekonomiye etkisi böyle bir şey”. Olup bitenler plütonomi ekonomisi. Küresel seçkinler sınıfı, “diğerleri” ile arayı açtıkça, lüks hizmetlere olan talep, sıradan hizmetlere olan talebe göre daha hızlı artıyor. Küresel süper elitlerin var olduğu dünyamızda, dişçiler bile süperstar olabiliyor. Fas doğumlu Fransız diş hekimi Bernard Touati, bir keresinde ünlü bir Rus oligarkını tedavi etmiş ardından da Allah kendisine yürü ya kulum demişti. Şimdilerde düzenli olarak Abramovich’in özel jetiyle Moskova’ya uçuyor ve müşterisinin diş bakımını yapıyor. Touati’nin süper zenginlerden oluşan müşteri listesine baktığımızda plütonominin biz fânileri bir kenara ayırarak kendine özgü, izole bir küresel sınıf yarattığını görüyoruz. Rus oligarklar, süperstar Fransız dişçileri, Wall Street bankacıları ve Arap Şeyleri süperstar iç mimarları yaratıyor. Eğer o lige girebilirseniz, kısıtlı sayıdaki küresel seçkinin elinde birikmiş olan servetten istifade edebilirsiniz. İş hayatına Sibirya veya Orta Batı Amerika’da başlamış olmanız fark etmiyor. Eğer süper seçkinler sınıfına girmişseniz, aynı dişçiye, aynı iç mimara gidiyorsunuz. Plütonomi bu biçimde kendi içinden besleniyor ve ahbap çavuş ilişkilerinin hâkim olduğu küresel bir köye dönüşüyor. Böylece, A. Marshall’ın bir asır önce dikkatini çeken olgu, günümüzde tam anlamıyla gerçekleşiyor; dünya ekonomisi büyüyüp özellikle süper elitler servetlerini katladıkça, süper zenginlere hizmet sunan süperstarlar da süper ücretler talep edebiliyor.
YETENEK VE SERMAYENİN ÇATIŞMASI
Bir iş idaresi okulunun dekanı tarafından yapılan incelemeye göre, şu aralar yeni bir eğilim işlerlik kazanmış durumda. Buna göre, alanlarının süperstarları, bağlı oldukları kurum üzerinden, sadece müşterilerden kaynaklanan kazançlarını arttırmakla kalmıyorlar, bizatihi kendi işverenlerinden aldıkları ücret ve primleri de yükseltme olanağını yakalıyorlar. Bu olgu ise, yetenek, (ya da süperstarlar) ile sermaye arasındaki dengenin, yetenek lehine bozulması anlamına geliyor. Sanayileşme devrimi döneminde işgücü ve sermaye arasındaki çatışmaya benzer bir savaş cereyan etmekte. Bahse konu incelemeye göre bu çatışma, bilgi temelli 21.YY kapitalizminin en önemli gerilim konularından biri.
Geçtiğimiz yüzyılda, patronlar sendikalara karşı tartışmasız bir zafer kazanmışlardı. Bahse konu incelemenin müellifine göre, bilişim işçilerinin iş hayatında yarattıkları devrim sürecinde, patronların işi eskisi kadar kolay olmayacak. Daha önce değinildiği gibi, günümüzün en zengin Amerikalılarının üçte ikisi, bordrolu olarak çalışan insanlar. Bu oran 100 yıl önce beşte bir idi. Ekonomik güç sanayi devriminden bu yana ilk kez çalışanların, daha doğrusu çalışanların arasındaki çok iyi eğitimli ve zeki olanların eline geçiyor. Eskiden, bir çalışanın buharlı bir makinaya sahip olması ve iş yerini değiştirirken makinayı da yanına alıp götürmesi hayal bile edilemezdi. İçinde bulunduğumuz bilgi çağında, çalışan kişi bilgisayarını koltuğunun altına sıkıştırıp daha iyi bir kazanç veya istikbal gördüğü bir başka iş yerine çekip gidebiliyor. Artık yatırımlar makinalara değil, bilgiye ve o bilgiye sahip olan bireye yapılıyor. Bilgi alanının süperstarları daha çok kazanıyor ve gücü eline geçiren sınıf olarak öne çıkıyor.
WALL STREET VE SÜPERSTARLAR
Özellikle sanayi devrimi sürecinde oyunun en kârlıları bankacılardı. Ama bunlar sermaye sahibi idiler, yanlarında çalışanların görevi skoru tabelaya yazmaktan ibaretti. Bilgi çağı ilerledikçe, işin rengi değişmeye başladı. Finans kesimi çalışanları bilgilerini patronun sermayesini artırmaya dönük değil, şahsi çıkarları doğrultusunda kullanmayı öğrendiler. Böylece Forbes milyarderler listesindeki en baskın meslek grubu olarak yerlerini aldılar. Hedge fund ve benzeri türev ürünleri, finansal kapitalizmi istikrarsızlaştıran temel unsur olarak görebilirsiniz ama süper elitlerin bunlar sayesinde ortaya çıktığı da bir gerçek. Finans kesimi çalışanları yıllık kazanç açısından kendilerini, hedge fund, girişim sermayesi gibi işlerle uğraşan patron/yöneticilere kıyasla çırak çıkmış gibi görürler. Oysa 2011 yılında yapılan bir araştırma, Goldman Sachs’ın yıllık gelirinin % 42’sini çalışanlarına ödediğini gösteriyor. Bu oran Morgan Stanley için % 51, Credit Suisse için % 44. Görülüyor ki, sermaye ile yetenek arasındaki çatışma, yetenek lehine gelişiyor. Wall Street belki kapitalizmin kalesi ama Yugoslav işçi kolektifleri gibi çalışıyor! Bilim adamları arasında ise şöyle bir işleyiş göze çarpıyor. Buluşlar, içeriklerinden ziyade kimin tarafından bulunduğuyla değerlendiriliyor. Esasen şan, şöhret sahibi olan bilim insanlarının buluş ve eserleri, fazla ün sahibi olmayanların aynı derecede öneme haiz çalışmalarına oranla daha fazla ilgi çekiyor, sahiplerine daha çok kazandırıyor. Süper seçkin bilim insanları böyle ortaya çıkıyor.
