Nietzsche’nin “Tanrının öldüğünü” ilan ettiği, akılcılık (rasyonalizm) ve olguculuğun (pozitivizm) hayatın her alanına hakim olmaya başladığı, buna uymayan metafizik içeriğe sahip dinlerin insanlar üzerindeki etkisinin en aza ineceğinin –hatta zaman içerisinde yeryüzünden silineceğinin- düşünüldüğü dönem 19ncı yüzyılın sonlarıdır. Zaman içerisinde, dinlerin yerinin sadece insanların vicdanı ile ibadethaneler olacağı ve hayattan çekilip belirleyici unsur olmaktan çıkacağına dair kehanet, bu tarihten daha yüzyıl geçmeden boşa çıkmıştır. John Micklethwait ve Adrian Wooldridge’nın 2009 tarihli “Tanrı Geri Döndü” adlı kitabı, bu kehanete bir asır sonra verilen cevap niteliğindedir. Bugün dünyada, dinin etkisi gittikçe artmakta ve dinin, gün geçtikçe hayatın her alanında kendisini yer bulacağı ve gelecekte etkisini daha da artıracağı çokça ifade edilmektedir. Fütüristler, geleceğin dünyasını dinsel kavramlar etrafında şekillendirirken, insanların daha dindar olacağını, çıkacak yeni sıcak/soğuk savaşın dinler ekseninde gelişeceğini söylemektedirler.
13ncü yüzyılda büyük medeniyet hareketi kesintiye uğrayan, Osmanlı İmparatorluğu ile 18nci yüzyıla kadar dünya liderliğini taşıyan ve son iki yüzyıldır batı uygarlığının saldırı ve ithamları altında kendine güvenini kaybeden[1] İslam dünyası da, bu değişimden kendisine düşen payı almıştır. İslam coğrafyasında yeşeren hareketler, Batının sömürüsü ve batı ekseninde kurulmuş rejimlerin baskı/zulmü altında zaman içerisinde kendini geliştirerek bugün seslerini daha gür çıkarır hale gelmişlerdir. Batıya karşı savunmacı bir dille yolan çıkan İslami hareketler, her taraftan gelen yoğun ve şiddetli tazyike karşı kendini koruyabileceği küçük cemaat gettoları oluşturmakla başladığı serüvenini, zaman içinde ulusalcılık akımıyla çizilen sınırlar dâhilinde İslami hükümetler/devletler kurma idealine yükseltmiş. Dünyada tartışılan eksen kayması ve modernizmin (batıcılığın) iflas edeceğine dair emarelere İslam coğrafyası; suni ulus sınırlarını aşkın bir “Medeniyet Tasavvuru” geliştirilmesi fikri ile eşlik etmektedir. Bununla birlikte İslam coğrafyasında akan kanın, yaşanan iç/dış çatışmaların, küresel emperyal hesapların dâhilinde yapılan operasyonların şiddeti de daha artmaktadır. Bu durum, bu coğrafyanın seslendirmeye çok kısık sesle başladığı medeniyet tasavvurunu gerçekleştirme potansiyeline sahip olduğuna dair önemli bir delilidir. Bütün İslam coğrafyası kan gölü, yoksulluk ve yoksunluk içinde yüzerken, iç çatışmaların en yoğun yaşandığı bölge olurken ve dünyada gelecek yıllarda yıldızı parlayacak ülkeler olarak Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler gösterilirken, İslam’ın Batı tarafından potansiyel düşman olarak algılanması; İslam’ın içkin olan bu potansiyel ile ilgilidir ve Batı uygarlığı bu potansiyeli fazlasıyla farkındadır.
Yeni Bir Medeniyet İnşası
“Türkiye ve İslam dünyası önemli tarihi döneminden geçmektedir. Önemli sorunlarla birlikte tarihi fırsatlarla da karşı karşıyayız.”[[2]
İçinde bulunduğumuz süreçte İslam coğrafyası yeniden bir uyanışın sancıları en derin ve acılı şekilde yaşamaktadır. Yeni bir medeniyet inşası, savunmacı dil yerine inşacı aklın öncelenmesi çok sık konuşulan/yazılan konular hale gelmiştir günümüzde. “Bu coğrafya, bu millet yeni bir medeniyet için çıktı yola…”[3] benzeri cümleler daha sık kurulur oldu yazılarda ve konuşmalarda. İslam dünyası üç yüzyılın ardından Batı medeniyetinin karşısını çıkıp meydan okumanın ve hayatın her alanında yeniden üretmenin, alternatif bir medeniyeti insanlığa sunmanın hesaplarını yapmaktadır.
