ETKİLİ İNSANLARIN 7 ALISKANLIGI
İçten Dışa
Durumu değiştirmek için önce kendimizi değiştirmemiz gerektiğini kavradık. Kendimizi etkili bir biçimde değiştirmek için de, önce algılarımızı değiştirmemiz gerekiyordu. Algıyla ilgili araştırmalarıma ek olarak, 1776’dan bu yana ABD’de yayımlanan başarıyla ilgili yayınları derinlemesine inceliyordum. Çalışmalarım beni 200 yıl boyunca yazılmış başarıyla ilgili yapıtlar yoluyla gerilere götürürken, yayınların içeriğinde şaşırtıcı bir seklin belirmeye başladığını fark ettim.
Son elli yıllık sürede yazılmış olan başarıyla ilgili kitapların çoğunun yüzeysel kaldığına gitgide daha çok inanmaya başladım. Bunlar toplumsal imaj bilinci, teknikler ve acil çarelerle; yani, toplumsal yara bantları ve aspirinlerle doluydu. Buna karşılık, ilk yüz elli yıllık süre içinde çıkan hemen hemen bütün kitaplar, başarının temeli olarak Karakter Etiği diye tanımlayabileceğimiz; dürüstlük, alçakgönüllülük, bağlılık, ölçülü olmak, cesaret, adalet, sabır, çalışkanlık, yalınlık,
Herkese İyilik Et seklindeki Altın Kural üzerinde duruyorlardı. Karakter Etiği, etkili bir yasamın temel ilkeleri olduğunu ve insanların, ancak bu temel
İlkeleri öğrenip kendi temel kişilikleriyle bütünleştirdikleri takdirde gerçek başarıyla sürekli mutluluğu yakalayabileceklerini öğretti. Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra başarıyla ilgili temel görüş açısı, Karakter Etiğ’inden Kişilik Etiği diye tanımlayabileceğimiz şeye doğru kaydı. Başarı daha çok, kişiliğin, toplumdaki imajın, tavır ve davranışların, insanlar arası etkileşim süreçlerini kolaylaştıran beceri ve tekniklerin sonucunda elde edilir oldu. Kişilik Etiği, temelde iki yoldan gelişiyordu:
- Biri insan ve halkla ilişkilerle ilgili teknikler,
- Diğeri de pozitif zihinsel tavırdı.
Bu kitaplardan bazıları karakterin, başarının bir parçası olduğunu bildiriyor, ama bir temel ve katalizör olduğunu kabul etmekten çok, onu bölümlere ayırıyordu. Karakter Etiği çoğu zaman lafta kalıyordu. Daha çok, çabuk etkileme teknikleri, güç stratejileri, iletişim ustalıkları ve olumlu tavırlar üzerinde duruluyordu.
Kişilik Etiğ’iyle, Karakter Etiği arasındaki farkları daha derinden düşünmeye başladığımda, esimle birlikte, çocuklarımızın iyi davranışlarından toplum içinde yarar sağladığımızı anladım.
Derin düşünce, inanç ve dualarımız sayesinde oğlumuzu yalnızca ona özgü özellikler çerçevesinde görmeye başladık. Onun içindeki (ancak kendi temposu ve hızıyla ortaya çıkabilecek) kat kat potansiyeli gördük. Gevşemeye ve çocuğumuzun yolunun üzerinden çekilmeye, onun kendi kişiliğinin ortaya çıkmasına izin vermeye karar verdik. Doğal rolümüzün oğlumuzu takdir etmek, ona değer vermek ve varlığının zevkini çıkarmak olduğunu gördük. Oğlumuzu tıpatıp kendimize benzetmekten ya da onu toplumsal beklentilere göre ölçmekten vazgeçtik. Onu kabul edilebilir bir toplumsal kalıba sokmak için nazikçe, olumlu bir biçimde yönlendirmeye çalışmaktan vazgeçtik. Çocuğumuz bu korumayla yetiştirilmişti. Bu nedenle başlangıçta biraz acı çekti. Bunu dile getirdiğinde, kabullendik, ama eskisi gibi de davranmadık. Dile getirilmeyen mesajımız suydu: “Seni korumamıza gerek yok. Aslında sorunlu biri değilsin.” Haftalar ve aylar geçtikçe oğlumuz da yavaş yavaş kendine güven duymaya ve kendisini kanıtlamaya başladı. Kendi tempo ve hızına göre gelişti. Standart toplumsal ölçütlere göre-akademik, sosyal ve sportif açılardan-hızla, doğal gelişim süreci olarak tanımlanan şeyin çok ötesinde göze çarpan bir gelişme gösterdi. Yıllar geçtikçe birkaç öğrenci derneğine başkan seçildi. Dört dörtlük bir atlete dönüştü ve eve “Pek iyilerle dolu karneler getirmeye başladı. Her tür insanla korkmadan anlaşabilecek çekici ve içtenlikli bir kişilik geliştirdi. Böylece başarı konusunda “Kişilik Etiğiyle “Karakter Etiği” arasındaki yaşamsal farkı çok kişisel bir düzeyde öğrenmiş olduk.
Birincil Ve İkincil Yücelik
Kişilik Etiğ’inin ögeleri, yani kişilik gelişimi, iletişimde ustalık eğitimi ve etkileme stratejileri ile pozitif düşünce alanındaki öğretilerin yararlı olduklarını, hatta bazen başarının temelini oluşturduklarını yadsımak istemiyorum. Aslında öyledirler. Ama bunlar birincil değil, ikincil özelliklerdir.
Bir defalık ya da kısa süreli insan ilişkilerinde isi idare edip, şirinlik ve ustalıkla iyi izlenimler bırakarak ve başkalarının uğraşlarıyla ilgileniyormuş gibi yaparak Kişilik Etiğ’inden yararlanabilirsiniz. Kısa süreli durumlarda etkili olabilecek, fazla zaman istemeyen kolay teknikler öğrenebilirsiniz. Ama ikincil özelliklerin uzun süreli ilişkilerde tek baslarına kalıcı bir değerleri yoktur. Köklü bir dürüstlük ve temelde güçlü bir karakter yoksa yasamın çetin sınavları er ya da geç gerçek amaçların yüzeye çıkmasına neden olur ve insanlarla ilişki konusundaki başarısızlık da, kısa süreli başarının yerini alır. İkincil Yücelik dediğimiz özelliğe sahip olan; yani, yetenekleriyle toplumda takdir gören birçok kişinin karakteri birincil yücelik ya da iyilikten yoksundur. Bu insanların, ister is arkadaşı, es, dost, ister kimlik bunalımı geçiren bir gençle olsun, bütün uzun süreli ilişkilerinde er ya da geç bunu görürsünüz.
