Home » Kitap » Kitap Özeti : OUTLIERS – SIRADIŞI İNSANLAR- 2.Bölüm

Kitap Özeti : OUTLIERS – SIRADIŞI İNSANLAR- 2.Bölüm

BÖLÜM 5

JOE FLOM’DAN 3 DERS

Joe Flom büyük buhran yıllarında New York’ta Yahudi bir göçmen ailenin çocuğu olarak doğmuştu. Aile aşırı yoksuldu. Joe küçük yaşta avukat olmayı kafasına koymuştu. Azmetti, çalıştı ve Harvard’ı bitirdi. Tipinden ve Yahudi oluşundan dolayı iş için başvurduğu hiçbir büyük avukatlık firması onu kabul etmedi. Nihayet 3 avukatın kurduğu yeni yetme Skadden ve Arps firmasında iş buldu. Kısa sürede firmanın büyük ortağı oldu. Bugün Skadden ve Arps dünya çapında 23 ofiste 2000 avukatın çalıştığı, bir milyar $’ın üstünde ciro yapan, dünyanın en güçlü ve büyük avukatlık firmalarından biridir. Şirket satın alacaksanız veya şirketiniz satın alınıyorsa kendinizi ya bu firmaya emanet edersiniz, ya da ‘keşke etseydim’ dersiniz. Bu hikaye şimdiye kadar anlattıklarımı tekzip mi ediyor sizce? Yoksulluktan zirveye çıkan biri. Ne demiştik? Başarılı insanların başarısı bir tek kendilerinden kaynaklanmaz. Geldikleri yer ve bulundukları ortamın bir ürünüdürler. Joe’nun zekasını, kişiliğini veya hırsını bir kenara bırakalım. Tabii ki bunlara bolca sahipti. Ama diğer faktörlerin hepsi aleyhineydi, ancak hepsi beklenmedik şekilde fırsat ve avantaj teşkil etti. Joe’yu işe almayan o yılların büyük firmaları tamamen ‘beyazlardan’ oluşan, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı, kendini beğenmiş firmalardı. Genellikle şirketlerin vergi, hisse ihracı gibi işlerine bakar, tazminat davalarını ve şirket ele geçirme (takeover) davalarını küçümsedikleri için almazlardı. O yüzden 1950’lerde ve 60’larda Bronx ve Brooklyn’li Yahudi avukatların kapısına gelen davalar beyaz şirketlerin tenezzül etmediği tazminat ve daha da önemlisi, ‘vekaletname’ davalarıydı. Bir yatırımcı bir şirketi ele geçirmeyi kafasına koyunca yönetimi beceriksizlikle suçluyor ve hissedarlara gönderdiği mektupta şirket yöneticilerini genel kurulda devirmek için vekaletnamelerini istiyordu. Vekalet savaşlarında devreye Joe Flom gibi avukatlar giriyordu. Derken 1970lere gelindi. Piyasalar uluslararası hale geldi, para miktarı arttı. Yatırımcılar saldırganlaştı. Ele geçirmelerin sayısı ve büyüklüğü hızla artmaya başladı. Öyle ki 1970’lerin ortalarından 1980’lerin sonuna kadar birleşme ve ele geçirmelerde ortada dönen para her yıl %2000 artarak çeyrek trilyon dolara ulaştı. Eski ekol firmaların tenezzül etmediği tazminat ve ele geçirme davaları birdenbire bütün firmaların gözdesi oldu. Peki hukukun bu iki alanında kim uzmanlaşmış, kim tecrübe kazanmıştı? 10 – 15 yıl önce büyük firmalarda iş bulamayan Yahudi gençlerin kurduğu, bir zamanların marjinal ikinci sınıf avukatlık firmaları tabi ki. Bir alanda bir kere ün kazandınız mı, yeni müşteriler koşarak size gelir.