Medeniyet inşa için atılacak ilk adım; özgüvenini kazanmak, savunmacı durumdan kurtulup geçmiş ile bağlarını kurarak, inşacı/ıslah edici, kapsayıcı, özgürleştirici ve adaleti gözeten bir söylemle yeniden dirilmektir. Batı uygarlığının tahrif ettiği –daha doğrusu uydurduğu- bilim, teknoloji kısacası medeniyet tarihi anlayışını düzeltmek bu çabanın ilk çıkış noktasıdır. Bütün medeniyet tarihinin kendi tarihinden ibaret olduğunu dayatan, gelişmenin miladı olarak reform hareketlerini gören, eski Yunan medeniyeti ile köklerini izah etmeye çalışan batı uygarlığı, başta İslam medeniyeti olmak üzere bütün kadim medeniyetleri yok saymaktadır.
“İslam’da Bilim ve Teknik” isimli 5 ciltlik özgün bir eseri bulunan Prof. Dr. Fuat Sezgin şu şekilde ifade ediyor bu gerçeği:
“Rönesans kelimesi on sekizinci yüzyılda ilk defa birden bire ortaya çıktı. Bir Fransız ilim adamı var: Mösyö Etienne Gilson. O diyor ki: ‘Rönesans tabiri profesörlerin bir kuliste düşünüp taşınıp uydurdukları bir kelimedir. Katiyen hakikatle ilgisi olmayan, fakat hakikati bastırmak için zorla aranmış sun’î bir tabirdir. Rönesans tamamıyla uydurma bir kelimedir ve böyle bir hâdise katiyen yok. Rönesans’ı şu mânâda alıyorlar: Yunanlılarda büyük bir ilim birikimi var -ki bunu biz de kabul ediyoruz- sonra bu sekiz-dokuz yüzyıl devam ediyor, ondan sonra aradaki koca bir İslâm medeniyetinin bilime katkılarını hiç kabul etmeden, yok farz edip atlayarak; onüçüncü yüzyılda aldıklarını da Yunanlıların ilmi olarak tanıtıp alıyorlar, sonra da buna Rönesans diyorlar. Hâlbuki hakikat bu değil. Gerçekte ise önce İslâm dünyasından Arapça yazılmış eserleri alarak okuyorlar, Müslümanların felsefe kitaplarını tanıyorlar ve sonra yavaş yavaş İbn-i Sina’nın tercümeleri ile Yunan ilimlerini, Aristoteles’in felsefe kitaplarını tanıyorlar. Esas hocalarını, bir tarafa atıp unutuyorlar, çünkü onları ‘gâvur’ olarak niteliyorlar. Diğer taraftan Aristoteles’i tutuyorlar, hâlbuki onların inancına göre Aristoteles daha çok ‘gâvurdur’, ‘ateisttir’. Bizim dünyamıza bakışlarındaki mantık ve anlayış budur. Bu şekilde kalıyor. Düşününüz ki onüçüncü yüzyılda Paris’te Aristoteles’in kitaplarının okunmasına kilise bir yasak koyuyor ve bir müddet Aristoteles’in kitapları yasaklanıyor.” [4]
Prof. Salim Al-Hassani de durumu şu şekilde anlatıyor: “Ne yazık ki, İslam Medeniyeti yüzyıllar boyunca son derece özgün bilim, teknoloji ve kültür oluşturmasına rağmen, Batı eğitim sisteminde yaklaşık 1000 yıllık eksik bir dönem vardır. Neredeyse okullarda öğretilen her konuda, Yunanlılardan Rönesansa bir sıçrama vardır ve bu ara dönem genellikle “Karanlık Çağ” olarak anılmaktadır.” (Bknz. Şekil 1-2) [5]