Karakterini bildiğimiz için tam anlamıyla güvendiğimiz insanlar vardır. Güzel konuşmayı bilseler de bilmeseler de, insan ilişkileri tekniklerine sahip olsalar da olmasalar da, onlara güveniriz ve onlarla başarılı bir biçimde çalışırız.
Paradigmanın Gücü
Karakter Etiği ile Kişilik Etiği, toplumsal paradigmalara birer örnektir. Paradigma sözcüğü Yunancadan gelir. Başlangıçta bilimsel bir terimdi; günümüzde ise daha çok bir model, kuram, algı, varsayım ya da referans kaynağı anlamında kullanılıyor. Biraz daha genelleştirirsek, dünya “görüşümüzü belirtiyor; gözle görmek değil; algılamak, anlamak ve yorumlamak anlamında.
Paradigmalardan kastettiğimiz şeyi anlamanın en basit yolu onları birer harita gibi görmektir. Hepimiz, “haritanın arazi olmadığını” biliriz. Harita, sadece arazinin bazı belirli özelliklerinin bir açıklamasıdır. İste paradigma da tamı tamına budur. Bir kuram, bir açıklama ya da başka bir şeyin modelidir.
Diyelim ki Chicago’nun merkezinde belirli bir yere gitmek istiyorsunuz. Kentin yol haritası, istediğiniz yere ulaşmanıza yardımcı olacaktır. Ama diyelim ki size yanlış harita verildi. Bir baskı hatası yüzünden üzerinde “Chicago” yazılı harita aslında “Detroit ”in haritası. Bos yere nasıl didineceğinizi, gideceğiniz yere varabilmek için göstereceğiniz çabanın nasıl boşa çıkacağını düşünebiliyor musunuz?
Hepimizin kafasının içinde birçok harita bulunur. Bunlar iki ana gruba ayrılabilirler: Şeyleri oldukları gibi gösteren haritalar ya da gerçeklikleri ve şeylerin nasıl olmaları gerektiğini gösteren haritalar ya da değerler. Basımızdan geçen her şeyi bu zihinsel haritalara göre yorumlarız. Hepimiz cisimleri oldukları gibi gördüğümüzü, nesnel olduğumuzu düşünürüz. Oysa, durum böyle değildir. Biz dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz; ya da nasıl görmeye koşullandırılmışsak, öyle. Gördüklerimizi tanımlayabilmek için ağzımızı açtığımız zaman aslında kendimizi, algılarımızı ve paradigmalarımızı tanımlarız. Başkaları bizimle aynı fikirde olmadıkları zaman hemen onlarda bir aksaklık olduğunu düşünürüz.
Paradigma Değişiminin Gücü
Paradigma Değişimi terimini ilk kez Thomas Künh, son derecede etkili olan ve bir tür dönüm noktası sayılan “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı yapıtında kullanmıştı. Künh, bilimsel alandaki hemen hemen her önemli atılımın, öncelikle gelenekler, eski düşünce biçimleri, eski paradigmalarla olan bağların kopartılması anlamına geldiğini gösteriyor. Ünlü Mısırlı astronom Batlamyus (Ptolemi) için dünya, evrenin merkeziydi. Ancak Keperdik merkeze Güneş’i yerleştirerek bir “Paradigma değişimi” yarattı. Bir hayli direnç ve baskıya da neden oldu. Birdenbire her şey başka türlü yorumlanmaya başladı.
Newton’un fizik modeli düzenli bir paradigmaydı ve modern mühendisliğin de hala temelini oluşturuyor. Ama bütün değildi, tamamlanmamıştı. Olacakları önceden bilme ve açıklayıcılar açısından çok daha üstün bir değere sahip olan Einstein tarzı paradigma, yani görecelik paradigması ise bilim dünyasında bir devrim yarattı.
Bugünkü Amerika Birleşik Devletleri de bir paradigma değişiminin ürünüdür. Yüzyıllar boyunca geleneksel hükümet anlayışı, bir monarşiden ibaretti; kralların tanrısal hakları vardı. Sonra daha farklı bir paradigma geliştirildi: Halkın halk tarafından ve halk için yönetilmesi. Böylece bir anayasal demokrasi doğdu ve müthiş bir insan enerjisi ile zekasının önünü açarak dünya tarihinde benzeri bulunmayan bir yasam, özgürlük ve bağımsızlık, etki ve umut standardı yaratıldı. Bütün paradigma değişimleri olumlu yönde olmaz. Gördüğümüz gibi, Karakter Etiğ’inden Kişilik Etiğ’ine kayılması, gerçek başarı ile mutluluğu besleyen o köklerden uzaklaştırdı bizi. Paradigmalar, karakterlerden ayrılamaz. İnsan boyutunda; olmak, görmektir. Hızla kendimizi değiştirmezsek, bakış açımızı değiştirme konusunda fazla ilerleme kaydedemeyiz. Bunun tersi de doğrudur.
Paradigmalar güçlüdür. Çünkü onlar, arkasından dünyayı gördüğümüz merceği yaratırlar.
Değişim ister birdenbire olsun, ister ağır ağır, temkinli gelişsin; bir paradigma değişimindeki güç, çok önemli bir değişikliğin temel gücüdür.
Denizcilik Enstitüsü’nün dergisi Proceedings’de Frank Koch anlatmaktadır.
Eğitim filosuna verilmiş olan iki savaş gemisi birkaç gündür kötü hava koşullarında manevra yapıyorlardı. Ben, en öndeki savaş gemisinde görevliydim ve hava kararırken köprüde nöbetteydim. Yer yer sis vardı ve görüş alanı dardı. Bu nedenle komutan da köprüdeydi, bütün faaliyetleri denetliyordu.
Karanlık bastıktan kısa bir süre sonra köprünün gözetleme yerinde iskele tarafındaki nöbetçi haber verdi: “Işık. Sancak tarafında.”
Komutan seslendi: “Dümdüz mü ilerliyor, yoksa kıça doğru mu gidiyor?”