Bu öykü Bill Joy ve Bill Gates’inkine ne kadar benziyor değil mi? Onlar da hiçbir fayda ummadan tüm zamanlarını bilgisayar başında geçirmişler, PC devrimi başladığında da arkalarındaki 10.000 saatle yarışa çok önce başlamışlardı. Flom da Skadden ve Arps da 20 yıl boyunca dirsek çürütüp uzmanlaşmış, dünya değişiverince de yeni dünyaya hazır olmuştu. Joe olumsuzluğu yenmemişti; olumsuzluk fırsata dönüşmüştü. Başarı faktörleri arasında kişinin doğum tarihinin de büyük önem taşıdığını daha önce söylemiştik. Dev iş adamlarının (Rockefeller Vanderbilt) 1830 – 1840 arasında, yazılım dahilerinin 1954-1958 arasında doğduğu gibi, Newyorklu Yahudi avukatlar için de en büyük şans 1930’larda doğmuş olmaktı. 1930’ların büyük buhranında doğum oranları adamakıllı düşmüştü. O yüzden bu kuşağın çocukları az öğrencili okullarda iyi eğitim alıyorlar, üniversiteyi bitirince de fazla rakip olmadığından kolayca iş buluyorlardı. New Yorklu başarılı avukatların başka bir ortak noktası da aileleridir. 19. yy’ın sonlarıyla 20. Yy’ın başlarında Amerika’ya göç eden Yahudi göçmenler diğer ülkelerden gelen göçmenlere benzemiyordu. İrlandalı ve İtalyanlar Avrupa’nın yoksul taşrasında icarla çiftçilik yapan köylülerdi. Yahudiler ise, yüzyıllardır Avrupa’da toprak sahibi olmalarına izin verilmediğinden, şehirlere ve kasabalara toplanmışlar, esnaflık ve zanaat öğrenmişlerdi. Bakkallık, kuyumculuk, mücellitlik, saatçilik gibi mesleklere sahiptiler ancak en fazla terzilik, şapkacılık ve kürkçülük gibi giyim işi ile uğraşıyorlardı. Mesleklerini yeni dünyada da sürdürdüler. Öyle ki, 1900’lere gelindiğinde New York’ta giyim sektörü tamamıyla Yahudi göçmenlerin eline geçmişti. Giyim sektörü ise New York ekonomisinin en büyük ve en fazla gelir getiren sektörüydü. Oysa İtalyan ve İrlandalılarda aynı beceriler olmadığından amele, hizmetçi veya inşaat işçisi olarak iş bulabiliyorlardı. Yahudiler kendi kendilerinin patronuydu. Kararlarının ve tuttukları yolun sorumluluğu kendilerine aitti. Kafalarını ve hayal güçlerini kullanıyorlardı. Yaptıkları işte gayretlerinin ödülünü alıyorlardı. Ne kadar çok çalışırlarsa o kadar çok para kazanıyorlardı. Bu üç şey: kendi başına karar ve sorumluluk almak, kompleks bir görev ve gayretle ödül arasındaki orantı, yapılan işten tatmin olmak için mutlak gereken niteliklerdir. Nihayetinde 9’dan 5’e kadar bizi mutlu eden şey kazandığımız para değil, yaptığımız işte tatmin olmaktır. Bu üç kritere sahip işin bir anlamı vardır. Bill Gates Lakeside okulunda klavye başına geçtiğinde de, Beatles her gece 8 saat çalmak durumunda kaldığında da aynı tatmini yaşadıklarından pes etmemişlerdi. Yapılan işin bir anlamı yoksa tam bir hapishanedir. O yüzden hukuk, tıp ve benzeri bir mesleklerde en üst kademelere ulaşmak isteyenlerin çıkaracağı ders şudur: Yeterince sıkı çalışırsanız, kendinizin değerini kanıtlarsınız, kafanızı ve hayal gücünüzü kullanırsanız dünyayı istediğiniz gibi şekillendirebilirsiniz.

Sonuçta çok başarılı New York avukatlarının üç ortak özelliği şunlardır: Yahudi olduğu için vaktiyle ‘beyazlar’ tarafından dışlanmak , anlamlı iş yapan ebeveynin çocuğu olmak ve 1930’larda doğmuş olmak. Bu üç avantaj bugünkü konumlarına gelmelerinde en önemli etkendir.

KISIM 2: KÜLTÜREL MİRAS

BÖLÜM 6

HARLAN, KENTUCKY

Harlan kasabası başta olmak üzere Kentucky Eyaletinin Appalaş Dağlarındaki bölgede kan davaları çok yaygındır. Bunun sebebi yoğun ve çeşitli araştırmalara konu olmuş ve sonunda sosyologların ‘şeref kültürü’ adını verdiği bir tür töreye dayandığına karar verilmiştir. Şeref Kültürleri, Sicilya, Bask gibi dağlık ve toprakları çok az verimli bölgelerde kök salar. Kayalık bir yamaçta yaşıyorsanız tarım yapamadığınızdan keçi ve koyun beslemeye yönelirsiniz. Çobanlık (hayvan yetiştiriciliği) çevresinde gelişen kültür, tarım çevresinde gelişen kültürden çok farklıdır. Bir çiftçinin yaşaması, çevresindekilerle işbirliği ve yardımlaşma içinde olmasına bağlıdır. Fakat bir çoban kendi başınadır. Çiftçiler gece vakti tüm varlıklarının ellerinden alınacağı korkusunu yaşamazlar çünkü ekili ürünü toplamak kolay değildir. Oysa hayvan sahipleri her an mallarının çalınacağı korkusunu taşırlar. O yüzden sert olmaları gerekir: sözleri ve davranışlarıyla zayıf olmadığını kanıtlamalıdır. Şanına gelecek en ufak bir lafa karşı savaşmaya her an hazırdır. İşte şeref kültürü budur. Bu dağlık ve bereketsiz topraklarda şiddet çok yaygındır. Sert ve acımasız çevre koşullarına karşı çok sıkı aile bağları kurarak ve aşiret içinde yaşayarak kendilerini korurlar. Kan bağına sadakat her şeyden üstündür. Cinayet oranları tüm ülkeden yüksek olduğu halde hırsızlık ve kapkaç daha düşüktür.

