Home » Dünya Gündemi » Kitap Özeti : ÇİN’İN İKİNCİ VATANI: AFRİKA -Bölüm II

Kitap Özeti : ÇİN’İN İKİNCİ VATANI: AFRİKA -Bölüm II

ÇİN’İN İKİNCİ VATANI: AFRİKA (Bölüm 2)
Bir Milyon Göçmenin Afrika’da Yeni Bir İmparatorluk Kurma Hikayesi
Howard W. French

–LİBERYA–

Liberya, Sierra Leone ve Gine; kıtanın kalanı gibi şiddet ve kötü yönetimden mustarip bu üç ülkenin kaderleri Atlantik köle ticaretinden beri birbirine sıkıca bağlı. 19. Yüzyıl sonunda Amerika ve İngiltere’den dönen siyahlar tarafından kurulmuş olan Liberya ve Sierra Leone’u son dönemde savaşlar mahvetti. Elbette bu savaşlarda önemli rol oynayan komşusu Gine de büyük hasardan payını aldı. 1990’larda başlayıp 2000’lerin ilk yıllarına kadar devam eden kanlı iç savaşlar üç ülkede de büyük can kaybına yol açtı. Çok sayıda insan yerinden edilip sürüldü. Zaten yetersiz olan altyapı çöktü, dökülmekte olan kentler mültecilerle doldu. İç savaşın yaralarını sarıp iyileşmeye çalışan üç ülkenin ekonomisi de doğal kaynaklara bağlı, üstelik henüz çıkarılmamış madenler açısından olağanüstü zenginler. Bu nedenle yalnızca Çinlileri değil pek çok yabancı yatırımcının ilgisini çekmekte. Fakat en büyük soru, yerin altından çıkarılacak servetten yoksul yerli halkın payına ne düşeceği.

Çin, belirli neticeler açısından Afrika’da ülkesine bağlı olarak iyi ya da kötü büyük rol oynayacak. Keskin ayrımların yaşanacağı bir döneme girdiğimiz kesin olduğuna göre istikrarlı yönetimlere, göreceli sağlam kurumlara ve yurttaşlarının ihtiyaçlarına duyarlı ve sorumluluklarını bilen elitlere sahip ülkeler, Çin’in yatırımlarına ve ihraç mallarına gösterdiği talebin gücünden yararlanacak. Bu arada Çin dışında Brezilya, Türkiye, Hindistan ve Vietnam gibi diğer ekonomik güçlerden gelen hızla büyüyen yatırımlar da unutulmamalı.

Sonuçta Afrika ülkelerinin çoğu demokrasi olacak. Diğerleri ise rüşvet yiyen diktatörlükler, savaştan felç olmuş devletler ya da bazı kırılgan demokrasiler olsun, kurumların zayıf ve yozlaşmış olduğu ülkelerde madenlerini Çin’e veya ihaleye giren başka bir yabancı yatırımcıya satacak. Böylece yeraltı kaynaklarını yerüstü zenginliğe dönüştürmek için son şansını boşa harcamış olacak. Çünkü doğal kaynak zengini ülkelerin bugünkü basit maden çıkarmanın ötesine geçmeyi başarabilmesi, ancak ve ancak kendi yurttaşlarına yatırım yaparak ve yeni ekonomik faaliyetler yaratarak mümkün olabilir. Aslında Afrika ülkelerinin durumu apaçık. Çoğu Afrika ülkesinde kaynaklar hızla tükenirken eşi benzeri görülmemiş bir nüfus patlaması yaşanıyor. Şu anki hızla devam ederse önümüzdeki 40 yıl içinde Afrika ülkelerinin birçoğunda nüfus katlanmış olacak. Buna paralel olarak demir, boksit, bakır, kobalt, uranyum, altın vb. cevherler büyük oranda tükenmiş olacak. Ekonomilerini çeşitlendirebilmiş ve özellikle eğitim ve sağlık alanlarında yurttaşlarına yatırım yapabilmiş ülkeler en azından kalkınmayı denemiş olacak. Bunu beceremeyenlerse neredeyse yaşanmaz, cehennem gibi yerlere dönüşecek. Liberya, Sierra Leone ve Gine yakın zamanda demokrasiye geçmiş ülkeler ama bozuk kurumlarıyla aşırı derecede kırılgan oldukları için bu denklemde acaba nereye oturacaklar?

Liberya için 19. asırda Amerika’nın Kara Kıtanın insanlarına modern, Hristiyan ve demokratik bir örnek olması için tasarladığı bir ülke denebilir. Buna karşın, geçen sürede çok az gelişme yaşandı ve 1930’larda kötü halde olan ülkenin gidişatı sonunda sefalete dönüştü. Siyasi çalkantılar ve ekonomik sıkıntılar sonucunda çıkan iç savaş, nüfusun yaklaşık %10’ununa denk çeyrek milyon insanın ölümüne neden oldu.

Dünyanın pek çok yerinde esnaflık ve küçük işletmeler, fakir ve eğitim düzeyi düşük olanlar için yükselmenin sosyoekonomik merdivenin en temel alt basamakları olarak görüldü. Fakat Afrika’da durum farklı çünkü sektör, halihazırda sermaye avantajına, ticaret ağlarına sahip olan uzaklardan gelen göçmenlerin elindeydi. Dükkanların çoğunu işleten Lübnanlılara sırasıyla Güney Asya’da gelen Hindular ve Müslümanlar, İsrailliler ve şimdi de Çinliler katıldı. Fakat dünyanın en büyük ekonomisine sahip Çin’in denkleme dahil olması da mevcut durumu Liberya lehine değiştirmedi.

Başkent Monrovya’da gene bir Lübnanlının işlettiği otelde gecesine 150 dolar ödeyip, bu bedelin sunulan imkanlara değmediğine kanaat getirdiğimden, görüşme yapacağım otel sahibi Çinlilerden birinin günlüğü her şey dahil 100 dolar olan oteline yerleştim. Afrika’da tanıştığım Çinli göçmenlerin çoğu gibi çok sıkı çalışıp her şeyi kendi kendine yapmış olmasıyla övünen Li Jiong, hiçbir cazibesi olmayan ikiz villaları otele dönüştürmüş, küçücük odaları Liberya’ya yolu düşen Çinlilere kiralıyor. Müşterileri genelde Çin’in tüm dünyada Çinceyi yaygınlaştırmak için kurduğu Konfüçyüs Enstitüsü’nün yerel merkezinde görev yapmaya gelen öğretmenler ya da inşaat işçileri. Li, Liberya’da Amerikalıların verdiği paraların asla halka ulaşmadığını; bu yüzden Çin devletinin para dağıtmak yerine inşaat yaptığını söylüyor. “Bir ülkede işsizlik oranının %80 olması ülkeyi yönetenlerin hiçbir şey bilmediği anlamına gelir. Liberyalıların çoğu günde bir öğün yemek yiyebiliyor,” diye anlatıyor ama çalışanlarının sadece 3’ü Liberyalı. Yakında kereste işine girmeyi planlıyor ancak buradaki ağaçların kesilmesiyle yağmurların kesileceğinin ve Liberya topraklarının da kuzeyindeki araziler gibi çoraklaşacağının bilincinde değil. Örneğin, aşırı kesim nedeniyle 35 yıl önce sekoya ormanlarıyla kaplı olan Fildişi Sahili ve Gana’da bu ağaçların nesli tükendi.

Kendi tabiriyle eskiden köylü, şimdi ise son model bir Mercedes ile dolaşan bir yeni zengin olan Li, Gbarnga kentinde Çin devletinin açtığı tarım okuluna gideceğimi duyunca, “O eğitmenler hükümetin adamı, bizim gibi sıradan Çinliler değil,” diyerek Çin devletini sürekli propaganda yapmakla eleştiriyor. Adaletin yetersizliğinden, haksızlıklardan, Çin’in yükselen ekonomisinden ve gelecek vaatlerinden bahseden oldu ama jeopolitik açıdan Çin’in adımlarından söz eden hiç olmamıştı. Böylece, ilk kez, Çin’in Batı’dan farklı olarak baskın olmayan yeni bir güç olduğunu, gelişmekte olan ülkelerin sahici ve samimi ortağı olduğu resmi söylemini sorgulayan bir Çinli ile de tanışmış oldum. Li beni randevulaştığım Çinli doktorun kliniğine bırakırken Afrika’da klinik açan Çinli doktorlara güvenilmeyeceğini de ekliyor.

Ellili yaşlarda tıknaz bir adam olan Doktor Dai’ın kliniği genellikle elçiliklerde, BM ofislerinde ve STK’larda çalışan yabancıların oturduğu bir mahallede. O da Li’nin arkasından kalitesiz mal satan Çinli işadamları yüzünden Çin’in namına leke sürüldüğünü söylüyor. Aslına bakarsanız ikisi de Çin’den kalkıp bu yoksul ülkeye gelmiş, kendi kısmetini arayan insanlar ama ikisi de önyargılı bir şekilde ve farkında olmadan birbirini aynı konuda eleştiriyor.

Tembel ve pis olduklarını düşündüğü için klinikte yerlileri çalıştırmayan Dr. Dai, bunun ırkçı bir tutum olduğu zannedilmesini istemiyor. Siyah çalışanı olursa beyaz hastaların kliniğe gelmeyeceğini söyleyerek durumu kurtarmaya çalışıyor. Batılı STK’ların çalışmalarından hayranlıkla bahsederek kendisinin de kıtada hayırlı işler yapmak istediğini ekliyor. Kıtanın sıtma, sarıhumma, dizanteri gibi fakir dünya hastalıklarıyla boğuştuğunu ve yaşam kalitesini yükseltmeye çalışan Batılı yardım kuruluşlarının çabalarını takdir ettiğini söylüyor. Tuhaftır ki hem Li hem Dai hemşerilerinin Afrika’da para yapma tutkusunu hakir görüyor olmasına karşın, aslında kendilerinin buraya geliş amacı da hiç farklı değil. Hastaların çoğu beyaz, zaten muayene ücretleri de Liberyalıların karşılayabileceğinden çok yüksek. Dai da ormanları ve kaynakları bol olduğu için Afrika’nın eninde sonunda kalkınacağı görüşünde. Afrika’da pek çok kaynak zengini ülkenin fakir kalmış olmasından dem vurduğumda ise Afrika’nın daha çok yardıma ihtiyacı olduğunu vurguluyor.

