Mit ve Anlam- Levi Strauss
ÖNSÖZ
YERLİLER ARASINDA BİR YAPI USTASI
“Pas de couleur, rien que la nuence.” (“Renk yok, nüanstan başka hiçbir şey yok.”) Paul Verlaine
“lnsanlan incelemek isterseniz yakınınıza bakmanız gerekir; ama insanı inceleyecekseniz gözlerinizi uzaklara çevirmeyi öğrenmelisiniz; bu özellikleri keşfetmek için önce farklar gözlemlenmelidir.”
]ean-Jacques Rousseau
-Mauss’un değerli eşyaların dolaşımına dair yaklaşımını, temel akrabalık ilişkileri ve ensest tabusuna uyarlayan Levi-Strauss’un karşılıklılık teorisine göre; bir erkeğin bir kadına el sürmeyerek onun başka bir erkekle ilişki kurmasına izin vermesi, bu adamın başka bir yerlerde kendine ait bir kadınının olduğunu gösterir. 1 Ayrıca anne, kızkardeş veya kızıyla evlenmeyi yasaklayan kurallar, onları başkasına vermeyi ve dolayısıyla da başkalarının annesi, kızkardeşi veya kızıyla evlenmeyi mecburi kılar; ve kadınla erkek birlikteliğini bir sosyal iletişim haline getirir. Yasaklamanın ve müsaadenin sertlik ve esneklik dereceleri, elbette toplumdan topluma değişir; fakat yine de değişmeyen bir “tutumlar sistemi” vardır.
-Anayolu terk edin! Sapın! Gerekirse kaçın! Ama daima aşılamaz nehirlere ve balta girmemiş ormanlara doğru koşun!
-Amerika’nın kuzeybatı kıyılarında yaşayan Kızılderililerin sanat, din ve mitlerini ise 1 9 75’te yayınladığı La voie de masques’ta (Maskelerin Yolu) ele aldı. Bunları 1982’de Le regard eloigne (Uzaktan Bakış), 1984’te La parole donnee (Verilmiş Söz), 1 985’te La Potiere jalouse (Kıskanç Çömlekçi Kadın), 1 99 l ‘de Histoire de Lynx (Vaşağın Hikayesi) ve 1 993’te Regarder ecouter lire (Bakmak Dinlemek Okumak) gibi metinleri izlendi.
-Geçen yüzyıldan kalma bir bilge olan Claude LeviStrauss, Mitologikler’le mitolojinin mitini veya çağımızın mitini yazarken, sanki Tanrı tarafından çalıştığı kütüphanede unutulmuştur;
-Modem Batı kendi tarihi içinde, XVIII. Yüzyılda, kökleri Augustinus’un “Tanrı Kenti”nde bulunan bir “ilerleme” doktrini icat etti. Buna göre insanlık akıl ve bilimin ışığında ilerliyordu ve bunun en yetkin örneği de modem Batı toplumlarıydı. Fakat sömürgeci Avrupalılar başka kıtalarda başka kültür ve toplumlarla karşılaşınca, kendi evrim skalalarında, Orta Çağ’ın kırılmaz “büyük varlık zinciri”nde onlara bir yer bulma problemiyle karşı karşıya kaldılar. Yerliler olsa olsa evrim skalasının başlangıç aşamasında yer alabilirlerdi. Çünkü onlar “ilkel”di, Batı toplumları ise ilerlemenin son halkasını, insanlığın gelişmişlik düzeyini ve uygarlığın mecburi istikametinin varacağı son istasyonu temsil ettiği için “uygar”dı. Kendi medeniyetini insanlıkla, insanlığın ortak ve evrensel uygarlığıyla özdeşleştiren bu “Avrupamerkezci” yaklaşım, kendini “uygar,” bütün öteki kültürleriyse “ilkel” ve “yaban/ vahşi” olarak görüyordu.
-Kısacası, “ilkel” denilen insanların muhayyileleri, düşünme tarzları, mantık kategorileri ve kültürel tasnifleri ilkel değildi; sadece kendini insanlığın ve evrensel uygarlığın kaçınılmaz yazgısı olarak takdim eden Batı’dan farklıydı
(farklı düşünüyorum diye ilkel değilim)
-Farklı kültürler, kendi coğrafyaları ve kendi tarihlerinden kaynaklanan farklı tercihlerin onlara hediye ettiği farklı serüvenlere sahipti. Bu farklı serüvenlerden de farklı anlam dünyaları doğmuştu.
-“Sosyal Yapı, ampirik gerçeklikle değil, bu gerçeklik üzerine inşa edilmiş modellerle ilişkili bir kavramdır .
-Yapı, bir toplum içindeki bireylerin konvansiyonuna dayanan, ama yine de tek tek bireylerin iradesini aşan, tek bir bireyin kendi arzu ve iradesiyle oluşturamayacağı ve hatta yok da edemeyeceği bir sistemdir. Yapının iradesi, bireyin iradesini kuşatır. ikinci olarak yapı bilinçdışıdır. 2 Yapısalcılığa göre birey sadece bir sosyal yapının unsuru olabilir ve farklı yapılara göre de farklı davranışlarda bulunabilir; ama bütün bunlar vuku bulurken birey asla bilinç düzeyinde bu yapının farkında değildir. Birey çoğu zaman varlığından haberdar olmadığı, görmediği ve fark etmediği yapılara göre düşünür, konuşur ve eylemde bulunur. Buna göre yapı, asli ve belirleyici olandır ve bireyin iradesini önceler; yani bir anlamda eyleyen, aktif ve bilen özneyi tahtından eden bir kavramdır.
