Bu soru ilk anda biraz anlamsız görünüyor değil mi? Öyle ya: “Bu cennet vatan toprağında barış, kardeşlik, hoşgörü içinde yaşayan; refah ve mutluluğu çağdaş ülkeler düzeyine erişmiş ve sürekli gelişen bir Türkiye” gibi bir tanımlama yeterli değil mi?.. Haydi bunu pek yuvarlak buldunuzsa, daha somut terimlerle şöyle de diyebiliriz: “Fert başına milli geliri 6,000 doları aşmış, enflasyonu ve işsizliği %5’lerin altında, düşmanlarını sindirip dostlarını yüreklendirebilecek bir güce erişmiş bir Türkiye”… Yoksa bunu da mı beğenmediniz? İsterseniz, bu deneme-yanılmaları bir kenara bırakıp, “Nasıl Bir Türkiye?” sorusunun cevabını verebilmenin bir önemi olup olmadığını, sonra da, bu cevabın nasıl bir kalıp içinde verilmesi gerektiğini irdeleyelim. Bu soruyu cevaplayabilmenin en güvenilir yolu, bu ülkede olabilecek tüm doğru, iyi ve güzel şeyleri alt alta sıralamaktır. Böyle bir listeyi, hatta bir kısmını bile buraya yazmaya kalkışmıyorum, çünkü yüzlerce kalem istekten oluşacağı bellidir. Öyle ya tüm doğruluk, iyilik ve güzelliklerin listesi o kadar uzun olacaktır…
Şimdi, ikinci soru: Pekiyi, böyle eksiksiz bir ülke, ütopyanın dışında olabilir mi? Cevap basit ve kesindir: Hayır olamaz! Nedeni; bu kadar çok doğruluğu, iyilik ve güzelliği gerçekleştirmeye, o ülkeye ayrılabilecek kaynaklar yetmez de ondan! Bakınız, iki adımlı bir soruyla, böyle uzun bir istekler listesinin hiçbir işe yaramayacağı ortaya çıkmış oluyor. O halde, yapılması gereken şudur: Uzun listedeki doğruluk, iyilik ve güzellikleri bir öncelik sıralamasına tâbi tutmak (bazılarına eş öncelik vermek gerekse de); ve sonra da, ayrılabilecek kaynakların bittiği yerden listeyi kesmek! (Daha sonra yeni kaynaklar bulunursa, geri kalan liste parçasından ve yine öncelik sırasıyla alıntılar yapmak! Bunlar da uzun vadeli amaçlarımız olacaktır.) Bu yöntem iyidir, ama bazı sorunları da vardır. Örneğin, sıralamayı kim(ler) ve de nasıl yapacaktır? Öncelik farklarını kim(ler) karara bağlayıp tartışmayı bitirecektir? Bunun cevabı ise demokrasidir. Çeşitli öncelikleri savunan kişi veya gruplar olacak, onlar da aralarında tartışıp uzlaşacaklardır. Fakat bu “listeleme” yönteminin önemli bir sakıncası daha vardır: Öncelikler, ister istemez içinde bulunulan koşullara bağlı olarak belirlenecek, koşullar değiştikçe önceliklerin de eski yerleri değişecektir. Örneğin, terör, enflasyon ve trafik kazalarından bunalan bir toplum, listenin ilk üç sırasına bunları yerleştirecek, fakat kontrolsuz göç olgusu nedeniyle mesela su kaynaklarının kirlenmesi hızlanınca, bu ögenin, trafik konusunun veya enflasyonun, hatta belki de terörün önüne geçmesi gerekecektir. Kök sorunlarımızın sürekli olarak kendi aralarında yeni sorun bileşikleri yarattığı düşünülürse, böyle bir listenin düzenlenmesinin güç olacağı ve ancak bazı ulusal öncelikler dışındaki tercihleri içeremeyeceği anlaşılacaktır. O halde, “Nasıl Bir Türkiye Özlüyoruz?” sorusuna, “listeleme” yöntemiyle cevap verilemez.
Nasıl ki, Kök sorunlar bir çeşit “sorun kimyası”nın temel elementleridir ve aralarında çeşitli bileşikler yaparak elementlere benzemeyen yeni sorunlar üretirlerse, benzer şekilde bunun tam aksi de doğrudur. Az sayıdaki doğruluk, iyilik ve güzellik elementi, refah ve mutluluk dediğimiz bileşikleri yaratır. O halde, özlediğimiz Türkiye’nin çok sayıda özelliğini saymayı bir kenara bırakıp, bu az sayıda doğruluk, iyilik ve güzellik elementini “özlediğimizi” belirtmekle yetinebiliriz. Refah ve mutluluğun dışavurumları daima maddidir ama onları yaratan, daima insanlar, daha da doğrusu, o insanların nitelikleridir.