İslam medeniyetini, sadece Yunan kültürünün taşıyıcısı olarak gösteren bu anlayış; batı uygarlığının üstünlüğünü kabul ettirme ve dünyayı “batılılıştırma” misyonu ile tahakküm altında tutmak isteyen sömürgeci ve emperyal bir tutumun bir politikasıdır. Zaten süreçte bu yönde işlemiştir, bütün dünya batılılaşma (medenileşme!) adı altında değişime, batı gibi olmaya zorlanmıştır. Düşünün ki, birçok dünya halkı hidayete ermek (medenileşmek) için batı gibi giyinmeye dahi mecbur edilmiştir (Çünkü üstün uygarlık odur ve onun her şeyi körü körüne taklit edilmelidir). Hayatın her alanı bilim, eğitim, kültür, sanat bu anlayış üzerine kurulmuş ve hala okullarda bu fikirler genç beyinlere kazınmaktadır. Sadece oluşturulan bu aşağılık kompleksi bile, diğer halkların karşı bir medeniyet oluşturma düşüncesine psikolojik bir engel olarak yeterlidir. Bu “öğrenilmiş/öğretilmiş bir çaresizlik” durumudur ve öncelikli olarak aşılması gereken bir psikolojik bariyerdir. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” çıkışı -reel anlamda bugün için hiç bir anlam ifade etmese de[6]– dayatılan bu medeniyet algısına bir isyanın tezahürüdür.
“Batılılaşmanın bu trajik sonuçları, bugün daha fazla hissedilir durumdadır. Çünkü dünya yeteri kadar batılılaşmış ve artık gideceği bir yer kalmamıştır. Küresel düzlemde Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan jeopolitik boşluk, bütün dünyada tuhaf bir nihilizmi egemen kılarak bu dramatik boşluğu bir süre daha örtebilmişti. Ancak artık 20. Yüzyıldan kalma etnik, dini, mezhebi temelli üretilmiş sahte çelişkiler, süper güçler arası jeopolitik çatışmalar, ulus-devletlerarası bıktırıcı ve anlamsız rekabetler insanlığı yormuş, Batı ürünü tektipleştirici kültür, sanat ve fikirlerin ise eğlence malzemesi olma dışında bir etkisi ve önemi kalmamıştır. Şimdi her toplum hafızasını yenileyerek kendine dönme ve modernliğin travmasından kalma yaralarını sağaltma arayışı içindedir.”[7]
Batı uygarlığının kendi dışındakini yok sayma/örtme biçimindeki bu tavrına rağmen; 10ncu yüzyıldaki İslam medeniyetin anlayışı ise hakkı sahibine verme/fikir sahibine saygı şeklindedir. Biruni’nin “Ben her kişinin kendi çalışmasında yapması gerekeni yaptım: Öncekilerin başarılarını minnettarlıkla karşılamak, Onların yanlışlarını ürkmeden doğrultmak, Kendisine gerçek olarak görüneni gelecek kuşağa ve sonrakilere emanet etmek (el-Bîrünî (ö. 440 / 1048)” sözü bunun en veciz anlatımıdır. Olması gereken de, medeniyetler tarihini bir insanlık miras olarak algılamak ve Allah’ın “günleri insanlar arasında çevirip durması (Ali İmran:140)” Sünnetullahı gereği; bu yarışta önderliğin halklar/kavimler arasında gidip geldiğini bilerek, emek/fikir sahibine hakkını teslim etmek ve insanlık hayrına/ıslahına daha ileriye gitmeye çalışmaktır: “Yeryüzü Allah’ındır ve ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. Ve sonuç takva sahiplerindir (Araf:128)”. Nitekim Batı uygarlığı köklerini dayadığı antik Yunan eserlerinin tamamını Arap/İslam Uygarlığından öğrenmiş ve yıllarca bunların Arapça’dan tercümesi ile uğraşmışlardır.