-Farklı bir kültürün incelenmesi daima bu bilinçdışı yapıların ortaya çıkarılmasını gerektirir. Çünkü kültürün içinde şekillenen öznenin zihni ve her türlü kültürel olgu, hep bu bilinçdışı yapının havuzunda keşfedilmeyi bekler.
-Levi-Strauss’a göre, geleneksel antropolojinin hatası da unsurlara yönelip, unsurlararası ilişkileri gözden kaçırmaktır. Anlaşılacağı üzere yapı, unsurlar arasındaki ilişkilerin dengede olma durumudur. Bu nedenle bir unsurdaki değişiklik bütün dengeyi, yani bütün sistemi de değiştirir.
-“Akrabalık sistemi bireyler arasında nesnel soy veya kan bağlarında bulunmaz. Sadece insan bilincinde mevcuttur ve keyfi bir temsil sistemidir, fiili bir durumun kendiliğinden gelişimi değil.”1 Yani bir baba, statüsü gereği kendinde baba değildir, daima çocuğuyla ilişkisi içinde babadır. 2 LeviStrauss’un, Saussure ve jakobson linguistiğinden devraldığı ve işlediği temel fikir basitçe şudur: Anlam kendi başına değil, ancak ilişki içinde var olabilir.
-sosyal ve kültürel formlar doğuş veya kökleriyle açıklanamaz. Aksine, her unsur, herhangi bir zamanda var olduğu haliyle, toplumun veya kültürün anlam sisteminin bütünü içindeki konumuyla açıklanmalıdır.
-yapının ve yapıda yer alan unsurlar arasındaki iç ilişkilerin dıştan değil de yapı içinden ele alınması gerektiğini öğütler.
-Bir kültürü anlamaya çalışmak, yabancı bir dili öğrenmeye benzer; çünkü anlamaya veya öğrenilmeye çalışılan, daima bize yabancı olan ve kavranamaz görünen yeni bir “anlam dünyası”dır. Bir kültürü anlamak, “biz ve onlar” , “uygar ve ilkel” , “rasyonel ve irrasyonel” , “yazılı ve sözlü” , “yetişkin ve çocuk” gibi naif ve yanıltıcı dikotomiler serisini dikkate almaksızın, kendisine anlam bahşeden yapıyı ve bu yapı içindeki anlam üreten unsurlararası ilişkileri anlamaktır. Bu ilişkiler toplumun dilidir ve dil olarak kültürü oluşturur.
-Sosyal hayatın her bir unsurunun, içinde bulunduğu sistemle ilişkili olarak anlamı vardır ve eğer bu sistemin bilgisinden yoksunsak, göstergeler sessiz kalmaya mahkumdur
-Buna göre kültür, fiziki dünyanın bir temsilidir; dilin inşa ettiği anlam evreni içinde, yerkürenin dünyaya dönüşmesidir. Kültür; hikayelerde, mitlerde, masallarda, tasvirlerde, teorilerde, atasözlerinde, sanat eserlerinde, ritüellerde dile getirerek fiziki gerçekliğe anlam verme tarzıdır.
-“lnsan demek dil demektir, dil demek de toplum demektir. ”
-Bütün toplumlarda “akrabalık” sistemleri vardır. Bu sistemler kimin kimle evleneceğini ve daha çok da kimin kimle evlenmeyeceğini belirleyen ve düzenleyen “kurallar” takımıdır.
-Levi-Strauss’un hareket noktası insan zihninin her yerde aynı olduğudur. Ona göre kültürler sadece, bütün insanlarca paylaşılan ve spesifik yaşama koşullarına adapte edilebilen temel, soyut, mantıki düşünme niteliklerinin farklı araçlarıdır.
-Fakat -bilim ve mit kesinlikle aynı şeyler olmasalar da- hem mitin hem de bilimin işleyişi aslında aynıdır; her ikisi de göstergeler kullanır ve analojiler ile karşıtlıklar üzerinden işler. Aynı karşıtlıklar, kombinasyonlar ve ilişkiler farklı kültürler yelpazesinde bulunabilir. Eğer bu ilişkiler, tarihte hiç irtibatı olmamış toplumlar arasında da bulunabiliyorsa, antropologlar için bu bağlantılar “insan düşüncesinin evrensel kategorileri” olduğunun işaretleridir.1 Yapısalcı antropolojinin amacı, çok farklı insan topluluklarının farklı eylemleri arasındaki zaman içinde değişmeyen ortak temeli ve bu “evrensel kategorileri” bulmaktır. Evrimci anlayışa göre bütün toplumlar evrensel bir evrim süreci içinde yer alır. Farklı toplum formları evrimin farklı basamaklarına tekabül eder. Sözün gelişi, Batılı “uygar” toplumlar evrim sürecinin en son aşamasıyken, Batı-dışı “ilkel” toplumlar ise evrim sürecinin daha önceki aşamalarının bir kalıntısıdır. Batı kültürüne olan mesafeleri, bu evrim skalasının neresinde olduklarını da belirler; en farklılar, gelişmiş insanlığın en ilkel ve en eski atalarıdır. O vakit, toplumlardaki farklı kurum ve eylemleri anlamak için bu evrim sürecini izlemek ve insanlığın evriminde bu halkların ne kadar mesafe katettiklerini tespit etmek gerekir. Difüzyonistler ise kültürel özelliklerin ve sosyal kurumların coğrafi dağılımı ve yer değiştirmesiyle ilgilenirler. Çünkü sosyal kurumların, topluluklararası ilişkiler ve etkileşimler yoluyla yayıldığına inanırlar. Bu bakış açısından bir kültür, her zaman çeşitli kök ve tarihlere sahip karakteristiklerin toplamı yamalı bir bohçadır.