Ülkenin durumuyla ilgili daha çok bilgi almak için savaş yıllarında İnsan Hakları savunucusu olarak tanıdığım, ardından kabinede görev yapmış olan eski arkadaşım Tiawan Gongloe ile buluşuyorum. Lübnanlılar Çinliler konusunda Liberya hükümetini daha önce uyarmış. Amerikalılar da Çin’e dikkat etmelerini öğütlediğinde onlara da Çinlilerin yatırım ve istihdam yarattıkları sürece Afrika’da hoş karşılanacaklarını vurgulamış. Bakan olur olmaz ilk işi 30 yıldır yabancılara 450 dolara sabitlenmiş olan çalışma izni bedelini 1000 dolara yükseltmek olmuş. Yönetimin eskisine göre daha iyi olduğunu söylüyor. “40 yıldan sonra insanlar ilk kez rahatça düşüncelerini ifade edebilecek, istediklerini yayınlayabilecek kadar güvende hissediyorlar. En önemlisi umutlu hissediyorlar.” Ancak bana anlatılanlardan yola çıkarak benim gördüğüm tablo ise daha karamsar. Halk azgın bir yozlaşma içindeki hükümetin idari konulardaki köhneliğinden bıkmış usanmış. Azat edilen Amerikanlı kölelerin soyundan gelen küçük bir eliti şımartmaya devam eden yeni yönetim, halkı hiçe sayan eski alışkanlıkları sürdürüyor.

Gongloe’ye göre Çinliler iş bitirici oldukları için diğer yabancıları korkutuyor. Mesela Avrupalı ya da Amerikalılar yardım edeceklerini söylüyor ama önce değerlendirme ekibi göndermeleri gerekiyor yani her defasında uzun bir bürokratik süreç devreye giriyor. Çinliler ise fizibilite çalışmalarıyla zaman kaybetmek yerine gidip işi yerinde hallediyor. Çinli şirketlerin çalışma vizesi almak için türlü dolaplar çevirdiği işçilerle ilgili ne düşündüğünü sorduğumda ise şöyle yanıtlıyor. “Kamu projeleri, eğitim gibi alanlar dışında niteliksiz yabancı işçiler için muafiyet yok. Bizim insanımız Çin mutfağını bilmediğine göre Çinli şirketlerin Çin’den aşçı getirmeleri de gayet normal. Çinliler işleri böyle yürütüyor. Üstelik Çinli inşaat işçileri mobilya yapmayı da tarım yapmayı da biliyorlar.”

Gbarnga’da bulunan Merkezi Tarım Araştırma Enstitüsü’nü ziyarete gittim. Ekip yöneticisi Li Jinjun, Liberyalı çiftçileri eğitmeyi, onlara kendi kendilerine geçinmeyi öğretmeyi aklına koymuş bir idealist. Yılda 300 çiftçinin eğitilmesi planlanıyor. Amerikalıların onca para harcadıkları halde burayı değiştirmeyi neden becermediklerini bana sorduğunda, verdiğim cevap şu: Ta uzaklardan gelip bir ülkenin kültürünü, ekonomik koşullarını değiştirip dönüştürebilecek bir ülke tanımıyorum. Bunun üzerine tüm ülkeyi değil bir kısmını değiştirmeye razı olduklarını belirtiyorlar. Li, Liberyalıların dindarlığından konu açarak daha önce başka Çinli göçmenlerden de duyduğum benzer yorumlara giriyor. “Yiyecek yemeği yoksa her Çinli önce açlığını düşünür, Tanrı’yı düşünmez. ABD’ye gittiğimde orada da kiliseler gördüm. Buradaki kiliselerden çok farklı. Burada sadece dans edip şarkı söylüyorlar. Bağıra çağıra ağlayıp kendilerini yerlere atıyorlar; durmadan ayılıp bayılıyorlar. Gözlerime inanamadım! Zaten bir Çinlinin 2000 yıl önce yaşamış birinin günümüzle nasıl alakası olabileceğini anlaması güç. Bilge olarak kabul ettiğimiz Konfüçyüs var bizim için ama onu tanrılaştıracak kadar ileri gitmedik. Halk çalışmak yerine hep BM’den yardım gelmesini bekliyor. Çoğu çalıp çırparak geçiniyor. Onları suçlayamam tabii. Çünkü burada eğitim yok. Hiçbir şey yok. Topraklarının çok azını işliyorlar. Ama onların yerinde Çinliler olsa sorunlarını çözmek için kendileri uğraşır, devleti beklemezdi.” Yarım yüzyıl önce 40 milyon Çinlinin devletin emirlerine uydukları için açlıktan öldüklerini hatırlatmak istememe rağmen, orada konuk olarak bulunduğumdan tartışmaya girmek istemedim. O tabloya bakacak olursak, şu anda Çinlilerin ortak karakterini oluşturduğu iddia edilen özelliklerden çok farklı. Çünkü hükümetler ve pazarlar önem taşır. Tarih ve uluslararası koşullar da aynı derecede önemlidir.

Yüzyılın ortasına geldiğimizde, kıtanın nüfusunun ikiye katlanacağı zamanı düşünelim. Giderek artan orta sınıfıyla 2 milyar nüfusa sahip Afrika toplumu ile sayıları 1 milyarı aşan ve giderek zenginleşip küreselleşen Çinli göçmenler arasındaki ilişkinin dünyanın en önemli ilişkilerinin başında geleceğini varsayabiliriz. Afrika’nın nasıl geliştiği, kaynak zenginliğini nasıl değerlendirdiği, krizleri ve zorlukları atlatmasına kimlerin yardım ettiği, savaş, yoksulluk, kurum kurma ve güvenlik sağlama gibi alanlarda kimin rehberliğini izlediği gibi pek çok unsur, halen küresel bir oyuncu için ketum görünen Çin’in daha yüksek bir mertebeye ulaşmasına bağlı. Belli ki Afrika’da görev yapan Çinliler bu kadar ileriye dönük düşünmüyorlar. Üstelik ne fazla saf olduklarını düşündükleri Afrikalılarla ne de çevre koşullarıyla ilgili yeterince bilgili değiller. Kendilerine olan inançlarına ise diyecek yok. Aslında onlarda gayet saf bir şekilde fazlasıyla iyimser düşünüyorlar. Çabucak etki yaratma düşüncesiyle kendilerine hedefler koyup Afrika’yı keşfediyorlar. 1980’lerde aynı yörede yıllarca doktorluk yapan babamı düşünüyorum. Ülkede ulusal çaplı bir sağlık hizmeti sistemi kurulmasına yardım ediyordu. Cuttington Üniversitesi bünyesinde sağlık ekiplerinin taşraya göreve gönderilmek üzere eğitildiği bir programın başındaydı. O zamanlarda olumlu örneklerin gücü sayesinde bir şeylerin yavaş yavaş değişebileceği ve insanların yaşamlarının geliştirilebileceği umut ediliyordu. Yıllar sonra Çinli ekibin de aynı üniversite ile ortak eğitim çalışmalarına giriştiğini duyduğuma şaşırmamıştım. Ertesi sabah yemyeşil bir vadiden geçip Çinlilerin inşa ettiği sulama kanallarının ve arkların bulunduğu ovaya doğru ilerlerken, önümüzde uzanan manzara şahaneydi. Bereketli topraklar doğru yöntemlerle işlenmeyi bekliyor gibiydi.

–GİNE–

Onlarca yıl süren diktatörlük rejiminden ve kabus gibi kötü yönetimden kurtulalı çok olmayan Gine’ye ziyaretim umut verici başladı. Başkent Conakry’de kaldığım otel ucuzdu ama odada Internet, TV, klima vardı ve hepsi çalışıyordu. Yerel kanalda demokrasinin önemi ve hukukun üstünlüğü hakkında bir program yayınlanıyordu. Gineli aydınlar, Çin Uluslararası Fon inisiyatifi yöneticilerinin Çinli liderlerle üst düzey ilişkide olduğu ve buna bağlı olarak fonların Çin’in Afrika’da yürüttüğü büyük operasyonun bir göstergesi olduğu kanaatinde. Afrika’nın dilenci kıta olarak tanınmasından yakınıp Çin’e bağımlılıktan endişe ediyorlar. Sonuçta yakın zamana kadar ülkenin başındaki cunta rejimiyle de çalışmayı sürdürmüş olan Çin’in demokrasi ve insan hakları konularında çok dikkatli olmadığının farkındalar. Çin’e verilen ihalelerin şeffaf olmadığından, projeler sırasında bilgi ve uzmanlık aktarımı gerçekleşmediğinden şikayet ediyorlar. Çinli müteahhitler ve diplomatlara dertlerini anlatmak isteyen sivil toplum örgütleri “gidin cumhurbaşkanınızla ya da başbakanınızla konuşun, anlaşmayı yapan onlar” cevabını alıyorlar. Aslında Gineli toplum gönüllülerinin sıkıntıları tüm kıtada kendini tekrar ediyor. Çin devletinin kendini ortaya atmak istememesi nedeniyle her şey özel yatırım adı altında yapılıyor. Örneğin Çin’in anahtar teslim proje olarak taahhüt ettiği zaten 5 yıl sonra çürüyecek bir altyapı inşaatında malzeme, işgücü, teknoloji hepsi Çin’den getirildiği için ülke ekonomisine katkısı yok. Üstelik Gine, Fransa’dan ayrılıp bağımsızlığını kazandığından beri ülke liderlerinde saray yaptırma geleneği var. Fakat Çinliler inşa ettikleri binaların bakımının nasıl yapılacağını asla öğretmediği için neredeyse ampul değiştirmeye bile hala Çinliler çağrılıyor. Günün birinde Afrika halkları Çin’in dostane olmadığını düşünmeye başlayabilir. Bunun da zamanla Çinlilerin çıkarlarını tehlikeye sokacağı şüphesiz.

Çin müdahale etmemek adına demokrasi, insan hakları ve şeffaflık konularına sessiz kalmaktan vazgeçmezse, dostluk ilişkileri bozulabilir. Gine’nin kırklı yaşlardaki İşbirliği Bakanı Sano da aynı fikirde. “Bana göre normalde dostunuzun size gidişatınızda neyin iyi neyin kötü olduğunu söyleyebilmesi gerekir. Gene de Çin’in şu ana kadarki yaklaşımını anlıyoruz. Kendine pazar arıyor. Kredi verip şirketleriyle çalışmanızı istiyorlar. Çinli şirketlerle iş yapmaya başladığınızda da karşılık talep ediyorlar. Çok akıllılar. Son dönemde Gine ile ilişkileri hızlandırmak için 39 milyon dolar hibe çıkaran Pekin yönetimi ayrıca Conakry toplu ulaşımına otobüs filosu bağışladı. Bunlar bir bakıma rüşvet olarak da görülebilir.”