Ancak Batının, İslam Medeniyetinden aldığı bu büyük birikime karşı tutumu oldukça acımasız -kaba tabirle ahlaksızca-dır. Batı medeniyeti çok uzun yıllar Müslüman bilginlerce (İbn Rüşd, Harezmi, İbni Sina, İbn Heysem, Er-Razi, İbn Firnas, vb. ) yazılan kitapları temel kitap olarak okutmuşlar ve onların birikimleri üzerine yeni hamle yapmışlardır. Ancak İslam medeniyetinden almış oldukları bu bilgileri referans olarak göstermemişlerdir. Bu konudaki bir örnek bile, durumun vehametini göstermeye yeterli olacaktır:
“Örneğin modern batı fiziğinin kurucusu Galile, Kopernik ve Newton; İbn Heysem’in eserlerinden etkilenmiş, hatta ondan aldıkları üzerine önemli eklemeler yaparak dünyayı etkileyecek buluşlara imza atmışlardır. Ancak eserlerinde İbn Heysem’e hiç atıfta bulunmamışlardır. İbn Heysem evrenin dünya merkezli olduğunu (diğer gezegen ve güneşin sabit duran dünya etrafında döndüğünü) savunan Batlamyusu’n yanılmış olduğunu, Kopernik ve Galile’den tam 600 yıl önce söylemişti. Ama Avrupa bu gerçeği, Kopernik’ten öğrendi ve bu görüşü ona mal etti. İbn heysem’in ışık kavramını izah edip, görme fizyolojisini açıkladığı 10. yüzyıldaki eseri ile Newton’un 1704 yılında yazdığı Optics isimli eseri aynı adı taşımakta ve bu kitapta ışık, görme ve optik ile ilgili görüşlerin önemli bir kısmı İbn Heysem’den alıntıdır ama yine referans verilmemektedir. Kepler’in kullanarak dünyaya tanıttığı ve sonradan fotoğraf makinesine dönüşecek olan Kamere Obdvura’yı o 600 yıl önce kullanıyordu zaten. İbn Heysem ona Beyt El-Muzlim diyordu, bununla güneş tutulmalarını inceliyordu. Güneş veya ateş ışığını küçük bir delikten karanlık odyaya göndererek, ışığın yayılan yönü boyunca ip germiş ve ışığın yayılışını göstermiştir. Ancak Kepler aynı deneyi, aynı şekilde yapıp adına kaydettirmiştir. Üstelik İbn Heysem’den hiç bahsetmeden.”[8]
İslam medeniyetinden alınan birçok bilgi, fikir ve düşünceyi kendilerine mal etmişler ve 19ncu yüzyıldan sonra da bu coğrafyayı cahillik ve tembellikle itham etmişlerdir. Sadece bununla kalmayıp, bu geri kalmışlığın sebebinin “Dinimiz” olduğu iftirasını atmışlardır. Ancak, İslam Medeniyetinin geliştirdiği kavramlar, yazmış olduğu eserler, buluş ve icatlar Batı medeniyetinin yükselişinde temel aldığı birikimdir ve vicdan sahibi bazı batılı araştırmacılar bu gerçeği dile getirmiş olmalarına rağmen genel kanı hala aksi yöndedir ve günümüzde de bu algı devam etmektedir. Ancak yapılan araştırmalar ve çalışmalar, bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymakta, ulaşılan sonuçlar araştırmacıları hayrete düşürmektedir: Çünkü, 18nci ve 19ncı yüzyılda Batının ulaştığı bazı bilgi/birikim tam 6-7 yüzyıl önce zaten ortaya konulmuştu.
Buna bir örnek olarak; Hewlett-Packard (hp) firmasının Başkanı, CEO’su (1999-2005) Carleton S. Fiorina, 29 Eylül 2003 tarihli konuşmasında, dünya tarihinin Müslümanlar tarafından oluşturulan medeniyete olan borcunu şu şekilde anlatmaktadır:
“Bir zamanlar dünyanın en büyük bir medeniyeti vardı. Bu medeniyet, bir okyanustan diğer okyanusa, kuzey ikliminden tropiklere, çöllere uzanan kıtalararası süper bir devletti. Hâkimiyetinde farklı inançlardan ve etnik kökenlerden yüz milyonlarca insan yaşıyordu. Kendi dillerinden birini dünyanın evrensel dili haline getirip, yüzlerce topraklardaki halklar arasında bir köprü kurdular. Orduları birçok milletten insandan oluşmaktaydı ve bu ordunun korumasında bugün dahi bilinmeyen bir barış ve refah ortamı oluşturdular Bu medeniyetin ticaret ağı Latin Amerika ile Çin arasındaki her noktaya uzanmaktaydı.