-Difüzyonizm için “geçmiş” , evrimcilerin iddia ettiği gibi iyi tanımlanmış basamaklardan geçen lineer bir ilerleme değildir. Fonksiyonalizmdeyse toplumların tarih içinde ne kadar yol aldıklarına dair incelemeler bir kenara atılır ve belirli bir toplumun belirli bir tarih kesiti içindeki kurumlarının fonksiyonları mercek altına alınır.
-evrim ilerlemecidir, difüzyonizm çoğrafi konum ve göç, fonksiyonalizm kesit alıp inceler
-Levi-Strauss’un büyüklüğü, verileri toplama ve kullanma tarzında veya yönteminin ortaya çıkardığı sonuçlarda değil; alışılagelmiş olgulara yeni bakış açıları getirmesinde, düşüncelerinin kışkırtıcı ve antropolojik yaklaşımının asla antropolojinin sınırları içinde kalmamış olmasında yatar.
-ay ile güneş arasındaki zıtlığın neredeyse bütün dil ve mitolojilerde belirgin olduğu üzerine gerçekleşmiştir.
-lkili doğasının Batılı gözlemciye çok belirgin göründüğü bu zıtlık, başka kültürlerde olağanüstü kompleks ve -bilhassa bizim gözlerimiz için alışılmadık tarzlarda ifade edilebilmektedir.
-Hem Kuzey hem de Güney Amerika’da güneş ve ay için aynı kelimeyi kullanan çok dil vardır.
-Bu terimlere bir de sıfatları ekleyebiliriz: /andakagagwa/ “gün-içinde ışık-veren” ve /soi-kagagwa/ “gece-içinde ışık-veren”.
-Mitoloji onlara anlam vermeye çalışmaz, aksine, kendine ait anlamı onlar vasıtasıyla dile getirir. Zaten Levi-Strauss’a göre iletişime geçen, mitler aracılığıyla insanlar değil, daima insanlar üzerinden mitlerdir.
-Batı uygarlığı entelektüel işlemleri kolaylaştırmak için soyut kategoriler ve matematik sembolleri geliştirirken; başka kültürler prosedürlerin benzer, fakat kategorilerin çok daha somut ve dolayısıyla da metaforik olduğu bir mantık kullanır. 1
-Mit, bir cümleden çok, tek bir göstergedir; ve anlaşılması gereken şey mitin, felsefi veya ontolojik içeriği yahut sezgisi anlamında dile getirmek istediği şey değil, daha ziyade mitemlerin tanzimi ve düzeni, yani mitin yapısıdır.
-Her toplum komşularından ödünç aldığı mitemleri, kendi doğal çevresinin önüne çıkardığı problemleri çözmeye elverişli yeni bir mit oluşturacak şekilde dönüştürür. 3 Dolayısıyla mitin muhtelif anlamlandırıcı unsurları -büyücü, jaguar, yılan, yaban tavşanı, tavşan dudaklı küçük kız, güney rüzgarı, vatoz balığı vb.- kendi başlarına anlamlı değildir. 4 Bu nedenle mitolojik analizin olmazsa olmazı, bu kendi başlarına anlamı olmayan unsurları anlamlı kılacak ikili zıtlıklardır. Mitler bu tür zıtlıklar üzerinden akrabalık ilişkileri, doğa, topraktan yaratılış gibi daha genel kategoriler üzerine düşünmeye yarar. Mit, “ilkel” insanın bu tür hayati problemler üzerine düşünme tarzıdır.
Levi-Strauss için mitler, zıtlık, tersyüz etme, simetri, yerine geçme ve yer değiştirme ilişkilerine göre analiz edilebilen dönüşüm sistemleridir.
-Mantık yapılan olarak mitler, doğa/kültür, ölüm/hayat, yer/gök gibi zıtlıklar üzerinden belirli mesaj lan farklı şekillerde dile getirir.
-Levi-Strauss, mevcut bir mitin ulaşılabilir bütün versiyonlarını, hiçbirine diğeri karşısında tarihi bir öncelik veya otantiklik atfetmeksizin analizine katar. Fakat onun amacı herhangi bir özel mitin analizi değil, daha ziyade mitik yapının çeşitli dile getirilişleri veya versiyonları içinde yeniden birleştirildiği yahut eklemlendiği dönüşüm mekanizmalarıdır.
-Levi-Strauss’a göre mitler kuşakların birbiriyle iletişimi demektir. Asırlar ötesinden sürdürülen bu iletişimde, kuşakların birbirini anlayabilmesi için de bazı şeylerin tekrar tekrar vurgulanması kaçınılmazdır.
-Levi-Strauss için gerçekten önemli ve anlamlı olan, bütün bu versiyonlar ve değişimler içinde değişmeyeni ve aynı kalam ortaya çıkarmaktır. Farklı insanlar tarafından anlatılan farklı mitler veya anlattıkları hikayeler açısından birbirinden çok farklı görünen mitler arasında mito-logik, yani mit-mantığı bakımından çok yakın ve derin bağlar bulunabilir. Üstelik bu bağlar birbirlerini bütünleyebilir ve aydınlatabilir; ve çok daha iyisi bu bağlardan yola çıkarak en temel yapıya, yani “insan düşüncesinin evrensel kategorileri”ne ulaşılabilir.
-XVII. Yüzyılda bilimin (soyut kategoriler ve matematiksel sembollerle ifade edilen bilim) sahneye çıkışından bu yana, mitolojiyi batıl inançlı ve ilkel zihinlerin ürünü olarak reddettik.