Şeref Kültürü yalnızca doğduğunuz veya anne – babanızın doğduğu yerle sınırlı değildir. Dedelerimizin ve onların dedelerinin nerede ve nasıl büyüdüğüne kadar gider. O bölgede yaşamış biri, aile hayvancılığı çoktan terk etmiş, tahsil yapmış, çok para kazanmış olsa bile aynı davranışları sergiler. Kültürel miraslar şiddetli güçlerdir. Derin kökleri ve uzun ömürleri vardır. Onları yaşatan koşullar değişse bile nesiller, nesiller boyu tutum ve davranışları etkilemeyi sürdürür.

Outliers’da şimdiye kadar başarının ne zaman ve nerede doğduğunuz, ailenizin ne iş yaptığı, yetişme şartlarınız gibi pek çok avantajın birikiminden yükseldiğini gördük. İkinci kısımda, atalarımızdan tevarüs ettiğimiz gelenek ve tutumların aynı rolü oynayıp oynamadığını göreceğiz. Kültürel mirasları ciddiye almak suretiyle insanları yaptıkları işte daha iyi hale getirebilir miyiz?

BÖLÜM 7

UÇAK KAZALARININ ETNİK TEORİSİ

Kore Hava Yolları 20. Yy’ın ortalarından sonuna kadar geçen sürede çok ciddi kazalar yaptı. Öyle ki, uçak düşme oranı iyi havayollarının 17 katına çıktı. Fakat 2000’den bu yana Korean Air’in güvenlik kaydı lekesizdir. Bugün herhangi bir hava yolu kadar güvenlidir. Şirket bu başarıyı ancak kültürel mirasın önemini kabul ettikten ve ona göre önlem aldıktan sonra elde edebildi.

Uçak kazaları gerçek hayatta filmlerdeki gibi pek ani olmaz. Motorun bir parçası bir arızadan dolayı patlayıp alev almaz. Tipik bir ticari uçak evinizdeki ekmek ısıtıcı kadar güvenlidir. Uçak kazaları daha ziyade küçük zorlukların ve görünüşte önemsiz arızaların birikimi sonucudur; tıpkı bütün sanayi kazaları gibi. Tipik bir kazada hava pek fazla değil ama pilotu strese sokacak kadar kötüdür. Genellikle tarifenin gerisinde olduğundan pilotlar acele etmektedir. Uykusuz ve yorgundur, berrak düşünemez. Pilotlar birlikte hiç uçmamış olduklarından aralarında anlaşma sıkıntısı vardır. Derken hatalar başlar. Bir de değil; tipik bir kaza birbirini izleyen 7 insan hatası sonucudur.

Her biri tek başına olsa kaynayıp gidecek hatalar. Üstelik bu 7 hata bilgi ve uçuş becerisi yetersizliğinden de kaynaklanmaz. Pilotun kritik bir teknik manevra yapmak zorunda kalıp başaramaması da değildir olay. Uçak kazalarına yol açan hatalar zinciri takım çalışması ve iletişim eksikliğinden kaynaklanır hep. Bir pilot önemli bir şey fark eder fakat nasılsa diğerine söylemez. Bir pilot bir hata yapar diğeri fark etmez. Kritik bir durumun bir dizi işlemle düzeltilmesi gerekir ve her nasılsa pilotlar koordinasyonsuzluktan bir işlemi atlar. Tüm kokpit iki kişi tarafından idare edilecek şekilde tasarımlanmıştır. Birbirlerini sürekli olarak hem kontrol etmeleri, hem de işbirliği gerekir. Ancak genelde kazalarda olan şudur: Kaptan uçuş koltuğunda oturur. Yardımcı pilot bir hata görünce ikazını hiç vurgulamadan, yumuşak, ima şeklinde yapar. Kaptan duymasa veya durumu düzeltecek hareketi yapmasa bile sesini yükseltmeye çekinir. Hata düzeltme işlemleri yapılmadığından sonunda kaza gerçekleşir.

Hollandalı Profesör Hofstede’nin uzun araştırmalar sonucu oluşturduğu Güce Uzaklık indeksi (Power Distance Index- PDI), hiyerarşi karşısındaki tutumu, yani bir kültürün otoriteye verdiği değeri ve gösterdiği saygıyı ölçümler. Hofstede ‘Kültürün Sonuçları’ adını verdiği eserinde şunları yazar: “Düşük indeksli ülkelerde güç sahipleri güç sahibi olmaktan adeta utanırlar ve güçlerini saklamaya çalışırlar. Liderler resmi sembollerini bırakıp gayri resmi statülerini vurgular. Düşük indeksli Avusturya Başkanı bazen işine tramvayla gider. Hollanda Başbakanını Portekiz’de bir kampta karavanıyla tatil yaparken gördüm. Böyle şeylere rastlamak, yüksek indeksli Fransa ve Belçika gibi ülkelerde neredeyse imkansızdır.”