SERMAYENİN KARŞI SALDIRISI
Walt Disney stüdyolarının CEO’su 1991 yılında emrindeki üst düzey yöneticilere bir not gönderdi. Notta, süperstarların yükselişinden duyduğu endişeyi dile getiriyor ve yetenekten ziyade şöhrete ödenen primlerin aşırı artmasından bahisle bu durumun maliyetler üzerine çok olumsuz etkiler yaptığına işaret ediyordu. Sanatçılar, yazarlar, senaristler ve benzerleri, ünlerini kullanarak aldıkları ücretin üzerine bir de hasılattan pay ister olmuşlardı. Şöhret ve yetenek sahipleri açısından kazan/kazan durumu, sermayedar açısından kaybet/kaybet şekline dönüşmekteydi. İşte, notun muhatabı olan yöneticilerin kafa kafaya verip çözüm geliştirme talimatı aldıkları sorun buydu. Kıyıda köşede kalmış, yetenekli ama bir “şöhret ek ödentisi/ primi = Celebrity surcharge” talep edecek kadar ünlenmemiş sanatçıların arayışına girilmesine karar verildi. Bazı stüdyolar ise çareyi çizgi filmlere odaklanmakta buldular. Ne de olsa illüstratörler, seslendirme sanatçıları ve teknisyenler henüz o ek primi talep edecek durumda değillerdi. Reality show’lar ve yarışma programları da sıradan insanlara şöhret vaat ederek ünlülere anormal paralar vermekten kaçınmanın bir yöntemi olarak ortaya çıktı. Sermaye, finans olsun, hukuk olsun tüm sektörlerde baş gösteren sermaye / yetenek çatışmasında öne çıkmaya başlayan “yetenek” faktörü karşısında bir çıkış yolu arıyordu. Araştırmalara göre, şirket yönetimleri giderek kurucu ortakların elinden çıkarak, maaşlı yöneticilerin eline geçmeye başlamış vaziyette. Bu durum yöneticilere olağan üstü güç ve yetki veriyor. Endüstrinin prensleri denilen bu yönetici sınıfı denetim altında tutmak giderek zorlaşıyor. Kamuya açık şirketlerin küçük tasarruf sahibi ortaklarının sayıca artması, yönetimin kurucu ortakların elinden çıkıp profesyonel yöneticilerin eline geçmesinde büyük rol oynuyor. Bu gelişmeler sonucunda yöneticileri yönetmek, 21. YY kapitalizminin odağındaki sorunlardan biri haline gelmiş durumda. Harvard Business Review yazarlarından K. J. Murphy çok ses getiren, “Tepe Yöneticiler Aldıkları Her Kuruşu Sonuna Kadar Hak Ediyor” başlıklı makalesinde, yöneticileri kamucu kafaya sahip memurlar haline getirmektense, onları, yerlerini aldıkları yürekli kurucu ortaklarınkine benzer bir düşünce tarzına doğru yöneltmenin daha yerinde olacağını savunuyor. Bunu yolunun da, kazanç ve kayıplarının yönettikleri şirketin kâr veya zararıyla oranlı bir hale getirmekten geçtiğini belirtiyor. Kısaca, performansa endeksli bir ücretlendirme.
Savaş sonrası yıllarda sürekli gerileyen CEO maaşları, işe yaradığı belirlenen bu prensibin benimsenmesiyle hızla yükselmeye başladı. 90’lardan itibaren de resmen uçuşa geçti. S & P6 şirketleri arasında yapılan bir araştırmaya göre, 1992 yılında 2,3 milyon $ olan yıllık ortalama CEO maaşları, 2001 yılında 7,2 milyon $’a fırladı. Kamuya açık şirketler, 2001 – 2003 yılları arasındaki toplam net gelirlerinin % 10’undan fazlasını zirvedeki beş yöneticisine maaş ve ikramiye olarak ödedi. O yıllar, gelir piramidinin tepesindeki % 1’lik kesimin diğerleriyle (% 99) arayı iyice açmaya başladığı yıllardı. 1970’lerde CEO’lar, ortalama bir işçinin 30 katı para kazanıyorlardı, 2005 yılına gelindiğinde 110 kat fazla kazanmaya başladılar. Toplumun genelinde gelir dağılımı giderek bozulurken, zirve yönetici ile bir kademe altındakinin arasındaki makas da açılmaya başladı.