Nöbetçi, “Dümdüz ilerliyor, Komutanım,” diye cevap verdi. Bu, o gemiyle tehlikeli bir çarpışma rotası üzerinde olduğumuz anlamına geliyordu.
Komutan nöbetçiye emir verdi: “Gemiye mesaj gönder: Çarpışma rotasındayız. Rotanızı 20 derece değiştirmenizi öneriyoruz.”
Karsıdan su sinyal geldi: “Rotanızı 20 derece değiştirmeniz önerilir.”
Komutan, “Mesaj gönder,” dedi. “Ben komutanım. Rotayı 20 derece değiştirin.”
Karsıdaki, “Ben deniz onbaşıyım, rotanızı 20 derece değiştirseniz iyi olur,” diye yanıtladı.
Komutan bu arada iyice öfkelenmişti. Hırsla emretti. “Mesaj gönder! Ben bir savaş gemisiyim. Rotanızı 20 derece değiştirin.”
Karsıdaki ışıklarla işaret verdi: “Ben bir deniz feneriyim.” Rotayı değiştirdik.
İlkeler, deniz fenerleri gibidir. Onlar, karsı konulamayacak doğal yasalardır. İlkeler, uygulamalar değildir. Uygulama belirli bir etkinlik ya da eylemdir. Bir durumda ise yarayan bir uygulamanın bir diğerinde etkili olacağı kesin değildir. Bunu, ikinci çocuklarını da tıpkı birincisi gibi büyütmeye çalışan anne ve babalar hemen onaylayacaktır.
Uygulamalar duruma göre belirlenir. Buna karşılık ilkeler, evrensel kapsamı olan derin ve temel doğrulardır.
İlkeler, değerler değildir. Bir hırsız çetesi bazı değerleri paylaşabilir. Ama onlar sözünü ettiğimiz temel ilkelere aykırı davranırlar. İlkeler arazi, değerler ise haritalardır. Doğru lakeleri değerlendirdiğimiz zaman doğruyu elde ederiz; her şeyin nasıl olduğunu biliriz. Her türlü yasamda, bir dizi ardışık büyüme ve gelişme evreleri vardır. Bir çocuk dönmeyi, doğrulup oturmayı, emeklemeyi, sonra da yürüyüp koşmayı öğrenir. Her asama önemlidir ve zaman alır. Hiçbirisi atlanamaz. Ancak büyüme ve gelişmemizle ilgili doğal bir süreci atlayarak kestirmeden gitmeye kalktığımız zaman ne olur? Sıradan bir tenisçi olduğunuz halde daha iyi bir izlenim bırakmak için ustalarla oynamaya karar verirseniz, sonuç ne olur? Olumlu düşünce tek basına, bir profesyonelle etkili bir maç çıkarmanızı sağlayabilir mi?
Ya piyanoya yeni başlamış olmanıza karsın, dostlarınızı konser verecek düzeyde olduğunuza inandırırsanız? Çoğu zaman bilgisizliğin kabulü, eğitimimiz konusunda atacağımız ilk adım olur. Tokelau’nun öğrettiği gibi: “Durmadan bilgimizi kullanırken, gelişmemiz için gerekli olan bilgisizliğimizi nasıl hatırlayabiliriz?”
Tenis oynamak ya da piyano çalmak konusunda gelişim düzeyimiz bellidir. Bu konularda rol yapmak da olanaksızdır. Ama karakter ve duygusal gelişim konusunda aynı şey söylenemez. Bir yabancının ya da bir is arkadaşımızın karsısında “rol yapıp”, onu “kandırabiliriz.” Pozlar takınabiliriz. Bir süreliğine, en azından başkalarıyla birlikteyken bunu sürdürebiliriz. Hatta kendi kendimizi bile kandırabiliriz. Ama ben, çoğumuzun, için için nasıl biri olduğunu bildiğine inanıyorum ve bence, birlikte yasadığımız, birlikte çalıştığımız kişiler de bunu bilir.
Yeni Bir Düşünce Düzeyi
Albert Einstein’ın dediği gibi: “Karşılaştığımız önemli sorunlar, onları yarattığımız zamanki düşünce düzeyiyle çözülemez.”
Hem çevremize hem de kendimize baktığımızda ve Kişilik Etiğ’iyle yasayıp hareket ederken yaratılan sorunları gördüğümüzde, bunların, yaratıldıkları yüzeysel düzeyde çözülemeyecek kadar esaslı ve derin sorunlar olduklarını da anlarız. Bu derin kavramları çözümlemek için yeni, daha derin bir düşünce düzeyine; temelinde, etkili insanın ve etkileşim alanını doğru bir biçimde tanımlayan ilkeler olan bir paradigmaya gerek var.
Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı da, bu yeni düşünce düzeyi üzerinedir. Kişinin kendisiyle ve başkalarıyla ilişkilerinde etkili olmasını sağlayan, merkezinde ilkelerin, temelinde karakterin yattığı ve “içten dışa” diye tanımlanacak bir yaklaşımdır. “İçten dışa” su anlama geliyor: İnsan ilk önce kendisiyle; daha da önemlisi, benliğinin en iç kısmıyla; yani kendi paradigmaları, karakteri ve amaçlarıyla başlamalıdır ise. Buna göre:
- Mutlu bir evliliğiniz olmasını istiyorsanız, pozitif enerji yayan bir insana dönüşmelisiniz. Negatif enerjiyi güçlendireceğinize onu dışlamalısınız.
- Daha cana yakın, uyumlu bir çocuğunuz olmasını istiyorsanız, daha anlayışlı, empatimi, tutarlı, sevecen bir anne ya da baba olun.
- İsinizde daha rahat ve özgür olmayı istiyorsanız, daha sorumlu, daha yardımsever, daha fazla katkıda bulunan bir eleman olun.
- Size güvenilmesini istiyorsanız, güvenilir bir insan olun.
- Yeteneklerinizin tanınmasının sağlayacağı ikincil yüceliği istiyorsanız, önce dikkatinizi birincil olan karakter yüceliğine vermelisiniz.