Bu fark Almanya ile Fransa arasında da çok belirgindir. İki ülkenin aynı sektörde, aynı büyüklükteki imalat fabrikalarını karşılaştıran bir araştırmada Fransız fabrikalarında çalışanların ortalama %26 sının, Alman fabrikalarında ise %16 sının yönetim kadrosunda olduğu görülmüştür. Ayrıca Fransızlar tepe yöneticilerine Almanlardan çok daha fazla ücret öderler. Bu da iki ülkenin hiyerarşiye yönelik tutum farkından kaynaklanır. Fransızların güç mesafe indeksi Almanların iki katı olduğundan, hiyerarşiye Almanların hiç duymadığı şekilde ihtiyaç duyar ve destekler. Yüksek indeksli kültürlerde astlar üstlerine itiraz edemezler, kolay kolay fikirlerini beyan edemezler. Havacılık sektöründe bu durum vahim sonuçlara yol açar. Bu kültürden gelen yardımcı pilotlar, kaptanı ve kule görevlisini kendinden yukarda gördüğü için olumsuzluk veya hata durumunda ikazları yetersiz, itirazları ise hiç yoktur. O yüzden gerekli tedbirler zamanında alınamaz ve kaza kaçınılmaz olur.

En yüksek PDI’lı 5 ülke:

  1. Brezilya 2. Kore 3. Fas 4. Meksika 5. Filipinler

En düşük PDI’lı 5 ülke:

  1. ABD 2. İrlanda 3. Güney Afrika 4. Avustralya 5. Yeni Zelanda

Korean Air’da ast – üst ilişkisi o kadar katıydı ki yatılı uçuş aralarında genç pilotlar kaptana yemek yapmaktan tutun da hediyelerini satın almaya kadar pek çok şeyden sorumluydular. “Amir kaptandır; o neyi; ne zaman, nasıl canı isterse öyle yapar. Karşısında herkes sessizce oturup hiçbir şey yapmaz “ geleneği ve anlayışı hakimdi. Yüksek güç uzaklık indeksli kültürlerde iletişim yalnızca dinleyicinin bütün dikkatini verebildiği ve imalar, üstü örtülü ifadelerin gerçekte ne anlama geldiğini çözmeye vakit olan durumlarda işe yarar. Fırtınalı bir gecede kokpitin içinde bitkin bir pilotun aletsiz iniş gerçekleştirmeye çalıştığı durumlarda değil.

Nihayet 2000 yılında Korean Air harekete geçerek dışarıdan bir uzmanla anlaştı. Uzman önce pilotların İngilizcesini sınadı zira havacılık dünyasının dili İngilizceydi. Pilotlar dünyanın herhangi bir yerindeki hava kontrol kulesiyle konuşurken bu dili kullanırlar. O yüzden pilotlar yoğun dil eğitimine tabi tutuldular. Uçuşa başlamadan önce başvurulan checklist İngilizce düzenlendi. Pilotların kokpitte kendi aralarında İngilizce konuşması istendi. Bunun ayrıca şu faydaları oldu: Pilotların esas sorunu, ülkelerinin kültürel mirasının ağırlığının altında eziliyor olmalarıydı. Kore dilinin iki kişi arasındaki yakınlığa ve saygıya göre değişen altı çeşit hitap şekli vardır. Bu da kaptanla yardımcısı arasında katı hiyerarşiye yol açıyordu. İngilizce de sen – siz farkı dahil böyle farklı hitap şekli olmadığından İngilizce sayesinde aralarındaki ilişki de yumuşuyor ve eşitleniyordu. Söz konusu uzman, kültürel mirasların önemli, güçlü, yaygın ve kalıcı olduğunu biliyordu fakat kimliğimizin ayrılmaz bir parçası olmadığına inanıyordu. Koreliler kültürlerinin bu özelliklerini dürüstçe kabul ederse, havacılık dünyasına uygun olmayanları değiştireceklerinden emindi. Nitekim bu teşhis doğru çıktı.

Korean Air’ın hiyerarşisinde, kaptandan ve yardımcı pilottan sonra yer alan uçuş mühendisleri yeniden eğitilip Batı havayollarına transfer edildiler. Tecrübeli fakat en alt basamaktaki bu kişiler kültürlerinin kısıtlayıcı bağlarından kurtulunca yeni pozisyonlarında son derece başarılı oldular. Bu örnek de göstermektedir ki , kültürün, tarihin ve birey çevresindeki dünyanın mesleki başarı üzerinde ne kadar etkili olduğunu anladığımız zaman çaresiz olmadığınızı da anlar ve başarısızlıktan başarı öyküsü yazabiliriz. Her birimizin zaaflarıyla-güçleriyle, eğilimleriyle dirençleriyle farklı kültürlerden geldiğini kabul etmek neden bu kadar zor? Kim olduğumuz, nereli olduğumuzdan ayrılamaz. Bu gerçeği dikkate almadığımız zaman düzeltme olasılığını da kaybederiz.