Bir CEO’nun süperstar olabilmesi ve onlar gibi kazanabilmesi için şirketin sadık adamı olması gerekmiyor artık. Eskiden bir işe, o işyerinde emekli olana kadar çalışmak amacıyla girilirdi. Bu düşünce günümüzde geçerliliğini yitirdi. Aksine, süperstar CEO’nun tek bir işyerine ve sektöre takılıp kalması artık makbul sayılmıyor. Önemli olan, örnek olabilecek liderlik ve yönetim yeteneklerine sahip olması. Global şirketler, bu yeteneklere sahip kişileri, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, hangi ülkenin vatandaşı olurlarsa olsunlar istihdam edebilmek için birbirleriyle yarış halindeler. 10 milyar $ yıllık geliri olan bir şirketin gelirini % 1 artıran bir CEO, şirketine 100 milyon $ kazandırmış oluyor bu da doğal olarak kendisine ödenen ücrete yansıyor. 1980 ile 2005 yılları arasında büyük şirketlerin piyasa değerleri altıya katlanırken aynı dönemde Amerikalı CEO’ların maaşlarının da altıya katlanması tesadüf değil elbette.
Ne var ki, süperstar tipi CEO’luk modeli ile ilgili şöyle bir ciddi sorun var: Süper sporcuların ücretini takımın sahibi, süper şefin maaşını restoranın sahibi ödüyor ama CEO’ların maaşını yönettikleri şirket ödüyor, miktarını da o şirketin Yönetim Kurulu belirliyor. Özellikle ABD’de Yönetim Kurulu Başkanları genellikle aynı zamanda CEO’luğu da üstlenmiş oluyorlar. Sorun burada; kim kendi maaşını kendi tayin etmek istemez ki? CEO’ların başarılarının hangi ölçüde kendi yeteneklerine, hangi ölçüde piyasa şartlarına bağlı olduğu da sorunlu bir alan. Örneğin, petrol fiyatlarının yüzde % 1 arttığı bir piyasada petrol şirketlerinin CEO’larının maaş ve primlerinin % 2,5 arttığı tespit edilmiş. Buna karşın, petrol fiyatları düştüğünde, CEO maaşlarında herhangi bir azalma görülmüyor. Şansın iyisi CEO’ları ödüllendiriyor ama kötüsü nedense cezalandırmıyor! CEO’ların performansa dayalı olarak ücretlendirilmesi iyi bir sistem olabilir ama bunun güçlü bir Yönetim Kurulu tarafından denetlenmesi şart. CEO ücretlerinin gelir dağılımı adaletini önemli ölçüde bozduğu bir gerçek. Buna rağmen toplum süper CEO’ları seviyor ve bağrına basıyor. Bu sevginin nedeni belki de insanların demokratik ortamlarda, uygun fırsatların çıkması halinde bir gün kendilerinin de o pozisyona 6 S & P Şirketleri: Standard & Poors tarafından belirlenen ve piyasa değerleri itibariyle Amerikan borsasının % 75’ini temsil eden 500 büyük şirket. gelebileceklerine dair taşıdıkları umuttur. Ne var ki, kazananın her şeyi götürdüğü ekonomik sistemlerde, tepede pek az kişiye yer var…
IV
DEVRİMLERE DOĞRU TEPKİ VEREBİLMEK
9 Ağustos 2007 tarihinde BNP Paribas, yönettiği üç yatırım fonundan para çekim işlemlerini dondurunca, bunun bankalar arası borçlanmayı durduracağından endişe eden dünyanın önde gelen Merkez Bankaları ve AB Merkez Bankası, küresel para piyasalarına milyarlarla nakit pompalamaya başladı. Bu iki olayın bir araya gelmesi, Büyük Bunalımdan bu yana yaşanan en derin küresel kredi krizinin başlangıç vuruşu olarak kabul edilir. Geriye dönüp bakıldığında, neyin doğru, neyin yanlış yapıldığını söylemek kolaydır ama süreç yaşanırken balonun ne zaman patlayacağını tahmin etmek o kadar kolay değildir. Örneğin, BNP olayından sekiz gün sonra, tertiplenen ve Wall Street’in en önemli yirmi yatırımcısının bir araya geldiği toplantıda, sadece iki yatırımcı durgunluğa girileceğini öngörmüş, diğerleri olayın bir piyasa düzeltmesi olduğunu savunarak durgunluk öngörüsüne katılmamışlardı. O iki kötümserden biri Soros’du.