“İçten dışa” yaklaşımı, genel zaferlerden önce özel zaferlerin geldiğini; kendi kendimize söz verip bunları tutmamızın da, başkalarına söz verip tutmamızdan önce geldiğini söyler. Bu yaklaşım; kişiliği karakterden önemli saymanın, kendimizi geliştirmeden başkalarıyla olan ilişkilerimizi geliştirmeye çalışmanın boşuna olduğunu açıklar. “İçten dışa”, bir süreçtir. İnsanın gelişmesi ve ilerlemesini denetleyen doğal yasalara dayanan sürekli bir yenileme sürecidir. Bu, yukarıya doğru bir büyüme sarmalıdır ve sürekli olarak sorumlu bağımsızlık ve etkili karşılıklı bağımlılığın daha yüksek derecelerine doğru uzanır. İçten dışa, çoğu kişi için dramatik bir paradigma değişimidir. Bunun en büyük nedeni, koşullandırılmanın güçlü etkisi ve Kişilik Etiğ’inin günümüzde geçerli olan toplumsal paradigmasıdır.
Hem kendi deneyimlerim, hem de binlerce kişiyle çalışırken edindiklerim ve tarihteki başarılı insanları ve toplumları dikkatle incelemem sonucu su kanıya vardım: Yedi Alışkanlığın temsil ettiği bütün ilkeler, zaten benliğimizin derinliklerinde, vicdanımızda ve sağduyumuzda bulunuyor. Onları tanıyıp geliştirmek ve en derin kaygılarımızla buluşurken hepsinden yararlanmak için başka türlü düşünmemiz, paradigmalarımızı daha yeni, derin ve “içten dışa” bir düzeye kaydırmamız gerekiyor.
Bu ilkeleri anlayıp yaşamlarımıza katmak için içtenlikle çaba harcarken T.S. Eliot’ın su gözlemindeki gerçeği tekrar tekrar keşfedeceğimize inanıyorum: “Araştırmalarımızdan vazgeçmemeliyiz. Bütün araştırmalarımız bizi sonunda başladığımız yere götürür ve bu yeri ilk kez tanımaya baslarız.”
YEDİ ALISKANLIK
Genel Bakış
Sürekli yaptığımız şey neyse, biz de oyuz. O halde mükemmellik bir eylem değil, bir alışkanlıktır. Aristo)
Alışkanlıklar yaşamımızdaki güçlü etkenlerdir. Tutarlı ve çoğu zaman da bilinçsiz davranış modelleri oldukları için, her gün sürekli olarak karakterimizi ortaya koyar ve etkili ya da etkisiz olmamıza yol açarlar.
Büyük eğitimci Horace Mann’ın da söylediği gibi: “alışkanlıklar bir halata benzer. Her gün bir ilmik daha atarız ve çok geçmeden halat koparılamayacak bir duruma gelir.” Ben, bu sözlerin son bölümünü kabul etmiyorum. Koparılabildiğini biliyorum. Alışkanlıklar öğrenilir de, unutulur da. Bütün doğal güçler gibi, yerçekimi hem bizimle birlikte, hem de bize karsı çalışır. Bazı alışkanlıklarımızın yerçekimi, su ara gitmek istediğimiz yere erişmemizi engelliyor olabilir. Ama dünyamızı bir arada, gezegenleri yörüngelerinde tutan ve evrenin düzenini koruyan da, yine yerçekimidir.
“Alışkanlıklar” Tanımlanıyor
Burada alışkanlığı, bilgi, beceri ve arzunun kesişmesi olarak tanımlayacağız.
Bilgi, kuramsal paradigmadır: Ne yapmalı ve neden?
Beceri: Nasıl yapmalı.
Arzu ise, dürtüdür: Yapma isteği.
Bir şeyi yaşantımızda alışkanlık haline getirmek istiyorsak, bu üçüne de sahip olmalıyız. Bir alışkanlık yaratmak her üç boyutta çaba harcamayı gerektirir. Olmak/görmek değişimi, yukarıya doğru uzanan bir süreçtir; olmak, görmeyi değiştirirken, görmek de olmayı değiştirir ve yükselen gelişme sarmalında ilerledikçe, böylece sürer gider. Bilgi, beceriler ve arzu üzerinde çalışarak yıllar boyunca belki de yapay bir güvence kaynağı olan eski paradigmalarla bağlarımızı koparabiliriz. Böylece kişisel ve kişiler arası etkinlik konusunda yeni düzeylere erişebiliriz.
Mutluluk, hiç olmazsa kısmen, simdi istediğimiz şeyi ileride isteyeceğimiz şey uğruna feda edebilme yeteneği ve arzusunun meyvesi olarak tanımlanabilir.
Yedi Alışkanlık, tek tek ya da parçalar halinde moral yükseltici formüllerden oluşan bir dizi değildir. Bunlar, doğal gelişim yasalarıyla uyum halinde, kişisel ve kişiler arası etkililiğin gelişmesinde sürekli artış gösteren, birbirini izleyen ve bir bütün oluşturan bir yaklaşımdır. Bu alışkanlıklar bizi Sürekli Olgunlaşma modeli içinde, önce bağımlılıktan bağımsızlığa, oradan da karşılıklı bağımlılığa götürür.
Yasamaya, başkalarına tamamen bağımlı bir bebek olarak baslarız. Bizi başkaları yönlendirir, besler ve destekler. Bu besleme olmazsa ancak birkaç saat, en fazla birkaç gün yasayabiliriz. Sonra doğumu izleyen aylar ve yıllar boyunca, fiziksel, duygusal ve ekonomik açıdan gitgide bağımsızlık kazanırız. Sonunda, basının çaresine bakabilecek, kendine güvenen, kendi isini görebilecek biri oluruz.
Gelişmemiz ve olgunlaşmamız sürerken doğada her şeyin birbiriyle karşılıklı bağımlı olduğunu, toplum dahil, doğayı yöneten bir ekoloji sistemi bulunduğunu gitgide daha iyi anlarız.
Sonradan, doğamızın en yüksek etki alanlarının başkalarıyla olan ilişkilerimizle ilgili olduğunu, yani insan yaşamının da karşılıklı bağımlılık olduğunu keşfederiz. Olgunluk denilen süredurum içinde, bağımlılık, sen paradigmasıdır. Benim bakımımı sen üstlenirsin; imdadıma sen yetişirsin; yardıma gelmeyen sensin; sonuçtan seni sorumlu tutarım.
Bağımsızlık, ben paradigmasıdır. Bunu ben yapabilirim. Ben sorumluyum. Ben kendime güvenirim. Ben bir seçim yapabilirim.