GİRİŞ
-Kendimi, içinde bir şeylerin vuku bulduğu fakat “ben” ve “bana göre”nin olmadığı bir yer olarak görüyorum.
-Ben bu şekilde düşünüyorum diye insanlığın da böyle düşündüğü sonucunu çıkarmaya hakkım varmış gibi davranamam. Fakat her araştırmacı ve her yazarın kendine özgü düşünme ve yazma tarzının insanlığa yeni bir pencere açtığına inanıyorum. Dahası, benim kişisel olarak böyle ayrıksı bir özelliğe sahip olduğum gerçeği, meslektaşlarımın düşünme tarzı aynı ölçüde geçerli farklı pencereler açarken muhtemelen bana da geçerli bir şeye işaret etme hakkı kazandıracaktır.
BİRİNCİ BÖLÜM
MİT VE BİLİMİN BULUŞMASI
-başlangıçta içinde hiçbir şey olmayan, her şeyin tecrübeyle edinildiği bir tabula rasa (boş levha) olarak bahseder.
-Muhtemelen, benim şimdi yapısalcı diye adlandırılmamı mümkün kılan bir şey zihnimin derinliklerinde hep vardı. Annem, yaklaşık iki yaşındayken ve elbette henüz okuyamazken, gerçekten okuyabildiğimi iddia ettiğimi anlatırdı. Bunun nedeni sorulduğunda, dükkanların -sözün gelişi boulanger (fırıncı) veya boucher (kasap)- tabelalarına baktığım zaman yazıda grafik açıdan apaçık benzer olan şey boucher ve b oulanger kelimelerinin ilk hecesi “bou”dan başka bir şey olmadığı için, bir şeyler okuyabildiğimi söylemişim. Değişmez olanı veya yüzeydeki farklılıklar arasındaki değişmez unsurları araştıran yapısalcı yaklaşımda da muhtemelen bundan daha fazlası yoktur.
-jeolojideki problem de manzaraların muazzam çeşitliliğinde değişmez olan şeyi anlamaya çalışmak, yani bir manzarayı sınırlı sayıda jeolojik katmana ve jeolojik faaliyete indirgeyebilmekti.
-Problem, hepsinde müşterek olanı bulmaktır. Bunun bir tercüme, bir dilde -veya arzu ederseniz bir kodda, fakat dil yeterlidir
-Bilimin, indirgemeci ve yapısalcı olmak üzere, sadece iki işleyiş tarzı vardır. Bilim, bir düzeydeki çok kompleks fenomenlerin başka düzeylerdeki daha basit fenomenlere indirgenebileceğini bulmak mümkün olduğunda, indirgemecidir.
-bize düzensizlik olarak sunulan şeyin ardındaki düzeni bulmaya uğraşmışımdır
-Dünyanın dört bir tarafında hepsi de tümüyle anlamsız görünen pek çok evlilik kuralı vardı ve bu çok rahatsızlık vericiydi; çünkü bu kurallar anlamsızsa, sayısı az çok sınırlı olsa bile, her bir insan için farklı kurallar olması gerekirdi. Dolayısıyla, aynı saçmalık sürekli nüksediyor ve başka bir tür saçmalık da yeniden ortaya çıkıyorsa, bu kesinlikle saçma olmayan bir şeydi; başka türlü tekrar ortaya çıkmazdı.
-Mitolojik hikayeler nedensiz, anlamsız, ve absürddürler veya öyleymiş gibi görünürler, ancak buna rağmen dünyanın her yerinde yeniden boy gösterirler.
-“anlama”nın, herhangi bir türden veriyi başka bir dile tercüme edebilme becerisi anlamına geldiğidir. Fransızca veya Almanca gibi farklı bir dili değil, farklı bir seviyedeki farklı kelimeleri kastediyorum.
-Herhangi bir kelimeyi herhangi başka bir kelimeyle veya herhangi bir cümleyi herhangi başka bir cümleyle değiştiremeyeceğiniz için, tercüme kurallarınız olmalıdır. Kurallardan veya anlamdan bahsetmek aynı şeyden bahsetmektir; ve insanlığın bütün entelektüel teşebbüslerine bakıldığında, dünya üzerinde kaydedildikleri kadarıyla, ortak payda daima bir tür düzen tesis etmek olmuştur. Bu, insan zihninin temel düzen ihtiyacım temsil ediyorsa, neticede insan zihni de evrenin bir parçası olduğuna göre, bu ihtiyaç muhtemelen mevcuttur çünkü evrende bir düzen vardır ve evren bir kaos değildir.
İKİNCİ BÖLÜM
“İLKEL”DÜŞÜNCE v e “UYGAR ” ZİHİN
-Genellikle v yanlışlıkla “ilkel” olarak adlandırdığımız -onlarla aramızda asıl fark yaratan unsurun yazı olduğunu düşündüğüm için, dilerseniz “yazısız” diye de tanımlayabiliriz- insanlar arasındaki düşünme tarzı iki farklı şekilde -bana göre eşit ölçüde yanlış iki farklı şekilde- yorumlanmıştır.
-Herhangi bir halkın, -karnını doyurmak, cinsel arzuları tatmin etmek gibi- hayatın temel gereksinimlerince belirlendiğini bilirseniz, o vakit onların sosyal kurumlarını, inançlarını, mitolojilerini ve başka birçok özelliklerini de açıklayabilirsiniz. Antropolojideki bu çok yaygın anlayış, genellikle fonksiyonalizm olarak bilinir. Öteki görüşse, bu halkların düşünme tarzının aşağı olmaktan çok kökten farklı bir düşünme tarzı olduğunu savunur.