BÖLÜM 8

PİRİNÇ TARLALARI VE MATEMATİK TESTLERİ

Güney Çin’de bugün Sanayi bölgesi olan İnci Nehri deltası ve Guang Zhou bir zamanlar tamamen pirinç tarlalarından ibaretti. Bugün bile Nan Ling dağlarına yaslanmış dalgalı tepeler Çin’in önemli pirinç yetiştirme bölgelerinden biridir. Pirinç Çin’de binlerce yıldır üretilmektedir. Japonya’dan Singapur’a kadar doğu Asya’ da pirinç yetiştirme teknikleri Çin’den yayılmıştır. Pirinç tarlaları buğday tarlası gibi topraktaki bitki, taş vs temizlenerek ekime açılmaz, inşa edilir. Pirinç tarlaları ya girift teras dizileri halinde yamaçlara oyulur, yahut da bataklıklarda veya nehir çevresindeki ovalarda büyük emek sarf ederek inşa edilir. Sulanması gerektiğinden etrafı setle örülür. En yakın kaynaktan su kanalları kazılır. Setlere, bitki belli bir seviyeye kadar su altında kalacak şekilde su akışını ayarlayan delikler açılır. Suyun süzülüp gitmesini önlemek için tarla tabanının kil olması gerekir fakat pirinç fideleri sert kile ekilemeyeceğinden kilin üstü yumuşak çamurla kaplanır. Kil çanağı adı verilen bu toprak parçası adeta bir mühendislikle öyle ayarlanır ki hem bitki optimum seviyede su altında kalsın, hem de fazlası akıp gitsin. Gübreleme de ayrı bir hünerdir. Başta insan dışkısı, çeşitli maddelerden oluşan gübrenin verilme miktarı ve zamanı doğru ayarlanmazsa faydadan çok zarar getirir. Ekim zamanı geldiğinde çiftçinin önünde yüzlerce tohum seçeneği vardır. Her tohumun artıları ve eksileri olduğundan en iyi verimi alacak şekilde bir defada 10’un üstünde türde, oranı mevsimine göre değişen tohumların karışımının ekilmesi gerekebilir.

Aile tohumları önce özel hazırlanmış tohum yatağına eker. Birkaç hafta sonra fideler oradan alınıp 15 cm aralıkla sıralar halinde tarlaya dikilir ve dikkatle büyütülmeye başlanır. Yabani otlar elle ayıklanır. Böceklerden arındırmak için her fidan bambu taraklarla tek tek taranır. Bu arada su seviyesi tekrar tekrar kontrol edilir. Fidanlar olgunlaşınca tüm aile, akrabalar ve arkadaşlar bir araya gelerek ürünü çabucak hasat ederler ki yağışsız kış mevsimi başlamadan yeniden ekim yapılabilsin. Güney Çin köylerinde üç öğün lapa yenir. Varlık ve sosyal statü pirinçle ölçülür. Kısacası pirinç hayattır.

Şu rakamları yüksek sesle okuyun: 4,8,5,3,9,7,6. Gözünüzü uzaklaştırıp 20 saniye içinde rakam dizinini ezberleyip tekrar etmeye çalışın. Diliniz İngilizce ise, dizini tam hatırlama şansınız %50 dir. Ama eğer Çinli iseniz, her tekrarınızın doğru olması neredeyse kesindir. Peki ama neden? Çünkü biz insanlar sayıları iki saniyelik hafıza çevrimine depolarız. O iki saniyelik süre içinde söylediğimiz veya okuduğumuz her şeyi kolayca hatırlarız. İngilizceden farklı olarak Çincede 4,8,5,3,9,7,6 dizisini okumak sadece 2 saniye sürer. Bir dilde sayıları telaffuz etmek için gereken süre ile o dili konuşanların hafızası ters orantılıdır. Bu alanda ödül, Hong Kong’da konuşulan Kanton Çincesinindir.

Ayrıca, bütün doğu Asya dillerinde 10’dan büyük sayıların okunuşu çok daha mantıklıdır. 20’ye iki on, 35’e üç on 5 denmesi gibi. Kesirlerde de aynı kolaylık vardır. Böylece kafadan 5 işlem yapmak kolaylaşır. Batılı çocukların ilkokuldan itibaren matematikle arası bozulur. Bunun başlıca sebebi dil yapısının ve temel kurallarının matematiği anlamayı zorlaştırmasıdır. Aksine, Asyalı çocuklar aynı şaşkınlığa düşmez. Sayıları daha kolay hatırlar, işlemleri çabucak yaparlar ve böylece matematikten zevk alırlar. Bu avantaj sayesinde Çinli, Güney Koreli, Japon öğrenciler ve o ülkelerden yakın zamanda Batı’ya göç edenler ulusal ve uluslararası matematik testlerinde Batılılara nazaran üstün başarı göstermektedirler.