Karşılıklı bağımlılık, biz paradigmasıdır. Biz bunu başarabiliriz. Biz işbirliği yapabiliriz. Biz yeteneklerimizi ve becerilerimizi birleştirip birlikte daha büyük bir şey yaratabiliriz. Fiziksel bakımdan bağımsız olsaydım, kendi basıma hareket edebilirdim. Zihinsel açıdan kendi düşüncelerimi üretir, bir soyut düzeyden diğerine geçebilirdim. Analitik ve yaratıcı bir biçimde düşünür, düşüncelerimi anlaşılacak bir biçimde düzenleyip ifade ederdim. Duygusal açıdan kendi kendimi içten onaylardım. Beni iç dünyam yönlendirirdi. Bağımsızlığın, bağımlılıktan çok daha olgun bir düzey olduğu kolaylıkla anlaşılır. Pek az anlaşılan karşılıklı bağımlılık kavramı, birçok kişi için bağımlılıkla eşanlamlıdır. Bu nedenle insanların çoğu zaman bencil nedenlerle eslerini, çocuklarını terk ettiklerini ve her türlü toplumsal sorumluluktan kaçtıklarını görüyoruz. Bütün bunları bağımsızlık adına yapıyorlar. Yasam, doğal olarak, birbirine son derece bağımlı ayrıntılardan oluşur. Bağımsızlık yoluyla en yüksek etkinlik derecesine erişmeye çalışmak, golf sopasıyla tenis oynamaya benzer. Araç, gerçekliğe uygun değildir.
Karşılıklı bağımlılık çok daha olgun, çok daha gelişmiş bir kavramdır. Fiziksel açıdan karşılıklı bağımlıysam, kendisine güvenen yetenekli biriyim, ancak sunun da farkındayım: Siz ve ben birlikte çalışırsak, yalnız basıma en iyi koşullar altında başardığım şeylerin çok daha fazlasını başarabiliriz.
Karşılıklı bağımlı biri olarak, özümü diğer insanlarla anlamlı bir biçimde, derinden paylaşma fırsatı bulurum. Diğer insanların birikimlerine ve geniş kaynaklarına da erişebilirim. Karşılıklı bağımlılık, ancak bağımsız insanların yapabileceği bir seçimdir. Bağımlı insanlar, karşılıklı bağımlılığı seçemezler. Karşılıklı bağımlı bir dünyanın parçası olarak, bu dünyayla her gün iletişim kurmak zorundasınız. Ancak bu dünyanın ağır sorunları, kronik nitelikteki davaların üstünü kolayca örter. Kişiliğinizin diğer insanlarla bütün ilişkilerinizi nasıl etkilediğini görmek, çabalarınızı birbiri ardından, gelişmenin doğal yasalarıyla uyumlu bir biçimde yoğunlaştırmanıza yardımcı olur.
Üç Tür Varlık
Temelde üç tür varlık vardır: Fiziksel, parasal ve insani varlık.
Evli bir çift, ilişkiyi korumaktan çok altın yumurtaları, yani çıkarlarını düşünürse çoğu zaman duygusuz ve düşüncesiz olup çıkarlar. Sağlam bir ilişki için gerekli olan asgari nezaket ve saygıyı unuturlar. Birbirlerini yönetmek için kontrol manivelalarını kullanırlar. Dikkatlerini kendi gereksinimlerine verirler. Kendilerini haklı çıkarmaya çalışıp diğer esin hatalarını gösterecek kanıtlar ararlar. Sevgi, duygusal zenginlik, içtenlik ve uysallık azalmaya baslar.
BU KİTABIN KULLANIMI
Bütünü kavramak için kitabı bir kez basından sonuna kadar okuyabilirsiniz. Ancak bu malzeme, değişim ve gelişimle ilgili sürece eşlik etmesi için hazırlandı. Gitgide etkisi artacak bir biçimde düzenlendi. Her alışkanlığın sonunda da uygulamayla ilgili öneriler verildi. Böylece, hazır olduğunuzda, herhangi bir alışkanlığın üzerinde durup onu inceleyebilirsiniz İkinci önerim su: Bu malzemeye karsı kendi ilginizin paradigmasını, öğrencilikten öğretmenliğe kaydırın. İçten dışa bir yaklaşım seçin ve kitabı okurken bir amacınız da, bunu 48 saat içerisinde bir başkasıyla paylaşmak ya da tartışmak olsun. Öte yandan, öğrendiklerinizi başkalarıyla açık açık, dürüstçe paylaşırsanız, onların sizinle ilgili olumsuz yargı ya da algılarının kaybolmaya başladığını görerek şaşıracaksınız. Eğittiğiniz kişiler sizi değişen, gelişen bir insan olarak görecekler ve belki de birlikte, Yedi Alışkanlığı yaşamlarınızın birer parçası durumuna getirmek için çalışırken, size yardım etmek ve destek olmak için daha fazla istek duyacaklardır.
Sonuçta, Marilyn Ferguson’un dediği gibi: “Kimse bir başkasını değişmesi için ikna edemez. Hepimiz, ancak içeriden açılabilen bir değişim kapısında nöbet bekleriz. Bir başkasının kapısını tartışarak ya da duygulara seslenerek açamayız.”
İsin ilginç yanı;
- Başkalarının sizin hakkınızda ne düşündüğüne eskisi kadar aldırmamaya baslarken: Sizinle olan ilişkileri de dahil olmak üzere, kendileri ve dünyaları hakkındaki düşüncelerine önem vermeye başlayacaksınız.
- Artık duygusal yaşamınızı başkalarının zayıflıkları üzerine kurmayacaksınız.
- Ayrıca, değişmeyi daha kolay ve istenilecek bir şey olarak göreceksiniz. Çünkü benliğinizin derinliklerindeki öz aslında hiçbir zaman değişmez.
Bu alışkanlıklar üzerinde çalışırken, değişim ve gelişim kapısını açmanız için, büyük bir özenle sizi yönlendiriyorum. Kendinize karsı sabırlı olun. Kendini geliştirme süreci hassastır. Kutsal bir topraktır bu. Bundan daha büyük bir yatırım da olamaz.
Thomas Palin’in dediği gibi: “kolayca elde ettiğimiz şeyleri çok az önemseriz. Yalnızca bedelinin hakkı verilen şeyler değerlidir. Nimetlerine nasıl paha biçileceğini ise ancak Tanrı bilir.”