-“ilkel”in tümüyle duygu ve mistik temsillerle belirlenmesinde
-Mesela, Totemizm (Totemism) ve Yaban Düşünce’de (The Savage Mind) göstermeye çalıştığım şey, genellikle açlık çekmemek ve çok ağır maddi koşullarda varlıklarını sürdürebilmek ihtiyacına tümüyle boyun eğdiklerini düşündüğümüz bu halkların, çıkar gütmeyen bir düşünme şekline tamamıyla muktedir olduklarıdır; yani, kendilerini çevreleyen dünyayı, doğayı ve toplumlarını anlamaya yönelik bir arzu ve ihtiyaçla hareket ederler. Diğer taraf tan bu amaca ulaşmak için de aynı bir filozofun, hatta bir ölçüde bir bilim adamının kullanabildiği ve kullanabileceği entelektüel araçlarla işe koyulurlar.
-Descartes’ın çok önceleri söylediği gibi, bilimsel düşünme, bir güçlüğü, gerektiği kadar parçaya ayırarak çözmeyi hedeflemişti
-Bundan dolayı yaban düşüncenin bu bütünlük tutkusu, bilimsel düşünme süreçlerinden oldukça farklıdır. Elbette asıl fark, bu tutkunun gerçekleşememesinden kaynaklanır. Bilimsel düşünme vasıtasıyla doğa üzerinde egemenlik kurabildik -yeterince açık olan bu noktayı ayrıntıyla ele almaya gerek yok- oysa mit, insana çevreye tahakküm edebileceği maddi gücü vermekte açıkça başarısızdır. Yine de mit insana, çok önemli bir şeyi, evreni anlayabileceği ve evreni anladığı illüzyonunu verir. Bu elbette sadece bir illüzyondur.
(modern bilim doğa üzerinde tahakküm gücü vermiştir mitoloji bu maddi gücü vermemiştir)
-Bugün zihin kapasitemizi geçmişte olduğundan hem daha az hem de daha çok kullanıyoruz; ve şimdi kullandığımız da geçmiştekiyle aynı türden bir zihin kapasitesi değil. Sözün gelişi, duyusal algılarımızı çok daha az kullanıyoruz. Mitologikler’in (Mitoloji Bilimine Giriş) ilk versiyonunu yazarken, bana fazlasıyla gizemli gelen bir problemle karşılaşmıştım. Görünen o ki, gün ışığında Venüs gezegenini görebilen bir kabile vardı; bu benim için düpedüz imkansız ve inanılmaz bir şeydi. Sorunu profesyonel astronomlara açtığımda, şüphesiz gezegenin görülemeyeceğini, ancak gün ışığında yaydığı ışık miktarını bilirsek, bazı insanların görebileceğinin de kesinlikle tasavvur edilemez olmadığını söylediler. Sonradan kendi uygarlığımıza ait denizcilik hakkındaki eserleri gözden geçirdiğimde, eski denizcilerin Venüs’ü gün ışığında mükemmelen görebildikleri meydana çıktı. Muhtemelen eğitimli bir göze sahip olsaydık, bugün biz de görebilirdik. Bitkiler ve hayvanlarla ilgili bilgimiz de tam olarak aynıdır. Yazısız halklar, yaşadıkları çevreye ve kaynaklarına dair aşırı derecede kesin bilgiye sahiptir. Bütün bunları kaybettik,
-“ilkel” insanlar ihtiyaç duymadıkları için buna sahip değildir. Bana göre, sahip oldukları potansiyelle zihinlerinin niteliğini değiştirebilirlerdi, fakat sahip oldukları türden bir hayat ve doğayla ilişkileri bakımından böyle bir değişikliğe ihtiyaçları yoktu.
-Bir kültür ne kadar homojenleşirse, içsel ayrışma çizgileri o kadar belirginleşir; ve bir düzeyde kazanılan şey, hemen ardından başka bir düzeyde kaybedilir
-Güney Rüzgarı’na boyun eğdirmeye veya hükmetmeye çalışan ve başaran vatoz balığı hakkındaki batı Kanada mitini gözden geçirelim. Bu, insanlık öncesi dünyada yaşanmış, yani hayvanlar ile insanların açıkça farklı olmadığı, varlıkların yarı-insan yarı-hayvan oldukları bir zamana dair bir hikayedir. Bütün varlıklar rüzgarlardan bezmişti, çünkü rüzgarlar, bilhassa da kötü rüzgarlar her zaman esiyor, balık avlamalarını ve sahildeki deniz kabuklularını toplamalarını imkansız kılıyordu. Böylece rüzgarlarla savaşmaya ve onları daha terbiyeli davranmaya zorlamaları gerektiğine karar verdiler. Çok sayıda insan-hayvan veya hayvan-insanın katıldığı ve Güney Rüzgarı’nın yakalanmasında önemli rol oynayan vatoz balığının da dahil olduğu bir sefer düzenlendi. Güney Rüzgarı, her zaman değil de arada sırada veya belirli dönemlerde eseceğine söz verdikten sonra ancak salıverildi. Ondan beri Güney Rüzgarı yılın belirli zamanlarında veya iki günde bir eser; geri kalan zamandaysa insanlar işlerini yapabilirler. Elbette, bu hikaye gerçekten yaşanmadı. Fakat yapmamız gereken şey, bu hikayenin açıkça saçma veya sadece bir tür hezeyan içindeki zihnin tuhaf yaratımı olduğuna kendimizi inandırmak değildir. Burada anlatılanları ciddiye almalı ve kendimize şu sorulan sormalıyız: Neden vatoz balığı ve neden Güney Rüzgarı? Anlatıldığı şekliyle mitteki materyalin tümüne yakından bakıldığında, vatoz balığının çok belirgin iki tür özellik sayesinde hareket ettiği fark edilir. Ilk özelliği, bütün yassı balıklar gibi, altı kaygan ve sırtı sert bir balık olmasıdır. Vatoz balığının, başka hayvanlarla karşı karşıya geldiğinde başarıyla kaçmasını mümkün kılan diğer yeteneği, yukarıdan ve aşağıdan çok büyük, yandan bakıldığındaysa son derece ince görünmesidir. Öyle büyüktür ki, hasmı vatoz balığını zıpkınla vurarak öldürmenin çok kolay olduğunu düşünebilir; fakat tam zıpkınla nişan alındığında, vatoz balığı aniden döner veya kayar ve elbette nişan alınması imkansız profilini gösterir; böylelikle de kaçıp gider. Dolayısıyla vatoz balığının tercih edilmesinin sebebi, hangi bakış açısından yaklaşılırsa yaklaşılsın -sibernetik terimleriyle söylersek- sadece “evet” veya “hayır” diye cevap verebilen bir hayvan olmasıdır. Süreksiz olan -biri olumlu, diğeri olumsuz- bu iki duruma da uyum yeteneği vardır. Vatoz balığının mitte bulunan kullanımı -benzetmeyi fazla ileri götürmek istemesem de- bir dizi “evet” veya “hayır” cevabıyla çok güç problemleri çözmek için kullanılan modern bilgisayarların ilkelerine benzerdir.