Soros dünyanın en başarılı ve etkili yatırımcılarının başında gelir. 1969 yılında kurduğu Quantum Fonu, 2000 yılına kadar yatırımcısına yıllık ortalama % 31 kazanç sağlamıştır (1969 yılında bu fona yatırılan 10 bin $, 2000 yılında 43 milyon $’lık bir değere ulaşmıştı). Soros arkadaşlarının iyimserliğini, kendi görüşlerinin haklılığına bir kanıt olarak görüyordu. Bahsedilen toplantıyla yaklaşık aynı tarihlerde Wall Street Journal, önde gelen 52 Amerikan ekonomi uzmanının 2008 yılına yönelik beklentilerini derledi. Bunların arasından sadece bir tanesi, GSMH ’da bir düşüş olacağını öngördü. Tahminler sadece finans alanında yanıltıcı olmuyor, siyasi ve sosyal hayattaki paradigma değişimleri de kolayca öngörülemiyor. Örneğin onca belirtiye rağmen CIA, Sovyetler Birliğinin çökmekte olduğunu tespit edememişti. Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden yaklaşık bir yıl önce IMF yayınladığı bir raporda, ülkedeki ekonomik reformları ve bunun yarattığı istikrarı öve öve bitirememişti. Londra Üniversitesi profesörlerinden D. Sull, şirketlerin devrimsel nitelikteki değişimlere tepkisini, eski tutumlarının aynısını biraz daha enerjik biçimde devam ettirerek verdiğini söylüyor ve bu duruma “Active Inertia = Aktif Atalet / Uyuşukluk” ismini veriyor. Sull’un, tekeri çamura saplanmış otomobil örneğiyle izah ettiği şekliyle, eğer sürücü Aktif Atalet içindeyse, aracını çamurdan çıkarmak için uğraşmak yerine oturduğu yerden daha fazla gaza basarak aracını iyice çamura gömer. Şirketler, piyasalardaki konumlarını tehdit eden yeni teknolojiler veya rakiplerle karşılaştıklarında, alışılageldik yöntemlerle sorunu aşmaya çalışırlarsa kendi idam fermanlarını imzalamış olurlar. Dünya genelinde 1980 sonları ve 1990’lar, özelleştirmelerin yapıldığı, devlet denetimlerinin azaltıldığı ve gümrük duvarlarının indirildiği yıllardır. Süper seçkin bireyler bu tür değişimlerin yaşandığı ortamlara ayak uyduranlar arasından çıkıyor (Soros gibi), büyük servetler de böyle zamanlarda ediniliyor. Büyük değişimlerle teknolojik devrimin bir arada yaşanması ise ekonomik, sosyal ve siyasal volatiliteyi beraberinde getiriyor. Asırların borsa uygulamalarının terk edilip işlemlerin bilgisayarlar vasıtasıyla yapılması iyi hoş da, hatalı bir yazılım, şirketlerin piyasa değerlerini bir anda yerle bir edebiliyor. 6 Mayıs 2010 çöküşünü hatırlayınız. Teknoloji devriminin bir yan ürünü olan Twitter ve Facebook üzerinden siyasi devrimler bile organize edilebiliyor.
“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” söyleminde olduğu gibi devrim artık yeni kültürel statüko. Devrimin getirdiği dönüşümlere en iyi tepkiyi verenlerin, orta öğrenimlerini mahalli devlet okullarında tamamlayıp yüksek eğitimlerini Harvard benzeri saygın kurumlarda alanların arasından çıktığı sıkça duyulan bir gözlemdir. Durumun nedeni şöyle izah ediliyor: Mütevazı ortamlardan gelip bu tür üniversitelere yerleşme becerisini gösterebilenler esasen zeki ve hedefe odaklı kimselerdir. Farklı bir dünyadan terfi ederek buralara geldikleri için de geçerli paradigmaların zayıflıklarına dışardan bakabiliyor, o sisteme ait olmadıklarından dolayı da dışına düşmekten fazla korkmuyorlar. Bu tiplere örnek olarak Mark Zuckerberg (Facebook) dâhil birçok ünlü sayılabilir.
Bazıları, devrimlerle baş edebilme yetisinin genetik olarak tevarüs eden biyolojik bir haslet olduğu iddiasında. Eğer toplum olarak devrimlere uygun tepki verilecekse, mültecilere kapıları açık tutmalı diyorlar, bunların bir beyin kimyasalı olan dopamin seviyelerinin çok yüksek olduğunu savunuyorlar. Dopamin’in ise, merak, macera ve girişimcilik gibi yabancı ortamlara uyumu kolaylaştıran, neşe ve coşku veren bir salgı olduğu biliniyor. ABD, Kanada ve İngiltere gibi çok göç alan ülke halklarının yüksek dopamin seviyesine sahip bireylerden oluştuğu da kabul edilen bir başka bilimsel gerçek. Devrimlere tepki verme biçimi eğer gerektiği gibiyse, bu durum süper elitlerin doğmasına zemin hazırlıyor. Süper elitlerin olduğu yerlerde ise, onlar ile “diğerleri” arasındaki gelir makası açılıyor, orta sınıf zayıflıyor. En büyük vurgunlar, ülkelerin merkezi plânlama sisteminden, piyasa ekonomisi sistemine geçişi sürecinde yapılıyor. Tıpkı Rusya’da olduğu gibi. Bu ülkedeki 20 yıllık kapitalizm süreci, 100 civarında mülti milyarder yarattı (dünya genelinin % 8’i). Bu zümrenin şahsi varlıkları, ülkenin toplam ekonomik üretiminin kabaca % 20’sini satın alacak güçte. Rusya örneği, plütokrasi kavramına olumsuz bir algı yüklemekte. Kremlin tipi kapitalizm, milyarderler yaratmakta başarılı