- ALISKANLIK
PROAKTİF OL
Kişisel Vizyon İlkeleri
Bu kitabı okurken kendinize dıştan bakmayı deneyin. Bilincinizi yukarıya, odanın bir kösesine doğru yollayıp kendinizi, kitabı okurken görmeye çalısın. Kendinize, hemen hemen bir başkası gibi bakabilir misiniz? Biz, duygularımızdan ibaret değiliz. Ruhsal durumlarımızdan da ibaret değiliz. Hatta düşüncelerimizden de ibaret değiliz. Bütün bunları düşünebiliyor olmamız, bizi bunlardan da, hayvanlar dünyasından da ayırır. Öz bilincimiz, dışarıdan bakıp kendimizi nasıl “gördüğümüzü; yani, etkili olmanın en temel paradigması olan kendi paradigmamızı incelememizi sağlar. Aslında kendimizi nasıl gördüğümüzü (ve başkalarını nasıl gördüğümüzü) hesaba katmadıkça, diğerlerinin kendilerini ve dünyalarını nasıl gördüklerini, bu konuda neler hissettiklerini anlamayı başaramayız.
Aslında üç toplumsal harita; insan doğasını açıklayan, birbirinden bağımsız olarak ya da bir arada kabul gören üç determinizm (belirleyicilik) kuramı vardır.
- Genetik (kalıtsal) determinizm, doğanızı temelde atalarınıza borçlu olduğunuzu söyler. Bu nedenle çabuk öfkeleniyorsunuz. Atalarınız da çabuk öfkelenirdi ve bu sizin DNA’nızda var. Örneğin İrlandalı iseniz, İrlandalıların doğası gereği, çabuk öfkelenmek sizin kanınızda var demektir.
- Psişik (ruhsal) determinizm, aslında her şeye annenizle babanızın neden olduğunu söylüyor. Yetiştirilme tarzınız, çocukluk deneyimleriniz, temelde karakter yapınızı ve kişisel eğilimlerinizi belirliyor. Bu nedenle bir topluluk karsısına çıkmaktan korkuyorsunuz. Annenizle babanız sizi böyle yetiştirmişler. Bir hata yaptığınız zaman kendinizi alabildiğine suçlu hissediyorsunuz, çünkü benliğinizin derinliklerinde çok savunmasız, zayıf ve bağımlı olduğunuz sırada içinize yer eden o duygusal senaryoyu “hatırlıyorsunuz”.
- Çevresel determinizm temelde her şeye patronunuzun ya da esinizin, ya da o şımarık yeni yetmenin ya da ekonomik durumunuzun ya da milli siyasetin neden olduğunu söylüyor. Durumuzdan, çevrenizdeki biri ya da bir şey sorumludur. Öz bilinç dışında, hayal gücü, yani şimdiki gerçeğimizin ötesindeki bir şeyleri kafamızın içinde yaratma yetimiz vardır. Doğru ve yanlısı, davranışlarımızı yöneten ilkeleri içten içe iyice bilmemizi, düşünce ve hareketlerimizin onlarla ne dereceye kadar uyumlu olduklarını anlamamızı sağlayan vicdanımız ve özgür irademiz, yani başka etkilere aldırmadan, öz bilince dayanarak hareket etme yeteneğimiz vardır.
En zeki hayvanlara bile bunların hiçbiri verilmemiştir. Bilgisayarla ilgili bir benzetme yapmak gerekirse; hayvanlar, güdü ve/veya eğitim yoluyla programlanmıştır: Onlar, sorumlu olacak biçimde eğitilebilir, ama bu eğitimin sorumluluğunu yüklenemez, yani bunu yönlendiremezler. Programlamayı değiştiremezler. Hatta bunun farkında bile değildirler.
Reaktif Model
“Proaktivite”nin Tanımı: Proaktivite sözcüğü, is yönetimi literatüründe oldukça sık rastlanılan, ancak birçok sözlükte yer almayan bir sözcüktür. İnisiyatifi ele almaktan çok daha öte bir anlamı vardır: İnsan olarak, kendi yaşamlarımızdan sorumlu olduğumuzu ifade eder. Davranışlarımız, koşullarımızın değil, kararlarımızın işlevidir. Değerlerimizi duygularımızdan üstün tutabiliriz. Bazı şeylerin olması için hem inisiyatifimiz vardır, hem de sorumluluğumuz. Doğamız gereği reaktif yaratıklarız. Bu tür bir seçim yaptığımız zaman reaktif (tepkisel) oluruz.
Reaktif insanlar, çoğu zaman fiziksel çevrelerinden etkilenirler. Hava iyiyse onlar da kendilerini iyi hissederler. Hava iyi değilse, bu, tutumlarını ve çalışmalarını etkiler.
Reaktif insanlar ise, havalarını birlikte taşıyabilir. Hava açmış, ya da yağmur yağmış, onlar için fark etmez. Onları gerçek değerler etkiler. Kaliteli is çıkarmaya değer veriyorlarsa, bunun, havanın uygun olup olmamasıyla bir ilgisi yoktur. Reaktif insanlar toplumsal çevrelerinden, “toplumsal havadan da etkilenir.
Reaktif insanlar, duygusal yaşamlarının merkezi olarak başkalarının davranışlarını seçer, diğer insanların zayıflıklarının kendilerini denetlemesine izin verirler.
Bir değeri anlık bir dürtünün önüne geçirme yeteneği, reaktif bir insanın özünü oluşturur. Reaktif insanları yöneten duygular, koşullar, olaylar ve çevreleridir. Reaktif insanı ise, değerler; dikkatle düşünülmüş, seçilmiş ve sindirilmiş değerler yönetir. Reaktif insanlar da fiziksel, toplumsal ya da psikolojik dış dürtülerden etkilenir. Ancak onların dürtülere bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde verdikleri tepki, değere dayanan bir seçim ya da tepkidir.
Elenir Roosevelt’in dediği gibi: “İzniniz olmadıkça kimse size zarar veremez.” Ya da Gandi’nin dediği gibi: “Biz kendi elimizle teslim etmedikçe, onlar özsaygımızı alamazlar.” Bize zarar veren, basımıza gelenler değil, onlara gösterdiğimiz tepkidir. Kuskusuz, bazı şeyler bize fiziksel ya da ekonomik açıdan zarar verip kederlenmemize yol açarlar. Ancak karakterimizin, temel kimliğimizin zarar görmesine hiç gerek yoktur.