Nasıl ki, bir fayans ustasının niteliği, içine fayans döşediği yüzlerce binanın banyolarına yansırsa, tüm insanların nitelikleri de yaptıkları tüm işlere, iyi ya da kötü olarak, yansıyacaktır. Yetersiz nitelikli bir öğretmenin bu özelliği, yetiştirdiği tüm öğrencilere; yetersiz bir politikacının özellikleri de, verdiği tüm kararlara yansıyacaktır. O halde, bizi mutlu ya da mutsuz, müreffeh ya da fakir kılan, çeşitli insan kesitlerimizin niteliklerinin üstünlüğü ya da yetersizlikleridir. Bu soyut görünümlü yaklaşım aslında, 70 yıllık kalkınma serüvenimizin pek başarılı olmayan çizgisini açıklamakta, insan yerine nesneler (barajlar, yollar, okullar vs.) yoluyla kalkınmanın niçin bir türlü olmadığını ve bundan sonra da olamayacağını anlatmaktadır.
Yeni bir insan tipine ihtiyacımız, artık daha açık bir şekilde belirginleşmektedir. Yeni bir politikacı, yeni bir kamu görevlisi, yeni sanayici, yeni bilim insanı, yeni sanatçı ve yeni vatandaş! Buna göre “Nasıl Bir Türkiye?” sorusu, “Nasıl Bir Politikacı?”, “Nasıl Bir Vatandaş?” vs. gibi bir soruya indirgenmiş olmaktadır. Doğru soru da budur! İlk sorulan soru daha anlamlı bir forma kavuşmakla birlikte, hâlâ “listeleme” tuzağından kurtulabilmiş değiliz. Toplum yaşamımızı şekillendiren çeşitli insan kesitlerinin her birinin niteliklerini sıralamak hem güçtür ve hem doğru bir yaklaşım da değildir. Çünkü, “Daha iyi politikacı”, ile “daha iyi sanatçı” veya “daha iyi sanayici”nin çeşitli “iyi” nitelikleri birbirinden bağımsız değildir. O halde, yeni Dünya Düzeni içindeki yeni Türkiye Düzeninin ihtiyaç gösterdiği bazı ortak nitelikleri ortaya koymalı; politikacımızın, bilim insanımızın, sanatçımızın ve vatandaşlarımızın bu ortak niteliklerden uzak oluşlarının nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik programlar geliştirmeliyiz. Bu yaklaşım ilk bakışta, somut (ve sihirli) çareler bekleyen, insan dokumuzu değiştirmeden milli gelirimizi, sanayimizin rekabet gücünü, sorun çözme yeteneğimizi ve benzer göstergeleri iyileştirmeyi uman ve de bunu mümkün görenleri hayal kırıklığına uğratabilir. Ama, insan dokumuzun zekâ, bilgi-beceri, ahlak ve ruh sağlığı niteliklerini geliştirmeden bunları beklemek boştur ve vakit kaybettirmesi nedeniyle ulusal varlığımızı sürdürebilmemiz açısından da tehlikelidir! Buna göre, ilk soruyu bu noktaya, yani “nasıl bir insan tipi istiyoruz?” veya “yeni insan tipimiz nasıl olmalıdır?” sorusuna getirmiş oluyoruz. Yeni insan tipimizin bir numaralı özelliği, “doğru soruları sormayı bilmek” olmalıdır. “Terörle nasıl mücadele edilmelidir?” sorusu yerine “terörün sebepleri nelerdir?”; “enflasyon nasıl indirilir?” yerine “kronik enflasyona yol açan sebepler nelerdir?” sorularını sorabilen insanlara ihtiyacımız vardır. Bu “yeni tip” insanlar, çocukluğunda merak etmeyi öğrenmiş, oyun oynaması engellenmemiş, asgari koruyuculuğun dışında korunup güçsüzleştirilmemiş ve dolayısıyla da güçlüklerle mücadele etmeyi zevk edinmiş olanlar arasından çıkabilir. Bu “yeni tip” insanlar, (dir..) yerine (mi?) demesini bilen, bundan utanmayan kişiliklere sahip olmalıdır. Bu ise, kendisine zorla bir şeyler öğretilmeye (ezberletmeye) çalışılan çocuklardan yetiştirilemez. Onlar, “öğretmeye değil öğrenmeye dayalı” bir eğitim anlayışının ürünleri olabilirler. Bu “yeni tip” insanlar, bir şeyler üretmeyen; yaratıcılığı, buluşçuluğu olmayan; yalnızca mevcudu paylaşma kavgası veren; tumturaklı söz söyleme ustaları olamazlar. Onlar, birlikte yaşamaktan zevk almalı; bunun kurallarını çocukluğunda oynayarak, spor yaparak öğrenmiş olmalıdırlar. Bu “yeni tip” insanlar, “çıkar çatışması”nın ne olduğunu politikacı, bankacı, sanayici ve gazeteci olduktan sonra değil, çocukluğundan itibaren içine sindirmiş bireyler olmalıdırlar. Bütün bu niteliklerin çocuklarımıza kazandırılması için ilk adım, yukarıda değinilen “soru sorma becerisi”nin kazanılmasına bağlıdır. Mümkünse çocukken, değilse şimdi!.. Bu ise, eğitim sorunlarımıza yeni bir yaklaşımla bakmak, onlara çağdışı yutturmacaları belletip güya “iyi vatandaş” yetiştirmeye kalkışmamak demektir. Özlediğimiz Türkiye’yi, doğru soru sorabilen insanlar kurabilecektir. Başkaları değil! (1995)