Bu medeniyet yenilik (inovasyon) başka bir şeyle devam ettirilmiyordu. Onun mimarları, yerçekimine meydan okuyan binalar tasarladılar. Onun matematikçileri, bugünkü bilgisayarların yapımına ve şifrelemenin geliştirilmesine imkân tanıyan cebir ve algoritmayı geliştirdiler. Onun doktorları, insan vücudu inceleyip, hastalık için yeni tedaviler buldular. Onun astronomları, yıldızları gözlemleyip isimlendirerek uzay seyahatinin ve keşiflerinin yolu açtılar. Onun yazarları binlerce cesaret, romantizm ve büyülü hikâyeleri yarattılar. Onun şairleri sevgiyi yazdılar, onlardan önce diğerleri böyle şeyleri düşünmekten dahi korkuya kapılmışlardı.
Diğer milletler fikirlerden korkarken, bu medeniyet fikirlerle serpilip gelişti ve düşünceyi canlı tuttu. Sansür, geçmiş medeniyetlerden gelen bilgileri silip süpürmekle tehdit ederken, bu medeniyet geçmiş medeniyetlerin bilgilerini canlı tuttu ve diğerlerine aktardı. Bu özelliklerin çoğunu modern Batı uygarlığı da paylaşsa da, ben 800 ile 16000 yıları arasındaki İslam dünyasından bahsediyorum. Buna Osmanlı İmparatorluğu, Bağdat, Şam, Kahire hükümdarlıkları ve Kanuni Sultan Süleyman gibi aydın kanun koyucularda dahil.
Buna rağmen, diğer medeniyetlere borçlu olduğumuz gerçeğinin farkında değiliz, onların bu hediyeleri bizim mirasımızın önemli bir parçasıdır. Arap matematikçilerin katkısı olmasa, teknoloji endüstrisi var olamazdı. Rumi gibi sufi şair filozoflar, kişilik (benlik) ve gerçeklik kavramlarımıza meydan okudular. Süleyman gibi liderler hoşgörü ve sivil liderlik kavramlarına katkı sağladılar. Ve belki de onun örneğinden öğreneceğimiz birçok ders vardır:
Onun liderliğinin temeli veraset değil meritokrasiydi (yönetim erkinin, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyakata dayandığı yönetim biçimi). Çok farklı toplumların – Hıristiyanlık, İslam ve Yahudi gelenekleri dahil- tüm yeteneklerinden azami şekilde faydalanıldı. Kültür, sürdürebilirlik, çeşitlilik ve cesaretle beslenen bu bir çeşit aydınlanmacı liderlik, 800 yıl boyunca yenilik (inovasyon) ve refaha yol açtı” [9]
Fuat Sezgin’in çalışmaları, açtığı İslam Bilim Müzeleri, http://www.muslimheritage.com web sitesi, 1001 İcat (http://www.1001inventions.com) sergileri, Osmanlı Arşivlerinde yapılan çalışmalar bu anlamda güzel adımlardır. Batı uygarlığı tarafından özgüveni kaybettirilen ve sürekli ithamlara maruz kalan İslam Coğrafyasının kendini medeniyet tarihiyle tanışması/tanıması, savunmacı dilinin geride bırakılması anlamında önemli bir psikolojik unsurdur.
Ancak bu durum geçmişle övünmek, kendimizi avutmak için kullanılacak bir unsur değildir. Sahip olduğumuz inanç ve değer sisteminin “saf haliyle” gerçekleştirdiği büyük medeniyeti ilham almak ve bu güvenle yola çıkmak için iman edenlerin “İbrahimi bir iman tazelemesi” anlamında bir adımdır. İyiye ve iyilere muhtaç olan dünyaya umut olabilecek potansiyele sahip İslam coğrafyasının, çöktüğü yerden silkinerek Besmeleyle kalkması, kendinden emin şekilde “yaptık yine yaparız” diyebilmesine ilham verecek bir bilinç anlamında bir çıkış noktasıdır.