İnisiyatifi Ele Almak
Doğamızın temelinde yatan, edilginlik değil, etkinliktir. Bu, hem belirli koşullara göstereceğimiz tepkiyi seçmemizi sağlar, hem de koşulları yaratmak için bize güç verir. İnisiyatifi ele almak; saldırgan, tiksindirici ya da itici olmak demek değildir. Olayların gelişimindeki sorumluluğumuzu kabullenmek demektir. Birçok kişi bir şeyler olmasını ya da birinin kendileriyle ilgilenmesini bekler. Ama sonuçta iyi islere girenler, sorun yaratan değil, sorunlara çözüm getiren, gerekeni yapmak için inisiyatifi ele alan, isini yaparken doğru ilkelere uyan kişilerdir. Tabii, kişinin olgunluk düzeyini de hesaba katmamız gerekir. Duygusal bakımdan bağımlı olan kişilerden yüksek derecede yaratıcı bir işbirliği bekleyemeyiz. İnisiyatifini kullanabilen kişilerle kullanamayanlar arasındaki fark, gerçekten de geceyle gündüz arasındaki fark gibidir. İs kuruluşları, halk toplulukları, aileler de dahil olmak üzere her türlü kurum reaktif olabilir. Reaktif kişilerin yaratıcılık ve beceri güçlerini bir araya getirecek kurum içerisinde reaktif bir kültür yaratabilirler. Kurumun çevreye boyun eğmesi gerekmez; ilgili kişilerin ortak değer ve amaçlarını değerlendirmek için inisiyatifi ele alabilir. Tutum ve davranışlarımız paradigmalarımızdan kaynaklandığına göre, onları incelemek için öz bilincimizden yararlanırsak, içlerinde temel haritalarımızın niteliklerini görebiliriz. Örneğin, kullandığımız dil, kendimizi ne ölçüde reaktif bir insan olarak gördüğümüzün çok gerçek bir göstergesidir.
Reaktif Dil Reaktif Dil
Yapabileceğim hiçbir şey yok. Seçeneklerimize bir bakalım.
İste ben böyleyim. Farklı bir yaklaşımı seçebilirim. Beni öyle kızdırıyor ki. Duygularımı kontrol edebilirim. Buna izin vermezler. Ben etkili bir sunuş yapabilirim. Bunu yapmam gerekiyor. Uygun bir tepkiyi seçeceğim.
Yapamam. Seçerim.
Yapmalıyım. Yeğliyorum.
Keşke. Yapacağım.
Reaktif dille ilgili ciddi bir sorun, onun kendi kendisini doğrulayan bir kehanet olmasıdır. İnsanlar, inanmaları gereken paradigmaya güçlü bir biçimde bağlanır ve bu inançlarını desteklemek için de kanıtlar gösterirler. Gitgide kendilerini yenilmiş ve denetimden çıkmış, yaşamlarını ya da kaderlerini yönlendirmekten aciz biri gibi hissederler. Dış güçleri suçlarlar. Koşulları, başkalarını, hatta yıldızları bile. Düştükleri durumdan onları sorumlu tutarlar.
İlgi Alanı/Etki Alanı
Kendi proaktivite derecemizi daha iyi kavramak için mükemmel bir yol da, zaman ve enerjimizin odak noktasına bakmaktır. Hepimiz bir dizi şeyle ilgileniriz: Sağlığımız, çocuklarımız, is yerindeki sorunlarımız, ulusal borç, nükleer savaş. Bunları, zihinsel ya da duygusal açıdan bizim için önem taşımayan şeylerden, bir “İlgi Alanı” yaratarak ayırabiliriz. İlgi Alanımızın içinde yer alanlara bakarken, gayet iyi görürüz ki, bazı şeyler gerçekten denetimimiz dışındadır. Diğerleri için ise bir şeyler yapabiliriz. Bu ikincileri daha küçük bir Etki Alanı içine alarak tanımlayabiliriz.
Enerji ve zamanımızın çoğunun odak noktasının bu iki alandan hangisi olduğuna karar vererek, proaktivite derecemiz konusunda çok şey öğrenebiliriz. Reaktif insanlar, çabalarını odak noktası olarak Etki Alanı’nı seçerler. Onlar, bir şeyler yapabilecekleri islerin üzerinde çalışırlar. Enerjilerinin doğası pozitiftir. Büyüyen ve mükemmelleşen enerjileri, Etki Alanı’nı da genişletir. Diğer yandan reaktif insanlar, çabalarına odak noktası olarak ilgi Alanı’nı seçerler. Dikkatlerini başkalarının zayıflıklarına, çevredeki sorunlara ve denetleyemedikleri koşullara verirler. Seçtikleri odağın sonuçları suçlayıcı davranışlar, reaktif bir dil ve gitgide artan bir yenilmişlik duygusu olur. O odaktan yayılan negatif enerji, bu kişilerin bir şeyler yapabilecekleri alanları ihmal etmeleriyle birleşince, Etki Alanı da küçülür.
İlgi Alanımızın içinde çalıştığımız sürece, oradaki şeylerin bizi denetlemesine izin veririz. Pozitif bir değişiklik yapmak için gerekli olan reaktif inisiyatifi ele almamış oluruz. Konumu, serveti, isi ya da ilişkileri nedeniyle, bazı durumlarda kişinin Etki Alanı, İlgi alanından geniş olabilir. Bu durum, insanın kendi kendine yarattığı duygusal bir miyopluğa yol açar. İlgi alanında yoğunlaşmış bir başka bencilce reaktif yasam tarzıdır bu.
Dolaysız ve Dolaylı Denetim ile Denetimsizlik
Karşılaştığımız sorunlar su üç gruptan birine girer:
- Dolaysız denetim (kendi davranışlarımızla ilgili sorunlar),
- Dolaylı denetim (başkalarının davranışlarıyla ilgili sorunlar),
- Ya da denetimsizlik (hiçbir şey yapamayacağımız sorunlar, örneğin geçmişimiz ya da mevcut durumla ilgili gerçekler).
Birtakım insanlar reaktif sözcüğünü saldırgan, küstah ya da duygusuz diye yorumluyorlar. Ama gerçek hiç de böyle değil. Reaktif insanlar, küstah değildir. Onlar zekidir, değerlere dayanır, gerçeği görür ve neye gerek olduğunu anlarlar.