Korelilerin köklü kültürel mirası uçak kullanmada sorun yaşatırken Asyalıların bu kültürel mirası da 21. Yy’da avantaj sağlamaktadır. Evet, kültürel miraslar önemlidir. Daha kaç kültürel miras 21. Yy’ın gerçekleri üzerinde etkili kim bilir? Pirinç tarlalarının en önemli özelliği, kil çanaklarının küçüklüğüdür. Her biri bir otel odası büyüklüğünde olan bu çanakların 2-3 tanesi tipik bir köylü ailesinin tüm geçim kaynağıdır. O yüzden köylüler şafak sökmeden işe koyulup, en iyi verimi almak için gün boyunca gübreleme, su seviyesini ayarlama, yabani otları ve haşereleri ayıklama ile uğraşırlar. Bir pirinç tarlasına verilen emek, aynı büyüklükteki mısır veya buğday tarlasına verilen emeğin 10 ila 20 katıdır ve bir yılda 3000 saate ulaşır. Bu nedenle, Asyalıların çalışkanlık geleneği hayatlarının her alanına yansır, Batıya göç edenlerde bile. Batı’daki bir üniversitenin kampüsüne gidin, herkes ayrıldıktan sonra Asyalı öğrenciler hala kütüphanededir. Çalışma şevki muhteşem bir şeydir. Gerçekten sıkı çalışmak başarılı insanların ilkesidir. Bu kitapta incelediğimiz bütün kişi ve gruplar hep yaşıtlarından fazla çalışarak bu başarıyı elde etmişlerdir. Bir araştırmada bir grup lise öğrencisine, ev ödevi olarak verilen bir matematik sorusunu çözmeye uğraşırken cevabı bulamayacaklarına inanıp bırakmaları ne kadar sürer diye sorulmuş ve 30 saniye ile 2 dakika arasında cevabı alınmıştır. Ancak bu süre bazı kişi ve gruplarda 22 dakikaya kadar çıkmaktadır. Öyle bir ülke düşünün ki bu azim istisna değil köklü bir kültürel miras olsun! Her yıl eğitimcilerden ve idarecilerden oluşan uluslar arası bir grup tüm dünyada ilköğretim okulu öğrencilerine kapsamlı bir matematik ve fen testi uygular. Öğrencilerden teste başlamadan önce çok çeşitli konulardan oluşan 120 soruluk kapsamlı bir formu doldurmaları istenir. Bazı öğrenciler sıkılıp formun tamamını doldurmazlar. İşin ilginci şudur: formda cevaplanan soru sayısı ülkeden ülkeye değişir. Öyle ki, katılımcı ülkelerin sıralaması, cevap verilen soru sayısına göre yapılabilir. Ve daha da ilginci bu sıralama ülkelerin başarı sıralamasıyla tıpa tıp aynıdır. Başka bir deyişle öğrencileri upuzun bir formun bütün sorularını tek tek cevaplayacak sabrı, azmi ve konsantrasyonu gösteren ülkeler, problemleri en iyi çözen ülkelerdir. O yüzden matematik olimpiyatları tek bir matematik sorusu sormadan da yapılabilir. Bütün yapacağınız şey, öğrencilere ağır çalışmaya ne kadar hevesli olduklarını ölçen bir ödev vermektir. Ona bile lüzum yok; çalışma ve gayret göstermeye hangi ulusal kültürlerin en fazla ağırlık verdiğini bilmek bile yeter. Peki her iki listede hangi ülkeler başı çekiyor? Cevap hiç de şaşırtıcı değildir. Singapur, Güney kore, Çin, Tayvan, Hongkong ve Japonya. Beşinin de ortak yönü, pirinç tarımı geleneğinden gelen ve çalışmaya en büyük değeri veren kültürlere sahip olmalarıdır.