Bu noktadan sonra; medeniyet inşası üzerine bir giriş olması hasebiyle sözü, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’ndan bir alıntı ile bitirelim:
“Üç şey olmadan bir medeniyet inşa edilemez; önce zihniyet inşa edeceksiniz sonra bir ahlak inşa edeceksiniz, ahlakın inşa edildiği yer soyut mekânlar değil pazardır. Ekonomide, iktisatta test edilmemiş ahlak, ahlak niteliği taşımaz. Bunun gibi bir medeniyet de kurduğu ekonomi düzenin temel umdeleriyle bunu ispat edememişse büyük bir düzen kuramaz.”[10]
Danyal Peker
danyalpeker@gmail.com
————————————————————————————————————————-
[1] Ahmet Özcan, İslami Uyanıştan İslami Harekete, Bengisu Yayınları, 1996
[2] Turgay Aldemir, Tarihin Nöbet Değişiminde Zamanın Ruhu, Tire Kitap, 2013
[3] Celal Kazdağlı, “Bataklık” ve “Yobazlık”, haber10.com, Aralık.2014
[4] Prof. Dr. İrfan Yılmaz, Yitik Hazinenin Kâşifi Fuat Sezgin, Yitik Hazine Yayınları, 2. Baskı, 2010
[5] Prof. Salim Al-Hassani, İslam Dünyasında Yenilik: Geçmişten Öğrenip Geleceği Tasarlamak (Innovation in the Islamic World: Learning from the Past to Design the Future), Paris, 2008
[6] Amerika’nın keşfi tanımı sorunlu bir tabirdir. Üzerinde hakların yaşadığı bir kıtanın keşfinden çok bu kıtayla tanışılmasından söz edilebilir. Bu kıtada zaten yaşayan halklar (Kızılderiler, Aztekler, İnkalar vb.) mevcuttur ve keşif edilmesi için tüm insanlık için bilinmeyen olması gerekmektedir. Ancak “Amerika’nın keşfi” ile ifade edilen tarihten sonra bu toprakların sömürülmesi süreci başlatılmıştır. Bu tarihten önce Müslümanların, Vikinglerin, Çinlilerin hatta Romalıların dahi Amerika’ya seyahat ettiğine dair bir sürü iddia ve tez vardır. Ancak, keşif doktrini ile bu toprakları sömürülmesi ve buradaki halkın katledilmesi/köleleştirme sürecine meşrutiyet kazandırılmıştır.
1823 yılında Amerikan Yüksek Mahkemesi, federal hükümetin yerlilere karşı toprak politikasının temeli haline gelen ünlü içtihadını kabul etti. “Johnson v. M’Intosh” adlı dava, aynı toprağı biri o toprakların yerlisi Kızılderili kabilesinden, diğeri ise Amerikan hükümetinden satın almış iki çiftçinin hak mücadelesini içeriyordu. Temyizler sonucunda davanın önüne geldiği Yüksek Mahkeme, Kızılderililerin topraklarını yerleşimcilere satamayacaklarını, çünkü o toprakların hukuki sahibi değil sadece meskunu olduklarını ilan etti. Mahkeme, kararının gerekçesinde, hükmünü, Avrupa’nın 300 yıllık “keşif doktrini (discovery doctrine)”ne dayandırdığını açıkça kaydetti. Yani, “keşfettiğin toprak senindir“. (Cemal Tunçdemir, Amerikan bülteni, 2012. )
[7] Ahmet Özcan, Devletin Dini Adalet Dinin Devleti Özgürlüktür, haber10.com, Nisan.2014
[8] Dr. Haluk Uygur, Modern fiziğin babası kim?, Posta – Çukurova, 1.Şubat.2015
[9] Carly Fiorina, “Vision 2010: U.S. & Arab Economic Opportunities”, U.S.-Arab Economic Forum, 29 Eylül 2003, Detroit, Michigan. (Aktaran: Prof. Salim Al-Hassani, Tarihin Kayıp Bin Yılı – One Thousand Years of Missing History, 2004)
10] Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, “Yeni Bir Medeniyete Doğru”, Anadolu Buluşmaları 8 : “Değişen Dünya ve İslam Sempozyumu, Kuzuluk, Ağustos.2013”, Tire Kitap, 2014