Bir balığın rüzgarla savaşabilmesi ampirik açıdan açıkça yanlış ve imkansızken, tecrübeden ödünç alınan imajların neden kullanıma sokulduğu mantık açısından anlaşılabilirdir.
-Güney Rüzgarı yılın her günü esseydi, hayat insanlık için imkansız olurdu. Fakat sadece günaşırı eserse -bir gün “evet,” diğer gün “hayır” vb.o vakit insanlığın ihtiyaçları ile doğal dünyada hüküm süren koşullar arasında bir tür uzlaşma mümkün olur. Dolayısıyla, mantık açısından, vatoz balığı gibi bir hayvan ile mitin çözmeye talip olduğu problem türü arasında bir yakınlık vardır. Hikaye, bilimin bakış açısından doğru değildir, fakat sibernetik ve bilgisayarların bilim dünyasında yaygınlaştığı ve mitik düşüncenin uzun zamandır somut nesne ve varlıklarla çok farklı bir tarzda kullandığı ikili işlemlerin bir kavrayışını sağladığı bir dönemde, mitin bu niteliğini anlayabiliriz. Bu nedenle, mitoloji ile bilim arasında aslında bir ayrılık yoktur. İkili işlemler düşüncesine aşina olmadan önce tamamen kör kaldığımız bu mitte olan biteni anlama kabiliyetini bize sağlayan, yalnızca bilimsel düşüncenin mevcut durumudur.
-ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TAVŞAN DU DAKLARI ve İKİZLER:
BİR MİTİN YARILMASI
-Olacak. Peder, o dönemde Peru’nun belirli bir bölgesinde, karakış bastırdığında, bir rahibin, doğum esnasında önce ayakları gelen veya tavşan dudaklı veya da ikiz olan bütün yöre sakinlerini topladığını anlatır. Anlatılana göre, bu insanlar tuz ve biber yedikleri için soğuktan sorumlu olmakla suçlanmış, bu nedenle de tövbe etmeleri ve günah çıkarmaları emredilmiştir.
-lkizlerin atmosferdeki düzensizlikle bir ilgileri olduğu, Kanada dahil dünya çapında yaygın kabul görmüş bir şeydir. Britanya Kolombiyası sahilindeki Yerliler arasında, ikizlerin güzel hava getirmek, fırtınayı dindirmek gibi özel güçlere doğuştan sahip olduklarına inanıldığı çok iyi bilinir.
-Herhangi bir komşu kabile, öteki kabilede olup bitenlerden daima bir ölçüde haberdardı. Burada tartıştığımız konuyla alakalı ikinci bir husus da bu mitlerin bir taraftan Peru’da diğer taraftansa Kanada’da izole bir biçimde var olmadığı, aksine, arada kalan bölgelerde tekrar tekrar karşımıza çıktığıdır. Gerçekten de bunlar, kıtanın farklı yerlerine dağılmış mitler olmaktan ziyade bütün Amerika’ya ait mitlerdir.
-Brezilya’nın eski sahil Kızılderilileri olan Tupinambalar ile Peru Kızılderilileri arasında, çok fakir birinin yalan dolanla ayarttığı bir kadına dair bir mit vardır. XVI. Yüzyılda Fransız keşiş Andre Thevet’nin aktardığı en bilinen versiyonda, baştan çıkarılan kadının, biri meşru kocasından, diğeri de “Düzenbaz” gönül çelenden olmak üzere ikiz çocuk doğurduğu anlatılır. Kadın, ileride kocası olacak tanrıyı karşılamaya giderken, yoluna Düzenbaz çıkar ve kendisinin, buluşacağı tanrı olduğuna kadını inandırır; böylece kadın Düzenbaz’ dan hamile kalır. Daha sonra kadın gerçek kocasını bulduğunda bu kez de ondan hamile kalır ve ardından ikiz doğurur. Bu yanlış ikizler, farklı babalardan oldukları için, zıt özelliklere sahiptir: Biri cesurdur, diğeri ödlek; biri Kızılderililerin koruyucusudur, diğeri Beyazların; biri Kızılderililere iyilik yaparken, diğeri birçok kötü olaydan sorumludur.