Daha önceleri, özellikle Çin ile köklü ilişkileri olan Afrika toplumlarında en eğitimlisinden en cahiline Çin karşıtı bir söylemle karşılaşmak çok nadirdi. Oysa günümüzde Afrika’da Çin’in imajı giderek zenginleşen, piyasaları yönlendiren doymak bilmez bir ejderha adeta. işgücünü yurtdışından getirdiği, ucuz mal sattığı, kanunu çiğnediği, yozlaşmayı beslediği ve en kötüsü berbat yönetimleri güçlendirdiği için toplumda Çin’e duyulan hınç artmakta. Aslında bunlardan bazıları yeni zengin bir dünya gücü olma yolunda ödenen bedeller. Başarılı olma hedefiyle ilerlerken beklenen bir sonuç olarak da değerlendirilebilir. Bu eleştiriler, ABD’nin gücünü dünyanın uzak köşelerinde hissettirmeye başladığı dönemin yaklaşımını andırıyor. Afrika’da yönetimler genelde etnik veya bölgesel tabana dayalı ya da ülkelerini fütursuzca soyup yağmalayan başkanlık zümrelerine bağlı. Dolayısıyla Çin’in dışişlerini devlet devlete ilişki olarak kavrayışı eninde sonunda kendi çıkarlarını riske atacaktır.

–SIERRA LEONE–

Çinliler Sierra Leone piyasasına girmeden önce perakende sektörü, devlete mal tedariği, okul kitapları, vs. ülkenin modern tarihinde kar edilen hangi iş kolu varsa 1890’larda ülkeyle ticaret yapmaya başlayan Lübnanlıların kontrolündeydi. Dövizciyi de süpermarketi de Lübnanlılar işletiyordu. Geçmişte çok iyi ihaleler alarak karayollarını yapan İtalyan ve Senegalli şirketleri hiç de memnun etmeyecek biçimde Çinliler başkent Freetown’da inşaatlara başladılar. Aslında amaçları çökmüş durumda olan madencilik sektörünü yeniden canlandırmaktı. Demir, rutil, titanyum gibi sanayide kullanılan birçok maden yatağının üzerinde oturan ülkede savaş sona erdiğinde Çinli göçmenler maden ihalelerine girmeye çoktan hazırdı. Şehre yeni bir liman yapılması, havaalanının yenilenmesi, yeni bir demir cevheri tesisinin kurulması buna dahildi. Fakat Frank Timis adında Romen asıllı bir iş adamı Çinlilerden daha hızlı davrandı. En önemlisi de bu hikaye, Sierra Leone gibi savaştan çıkmış yoksul Afrika toplumlarının yozlaşmış ve yapılandırılmamış ortamlarında dönen oyunları yansıttığı için anlatılmaya değer.

Transilvanya’da büyüyen ve 16 yaşında eski Yugoslavya topraklarını yürüyerek geçip İtalya’nın Trieste limanına varan, oradan da gemiye binip Avustralya’ya siyasi sığınmacı olarak giden Timis bir altın ve elmas madeninde çalışmaya başlamış. Kısa sürede proje şefliğine yükselmiş. Ardından kendi işini kurarak Batı Avustralya’da giderek büyüyen madencilik sektörüne kazı ekipmanı satmaya başlamış. 1990’ların başında maden arama şirketi işletmeye başlamış. Bu dönemde eroin satışı dahil narkotik suçlardan üç kez tutuklanmış. Romanya’da komünizmin çöküşünden 7 yıl sonra yurduna dönen Timis, Romanya hükümetine yeni bir maden yasası oluşturulmasını önermiş. Ülkenin beşte birinde maden arama çalışmaları yapmak için de özel izin koparmış. Yani öyle bir adam ki nereye giderse gitsin, peşinden ihtilaflar, yasal sıkıntılar, tatsız söylentileri sürükleyen, namına şüpheyle bakılan gene de yönetimdeki kodamanlara yanaşmayı beceren biri. Ancak tüm bunlar her zaman doğru zamanda doğru yerde olmayı başarmasının yanında sönük kalıyor. Avrupa’da çeşitli maden ve petrol sektörlerinde iyi para kazandıktan sonra Timis yolunu 2004’te başkent Freetown’a düşürdü. Ortalama ömrün en kısa ve GSMH’nın en düşük olduğu ülkelerden biri olan Sierra Leone’yi mücevher kutusu ve Afrika’nın İsviçresi diye tanımlamaya başladıktan sonra 6.6 milyon dolar yatırım yaparak karanlık bir elmas şirketinin hisselerinin çoğunu aldı. Tüm ülke topraklarının üçte birine eşit olan toplam 25 bin km2’lik arazi üzerinde madencilik yapma hakkını aldıktan sonra Timis’in şirketi 2005’te Tonkolili’de demir yatakları bulduğunu açıkladı. 2008’de şirketin adını Afrika Madenleri olarak değiştiren Timis’in kontrolündeki demir yataklarının milyarlarca tona ulaştığı tahmin ediliyor ve 2011 itibariyle dünyanın en büyük rezervine sahip olduğu düşünülüyor. Bu arada Timis, operasyonlarını yaygınlaştırmak ve kolaylaştırmak üzere iki Çinli kamu şirketiyle ortaklık kurdu. Çin Demiryolu Malzemeleri ve Shandong Demir Çelik Grubu sayesinde yenilenen maden bölgesi demiryolu ve yeni liman sayesinde maliyet giderlerini düşürüp ihracat kapasitesini artırdı. Bu defa Sierra Leone’de bulunduğum süre boyunca Timis’in hükümetten Çin sanayi için elzem olan demir kaynaklarının kontrolünü Afrika Mineralleri şirketine devretmesi için Cumhurbaşkanına Bai Koroma’ya el altından 150 milyon dolar teklif ettiği konuşuluyordu. Bu iddianın ne kadar doğru olduğunu bilemesek de, Timis’in ülkedeki başarısının bayağı etkileyici olduğu tartışma götürmez. Sonuçta ihaleye giren Çinliler, yakın tarihin en büyük maden anlaşmalarında ikinci planda kalmak zorunda olacak ancak zaman içinde Afrika’nın ihmal edilmiş bölgelerinde kendilerine yandaş edinmeyi ve nüfuzlarını artırmayı öğrenmiş oldukları kesin.

Freetown’da görüşmeye gittiğim Bintumani otelini işleten Yang de Afrika’ya göç eden Çinlilerin çoğu gibi toplumsal baskılardan kaçmak için vatanını terk etmiş. “Mezun olduğun gibi ev alman, araba alman, evlenmen ve ailene katkıda bulunman isteniyor,” diye dert yanıyor. İlk olarak Zambiya’ya ardından Sierra Leone’a gelen Yang, “Zambiya’dayken bir ülke nasıl bu kadar düzensiz olabilir diye düşünürdüm, buraya gelince ise beterin beteri var dedim. Bir süreliğine burası para yapmak için idealdi ancak zamanla rekabet arttı,” diye anlatıyor. Daha önce Lübnanlıların hakim olduğu inşaat piyasası şimdi Çinlilerin kontrolünde. Yang, Lübnanlıların Sierra Leone halkına 5-6 katına mal sattıklarını anlatıyor. Kendisi ise konut projeleriyle ilgili hükümetle görüşüyor ama bunların küçük ölçekli projeler olduğunu, oysa Çin’de çok daha büyük işler yapma şansı bulacağını söyleyerek yurduna dönmek istediğini belirtiyor.

1990’ların ortasında yargısız infazlar, tecavüzler, köle gibi çalıştırılan insanlar, zorla militan yapılan çocuklarla dolu savaş yılları sırasında başlayan STK hareketleri sayesinde çatışmalar bittiği gibi toplum için demokrasi ve kanunun üstünlüğü kavramları önem kazandı. Ancak ne toplumdaki farkındalık ne de çekilen onca eziyetten sonra hissedilen güçlü toplumsal katılım dalgası uzun sürmedi. Umutlar azalınca dönemin iyimserliği gerçekçiliğe dönüştü. Halk bu kadar yoksul bir ülkede uygulanabilir ve başarılı bir demokrasi yaratmanın uzun vadeli bir mücadele olacağını anladı. Pek çok STK temsilcisine göre ülkedeki demokrasi göstermelik. Mevcut yönetim de daha önceki hükümetlerden daha iyi olduğu söylenemez. Madenlerin göz açıp kapayıncaya dek bitip tükenmiş olacağının ve üretken yatırımlarla refah yaratmanın bir yolunu bulamazlarsa işin sonunun kötü biteceğinin gayet farkındalar. Dünyanın en kirli ve en büyük işi olan elmas ticaretinden de tecrübe ettikleri gibi Sierra Leone halkı, elde edilen zenginlikten yararlanamıyor. Çünkü hükümetler çalıp çırpmanın yollarını bulmakla meşgul. Şimdiye dek devlet yetkililerinin önlerine gelen anlaşmayı bakmadan imzaladıklarını öne süren STK liderleri, hükümetin geri dönük olarak tüm sözleşmeleri incelenmesini kabul ettirmeyi başardı. Madencilik yasasının yeniden düzenlenmesi gündemde. Artık insanların özgürce konuşabilmesi ise ülkedeki en büyük gelişme olarak değerlendirilebilir. STK’lar genel olarak şeffaflık peşinde ve eğitime ağırlık verilmesi için yönetime baskı yapıyorlar. Devlet yetkilileri ya şirketlerle nasıl baş edeceklerinden habersiz ya da öylesine yozlaşmışlar ki ceplerini doldurup kanunun çiğnenmesine göz yumuyorlar. Çinlilerin çalışma şeklini tuhaf bulan STK liderleri, Çinlilerin asla kamuoyunu önemsemediği, sivil toplumu umursamadığı, uluslararası kuralları ve demokratik ilkeleri hiçe saydığı görüşünde. Bu durumdan en çok nasibini alan da demir, petrol ve kereste ticareti. Sürekli Afrika’nın yozlaşmış hükümetlerine azar çeken Batı’ya bir alternatif olarak görülen Çin gerçek yüzünü gösterdiğini düşünüyorlar. Batı ile Çin’in arasında kalan ülkenin içinde bulunduğu durumu aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık şeklinde yorumluyorlar.