oldu ama altı yılda ülke ekonomisi % 40 küçüldü, ortalama erkek yaşam süresi, ‘90’lardaki Sahra Altı Afrika’nın seviyelerine geriledi. Ama o yıllar, Kremlin içindekilerle iş tutabilmeyi becerenler için en büyük özelleştirme volilerinin vurulduğu yıllardı (ülkenin en zengin insanlarından biri muhtemelen Vladimir Putin’dir). Rusya’nın plütokratların da ABD’dekiler gibi, orta tabaka mensupları olarak ilk eğitimlerini kamu okullarında, yüksek eğitimlerini prestijli üniversitelerde yapmış olanların arasından çıkıyor. Bu sınıfa girebilmek için doğru zamanda doğru yerde ve doğru kişilerle irtibatta olmak kadar, şans da büyük rol oynuyor. Örnek vermek gerekirse; Kakha Bendukidze, Gürcistan doğumlu bir biyologdur. Bilimsel yetenekleri ve irtibatları sayesinde multi milyarder olmuştur ama hiçbir zaman bir oligark haline gelememiştir. Neden? Bendukidze anlatıyor: “1992 yılında Wall Street filmini seyrettim ve hiçbir şey anlamadım. Eğer sıradan bir Amerikan sinema seyircisi kadar finans işlerinden anlamıyorsam, kendi bankamı kurmaya kalkışmam çılgınlık olur diye düşündüm”. Ne var ki, devlet bankalarının faizlerinin düşük, enflasyonun çok yüksek olduğu bir ortam, komünist sistemin çöküşünden sonra en büyük finans vurgunlarının vurulduğu dönemdi. Ucuz devlet kredileri sayesinde edinilen servetler,müstakbel oligarklar için sermayelerini katlama fırsatı oldu. Bu birikim ise onlara, 1995 yılında uygulamaya konulacak “borç karşılığı hisse” düzenlemelerine katılma olanağı verecekti. Ellerinde büyük nakit bulunan iş adamları, devlete ait doğal kaynakları işleten kamu şirketlerinin hisselerini, devlete verdikleri “borç“ karşılığında çok uygun fiyatlarla aldılar. Hesapça, borç geri ödendiğinde hisseler de devlete iade edilecekti. Hükümetin bu borca, 1996 yılında gireceği seçim harcamalarını karşılamak için ihtiyacı vardı. Sonunda ne borçlar geri ödendi, ne de hisseler iade edildi. Muazzam doğal kaynakların idaresi böylece üç beş kişinin eline geçmiş oldu. Bendukidze’ye dönecek olursak; müdebbir Gürcü, “Wall Street” filmi yüzünden bu müthiş fırsatı kaçırdığıyla kaldı. Benzeri fırsatlar, ekonomilerinde liberal açılımlar gerçekleştiren tüm ülkelerde ortaya çıktı. Bunlardan birini değerlendiren Hintli bir iş adamı, doğru zamanda doğru ülkede bulunmanın kendi başarısındaki rolünü şöyle anlatıyor: “Hindistan % 8’lik bir hızla büyüyor ama bu ortalama hız; bazı sektörler % 20 büyüyor. Eğer değişime, devrimlere doğru tepkiler verme yeteneğiniz varsa, % 20’lik sektörlerde yer alır, bir gecede milyarder olursunuz”. Hızlı büyüyen ekonomilerin cazibesi işte burada yatıyor. Eğer belirsizlikler sizi korkutmuyor, evinizden uzak bir yerde yaşamaktan rahatsız olmuyorsanız, gelişmiş ekonomileri olan ülkelerde pazar payınızı % 1 arttırmanın peşinde ömür tüketeceğinize, uçlarda yaşayan ülkelere gider büyük para yaparsınız.
ABD’de teknoloji devrimin yaşandığı süreç, radikal paradigma değişimlerini de beraberinde getirdi. Ortam, yeteneği, şansı ve bunlardan yararlanma cesareti olanlara büyük servetler kazandırıyor. AT&T’nin CEO’su, bu değişimlerin, elektriğin ve içten yanmalı motorların keşfinden bu yana yaşanan en büyük ekonomik farklılaşmalara yol açtığını söylüyor. Klâsik ve kablolu yayıncılığın web temelli video yayıncılığa evirilme sürecini, bu farklılaşmalara bir örnek olarak gösterebiliriz (Bkz; You Tube). Web’in, kitap ve müzik işlerinde yarattığı değişime bakınca işin çapı anlaşılabiliyor.
Eğer doktoranızı matematik veya istatistik alanlarından birinde yapmışsanız, geleceğinizi “büyük veri” dünyasında aramaya niyetlisiniz demektir. Dijital verilerin toplanıp işlendiği uçsuz bucaksız bir ortamın (yaklaşık 600 $’a alabileceğiniz bir disk sürücüsüne, bugüne kadar dünyada kaydedilmiş tüm müzik parçalarını yükleyebiliyorsunuz) oyuncusu olmak, biyoloji ve yükselen ekonomiler konularında uzmanlaşmak, gelecek plânları yapan gençlere hararetle tavsiye ediliyor. McKinsey’in bir araştırmasına göre, 2018 yılına gelindiğinde sadece ABD’de derin veri analizi yapabilecek 140 bin ila 190 bin uzman açığı olacak, şüphesiz ki bunların arasından da yeni milyarderler çıkacak. Dünya, büyük balığın küçük balığı yuttuğu bir ortam olmaktan çıkıp, hızlının yavaşı yuttuğu bir ortam haline geliyor. Büyük değişimlerin yaşandığı dönemlerde bilinmesi gereken tek kural, Tek Kural’ın olmadığıdır. Yeteri kadar kazandığınızı düşünüp masadan kalktığınız an, bir süper elit olmanın fırsatını kaçırdığınız an olabilir. Özelleştirmeler sırasında bazı Rus zenginleri bu hatayı yapıp zengin olarak kaldılar, bazıları oligark oldu.