-Kuzey Amerika Kızılderilileri arasında hamile bir kadının uyurken hızla dönmesi yasaklanmıştır, aksi takdirde vücut sıvıları ikiye ayrılacak ve ardından kadın ikiz doğuracaktır.
-Yaban tavşanı beslenmeleri açısından vazgeçilmez değilse de önemliydi; yaban tavşanı çok hızlı koşar ve bu nedenle Kızılderililerin sahip olmaları gereken yeteneklere bir örnektir,
-Sadece iki çocuk bile olsa, çocuklar ilk önce doğma onurunu elde etmek için mücadeleye ve dövüşmeye başlarlar. Dahası, onlardan biri, kötü olanı, daha erken doğmak için, deyim yerindeyse kestirme bir yol bulmakta tereddüt etmez; doğal yolu izlemektense, oradan bir an önce kaçmak için annesinin bedenini parçalar. Sanıyorum bu, doğum anında ayakların önce gelmesinin neden ikizlikle benzeştiğine bir açıklama getiriyor; çünkü ikizlik durumunda bir çocuğun rekabet nedeniyle acele etmesi, annesine zarar vermesine sebep olur. Hem ikizlik hem de doğumda ayakların önce gelmesi, tehlikeli bir doğumun, hatta diyebilirim ki kahramanca bir doğumun habercisidir; zira çocuk insiyatifi ele alacak ve bir tür kahraman, çoğu durumda da ölümcül bir kahraman olacak, ama çok önemli bir işi de başaracaktır. Bu, birçok kabilede, hem ikizlerin hem de doğum anında ayakları önce gelen çocukların neden öldürüldüğünü açıklar. Yaban tavşanı ikiz değil, ikizliğin başlangıç safhasındadır. Hala tam bir bireydir, fakat tavşan dudağı vardır ve ikiz olma yolunu yanlamıştır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
MİT, TARİH HALİNE GELDİGİNDE
-Mesela, lncil’le ilgili olarak da tamamen aynı problem söz konusudur; çünkü hammaddesi birbiriyle bağlantısız unsurlar olarak görünür ve bunun farkında olan filozoflar, sürekliliği olan bir hikaye yaratmak için bu unsurları bir araya getirmiş gibidirler.
-Kozmolojik ve kozmogonik mitler, daha sonra -çok daha sonraysa- efsaneler ve aile tarihi olarak değerlendirilebilenler.
-Kızılderili çocuklara ilkokulda kendi mitolojilerini ve dillerini öğretmek için, Kızılderililer bugün kendileri üzerine çalışmaya başlamışlardır. Bunun çok önemli olduğunu şimdi anlıyorum. Bir başka amaç, toprak talepleri veya politik talepler gibi beyazlara karşı öne sürülen talepleri meşrulaştırmak için efsane geleneğini kullanmaktır.
(günlük yaşamda bazı politik talepler için efsane geleneğini kullanmak)
Bütün hikaye, başlangıçtan itibaren belirli bir kabile veya soy veyahut soylar grubunun neden birçok büyük zorluğun üstesinden geldiğini, bilinen başarı ve başarısızlık dönemlerini geçirdiğini ve feci bir sona doğru hızla ilerlediğini açıklamak amacındadır. Bu fazlasıyla karamsar bir hikayedir ve gerçekte bir çöküşün tarihidir. Şef Harris’in anlatısındaysa oldukça farklı bir bakış açısı vardır; çünkü kitap prensip olarak tarihi dönemdeki sosyal düzenin, ve diyebilirim ki, ailesinde ve kabilesinde önemli bir yer işgal eden belirli bir bireyin miras yoluyla edindiği muhtelif adlar, unvanlar ve ayrıcalıklarda hala saklı olan sosyal düzenin kaynağını açıklamaya yönelmiştir.
-Yazdığımız haliyle tarih neredeyse tümüyle yazılı belgelere dayanır, oysa bu iki tarih örneğinde açıkça hiçbir yazılı belge yoktur veya çok azdır.
-Hücrenin temel yapısı aynıdır, fakat içeriği aynı değildir ve çeşitlenebilir; yani, deyim yerindeyse, bir tür mini-mittir; çünkü çok kısa ve çok yoğundur, fakat farklı dönüşümler halinde gözlemleyebildiğimiz bir mitin özelliklerini hala taşır. Bir unsur dönüştüğünde, diğer unsurların da buna göre yeniden düzenlenmesi gerekir. Kabile hikayelerinin beni ilgilendiren ilk boyutu budur. lkinci boyut ise büyük ölçüde tekrarlanan tarihler olmalarıdır; aynı olay tipi, farklı hadiseleri açıklamak için birçok defa kullanılabilir. Sözün gelişi, hem Şef Wright hem de Şef Harris’in değişik geleneklerine ait hikayelerde benzer olayları bulmamız dikkat çekicidir, ama bu olaylar aynı yerde geçmez, aynı insanları etkilemez ve kuvvetle muhtemel aynı tarihi dönemde de gerçekleşmemiştir.
-Aynı olmayan iki hikayenin ikisinin birden doğru olabilmesi imkansız diye düşünürüz, fakat yine de bazı durumlarda doğru olarak kabul edilebilir, yegane fark bir hikayenin diğerinden daha iyi ve daha kesin olarak nitelendirilmesidir. Başka durumlarda, söz konusu iki hikaye de eşit ölçüde geçerli görülebilir, çünkü aralarındaki farklar asla fark olarak algılanmaz.