Green Scenery (Yeşil Manzara) STK başkanı Joseph Rahall ülkenin karanlıktan çıkıp aydınlık günlere kavuşacağına dair ümidini yitirmeyenlerden. Görüşmemiz sırasında önemli bir konuya kıtanın fıtratında olan bir soruna parmak basıyor. “Kıtada süregelen demokratikleşme serüveninin ilk evresinde seçimle ilgili politikaların ulus inşasıyla pek bir alakası yoktu. Bunun yerine liderlerin çoğu, kendilerine nasip olan 4 – 8 ya da 10 yıllık iktidar süresince kendi boğazlarını beslemekle yetindi. Her Afrika ülkesinde görülen bu sorun, çok daha eski ve temel bir problemin üzerine eklendi. Kamu hizmetinde çalışacak deneyimli ve uzman insanların noksanlığı, etkin bir ulusal kalkınma stratejisi oluşturabilmenin önünde engel teşkil eden en temel sorun. Hükümet politika oluşturmaktan aciz. Müzakere etmeyi, işleri takip etmeyi beceremediği gibi uygulamayı da beceremiyor. Esasen her konuda zayıf. Bunun nedeni de insan kapasitemizin olmayışı.” Bir zamanlar ekonomisi Lübnanlıların elinde olan ülkede yeni oyuncular devreye girdikçe işlerin daha çok karıştığı kesin. Yolsuzluğa karşı kurulan komisyonun başkanı Kamara’nın açıklamalarına göre son yıllarda devlet düzeyindeki yozlaşmalara yönelik açılan soruşturmaların haddi hesabı yok. Mesela Çinlilere Batı Afrika açıklarında aşırı miktarda balık avlama izinlerini veren denizcilik bakanı ve satın alma yolsuzluğuna imza atan sağlık bakanının hüküm giymesini sağlaması önem taşıyor ama maden çıkarma ve toprak kullanımıyla ilgili devletin en üst düzeyinde dönen dolapların yanında devede kulak kalıyor. Kamara devletin kendi eliyle ülkeyi esir etme tehlikesine dikkat çekiyor. Hiçbir anlaşmanın kanunun üzerine geçmemesi için uğraş veriyor. Fakat işi zor çünkü çabaları yüzünden Kamara’ya karşı düşmanca tavırlar besleyen sadece yabancılar değil, cumhurbaşkanlığı ve meclisten de bazı kişiler de husumet gösteriyor. Ancak bunun nedenlerini anlamak güç değil. Zira zihniyet değişmedikçe hukuk araçlarının eski tip devlet anlayışı, adam kayırmalar ve yolsuzlukların üstesinden gelebilmesi pek mümkün olamıyor.

Belli ki Sierra Leone halkı için sadece kendi menfaatleri peşinde koşan Lübnanlı patronlar, yeni gelen Çinli işadamları, çok uluslu büyük şirketler ve ansızın ortaya çıkan Frank Timis gibi paralı güçlerle mücadele etmekten ve hukukun üstünlüğünü sağlamaktan başka çare yok.

–MALİ–

Çin’in Afrika ülkelerinden bazılarına daha yoğun ilgi göstermesinin nedeninin, sahip oldukları doğal kaynaklar olduğunu bilmek Çin ile ilgili “agresif tavırlı yeni süpergüç” şeklindeki basmakalıp düşüncelerimizi besliyor. Yeryüzündeki maden yataklarını bloke etmek için her şeyi yapabileceğini düşündürtüyor. Fakat orta ölçekli bir altın endüstrisinden başka kayda değer madeni bulunmayan Mali bile Çin’in ilgisinden mahrum değil. Dünyanın en fakir ülkelerinden olmasına rağmen, onurlu ve istikrarlı bir demokrasi olmayı yıllardır sürdüren Mali, kıt kaynaklara ve çoğunlukla Müslüman nüfusa sahip bir ülke. Şimdiye dek dış güçlerden zorla yardım alma gibi bir dış politika benimsedi. Mesela İslam dayanışmasının göstergesi olarak Suudi Arabistan’a büyük bir köprü yaptırıldı. Mali’nin İslami terörizmin yayılmasını önlemek üzere Amerikan ordusu ile işbirliği yapmaya istekli olması ve örnek demokrasisi ABD’nin cömert bağışlarına neden oldu. Bu arada bu durumu kıskanan eski sömürgeci güç Fransa diğerlerine yetişmek için ekonomik yardımını katladı. Son zamanlarda ise işler karıştı. Nüfuzunu artırmak için ülkeyi hediyelere boğmuş olan Kaddafi, idari ofis binaları inşa ettirdiği açılışı yapılamadan devrildi. Ardından ülkenin kuzeyinde ayaklanan Malili isyancı gruplar, şeriat getirmeye kalktı. Çok geçmeden ülkenin seçilmiş hükümeti, genel seçimlerden az önce subayların yaptığı bir darbeyle devrildi. Bir zamanların Fransız Sudan’ı 1960 yılında bağımsızlığını kazandığında daha, sınırlı bir nüfusa ve güce sahip Fransa’nın emellerine ulaşamayacağı belli olmuştu ama Ocak 2013’te İslamcıları bozguna uğratmak ve Mali’nin toprak bütünlüğünü korumak için Fransa duruma müdahale etmeden duramadı. Başka bir açıdan bakacak olursak, 2011’de Kaddafi’nin devrilmesi sırasında onbinlerce Çinlinin Libya’yı terk edebilmesi için gemi gönderen Çin’in de ileride menfaatlerinin kök saldığı yerlerde meydana gelen acil durumlara müdahale etme ihtiyacı duyacağını öngörmek işten değil.

Eskiden ufacık bir yer olan başkent Bamako, Afrika’da en hızlı büyüyen şehre dönüştü. Hepsi Çinli şirketlerin eseri olan muazzam genişlikte bulvarları, devasa trafik kavşakları, inşaat sahaları dünyanın en hızlı büyüyen altıncı şehri konumunda. Öncelikle dikkat çekici bir elçilik binası inşa ettiren Çin’in Mali’ye son dönemde yaptığı en büyük yatırımlardan biri de Nijer Nehri üzerine kurulan üçüncü köprü ve onun bağlandığı hastane kompleksi oldu. Çin’in yumuşak güç olma yolundaki niyeti, köprü geçişlerini ücretsiz yapmasından da anlaşılabilir.

Afrika’nın diğer yerlerinde olduğu gibi Çin etkisi, Mali’de de borç veya hediye verilmiş olsun fark etmez Çin’in finanse ettiği projelerle başladı. Kontratları biten şirketler, piyasada kalmaya devam ederek Dünya Bankası ve Afrika Kalkınma Bankası gibi kuruluşların inşaat ihalelerine en düşük tekliflerle girmeye başladı. İrili ufaklı Çinli şirketler, kah nakliye masraflarının amorti edilmesinden kah ithalat vergisi imtiyazlarından yararlanarak çokuluslu sabit pazarı adeta ele geçirdi. Küçük otel işletmeciliği, toptan ve perakende ticaretinde aktif olan Çinli göçmenlerin sayısı günden güne arttı.

Kıtada nüfus artışı en yüksek olan Mali’nin günümüzde 15 milyon olan nüfusunun yüzyıl sonuna gelindiğinde 80 milyona çıkacağı öngörülüyor. Bu tahminler, cılız topraklardan ve yağış kıtlığından mustarip bölgede %30’larda seyreden okuryazar oranı da göz önüne alındığında yeni bir sefalet yaşanacağı anlamına geliyor. Bu olağandışı büyümeye bağlı olarak hızla kentleşmeye devam eden Mali toplumunda mühim bir orta sınıf meydana çıkmaya başladı. Bunu fırsat bilen Çinli inşaatçılar kolları sıvadı. Çinli şirketler de kıtanın her yanında farklı uluslardan yabancı şirketlerin kanunu atlatıp geniş araziler veya değerli kaynaklar üzerinde kontrol sağlamak için kullandığı benzer yöntemlere başvurarak resmi yetkililere, yerel liderlere rüşvet veya hediyeler vermeyi ihmal etmedi. Son yıllarda Çin’in Mali’ye verdiği borçlar 200 ile 500 milyon dolar arasında. Bu meblağ elde edilen çıkarların inşaat sektörünün çok ötesinde olduğunu gösteriyor.

BM İnsan Hakları izleme komisyonunda çalışmış olan bir arkadaşım Tiebile Drame ile buluştuğumda ülkesinde işlerin ne kadar gelişigüzel idare edildiğinden; yakın olmalarına karşın ne Arap Dünyasıyla ne de Uzakdoğu ülkeleriyle ilgili herhangi bir politikaları olmadığından yakınıyor. “İkinci ve son dönemini bitirmek üzere olan cumhurbaşkanı Amadou Toumani Toure’nin Çin ile ilişkileri gayri resmi bir şekilde şahsen yürüttüğünü anlatıyor. Zamanla kamuoyu muhalefeti nedeniyle hükümet frene basmak zorunda kalmış olsa da, yakın çevresinin de Pekin ile ilişkilerden nemalandığı biliniyor. Ona göre Çin’in motivasyonu Mali’de inşaat yapmaktan ziyade tarım arazilerini ele geçirmek. Devlet, arazileri Çinlilere sattığı için köylüler zorla yerinden ediliyor.

Afrika kıtası dünyada işlenmemiş ekilebilir arazilerin %60’ına sahip. Bazı eleştirmenler Çin’in Afrika’daki tarım arazilerini ele geçireceğine dair alarm verirken, Çin’in bu alanda en büyük yatırımcılardan olmadığını; diğer Batılı güçlerin çoktan Afrika topraklarına göz dikmiş olduğunu unutuyor. Bu elbette Çin’in Afrika’nın tarım arazilerine ihtiyacı olmadığı ya da amacının kontrol edebildiği kadar toprağı kontrol etmek olmadığı anlamına gelmez. Çin dünya nüfusunun % 20’sine sahip ancak tarım arazilerinde bu oran yalnızca %9. Ekilebilir arazi bakımından Çin’den daha kötü durumda olan diğer ülkeler Mısır ve Bangladeş. Dev inşaatlar, hava kirliliği ve erozyon Çin’in topraklarını tüketmeye devam ededursun, Çin’deki yaşam standardı yükseldikçe 2025’e gelindiğinde gıda gereksinimi günümüz dünyasının açık pazarının sunabileceğinden çok daha fazla artmış olacak. Bu açıdan bakılırsa, Çin’in yapabildiği her yerde yoğun bir gıda üretimine geçmesi büyük olasılık.