Gandi’ye bir bakın. Onu suçlayanlar yasama meclislerinde Gandi’yi eleştirip duruyorlardı. Bunun nedeni, Hint halkını boyunduruğuna aldığı için Britanya İmparatorluğu’nu kınayan ilgi Alanı Retoriğine kendileriyle birlikte katılmamasıydı. Onlar aralarında tartışırlarken, Gandi pirinç tarlalarındaydı. Tarlalarda çalışanların arasında usul usul, sessizce, göze görünmeden Etki Alanını genişletiyordu. Çok genişleyen Etki Alanının gücüyle üç yüz milyon insanı siyasal sömürgelikten kurtardı.
“Olsaydılar ve “Olabilirimler
İlgimizin hangi dairenin içinde olduğuna karar vermenin bir yolu da “olsaydı ‘arla” “olabilirimler” birbirlerinden ayırt etmektir.
İlgi Alanı, olsaydı ‘arla doludur.
“Evimin ipotek borçları ödenmiş olsaydı, çok mutlu olurdum.”
“Keşke despot olmayan bir patronum olsaydı…”
“Keşke daha sabırlı bir kocam olsaydı…”
“Daha itaatli çocuklarım olsaydı…”
“Diplomam olsaydı…”
“Kendime ayırabileceğim daha fazla zamanım olsaydı…”
Etki Alanı ise, “olabilirim “erle doludur.
Daha sabırlı olabilirim.
Daha bilge olabilirim.
Daha sevecen olabilirim..
Bu, karakter odağıdır Değişim paradigması “dışarıdan içeriyedir. Bizim değişmemiz için önce dışarıdakinin değişmesi gerekir.
Reaktif yaklaşım içten dışa değişmektir. Farklı olmak ve farklı olarak, dışarıdaki etkeni olumlu yönde değiştirmektir. Daha verimli olabilirim. Daha yaratıcı olabilirim. Daha fazla yardımcı olabilirim.
Evlilik konusunda bir sorunum varsa, durmadan karımın hatalarından söz etmek bana aslında ne kazandırır? Sorumlu olmadığımı söyleyerek, kendimi güçsüz bir kurban durumuna düşürürüm; olumsuz bir konumda sıkışıp kalırım. Ayrıca karımı etkileme yeteneğim de azalır; dırdırcılığım, suçlamalarım, eleştirici tavırlarım, onun kendi zayıflığının doğrulandığını hissetmesine yol açar yalnızca. Durumumu düzeltmeyi gerçekten istiyorsam, denetimim altında olan o tek şeyin-yani kendimin-üzerinde çalışabilirim. Karımı hizaya getirmekten vazgeçip kendi zayıflıklarımla ilgilenebilirim. Herhalde karım da bu reaktif örneğin gücünü hisseder ve bana aynı biçimde karşılık verir. Ama bu yapsa da yapmasa da, durumumu olumlu bir biçimde etkilemenin tek yolu, kendimin, kendi benliğimin üzerinde çalışmaktır. Bazen yapabileceğimiz en reaktif şey; mutlu olmak, içtenlikle gülümsemektir. Mutluluk, mutsuzluk gibi, reaktif bir seçimdir. Etki Alanımızın içine hiçbir zaman girmeyecek şeyler vardır; iklim koşulları gibi. Ama reaktif insanlar olarak kendi fiziksel ya da toplumsal havamızı birlikte taşıyabiliriz. Mutlu olabilir ve o anda denetleyemediğimiz şeyleri de kabul edebiliriz. Bir yandan da, değiştirebileceğimiz şeyler üzerinde odaklanırız.
Davranışlarımızı ilkeler yönetir. Bunlarla uyum içinde yasamak olumlu neticeler doğurur; bu ilkeleri çiğnemek ise olumsuz sonuçlara neden olur. Herhangi bir duruma vereceğimiz tepkiyi seçmekte özgürüz. Ancak bunu yaparken tepkimizi izleyecek sonucu da kabul etmiş oluruz. “Bir değneği ucundan tutup kaldırdığımızda, diğer ucunu da kaldırmış oluruz.”
Kuskusuz, hepimizin yaşamında, sonradan yanlış değneği kaldırdığımızı düşündüğümüz anlar olmuştur. Seçimlerimiz, yaşamımızda istenmeyen bazı neticelere yol açmıştır. O seçimi tekrar yapma fırsatımız olsa, başka türlü davranırdık. Bu tür seçimlere hata deriz. Bunlar, üzerinde daha derin düşünmemiz gereken ikincil şeylerdir.
IBM’in kurucusu T.J. Watson’un dediği gibi: “Başarı, başarısızlığın uzak yanındadır.” Ancak, bir hatayı kabul etmemek, düzeltmemek ve bundan ders alamamak da, başka türlü bir hatadır. Bu, genellikle insanın kendini aldatmasına, haklı bulmasına, çoğu zaman da kendisine ve başkalarına akılcı açıklamalarda bulunmasına (akılcı yalanlar) neden olur.
Bizi en çok yaralayan başkalarının hataları, hatta kendi hatalarımız değil, bütün bunlara verdiğimiz karşılıktır. Bizi sokan zehirli bir yılanın pesinden koşmamız, zehirim bütün sistemimize yayılmasını sağlar yalnızca. Zehirim vücudumuzdan atmak için hemen önlemler almak, çok daha iyidir.
Öz bilinç ve vicdan gibi doğuştan gelen, insana özgü yetilerimiz sayesinde zaaflarımızın, düzeltilebilecek yanlarımızın, geliştirilebilecek yeteneklerimizin, değiştirilmesi ya da yaşamımızdan atılması gereken yanlarımızın farkına varırız. Sizi proaktivite ilkesini otuz gün denemeye davet ediyorum. Yalnızca deneyin ve neler olacağına bakın.
Otuz gün boyunca,
- Yalnızca Etki Alanınızın içinde çalısın.
- Önemsiz sözler verin ve bunları yerine getirin.
- Yol gösterici olun, yargıç değil.
- Örnek olun, eleştirmen değil.
- Çözümün parçası olun, sorunun değil.
Bunu evliliğinizde, ailenizde, isinizde deneyin. Başkalarının zayıflıklarını tartışmayın. Kendi zayıflıklarınızı da. Bir hata yaptığınızda bunu itiraf edip düzeltin. Bundan, anında ders alın. Başkalarını suçlamaya, hatayı onlara yüklemeye kalkışmayın. Denetiminiz altında olan şeylerin üzerimde çalısın. Kendi üzerinizde çalısın. Olabilirim ’in üzerinde çalısın.