Bu günlerin Rusya’sında herkesin diline doladığı moda kavram “modernizasyon” . Rus liderler yarattıkları kapitalizm türünün 21. YY değil, 20. YY kapitalizmi olduğundan endişeliler. Bir Bengalore veya Silikon Vadisine sahip olamadıklarına üzülüyor, geriye düştüklerine inanıyorlar. Bu da harekete geçmelerine sebep olmuş. İlk küçük servetini, 1988 yılında Gorbachev’in başlattığı liberalleşme döneminde, kendi bilgisayar yazılımlarını satarak kazanan Viktor Vekselberg şimdilerde Kremlin tarafından Rus Silikon Vadisini kurmakla görevlendirilmiş. Vekselberg’in en büyük endişesi petrol fiyatlarının 100 $’ı geçmesi. Yüksek petrol fiyatlarının inovasyon sektörünü baltaladığına inanıyor, böyle durumlarda tüm mühendislerin bankalara ya da Gazprom’a kaçmalarından şikâyetçi. Teknoloji devriminin şirketleri daha verimli hale getirdiği, bunların ortakları ile tepe yöneticilerini zenginleştirdiği tartışılmaz ama işten çıkarmalara da yol açtığı bir gerçek. Yapılan araştırmalar, işten çıkarılan bir işçinin, başka bir yerde iş bulacak kadar şanslı olması halinde, eski işine oranla ortalama % 30 daha az maaşla çalışmaya razı olduğunu gösteriyor. Faruk Kathwari, cebinde 37 $ ile Keşmir’den kalkıp New York’a gelmiş, dedesinin anavatandan gönderdiği ufak tefek objeleri satarak ticarete başlamış. Zamanla Amerika’da mobilya üreten 20 fabrikanın sahibi olmuş. Rekabet şartları nedeniyle, rakipleri üretimlerini ülke dışına taşırken, o zenginleştiği ülkeye karşı duyduğu vefa hisleriyle bunu yapmamak için uzun süre direnmiş. Maliyet baskısı dayanılmaz bir hâl alınca teknolojinin nimetlerinden yararlanmaya karar vermiş. Otomasyona geçerek verimliliği arttırmış ama bunun sonucunda 20 fabrikada yaptığı işi 7 fabrikayla yapar duruma gelmiş ve bir sürü işçisine yol vermek zorunda kalmış. O da paradigma değişimlerine doğru tepki verenlerden ne var ki endişeli; “Uzun vadede başarılı olmamız, ülkenin tümünde işlerin yolunda gitmesine bağlı. İşsizliğin artmasıyla, gelir adaletinin bozulmasıyla nasıl olacak bu?” diye soruyor.
V
RANT PEŞİNDE
Hindistan kökenli ünlü bir profesör ve aynı zamanda IMF’nin eski baş ekonomi analisti R. Rajan, Hindistan’daki milyarder sayısının GSMH’ye oranı bakımından dünya ikincisi olduğunu söylüyor. Ülkesinin adaletsiz bir oligarşi haline gelme riski taşıdığını belirtiyor. (1. Rusya; 87 milyarder – 1,3 Trilyon $ GSMH, 2. Hindistan; 55 milyarder – 1,1 Trilyon $ GSMH) Yasal zenginliğe karşı olmadığını ama Hindistan’da birçok kişinin hükümete yakın olmanın avantajıyla zenginleştiğini, durumun bu açıdan endişe verici olduğunu ifade ediyor. Yükselen ekonomilerin çoğunda benzeri bir durum var. Servetlerin çok büyük bir bölümü, devletin elinde bulunan olanaklar (toprak, doğal kaynaklar, resmi ihaleler) sayesinde elde ediliyor. Süper seçkin tabakanın mensupları, ekonomiye bir değer katarak mevcut gelir pastasını büyütmek yerine, siyasi nüfuzlarını kullanarak o pastadan paylarına düşen dilimi büyütmenin peşinde. İktisatçıların “rant ekonomisi” diye adlandırdıkları bu durum, süper zenginler ile “diğerleri” arasındaki makasın açılmasını körüklüyor ve günümüzün en sıcak siyasi sorunlarından birini teşkil ediyor.
Ekonomiye değer katarak ürettikleri ürünler büyük halk kitleleri tarafından hayranlıkla tüketilen Bill Gates ve Steve Jobs’un milyarları istiflemesi ile vergi mükelleflerinin ödediği trilyonlarla kurtarılan bankaların yöneticilerine ödenen tazminatlarla o yöneticilerin istiflediği milyarlar farklı şeyler.
Rant ekonomisi neticede, devlet kontrolündeki ekonomi mekanizmasının gelir dağılımı konusundaki kurgusuyla ilgili bir şeydir. Rantçılığın önünü almak maksadıyla devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü azaltmaya dönük liberal kararların, amaçlananın aksine rant ekonomisini şahlandırması da ilginç bir paradoks. Özelleştirmeler yoluyla olsun, yeni yasaların nüfuzlu kesimlere yarayacak şekilde düzenlenmesi yoluyla olsun muazzam kaynaklar el değiştirmekte. Devlet mekanizmasına hâkim olanlar kolaylıkla baş döndürücü bir servet edinebiliyor. Örneğin, Nikaragua’nın otoriter eğilimli Somoza ailesi ile Haydarabat Nizamı Mir Osman Ali Han ailesinin, 20. YY’ın en zengin aileleri olarak liste başı olmaları boşuna değil.