Amerikalı diplomatların bu konuda ne düşündüğünü öğrenmek için Amerikan elçiliğine görüşmeye gittiğimde, en basitinden Amerikalı inşaat ve hizmet şirketlerinin Afrika’da iş yapmak için rekabet etmeye istekli olmadıklarını öğrendim. Birçok zengin ülkenin yaptığı gibi ABD de onyıllar önce, projenin teknik şartları yerine getirildiği sürece ülkelere yapılan kalkınma yardımlarının nereye harcanacağına karışmamaya başladı. Bu oyuna yeni giren Çin ise kar gözeten bir yaklaşıma sahip. Altyapı çok önemli ancak tüm sorunların çözümü değil. Altyapı projeleri hükümetlerin önceliklerini yansıtıyor ancak bir ülkenin kalkınmasına yönelik en iyi tercih olamaz. İnşaat projeleri büyük ve görünür oldukları için hükümetler için öncelik taşıyor. İktidarda kalabilmek için bu tip somut projelerden kendilerine pay çıkarıyorlar. Mali Cumhuriyeti dünyada çok ülkede olmayan bir şansa sahip. Nijer Nehri’nin doğal seyri sayesinde pirinç yetiştirmeye elverişli milyonlarca hektar tarım arazisini sulama potansiyeli var. Maalesef şu anda sadece 60 bin hektar kullanılıyor.

Kıtanın diğer tarafında bulunan Etiyopya’da ise tarım arazilerini büyük bir hevesle toplayan Hindistan da kar amacı gütmenin yanında gelecek için gıda güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Öte yandan Pekin yönetimi kıtada 100 milyon Çinliye istihdam yaratma peşinde. Böylece Çinli işsizler iş bulurken, Afrikalılar da tarımsal ürün yetiştirmeyi öğrenecek. Yakın zamanda dünyanın en büyük ekonomisine dönüşecek olan Çin’de milyonlarca insan daha rahat bir hayat istiyor. Çin toplumunun büyük ölçekli planlama ve mühendisliğe inanan ve müthiş sabırlı bir uygarlık olduğu düşünüldüğünde, gelecekte insanlarını nasıl besleyeceğini acilen garantilemeye çalışmasına şaşmamak gerek. 1990’ların sonunda tarımsal üretimin azalması nedeniyle özel yatırımcılar arayan Mali hükümetinin kapısını ilk çalan Çinlilerdi. Çinliler Mali Deltasında sessizce konuşlandığı verimli topraklardan istifade etmek için doğru zamanı bekleyedursun, gidişatı dünya gıda stokları ve fiyatları belirleyecek. Nakliye masraflarını hesaba katınca, Çinli liderlerin en yakın limana binlerce kilometre uzak olan Mali’de yetiştirdikleri pirinci Çin’de satmak için yatırım yapacağını düşünmek zor. Ancak Afrikalılara ve kıtada yaşayan Çinlilere pirinç satacaklarına şüphe yok. Böylece Çin yurtiçi tüketimi için kazanç sağlamış olacak. Üstelik Afrika hükümetleri üzerindeki nüfuzunu daha da artırmış olacak.

Afrika’da Çinli göçmenlerin gelişine kurban giden sektörlerden biri de tekstil endüstrisi. Popüler Afrika desenleri taklit eden Çin kumaşları ucuz fiyatlarıyla sektörü ele geçirmiş durumda. Pek çok yerde Çinliler inşaat, endüstriyel yönetim, proje genel bakım işlerini üstlenmelerine karşın Afrikalılara bilgi ve teknoloji aktarmadığı için yeni bir yerli Mali sanayii yaratmak için çok az imkan var. Bağımlılık üzerine kurulu bir kültüre dönüşme yolunda hızla ilerleyen Mali’nin girdiği bu çıkmaz, illa ortada organize komplolar ya da kötü niyet olmasını gerektirmiyor. Yakalanan fırsatları yansıtıyor. Bununla beraber bu emperyalizm kadar eski bir sorun. Aslında bu noktada her iki tarafın kazanması söylemine kendini fena halde kaptırmış olan Çin’in de ortaya yeni bir şey konduğu söylenemez.

Mali’de görüştüğüm şeker plantasyonu sahibi Gao Yi 30’lu yaşlarında bir Çinli. Çin’in eskisine oranla daha özgür olduğunu söylüyor. “Batılı ülkelerle karşılaştırılamaz tabii. Ama ona bakarsan, pek çok Batılı Çin’de yaşam hakkında yanlış fikirlere sahip muhtemelen. Çin Komünist Partisinin insanların her adımını izlediğini sanıyorlar. Amerika hakkındaki görüşlerimiz gibi. Herkesin cebinde silahla dolaştığını, her yerin tehlikeli olduğunu sanıyoruz. Çin’de insanların Afrika hakkındaki görüşleri de aynı şekilde. Burada her şey karman çorman sanıyorlar. Sürekli krizlerin yaşandığı tehlikeli bir yer olduğunu düşünüyorlar. Bunun nedeni haberlerin sadece olumsuza, negatif olaylara odaklanması. Çinlilerin Amerikalılar hakkında böyle düşünmesinin nedeni de bu.”

Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere Mali’nin Çin’in gözünden kaçması mümkün olamazdı. Çin’in Afrika’ya akını, ders kitaplarına girecek bir yayılma örneği. Afrika üzerindeki çıkarları Berlin Duvarı’nın çökmesiyle sönen Batılı ülkeler, dikkatlerini Doğu Avrupa’ya kaydırdı. Çünkü oradakiler Batı Avrupa ile kökten bağları bulunan, okuma yazma bilen, eğitilmesi kolay toplumlardı ve sermayeye susamışlardı. ABD ise Ortadoğu ve Güney Asya’da bir dizi savaşla meşguldü. 2000’e gelindiğinde hızla büyüyen hırslı Çin dünya sahnesinde göz gezdirip Afrika ile yeterince ilgilenilmediğini farketti. Kıtanın sunduğu madenler ve doğal kaynakların dışında hızla büyüyen pazarları ve gelecekte Çin’in gıda talebini karşılamasına destek olacak topraklarıyla Çinliler için biçilmiş kaftandı.

–GANA–

Batı Afrika’da orta ölçekte bir ülke olmasına rağmen, kıtanın tarihi ve siyasetinde önemli rol oynamış olan Gana, 1957’de İngiliz sömürgesinden kurtulan ilk Sahra-altı ülkesi. Gana toplumu, sömürgecilerin koyduğu sınırları kaldırıp tüm kıtayı birleştirmeyi öngören Pan-Afrikanizm hareketinin öncülerinden sol eğilimli lider Kwame Nkrumah önderliğinde hızla sanayileşmeyi umuyordu. 1961’de Volta Nehri üzerine baraj kuruldu. Afrika’da o zamana dek gerçekleştirilen en büyük kamu projesi olan Akosombo Barajı yeni gelişmeye başlayan yerel sanayiye elektrik temin etmek üzere tasarlanmıştı. Çok büyük ve maliyetli olduğu için eleştirilen baraj halen Gana’nın enerji ihtiyacının büyük kısmını karşılamakta. Nkrumah’nın borç içinde sallanan ekonomisi ve giderek artan otoriterliğinden sıkılan halk birleşince 1966’da devrilen Nkrumah’ın ardından yönetimi muhafazakar sivillerle fırsatçı ve beceriksiz subaylar ele geçirince ortalama gelir düzeyi üç kat düştü. 1980’lerde iktidara geçen genç teğmen Jerry Rawlings önce sol eğilimleriyle ardından ekonomide Batı’ya dönerek kıtada büyük bir dalga yarattı ve geç de olsa demokratik yönetime geçilmesine izin verdi. Demokrasi geleneğinin yerleşmeye başladığı 1992’den itibaren GSMH’sında %5’i geçen artışla Gana, altın, kakao ve son dönemde petrol ihraç ederek hızla büyüyen bir Afrika ülkesi konumuna ulaştı. Çin, diğer Afrika ülkelerinde yaptığı gibi kredi ve yatırımlardan oluşan bir anlaşma paketi hazırlayarak Gana ile masaya oturdu. İlkin Gana altyapı karşılığında doğal kaynak verecek gibi görünüyordu. Çin daha önce de Kongo ve Angola ile benzer anlaşmalar yapmıştı. Ancak bu ülkeler petrol ve maden zengini olsalar da demokrasi pratiğinden yoksundu. Çok daha dinamik olan Gana siyasi düzeninde ise kamuoyu gidişatı farklı ve tartışmaya açık şekilde sağduyulu bir yöne çevirdi. Ülkede son dönemde başlayan ticari petrol üretimi doğrudan teminat olarak kullanılamayacak, Angola’da olduğu gibi havuz hesaba konacaktı. Anlaşmaya göre Gana, petrolünü uluslararası pazarlarda satmakta serbest olacak ancak ödemelerini geciktirdiği takdirde, Çin yasal olarak üretimden kar payı alma hakkına sahip olacaktı.