BÖLÜM 9

Yaz tatili ve başarı

Amerika’nın kuruluş yıllarında her topluluğun, kasabanın, köyün kendi başına üstlendiği eğitim düzenine 19.yy da çeki düzen verilmek üzere girişim başlatıldı. İnsanlar genelde ancak yeni fikirlere şekil verirler ve çıkış noktamız hep mevcut durumdur: bildiğimizden yola çıkıp bilmediğimize ulaşırız. O zamanki reformcuların bildiği, tarım mevsimlerinin düzeniydi. O yüzden okul takvimi ekim – hasat – dinlenme dönemlerine göre ayarlandı. Toprağın fazla işlenmesiyle tükendiği ve nadasa bırakılması gerektiği gibi, zihinlerin de fazla çalışma ve öğrenmeyle sulanacağına inanılıyordu. Bunu önlemek için uzun bir yaz tatili gerekliydi. Yaz tatillerinin eğitim üzerindeki etkisi pek az dile getirilir, vazgeçilmez bir olgu olarak görülür. Ancak öğrencilere okul yılının başında ve sonunda yapılan testler nasıl çocukların yıl içinde ne kadar öğrendiklerini gösteriyorsa, yaz tatilinin başında ve sonunda yapılan testler de çocuğun tatil döneminde ne kadar öğrendiğini veya unuttuğunu gösterir. Bu testlerde varlıklı çocukların tatil döneminde bilgi ve görgülerinin daha da arttığını, yoksul çocukların ise aksine azaldığını görmekteyiz. Bunun başlıca sebebi, daha önce de sözünü ettiğimiz yetiştirme farkıdır. Varlıklı aileler yazın da çocuklarının kamplarla, kitaplarla öğrenimini sürdürmesini sağlarken, yoksul çocukların tek seçeneği televizyondur. Bu durum bize eğitim sonunun ters yönden ele alındığını gösterir. Sınıfları küçültme, müfredatı değiştirme, her öğrenciye bilgisayar verme gibi önlemler uzun uzun tartışılmaktadır. Oysa alınacak en birinci önlem okul günü sayısını arttırmaktır. Böylece hem varlıklı – yoksul farkı kalkar, hem de çocuklar daha iyi eğitim alır. Asyalı çocukların matematik sınavlarında kaydettiği üstünlüğün başka bir sebebi de budur zira Asya ülkelerinde uzun tatiller yoktur. Amerika’da ortalama okul günü sayısı 180 iken Güney Kore’de 220, Japonya’da 243’tür. Yine böyle bir uluslararası testte çocuklara cebir, yüksek matematik ve geometri sorularının kaç tanesini sınıfta işledikleri sorulmuştur. Amerikalı lise son çocukları bu soruya % 54 oranında, Japon çocukları % 92 oranında işledik cevabını vermişlerdir. Okul yılı 243 gün olursa sonuç farklı olabilir mi? Amerika’da Newyork’tan başlayarak pek çok eyalette en yoksul semtlerde deneysel KIPP okulları açılmıştır. Bu okullarda çocuklar sabah yedi buçuktan akşam beşe kadar ders görmekte, daha sonra da yediye kadar ev ödevi, spor takımları gibi etkinliklere katılmaktadırlar. Cumartesileri 09-13 arası okul vardır. Bu da geleneksel devlet okullarından %50 – % 60 daha fazla öğrenim süresi demektir. Normal eğitimde “ya batarsın, ya çıkarsın” yaklaşımı hakimdir. Öğretmen ateş eder gibi dersi anlatır, anlayan anlar, anlamayan anlamaz. Süre uzun olunca öğretmenin dersi açıklaya açıklaya anlatmasına ve öğrencilerin de konuyu tekrar edip hazmetmesine vakit olur. Program zor mu? Zor. Ağır mı? Ağır. Fakat sonuçta yoksul muhitlerden gelen çocukların %84’ü kendi sınıf seviyelerindeki çocukların ortalamalarından daha üstün başarı gösteriyor. % 90 ‘ı özel liselere burs kazanıyor. % 80 ‘i üniversiteye girebiliyor, hem de çoğunlukla ailelerinde bir ilk olarak. Şimdiye kadar incelediğimiz örnekler gösteriyor ki başarı, öngörülebilen bir yol izler. Başarılı kişiler en zeki kişiler değildir. Öyle olsa Chris Langan gibi pek çok dahi Einstein’ın tahtını paylaşırdı. Başarı yalnızca kendi başımıza aldığımız kararların ve gösterdiğimiz çabaların toplamı da değildir. Sıra dışı başarılılar kendisine fırsat verilmiş ve bu fırsatları yakalayacak gücü ve azmi gösteren kişilerdir. Hokey oyuncuları için Ocak ayında doğmuş olmak, Beatles için Hamburg’da her gün 8 saat çalışmak, Bill Gates için hem doğru zamanda doğmak, hem de lisede bilgisayar terminali bulunması, Joe Flom ve aynı dönemin diğer New Yorklu avukatları için büyük firmalarda iş bulamamak ve bu firmaların 20 yıl boyunca tenezzül etmediği ele geçirme davalarını kabul etmek hep fırsattı ve onlar da değerlendirdiler. Gerçek bu kadar basit olduğu halde hep göz ardı edilir. En iyi, en zeki, ‘kendi başına becermiş’ efsaneleri gözümüzü o kadar kamaştırır ki sıra dışı başarılıların topraktan hüda-i nabit bittiğine inanırız. Bill Gates’e bakıp böylelerinin dünyaya her zaman gelmediğini düşünürüz. Oysa bir düşünün: 1968 de tek bir çocuğa değil de bir milyon çocuğa BS terminali şansı verilseydi bugün kaç tane Microsoft olurdu! Daha iyi bir dünya yaratmak için rastgele şansların ve avantajların yerine herkese fırsat tanıyan bir toplum oluşturmalıyız. Her öğrenciye yepyeni bir okul, oyun alanları, bilgisayar, daha küçük sınıf, iyi eğitim almış öğretmen verilmesi tabii ki çok iyi olur. Ama bir yerden başlamak gerekir ve en doğru nokta da onlara daha uzun okul süresi fırsatını tanımaktır.