YÜZYILIN SATIŞI
2005 yılının Ekim ayında Ukrayna, ülkenin en büyük demir/çelik fabrikasını özelleştirme yoluyla satma kararı aldı. Hint kökenli Mittal ailesi ile Ukraynalı oligarklarla işbirliği halindeki Lüksemburg merkezli Arcelor’un çekişmesine sahne olan ihalenin kazananı Mittal oldu. 2 milyar $ olan muhammen bedele karşılık satışın 4,8 milyar $ olarak gerçekleşmesi ilginçti ama daha ilginç olanı şuydu; Ukrayna’nın ismi cismi duyulmamış bir kentinde, Stalin döneminden kalma bu hurda tesis, 1991 yılında Sovyetlerin çökmesiyle ortaya çıkan yeni devletler tarafından yapılan özelleştirmeler arasında en yüksek bedeli getiren kamu kurumu olmuştu. Yüz milyarlarca varil petrol rezervini kontrol eden şirketler, dünya nikel rezervinin % 25’ini elinde bulunduran kurum, elmas madenleri, devasa alüminyum tesisleri bile bu fiyata ulaşamamıştı. Bu örnek, posası çıkmış bir demir/çelik fabrikasına ödenen ücretin yüksekliğini değil, sözü edilen diğer kamu mallarının ne denli düşük bedelle satıldığını, adeta hediye edildiğini gösteriyor. Bahsedilen bu özelleştirmeler, kamu malının özel ellere geçişi anlamında insanlık tarihinde görülen en büyük kaynak transferi olarak kabul ediliyor.
21. YY’in milyarderlerinin oluşmasındaki en güçlü dinamik, eski Sovyetler Birliğindeki yüz yılın satışları olmuştur. Ne teknoloji devrimi, ne de Wall Street oyunları bu sayıda milyarder yaratabilmiştir (Forbes 2012 milyarderler listesine göre Rus özelleştirme oligarkları birinci sırada, ikinci sırayı teknoloji sektörü, üçüncü sırayı finans sektörü zenginleri alıyor). Şu kadarı tartışmasızdır ki, devlet kontrolünün azaltılmasından yola çıkılarak yapılan özelleştirmeler, ister merkezî, ister karma ekonomilerde, hatta ister Batı ekonomilerinde (başta İngiltere) yapılsın, küresel süper seçkin zümreye birçok yeni üye kazandırmıştır.
DÜNYA TARİHİNİN EN ZENGİN ADAMI KİMDİ?
Bu kadar zengin insandan bahsedince, aralarındaki en zengini hangisi sorusu akla geliyor. Genel kabul gören bir ölçütün bulunmaması nedeniyle muhtelif çağlarda yaşamış kişilerin zenginlik açısından mukayese edilmeleri zordur. Adam Smith, bireylerin zenginliğini, emrinde çalıştırdığı insan sayısıyla ölçerdi. Günümüzde bu ölçüt, fakir ülkelerin zenginlerini mukayeseli olarak, daha varlıklı ülkelerin zenginlerine oranla olduğundan daha zengin gösterebilir. Romalı Marcus Crassus’un servetinin yıllık getirisi, 32 bin Romalının yıllık ortalama gelirinin toplamına eşitti yani neredeyse Roma İmparatorluğunun hazinesi büyüklüğünde bir servetten bahsediyoruz. Soyguncu Baronlar döneminde Andrew Carnegie’nin 1901 yılındaki geliri, 48 bin ortalama Amerikalının yıllık gelirine, J. D. Rockefeller’in 1937 yılındaki geliri ise aynı yıldaki 116 bin ortalama Amerikalının gelirine eşitti. Ancak 2012 Forbes listesinin başındaki Meksikalı Carlos Slim bunların hepsine fark attı. Slim’in 69 milyar $ olarak hesaplanan servetinin o yıldaki getirisi, tam 400 bin Meksikalının kazancına denk geliyordu. Araştırmacılar ikinci sıraya Rus oligark Mikhail Khodorovski’yi koyuyor. Adı geçenin tutuklandığı 2004 yılından bir önceki yıldaki servetinin o yıldaki getirisini, aynı yılda 250 bin ortalama Rus bir yıl çalışarak elde edebiliyordu. Slim milyonerlikten milyarderliğe terfi edişini, sıkı fıkı ilişkiler içinde olduğu siyasiler sayesinde kazandığı Meksika telekomünikasyon özelleştirmesine borçludur. Sektördeki tekel olma konumunu, altı yıl boyunca sürdürme ayrıcalığı da işin kaymağı olmuştu. Sabit hatların % 80’nini, GSM hatlarının % 70’ini kontrol eden Slim Telekom İmparatorluğu, inovasyon konusunda neredeyse hiç yatırım yapmadı. Buna karşın Meksika’nın ticari telekom aboneleri OECD ülkeleri arasında en yüksek konuşma ücretini ödemekteydi. Bireysel abonelik tarifeleri ise OECD ülkeleri arasında ikinci en yüksek olanıydı. Bunun bir sonucu olarak 2007 yılında Meksika halkının sadece yarısı sabit hatta % 60’ı GSM hattına sahipti. Gerçi bu oranlar özelleştirme öncesine göre ciddi ilerlemelere işaret ediyor ama Meksika ile kabaca aynı kişi başı milli gelire sahip Türkiye’nin performansına kıyasla oldukça düşük kalıyor. Kirli ilişkiler en çok, liberalleşme adımları atan gelişmekte olan ülkelerin devlet gücünü elinde tutan kesimiyle, o ülkelerin paralı insanları arasında görülüyor. Nerede büyüme varsa, orada Gini katsayısı (gelir adaletsizliği endeksi) yükseliyor. Gelir piramidinin zirvesindeki % 1’in en büyük avantajı, gücü elinde tutanlara erişim kolaylığı. Bu sayede yasalar da % 1’in menfaatlerini uygun olarak çıkıyor.