Aslında Gana toplumu, ulusal karakterine yerleşik olan müzakere ve açık diyalog geleneği sayesinde Afrikalıların Çin’e bakış açısını çok iyi ifade ediyor. Yıllarca Dünya Bankası’nda çalışan, Ruanda’da soykırım sonrası dönemde görev yapmış olan ve son olarak Liberya hükümetine danışmanlık yapan dostum Edward Brown da aynı fikirde. Şimdilerde kalkınma ve ekonomi alanında bir düşünce kuruluşu olan Afrika Ekonomik Dönüşüm Merkezi (ACET) bünyesinde ekonomik politikalar ve gelişmeye yönelik konularda uzmanlık sunan Brown’a göre Gana, tüm Afrika ülkeleri arasında en iyi konumda. Gelişmekte olan doğal kaynak zenginliğinden ve yeni ortak Çin’in sağlam bir kalkınma politikası gütmeye hevesli olmasından faydalanabilecek durumda. Bunun sebebi olarak Gana’nın giderek sağlamlaşan demokrasisi, göreceli açık zihniyeti ve şeffaflığının yanında hızla büyümekte olan orta sınıfı gösterilebilir. Fakat Brown Gana ile ilgili olarak saydığımız tüm avantajlarına karşın, Çin ile ilişkilerin sonucundan pek umutlu konuşmuyor. Üstelik dönemin Gana Cumhurbaşkanı John Atta Mills, tam o sırada Pekin’den 13 milyar dolarlık bir kredi paketiyle yeni dönmüş olduğu halde. Bu miktarın birkaç ay içinde resmileşen 3 milyar dolar değerindeki ilk partisi bile ülkenin bağımsızlığını kazandığından beri aldığı kredilerden çok daha yüksek. Örneğin Dünya Bankası’nın bir kolu olan ve kıtaya en çok borç veren kurumlardan biri olan Uluslararası Finans Kurumu 2011’de tüm Sahra-altı ülkelerine toplam 2.2 milyar dolarlık kredi çıkardı. Eşlik eden prosedür ve bürokrasi de dikkate alındığında, Batı’ya kıyasla Çin’den kredi almanın çok daha kolay olduğu da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Afrika ülkelerinin yönetimlerinin küresel finans sisteminin klasik liderleri yerine Çin alternatifini değerlendirmesi gayet anlaşılır.

Çin’in son dönemde Gana için ayırdığı yatırım paketi doğalgaz boru hatlarından hidroelektrik santrallere çeşitli projeleri kapsıyor. Brown’a bu konudaki yorumunu sorduğumda şu cevabı alıyorum. “Bu tip paketlerle ihalelere Çinli şirketlerin girdiği düşünülünce esasında Afrika tarafı için anlamlı bir girdi içermiyor. Bakanlıkların da bu anlaşmaları inceleme kapasitesi maalesef yok. Risk, finans ve maliyet-kazanç analizi gibi değerlendirmeler yapılmıyor dolayısıyla devlet bu meselede stratejik bir vizyon izleyemiyor. Yatırımlar büyümeye yol açacak mı? Toplumu dönüştürücü etkisi olacak mı? Üretkenliği artıracak mı? Tekstil gibi bazı sektörlerdeki gerilemeyi durduracak mı? gibi soruların yanıtı belirsiz.”

Hükümetin bütçe projeksiyonlarında beceriksiz olduğundan yakınan Çinli müteahhit Zuo’ya göre Çinli şirketlerin ihalelere düşük fiyatla girmesinin nedeni işi almayı garantilemek. “Halihazırda işgücünü ve ekipmanını Çin’den getirmiş olmanın yarattığı bir mecburiyet adeta. Yani daha fazla pazar payı istediğimizden değil, insanlarımıza iş vermeyi sürdürebilmek için daha çok pazara ihtiyacımız olduğundan.” Çoğu zaten kamu şirketi olan yol inşaat firmalarının işçileri işten çıkarması, Çin için ülke içinde daha büyük sorunlar yaratabilir. Projeyi kısa zamanda bitirmeye çalışmak da kalitenin düşmesine yol açabiliyor.

Ekonomik İlişkiler adlı bağımsız bir düşünce kuruluşunda uzman ekonomist olan Kwadwo Tutu benzer kaygıları dile getiriyor. “Ülkeler hayırsever olamaz. Tıpkı işadamları gibi sadece kendi menfaatleri için çalışırlar ve eğer kurallarınızı koymazsanız sizi kandırırlar. Afrika ülkeleri için en güvenli yol kendileri için avantajlı koşullar yaratmak üzere müzakere etmek.” Çin’in kazan-kazan sloganından, zengin bir ülke değil de üçüncü dünyanın bir parçası olmaktan dem vurmasıyla alay eden Tutu’ya göre bu söylemin gerçekle hiç alakası yok. “Çin gelişmekte olan bir ülke değil. Buna inanmak için aptal olmak lazım. Çinli yetkililer iklim değişikliğiyle ilgili zirvelerde aynı savı öne sürdüklerinde çok kızıyorum. Öte yandan Gana gibi ülkelerin yatırıma ihtiyacı var ve bu yardımı Batılı ülkelerden alamıyor.” Gana’nın Çin ile ilişkilerinde kendi kurallarını koyup koyamayacağını sorduğumda, ülkenin geçmişinden bahsetmeye başlıyor. “1960’larda şahane bir altyapımız vardı. Özellikle demiryolları şimdi berbat durumda. 1980 ve 90’larda yabancı yatırımların peşinde koştuk. Koşulları cazip hale getirdik. Oysaki çabalarımız tarıma yönelmeliydi. Şu anda daha önce çıkardığımızın on katı maden çıkarıyoruz ama karşılığında aldığımız ücret çok düşük. Madenciliğin sosyal ve çevresel tüm etkenlerini denkleme katacak olursanız elimize kalan %10’luk bir oran. Üstelik madenlerimizi de alıp götürüyorlar. İstesek de 10-20 yıl sonra gidip başka ülkeleri sömürecek şirketler oluşturacak teknik ve girişimci bir zemin hazırlayamayız. Böyle devam edersek, yeni keşfedilen petrol yatakları da tükenecek ve çocuklarımıza hiçbir faydası olmayacak.”

Sonuçta ortakları ister Çinli ister Batılı olsun pasif taraf hep Gana oldu. Eskiden Dünya Bankası’nda Gana temsilcisi olarak görev yapmış olan Albert Ossei, Afrika’nın bir kaldıraca ihtiyacı olduğu kanısında. “Afrika ülkelerinin kendilerine yarayacak anlaşmalar yapabilmesi için Çin ile tek başlarına müzakere etmeyi bırakmaları gerek. 44 ülke bu konuda birleşirse, Çin ile yapılan anlaşmaların koşulları Afrika lehine değişecektir. Hatta kendi aralarında ticareti geliştirecek altyapıyı bile Çinlilerden talep edebilirler. Çin’le ilişkiler Afrika’nın Batı ile ilişkilerinde de eşitlik ve denklik sağlamakta etkili olmalı. Batılı şirketler, Çinlilerden şikayet edeceklerine Afrikalıları yetiştirip şirketlerinde daha fazla istihdam sağlamalılar.”

IMANI adlı düşünce kuruluşunun kurucuları Kofi Bentil ve Franklin Cudjoe ile görüşmemizde konuştuklarımız da daha önce anlatılanlarla paraleldi. Çin devletinin soru sormadan para dağıtmasından hoşnut olan Ganalı elit kesimin Çin’i geleceğin anahtarı olarak gördüğünden bahsediyorlar. “Ancak soru sorması gereken biziz. Çin yandaşı ya da Çin karşıtı değiliz. Yalnızca Çin ilişkimiz ülkemize fayda sağlasın istiyoruz. Bu da kendi kendine olacak değil. Çin’in stratejisi var ama bizim yok. Bu yüzden bizden yararlanıyorlar. Kötü oldukları için değil biz akıllıca davranamadığımız için,” diyorlar. Çin’in kıtaya olan ilgisinin siyasi etkisine gelince, Pekin’in yatırımlarının despot liderlere yaradığını ve aydınların susturulmasına yardım ettiğini savunuyorlar. “Doğal kaynaklar tükeniyor ama insan kaynakları gelişmiyor. Artık Afrika’nın dünyanın kalanıyla yaptığı büyük takaslarda ne kazanıp ne kaybettiğini iyi hesaplaması gerekiyor. Gün gelecek kaynaklarımız tükenecek. Doğal kaynaklarımıza karşılık maksimum bedel ödenmedikçe insanlarımızı yetiştirmemiz mümkün değil. Çin’in bize Batı’dan daha çok ihtiyacı var. Nüfusu yaşlanan Batı’nın da insanlarımıza ihtiyacı var.”

Güney Afrika’dan sonra en büyük altın üreticisi olan Gana’da Çinliler yasal ve yasa dışı yollarla altın arama faaliyetlerini sürdürürken ormanları kesip doğayı cıva ile zehirliyorlar. Çinlilerin rüşvet ve yolsuzluğa meyilli olduğu ve daima ucuza kaçtıklarıyla ilgili hikayelerin haddi hesabı yok. Mesela Çinlilerin inşa ettiği Ulusal Tiyatro’nun birkaç yıl içinde çatısı akmaya başlamış. Genellemek doğru olmasa da, Çinlilerle ilgili algı bu yönde ve sağlam dayanakları var. Güncel göstergelere bakıldığında Gana yeni keşfedilen petrol ve doğalgaz yataklarıyla yükselişe geçmiş görünüyordu. İşgücü ve sanayii açısından genç nüfusu, yerleşmiş demokratik düzeni, sandıktan her defasında farklı iktidarların çıkması gibi nedenlerle ülkenin uluslararası imajı o kadar olumluydu ki Obama Afrika gezisinde ilk olarak Gana’yı ziyaret etmişti. Büyük miktarda sermaye yatırmak üzere bekleyen Çin’den başka büyük yeni oyuncular da fırsat kolluyordu. Böyle bir durumda eğitimli kesimin ülkenin halinden memnun olacağını sanırsınız ama durum pek öyle değil. Ne yaptığını bilmeyen, herhangi bir hedefi olmayan, vizyonsuz liderlerden kurtulmadıkça ülkenin gidişatının düzelmeyeceği kanısındalar. Yine de sivil toplum eylemcileri yılmadan çalışmaya devam ediyor. Yönetimden daha iyi performans, hesap verebilirlik, açıklık ve dürüstlük talep ediyorlar.