SON SÖZ

Bir Jamaica Hikayesi

1784 te William Ford adlı bir Irlandalı Jamaica’ya ayakbastı. Bir kahve plantasyonu satın alan Ford, köle pazarında görüp beğendiği bir köleyi kendine cariye yaptı. Çiftin John adını verdikleri bir oğulları oldu. O tarihte bir köle kolonisi olan Jamaica’da on siyaha karşı bir beyaz yaşadığından, beyaz-siyah birlikteliği çok yaygındı. Doğan melez çocukların kuşaklar ilerleyip renkleri açıldıkça toplum içindeki statüleri de o oranda artıyordu. İlk kuşakta kölelikten azad edilen melez, renk açıklık sıkalasında ilerledikçe doktor, avukat, vali veya meclis üyesi olabiliyordu. Ford soyunun ilk melezi John papaz, oğlu Charles gıda toptancısı oldu. Charles’ın iki oğlundan biri öğretmen biri fabrikatör oldu. Kızı Daisy de öğretmen oldu. Kendisi gibi bir öğretmenle evlenip Faith ve Joyce adında ikiz kız doğurdu. Daisy olağanüstü bir kadındı. Açık teninden gurur duyuyor, kızlarının da mutlaka okuyup daha iyi birer konuma gelmelerini istiyordu. O tarihlerde Jamaica’da eğitim sistemi berbattı. Çocuklar, eğer varsa, tek odalı ahırlarda 14 yaşına kadar okuyabiliyorlardı. Devlet lisesi veya üniversitesi yoktu. Becerebilenler öğretmen okuluna, olağanüstü başarılıları da çok az sayıdaki bursu kazanıp özel okullara gidiyorlardı. Özel okullar korkunç pahalıydı.

Joyce ve Faith 1935 te 4 yaşındayken adayı ziyaret eden Profesör William Macmillan döndükten sonra İngiltere’nin kolonilerdeki tutumunu sert bir şekilde eleştiren “ Batı Hint adalarından uyarı” adlı bir kitap yazdı. Okulların alt seviyedekiler için anlamı olmadığını, sosyal farklılıkları derinleştirmekten başka bir işe yaramadığını anlattı. Kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra Karaiblerde büyük isyanlar çıktı. Paniğe kapılan İngiltere Mac Millan’ın önerisini ciddiye alıp, diğer reformlar yanında, 1941 de başarılı öğrencilerin özel okullara gidebilmesini sağlayan çok sayıda burs tahsis etti. Ertesi yıl Joyce ve Faith burs sınavına girip adanın en iyi özel okullarından birini kazandılar. Böylelikle lise eğitimine kavuşmuş oldular. 3-4 yıl önce doğmuş olsalardı asla eğitimlerini tamamlayamayacaklardı. Joyce hayatının akışını doğduğu tarihe, Mc Millan’ın ziyaretine, isyancılara ve burs kazanması için ders aldıran annesine borçluydu. Üniversite çağı geldiğinde, Daisy Joice’u İngiltere’ye gönderebilmek için gerekli büyük meblağı Çinli komşusundan aldı. Böylece Joyce’un hayatını etkileyecek biri daha oldu. Londra’da üniversiteye giden Joyce bir partide Graham adlı bir İngiliz Matematikçi ile tanıştı. Joyce ve Graham evlenip Kanada’ya yerleştiler. Graham matematik profesörü, Joyce da başarılı bir yazar ve aile terapisti oldu. Tepede güzel bir ev yaptılar. Üç oğulları oldu. Graham’ın soyadı Gladwell. Onlar benim anne ve babam. İşte annemin başarı yolundaki hikayesinde gördüğünüz gibi, onu doğuran annesinin azminden tutun da karşısına çıkan insanlar, fırsatlar ve hatta şans olmasaydı muhtemelen bugün hala Jamaica’nın bir köyünde eğitimsiz yaşıyor olacaktı. Bütün bu imkanlar diğerlerine de tanınsaydı düşünün kim bilir kaç kişi daha bugün güzel bir evde dolu dolu bir hayat yaşayacaktı. Süper star avukatların, matematik dahilerinin, bilgisayar girişimcilerinin olağanüstü kişiler olduğunu düşünürüz hep. Fakat değiller. Onlar tarihin ve yaşadıkları toplumun, fırsatların ve kültürel mirasın ürünüdürler. Başarıları gizemli veya istisnai değil, bazılarını hak ettikleri, bazılarını hak etmedikleri, bazılarını kazandıkları, bazılarının şans eseri karşılarına çıktığı bir dizi avantaj ve durumların sonucudur. Ve hepsi de kim olduklarının üzerinde kritik etkiye sahip sıra dışı insanlar aslında hiç de sıra dışı değillerdir. Bu fırsat ve avantajlar daha ne kadar çok kişinin yoluna çıkar ve onlar da bunu değerlendirirse, sıra dışı başarılıların sayısı da o kadar artacaktır.