-sadece temelde benzer olanlara dikkat eder ve farklılıklara aldırmayız. Bu nedenle farklı entelektüel geleneklere ve farklı politik eğilimlere sahip iki tarihçinin, Amerikan Devrimi, Kanada’daki Fransız- İngiliz savaşı veya Fransız ihtilali gibi olaylara dair hikayelerini dinlesek, bu hikayelerin bütünüyle aynı şeyi anlatmaması bizi gerçekten şaşırtmaz.
-Kendi toplumlarımızda tarihin mitolojinin yerini aldığına ve onunla aynı fonksiyonu gördüğüne; yazısız ve belgesiz toplumlar içinse mitolojinin amacının, geleceğin, şimdiye ve geçmişe -tam bir yakınlık açıkça imkansız olduğundan- mümkün mertebe yakından bağlı kalmasını güvence altına almak olduğuna inanmaktan hiç vazgeçmedim.
BEŞİNCİ BÖLÜM
MİT ve MÜZİK
-Benzerlik boyutuyla ilgili asıl meselem, tıpkı bir partisyonda olduğu gibi, miti sürekli bir sekans olarak anlamanın imkansız olmasıydı. Bu nedenle, bir miti roman veya gazete makalesi okur gibi, yani soldan sağa, satır satır okursak söz konusu miti anlayamayacağımızın farkında olmalıyız; çünkü mit bir bütün olarak kavranmalı ve mitin temel anlamının olaylar sekansıyla değil, deyim yerindeyse, olaylar destesiyle -bu olaylar hikayedeki farklı anlarda görünse bile- nakledildiği keşfedilmelidir. Dolayısıyla, bir miti aşağı yukarı bir orkestra parçasını okuduğumuz gibi okumalı, bir porteden ötekine değil de bütün sayfayı kavrayarak ve sayfanın başındaki ilk portede yazılmış bir şeyin ancak daha aşağıdaki ikinci porte, üçüncü porte ve diğerlerinde yazilanlann ayrılmaz parçası olduğu göz önünde bulundurulursa anlam kazanacağını fark etmeliyiz.
-Aslında, mitik düşüncenin Rönesans ve XVII. Yüzyıl boyunca Batı düşüncesinde -yok olması veya ortadan kalkması diyemem ama- geri plana atılmasının, yani ilk romanların mitoloji modeli üstüne inşa edilmiş hikayelerin yerini almaya başlamasının artık zamanıydı. Dahası, XVII. Ve çoğunlukla XVIII. ile XIX. yüzyılların karakteristiği olan büyük müzik üsluplarının ortaya çıkışına şahit olmamız da bütünüyle aynı döneme rastlar.
Müzik, mitik düşüncenin aşağı yukarı aynı dönemde vazgeçtiği fonksiyonu -duygusal olduğu kadar entelektüel fonksiyonu da- üzerine almak için geleneksel biçimini bütünüyle değiştirmiş gibidir.
-Burada mitolojik temanın yerini alan müzikal temamız-
-bu üç farklı olayda, gizlendiği yerden çekip çıkarılması veya kurtarılması gereken bir hazine olduğunu fark edebiliriz. Ren’in derinliklerinde mahsur kalmış altın vardır; ağaca -hayat ağacı veya evren ağacı gibi sembolik bir ağaca- saplanmış kılıç vardır; ateşten çıkarılması gereken bir kadın, Brunhilde vardır. Temanın yinelenmesi, aslında altın, kılıç ve Brunhilde’nin bir ve aynı olduğunu varsaymamıza yol açar: Deyim yerindeyse, iktidarı elde etme aracı olarak altın ve aşkı elde etme aracı olarak kılıç. Dahası altın, kılıç ve kadın arasında bir tür birleşme olduğu gerçeği,
-Alberich aşktan vazgeçse bile, daha sonra altın sayesinde, kendisine Hagen adında bir oğul doğuracak olan kadım baştan çıkarmaya muvaffak olacaktır
-Dolayısıyla temanın yinelenmesi, şiirlerde asla açıklanmamış olan bir şeyi, hain Hagen ile kahraman Siegfried arasında bir tür ikizlik ilişkisi olduğunu gösterir.
-Mit analizi ile müziği anlama arasındaki yöntem benzerliğini açıklamaya kafidir.
-Bu müziği ancak her bir varyasyon için ilk dinlediğiniz temayı aklınızda tutarsanız idrak edebilir ve hissedebilirsiniz; daha önce dinlediğiniz varyasyonun üstüne bilinçsizce yerleştirilebilirse, her varyasyonun kendine ait bir lezzeti olur. Bu nedenle, müzik dinleyicisinin veya mitik hikaye dinleyicisinin zihninde meydana gelen bir tür sürekli yeniden- inşa vardır
-Müziği yaratabilen sadece notaların kombinasyonudur
-Dil, mit ve müzik arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışırsak, hareket noktası olarak sadece kullanılan dili alabiliriz, hem müziğin hem de mitolojinin dillerden kaynaklandığı fakat farklı istikametlerde geliştiği ancak bundan sonra gösterilebilir; müzik zaten dilde içkin olan ses boyutunu vurgularken, mitoloji yine dilde içkin olan anlam boyutunu, mana boyutunu öne çıkarır.
-Müzik ve mitolojinin, tabir caizse, dilden doğan ve sonra ayrılıp her biri farklı bir istikamette yol alan iki kızkardeş -mitolojide olduğu gibi, biri kuzeye ötekiyse güneye giden ve bir daha asla karşılaşmayan iki karakter- olduğu gerçeğini bulduğumdan beri, sesleri birleştiremesem de belki onu anlamlarla bir araya getirebilirim diye çalışıyorum.