Demokrasinin fark yarattığına çok kez tanık oldum. Senegal’de değerli gayrimenkuller üzerine şaibeli anlaşmaların iptalini; Zambiya’da madencilerin maaşlarının yükseltilmesini sağladı. Bu bağlamda STK’ların rolü ve diyaloğun önemi çok büyük. Ganalı sivil eylemcilerin kazanımlarından örnek vermek gerekirse baraj inşaatına direnen köylülerden bahsetmeden olmaz. Kıtada toplam 70 baraj projesine imza atan Çinli Sinohydro şirketinin inşa ettiği Bui Barajını Çin’in Gana’da sürmekte olan en büyük projesi. Yap-İşlet-Devret modelinin uygulandığı projede müteahhit şirket yatırım maliyetini çıkarıncaya kadar barajı işletecek. Çin’in kıtadaki diğer anlaşmalarına benzer şekilde Gana maliyetin bir kısmını kakao ile geri ödemek zorunda. Baraj nedeniyle boşaltılacak köylerde yaşayanları harekete geçirmek isteyen sivil eylemciler, yerel halkı bilinçlendirerek, daha önce başka bölgelerde yerleri değiştirilmiş olan köylülerin çektikleri sıkıntıları görmeleri için turlar organize ederek haklarını aramalarını sağladı. Bunun başarılmasında dürüst ve eğitimli kabile lideri Bui Kralı Wuo’nun değerli katkısı çok önemli. Gerek toprak anlaşmaları gerek yönetimle yapılan müzakereler olsun Afrika’da köylülerin kandırılmasında, haklarının çiğnenmesinde çoğu eğitimsiz olan kabile liderlerinin payı büyük. Ne yazık ki kendi imtiyazlarını ve prestijlerini artırmak için parayla ya da hediyelerle kolayca manipüle edilebilir durumdalar. Basmakalıp kabile liderlerinden oldukça farklı olan Kral Wuo gibilerin de hakkını vermek lazım. Üniversite mezunu, mükemmel İngilizce konuşan Bui Kralı, devletin halkı için daha iyi koşullar sağlamasını garantilemiş. Gana hükümeti ile yaptığı anlaşmaya göre Çinli müteahhitlerin Bui halkı için konut, okul yaptırmasını sağlamış. Köylüler tazminat da almışlar ancak Kral Wuo baraj elektrik ürettiği sürece, kazancın yerel halkla paylaşılmasında ısrar etmekte yerden göğe haklı. Sonuçta aklı selim bir yönetici gelecek nesillerin hakkını da aramayı bilir.

–TANZANYA ve NAMİBYA —

1970’lerde Mao yönetimi altında inşa edilen TAZARA demiryolu hem Çin’in kıtayla olan dayanışmasını hem de nüfuzunu artırma niyetini ortaya koyması açısından önemliydi. Ancak daha önemlisi, Çin’in tek bir hamleyle daha evvel ABD ve SSCB’nin baskın olduğu oyuna dahil oluvermesini sağlamıştı. Tanzanya deniz kıyısındaki ekonomi başkenti Dar’a bağlanan yol şehrin kaderini değiştirdi. Dar’da yaşayan Çinlilerin sayısı her geçen gün artmakta. Şimdiden küçük ölçekli ticareti ele geçirmiş durumdalar. Hükümetin Çinlilere neden bu kadar hak tanıdığını sorgulayan sendikalar yetkililerden yanıt alamamaktan şikayetçi. Çinlilerin göçü gizlemek için hükümete çeşitli yardımlarda bulunduklarını düşünüyorlar. Yasaları bilmezden gelen Çinlilerin işçilere sendika hakkı tanımadığını söylüyorlar. Şartlar değişmezse 10 yıl içinde tüm Tanzanya ekonomisini Çinlilerin devralacağından korkuyorlar.

Atlantik kıyısında yer alan Namibya için Afrika’ya Çinli göçünün başatı denebilir. Başkent Windhoek’e vardığımda otuzlu yaşlarda bir işadamıyla buluştum. Hou Xuecheng beni arabasıyla alıp Çinli işadamları derneğine götürdü. “Çin’de kalsaydım bunlara asla sahip olamazdım,” diyerek bana park yerinde duran cip, son model bir lüks araba ve diğer araçlarını gösterdi. Çiftçi bir aileden gelen Hou, patron olmak istediği için anavatanını terk etmiş. Karısı Çin’de kalmış. Şimdi Namibyalı bir kadınla evli . Çinli göçmenler arasında işlerini kolaylaştırmak için yerlilerle yapılan sahte evliliklere sık rastlanıyor. Çin toplumunun baskılarından sıkılıp kaçanlardan biri olan Hou, Çin’de acımasız bir rekabetin hüküm sürdüğünü anlatıyor. Nüfus kalabalığından ne kamusal ne özel alanda yer kalmadığından yakınıyor. Hava kirliliğinin feci boyutlara ulaşması, gıda güvenliğinin olmaması da cabası. Çin’in hızlı büyümeyle ilgili nefes kesici hikayesini bilmeyen yok fakat ülkedeki gidişatın göçe yol açtığı şüphesiz. Hou gibiler Çin’de basamakları tırmanamayanların ya da yeterince yükselemediğini hatta ezildiğini hissedenlerin şansını bir de Afrika’da denediğinin somut kanıtı.

Angola sınırına yakın Oşikango’da kurulan Dragon City her şeyiyle bir Çin kasabası. Ejderha kenti anlamına gelen yerleşimin tapusu da Çinlilere ait. Geçmişte siyahların madencilik, bankacılık ve sigortacılık gibi sektörlerde çalışamadığı apartheid döneminin acısını çekmiş olan Namibyalılar, tecrübelerine dayanarak bu tip kasabaların çoğalmasını istemiyor. Aslında Oşikango gibi Çinlilerin ihracatını kolaylaştıran sınır ticari bölgeleri, asırlar önce Avrupalı güçlerin Afrika’nın batı kıyılarında kurduğu ticaret merkezlerinden farklı sayılmaz. Sömürgeciliğin henüz en başında kurulan bu yerlerin amacı, Afrikalıların yabancıların yaşam tarzı kadar parlak alet edavatlarına karşı iştahlarını kabartıp yeni pazarlar yaratmaktı. Zamanla kredi ve borç vermeye başladılar. Tam gaz sömürgeciliğe geçiş ise yerli halkların din aracılığıyla ideolojik açıdan yumuşatılmasını bekliyordu. Avrupalıların sayısının artmasıyla güç dengelerinde meydana gelen değişimler ve güvenliğin arttırılması meselesi de aynı amaca hizmet ediyordu. Afrikalılar başlarına geleni anlayana kadar iş işten geçmişti.

Çin’in izlediği yol da tamamen aynı değil ama çok benzer. Ülkelerine akın eden Çinli işçilerin ve tüccarların yasalara uymadığını, devlet adamlarının Çinlilerin isteklerini yerine getirdiklerini gördükçe yerli halk güçsüz kılınmış hissediyor haliyle. Zaten Namibya’da kime sorsan aynı endişeleri taşıyor. Çünkü ülkeyi yönetenlerin vizyonu olmadığının farkındalar. Çinlilerin menfaatine ülkeyi sattığı, yolsuzluk yaptığı için hükümeti, Çinlilerin hediyelere boğduğu siyasi eliti suçluyorlar. Aslında Namibya’da çok sıkı olan çalışma yasalarından Çinli şirketlerin adeta muaf tutulduğunu savunuyorlar. Wikileaks’e sızan ihale ve rüşvet olayları, üst düzey devlet adamlarının çocuklarına Çin üniversitelerinde verilen burs skandalı, Çin devlet başkanı Hu Jintao’nun yönetimindeki Nuctech şirketinin ihale skandalı vs. Dahası, tıpkı Namibya’nın iktidar partisi SWAPO gibi Afrika ülkelerinin çoğu ülkenin kurtuluş savaşını kazanmış olan partilerce yönetiliyor. Yönetimler de Çin çıkarlarına uygun biçimde davranıyor. Aynı şikayetler tüm kıtada yankılanıyor.

–SON SÖZ–

Açıkça ilan edilmemiş de olsa Afrika üzerinde yumuşak güç kurmaya yönelik bir küresel yarış olduğunu kavramak zor değil. Amerikalılar, Afrikalıları tutum ve değerleri yüzünden sürekli sindiriyorlar. AIDS’e karşı korunma, aile planlaması, yatarken cibinlik kullanılması gibi konularda sürekli gözdağı veriyorlar. Afrika’nın her köşesinde farklı kuruluşların mesajlarını taşıyan büyük panolara rastlamak sıradan. Sulak alanların korunması, bulaşıcı hastalıklarla mücadele vb. hakkındaki mesajlar uluslararası yardım kuruluşlarına ait. Çinlilerin ilanları ise stadyum, karayolu, havaalanı vb. daha somut ve büyük şeylere odaklı. Ekonomik gelişme yolunda Afrikalılarla el ele yürüdükleri iddiasındaki Çinliler bu mesajı devasa panolarla yaymak konusunda ısrarcı. Fakat, elbette ülkelerin gelişmesi beton dökmekle, bina dikmekle olmaz. Toplum için sözde dev proje uygulamalarını hatırlatıp durmaktan çok daha fazlasını yapmak gerekir. Yapıldıktan kısa süre sonra eskiyen köprülere, yağmurdan sonra asfaltı bozulan yeni yollara bakılacak olursa, Çinlilerin taahhüt ettiği çok şey lafta kalıyor. Düşük ihalelerle girdikleri projelerin maliyetini karşılamak için malzemenin kalitesini düşüren müteahhit şirketlerin yaptığı yollar, binalar kısa sürede yıpranıyor.

Çin’in Afrika kıtasına gösterdiği ilgiyi ele alırken kapsamlı düşünmek gerektiği kesin. Öncelikle cömertçe yapılan herhangi bir bağışı tam olarak anlamak için önce hayırsevere ne fayda sağlayacağına bakmak lazım. Emperyalizmde kaçınılmaz olarak yabancı egemenliği işe karışır ve hedef toplumun veya yönetimin önemli ölçüde değiştirilip, aniden veya kademeli olarak direncini kaybetmesiyle sonuçlanır. Japonya Kore’yi ele geçirdiğinde yazan Peter Duus durumu çok güzel ifade eder. “Emperyalizm, dış etkiye karşı kendisini savunamayan, daha zayıf daha az örgütlenmiş veya daha az gelişmiş bir toplum veya devlet gibi kullanabileceği bir kurban ister.” Sanayileşmeye bağlı olarak Avrupa ile dünyanın geri kalanı arasındaki teknolojik güç dengesinin bozulması sayesinde Batı’nın hızla toprak ele geçirip egemenlik kurması mümkün olmuştur. Afrika, Güney ve Güneydoğu Asya ve Okyanusya’da yaşayanlar Batılı askerlerin makineli tüfeklerine bir nebze karşı koyabilmişlerdir ama artık dokuma makinelerine ve Batılı tacirlerin etkisine dayanabilmeleri mümkün olamamıştır. Uzak pazarlara nüfuz etmek siyasi egemenlikle paralel ilerlemiştir.