KIZIL OLİGARKLAR
Çin ekonomik politikalarının yönü, her yıl Mart ayında tertiplenen ve lianghui denilen ikili forumlarda belirlenir. Bunlardan biri 3 bin üyeli Ulusal Halk Kongresi (UHK) (temsili özelliğinin yüksek görünmesi için kalabalıktır ama gerçek güç 25 üyeden oluşan Politbüro’nun elindedir) diğeri ise, Çin Halk Siyasi Danışma Konferansı’dır. Çin’de kimin ne olduğunu anlamak için bu forumların delege listelerini incelemek yeterlidir. Hurun Raporuna7 göre, UHK’nin en zengin yetmiş üyesi 2011 yılında, ABD hükümetinin en tepe üç organının (Başkan ve kabinesi, Kongrenin her iki kanadı ve Yüksek Mahkeme hâkimleri) tüm üyelerinin net varlıklarının toplamından daha fazla gelir elde etti. Amerikalı milyarder politikacılar, Amerikan kamuoyunu rahatsız ediyor ama onların serveti, Çinli meslektaşlarının serveti yanında komik kalıyor.
Çin’de piyasa reformlarının uygulamaya konduğu 1980’li yılların sonundan bu yana 1,3 milyarlık bir insan topluluğunun içinden 300 milyonu yoksulluktan kurtuldu ama Pekin, rant ekonomisinin dünya başkenti haline geldi. Çin’deki piyasa reformları, eski Sovyet ülkelerindeki gibi, yangından mal kaçırırcasına gerçekleştirilen özelleştirmeler yoluyla yapılmadı. Daha yavaş, daha farklı yöntemlerle ve daha gizli kapaklı biçimde hayata geçirildi. Adlarının çıkmasından çekinen Çinli milyarderler (95 kişiyle dünya üçüncüsü bir grup) gösterişi seven Ruslar ve Latin Amerikalılar gibi pek orta yerde gözükmezler ama sanat eserleri ve lüks tüketim ürünleri piyasalarının itici gücü bunlardır. Ne de olsa komünist bir 7 Hurun Report: Eski bir Arthur Andersen çalışanı olan Lüksemburglu bir yayıncının aylık olarak hazırladığı Çinli zenginlerle ilgili en güvenilir kaynak. ülkede yaşadıkları için alçaktan uçarlar. Çin, radarlara yakalanmayacak kadar alçaktan uçmasını bilen rant avcıları için tam bir cennettir. Ülkenin doğal kaynakları Rusya kadar zengin olmadığı için Çinli rantçıların hedefi, bu kaynaklara bağlı özelleştirmeler değildi. Onlar servetlerini, devlet kontrolündeki iki önemli ekonomik olanağa ayrıcalıklı erişim kolaylıkları (Kongre delegesi olmak gibi) sayesinde yaptılar. Bu olanaklardan biri arazi, diğeri sermaye idi (ülkedeki kredilerin % 90’ından fazlası hâlâ devlet bankaları tarafından tahsis edilmektedir). C. Walter ve F. Howie’nin Çin ekonomisi hakkındaki “Kızıl Kapitalizm” adlı ödüllü eserinde belirtildiği gibi; “Çarkların dönüşünü sağlayan, piyasa ekonomisinin arz ve talep kanunları değildir. Bu işi, siyasi eliti oluşturan ve devrimi gerçekleştiren ailelerin (Mao ve yakın çevresinin uzantıları) oluşturduğu zümrenin çıkarlarını gözeten ve çok hassas dengeler üzerine kurulu bir sosyal mekanizma gerçekleştirir. Bu özelliği ile Çin, bir ′Aile İşletmesi′ vasfındadır. Elit ailelerin gücünü dengeleyecek yasal ve etik kurulların bulunmadığı Çin’de devletin sahip olduğu ekonomik güç, yüksek duvarlarla korunur, sistemin motoru hırs, konuşulan dil, paranın dilidir”.
Siyaset Çin’de zengin bireyler yaratmakta etkin olduğu kadar, oligarkları tasfiye etmekte de etkindir. Ülke zenginleri için ters yönden esen rüzgârların sonuçları fazlasıyla trajik olabilmektedir. Müstakbel hapishane sakinlerinin kimler olacağını tahmin etmek için, bugünün zenginler listesi iyi bir göstergedir.
Hapisteki iş adamlarının haksız biçimde içeriye tıkıldıkları iddia edilmiyor, rant ekonomisinin hüküm sürdüğü bir ortamda şüphesiz ki yolsuzluklar da olacaktır. Ancak, Çinin yasal kültürü, “maymunları korkutmak için tavukları öldürmek” esası üzerine kuruludur. İçerdeki Bay Zhou’lar8 , Bay Guangyu’lar bariz birer tavuktular.

Devam Edecek…