Söz konusu Çin olunca birçok kişi, bu örneklerle benzeşmediğini düşünebilir. Ne de olsa Japonya gibi namlu doğrultarak Asya içlerine girmeye çalışmıyor ya da Batılı ülkeler gibi fethetme nihayetinde hakimiyet kurma gibi amaçlarla küresel pazarları zorlamıyor. Şimdiye dek Pekin’in de vurguladığı gibi Çin’in Afrika ile ilişkisinde kolonilere yer yok. Afrika’nın büyük kısmında hükümetlerce hoş karşılanan Çin devletinin barışçıl davrandığı tartışmasız ancak bazıları için balayının bittiğini gösteren işaretler günden güne artıyor.

Çin’in deniz aşırı emellerinin, kendileri gibi sömürge kurbanı olan ve kalkınma yolunda ilerleyen Afrikalılarla kardeşçe bir dayanışmadan kaynaklandığını öne sürse de, Afrika’nın sayısız köşesinde tanık olduğum kadarıyla gelişigüzel bile olsa yeni bir Çin imparatorluğu yükselmeye başladığı ortada. Şunu akılda tutmalıyız; imparatorluk dediğimiz şey, zaman içinde koşullara bağlı olarak biçim açısından muazzam değişmiştir. Örneğin 16. Yüzyılda ve 17. yy. başlarında Portekiz, İspanyol, İngiliz ve Hollanda devletleri dünya çapında sömürgeci ticaret merkezleri kurdular. O zamanlar, denizaşırı ülkelere hakim olma veya yabancı halkları yönetmeye yönelik yasaklayıcı eğilimini pek az dert ettiler. Yaklaşık bir asır sonra demiryolu ve gelişmiş silahlar gibi orantısız teknolojik avantajlar Avrupalıların lehine oyuna dahil olunca, Batılı ülkeler denizaşırı toprakları kapışma çılgınlığına kapılmıştır. İngiliz Tarihçi Eric Hobsbawm 1876-1915 arasında yeryüzünün çeyreğinin yarım düzine ülke arasında pay edildiğini söylerken tam da bundan bahsetmektedir. Geç Batı Emperyalizminin tarihinde bile koloniler apaçık sömürgeler, dolaylı yönetimler, etki alanları, çeşitli mandalar gibi farklı isimlerle anılmıştır. Hatta yine Batı’nın bulup Çin’in de kullandığı imtiyaz anlaşmaları yabancı kontrolünde ticari ve idari bölgeler yaratmıştır. Bu kalıplara uymamasına karşın Çin’in Afrika ile var olan ilişkisini tarihsel yaklaşımlara bağlayan önemli özellikler var. Emperyalizmin tutarlı bir belirleyici özelliği, özellikle son dönemde kendini gösterdiği biçimlerinde çarpışan güçler arasındaki siyasi ve ekonomik rekabetin birbirine bağlı oluşu. Egemenlikle ilgili herhangi bir küresel hırsı inkar etmesine rağmen Çin de apaçık biçimde küresel üstünlük için birileriyle mücadele ediyor. Bunun izlerini Afrika’nın her yerinde sürmek mümkün. Pekin, adeta Çin’in gücünü, nelere kadir olduğunu insanların gözüne sokmak istercesine dev projelere yönelerek sözümona hayırseverliğini gösteriyor. Kıtada 42 stadyum 54 hastane yapmış olmakla böbürleniyor. Çin’de İngilizce yayınlanan bir gazete haberi bunun arkasındaki motivasyonu özetliyor: “Son onyılda Çin’in Afrika yatırımları 75 milyon dolardan 2.9 milyar dolara çıktı. Çin etkisi her yerde.”

Lusaka’da görüştüğüm Çin büyükelçisinin hafif alaycı ifadeleri de bu sembolik rekabeti belli ediyor. “Amerikalıların inşa ettiği yol veya hastane yok. Onların topluma katkısı seçimler için sandık görevlisi yetiştirmek.” Oysa ABD’nin 2004’ten bu yana sadece Zambiya’da PEDFAR programıyla HIV mücadelesine harcadığı miktar 1,5 milyar dolar. 500 bin kişinin tedavisini sürdüren program sayesinde virüsün bulaşma oranı onyıllık süreçte önemli ölçüde düştü.

Çin’in rekabetçiliği ve nüfuz arayışı Afrika medyasına yaptığı yatırımlardan da anlaşılmakta. Çin devletinin resmi yayın kuruluşu CCTV, Nairobi’de bir televizyon kanalı kurmakta. China Daily gazetesi Afrika Weekly adıyla kıtayı konu alan haftalık bir dergi yayınlıyor. Pekin, Alliance Française veya Goethe Enstitülerine benzetebileceğimiz Konfüçyüs Enstitülerinin Afrika’ya yayılmasını finanse ediyor. Çince öğretme amacı güden bu kurumların Afrika ülkelerinin yararına olacağı aşikar. Yine de tüm bunları değerlendirirken, Pekin’in açık ve ezeli amacının nüfuzunu arttırmak olduğunu yadsımak naiflik olur.

Çin’in kıtadaki faaliyetlerinin özellikleri incelendiğinde geçmiş imparatorlukların kalıplarına rastlamak olası. Sömürgeci büyümenin en azgın dönemine yol açan yalnızca silahlar değil, 18. Yüzyıl ortaları ve 19. Yüzyıl başları arasında küresel ticaretin eşi görülmemiş boyutta yayılmasıydı. Batı’nın yeni imalat merkezlerinin bu muazzam büyümeyi devam ettirebilmesinin tek yolu yarattıkları yeni pazarları mala boğmaktı. Bu da yeni bir altyapı gerektiriyordu. Dünya çapında limanların, demiryollarının, karayollarının ve sonradan başkent merkezlerine dönüşecek idari bölgelerin kendi çıkarlarını güden Batılılar tarafından yapıldığını unutmamak lazım. İmalat sanayiine sahip güçlerin mallarını üretebilmek için uzak yerlerden hammaddelere ihtiyaçları vardır ve aynı zamanda ürettikleri malları dolaşıma sokmaları gerekir. Bu noktadan bakıldığında, neredeyse otarşiyle yönetilen Çin’in bir kuşakta aniden yükselip gezegenin fabrikasına dönüşmesi tesadüf değildir. Üstelik dünyanın hem demografik hem ekonomik açıdan en hızlı gelişen bölgesi hem de büyük oranda doğal kaynak zengini olan Afrika’da fazlasıyla iddialı bir biçimde altyapı mimarlığına soyunması da rastlantı olamaz.

Yine de geçmişteki imparatorluk kalıplarıyla çarpıcı biçimde paralellik gösteren özellik buradaki insan hareketi yani göçtür. Kimse son yıllarda toplam kaç Çinlinin Afrika’ya göç ettiğinden emin olamasa da en az 1 milyon kişi olduğu tahmini oldukça düşük kalıyor. Bu rakamların artacağı su götürmez bir gerçek. Ayrıca bu boyuta ulaşmış bir göçmen akını, muhtemelen göç ile kurulan imparatorluk hikayesinin son bölümlerine denk düşer. Portekiz, Mozambik’e yerleşimci göndermeye 16. Asırda başlamıştır. Lizbon işine gelecek bir düzen görüntüsü yaratmak için gayet ucuz bir yol seçmiş; kapsamlı bir idareciliğe girişmektense, yeni ticaret alanları açmakta yerleşimcilere güvenmiştir. Ayrıca dünya tarihinde buna en yakın örnek 1930’larda Japonya’nın 1 milyon vatandaşını kuzeydoğu Çin’de Mançurya’ya yerleşmeye göndermesidir. Gerçekleşememiş olsa da, Tokyo’nun asıl planı esnaf, çiftçi, girişimci gibi mesleklerden beş milyon Japonu Mançurya’ya yerleştirmek; böylece anakarada sömürge toplumuna hakimiyeti garantileyecek bir Japon nüfusu oluşturmaktı. Ancak bu kesinlikle provokasyon niyetiyle yapılmadı. İmparatorluk başkenti Tokyo ve kuzeydoğu Çin’e göçen Japonlar Mançurya’yı verimli topraklarıyla modern tarımla işlenmeyi bekleyen bir bereket bölgesi olarak efsaneleştirmişlerdi. Yeryüzündeki cennete dönüştürmek için o zamanın anlayışıyla iki tarafın da kazanacağı bir işe girişmişlerdi. Japonya’nın kendi deyimiyle çok daha yoksul ve düzensiz olan Çinli kardeşlerine açtıkları modernite ve medeniyet yolunu açacaklardı.

Bu örnekler her ne kadar birbirinden farklı olsa da, her ikisi de Çin ile Afrika ilişkisine benzerlik taşımakta. Modern sömürge yönetimi anlayışı henüz geliştirilmeden önce, Portekizliler uzaklarda bir diaspora halkının olmasının avantajlı ticaret ağları kurulmasına, siyasi nüfuzun yayılmasına yol açacağını anlamıştı. Hatta toplumdaki marjinal kesimlerden kurtulma ve bir bakıma bu kesimlere de zengin olmayı deneme ihtimali sunması nedeniyle yurtiçindeki sorunların azaltılmasını da sağladı. O zamandan bu yana diaspora kavramını tartışılır şekilde en kapsamlı şekilde geliştiren de muhtemelen Çinlilerden başkası değil. İnsafsız sömürgeci Batı’nın kendisine hiç yapmadığı teklifi Afrika’ya yaptığını savunan Çinlilerin kıtaya akınında nüfusu Çin’in onda biri olan Japonya’nın militarizmine benzer bir şey yok. Hatları belirsiz ancak yine de yukarıdan aşağı bir örgütlenme denebilir. Afrika’ya yeni gelen Çinlilerin hikayelerinde beni en çok etkileyen ortak özellik de buna bağlanabilir. Şans eseri kendilerini Mozambik, Senegal, Namibya veya başka bir Afrika ülkesinde bulmaları, yani ortada büyük bir gizli hatta kasıtlı bir plan olmayışı. Sonuçta bu, o kadar önemli de değil aslında. Önemli olan neticedir. Kazançlı altın sektörünün kontrolünü ele geçirmek isteyen binlerce Çinli göçmenin yerli reislere ve polis memurlarına rüşvet vererek kanunsuzca topraklarının yağmalamasını protesto eden Ganalılar gibi pek çok Afrika halkı için de sonuçların ne olduğu önemlidir.

SON