Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 5.Dönem » ORTA ASYA ve KAFKASLARDA SİYASET

ORTA ASYA ve KAFKASLARDA SİYASET

ORTA ASYA ve KAFKASLARDA SİYASET
ORTA ASYA VE KAFKASLAR SIYASI TARIHI
Giriş

Eski kaynaklarda Türkistan olarak da bilinen Orta Asya ve Kafkasya birçok yönüyle Türkistan’ın devamı özelliğini taşımaktadır. Kafkaslar ve Orta Asya önemli medeniyet ve devletlerin tarih boyunca kurulduğu bölge olarak dikkat çekmektedir.

“Türk dünyası” kavramı etnik bir kavram olarak Türk kökenli halkların siyasi örgütleşme halinde yaşadıkları ülkeler demektir. Türk dünyası genel olarak dört bölgeyle temsil edilmektedir. Söz konusu bölgeler ve kapsadığı Türk halk boyları aşağıdaki gibidir:

• Altay-Sibirya Türkleri: Altay, Hakas, Karagas, Koybal, Sabir, Televüt, Togol, Tuva, Yakut…

• Batı Türkleri: Türkiye, Azerbaycan, Ahıska, Batı Trakya, Güney Azerbaycan, Kerkük, Kıbrıs, Kaçar…

• Doğu Avrupa Türkleri: Gagauz, Başkurt, Çuvaş, Kazan, Karaçay, Nogay, Kırım, Polonya Tatarları…

• Türkistan Türkleri: Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Uygur, Karakalpak.

Coğrafi olarak bakıldığında ise, Türkistan genel olarak Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Günümüzdeki konumu itibariyle Doğu Türkistan, Sincan Uygur Özerk Bölgesini kapsarken; Batı Türkistan, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’dan oluşmaktadır.

Bu ünitenin konusunu Türkistan ve Kafkaslar oluşturmaktadır. Hem günümüzde hem de tarihte bu iki bölge politikaları Türk dünyasına ait diğer bölgelerle bağlantılara sahip olmuştur.

Kafkaslar ve Türkistan’ın siyasi yapısı büyük oranda 19. yüzyılda yaşanan gelişmelerle şekillenmiştir. Türkistan’ın etnik ve linguistik coğrafyasının oluşumu her ne kadar Cengiz dönemiyle başlasa da, bölgede köklü bir yönetim kuran ve bölgeye adını veren ilk isim Cengiz’in oğlu Çağatay’dır. Bu anlamda, bölgede konuşulan dile de onun adı verilerek Çağatay Türkçesi olarak adlandırılmıştır. Diğer yandan, ticari hayat anlamında ise Ümit Burnu’nun
15. yüzyılda keşfedilmesiyle birlikte bölgede ticari anlamda önemli bir konuma sahip olan İpek Yolu’nun cazibesi azalmıştır ve Türkistan yoluyla Avrupa ticareti sona ermiştir.

19. Yüzyılda Kafkaslar ve Türkistan

Orta Asya ve Kafkasların sahip olduğu siyasi tarih Rusya’nın siyasi tarihi ile paralellik göstermektedir. Moskova Prensliğinin tarihi 13. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bölgede bir güç haline gelen IV. Ivan 1552’de Kazan ve 1556’da Astrahan hanlıklarını almıştır. Rusya’nın Kazan ve Astrahan’ı işgali emperyalist genişlemeci bir siyasi politika olarak kabul edilmektedir. Rusya’nın prenslikten çarlığa geçişinde söz konusu politikaların temellerini ise, Deli Petro 1672-1725 yılları arasında atmıştır.

Süreç içerisinde hanlar Osmanlı Sultanlarına bağlılıklarını bildirir hale gelmişlerdir. Bu kapsamda, Sultanlardan zaman zaman hanlık beratı istemişlerdir. Diğer bir deyişle, Osmanlı Sultan’ı hanlıklar arasındaki etkisini artırmıştır. Sultan hanlıkların birbirlerine düşmemeleri için her defasında gerekli nasihatlarda bulunmuştur. Divan-ı Hümayun, Türkistan hanlıklarının aralarındaki dengeyi kurabilmek adına zaman zaman birini diğerine tercih etmiştir. Böylece aralarında meydana gelebilecek muhtemel kavgaları önlemeye çalışmıştır.

Rusya Kafkaslar ve Türkistan için uyguladığı politikaları, Osmanlı ile olan ilişkilerinde de paralel olarak yürürlüğe koymuştur. Bu politikalar kapsamında Rusya sürekli olarak Osmanlı aleyhine genişleme yönünde çaba göstermiştir. 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması söz konusu politikalara örnek teşkil etmektedir. Bu antlaşma ile Kırım Osmanlı’dan kopartılarak bağımsızlaştırılmış ve sonrasından Ruslar tarafından işgal edilmiştir.

Dönem içerisinde yaşanan diğer gelişmelere bakıldığında ise, 1788 yılında Avusturya-Osmanlı ile İsveç-Rus savaşları başlamıştır. Ancak aynı yıllarda Fransız İhtilali’nin çıkması sonucu bu savaşlar 1791 Ziştove ve 1792 Yaş Antlaşmaları ile son bulmuştur. İran 1795’te Gürcistan’ı işgal etmiştir. Daha sonra ise, Ruslar İran’ ı 1813 ve 1828 yıllarında iki kez yenerek Gülistan ve Türkmençay Antlaşmaları sonucunda Azerbaycan’da büyük kazanımlar elde etmiştir. İran ve Çarlık Rusya’sı Azerbaycan’ı aralarında taksim etmişler ve Azerbaycan Kuzey-güney olarak bölünmüştür.

Rusya bölgede etkin bir güç olabilmek adına politikalar izlemiş ve bu kapsamda Gürcü ve Ermenileri kullanarak İran, Osmanlı ve Türkistan üzerinde daha baskın bir güç olmaya çalışmıştır.

18. yüzyılla birlikte başta İngiltere olmak üzere Batılı ülkeler bilimsel araştırma, ticaret ve buna benzer bahaneler üreterek, bölgenin siyasi, iktisadi ve stratejik özelliklerine dair bilgi sahibi olmuşlardır. Bu süreç içerisinde, gerçek amaçlarını oluşturan, bölgenin işgaline yönelik politikalar izlemişlerdir.

Rus Çarlığı Tarafından Kafkas ve Türkistan Hanlıklarının İşgali

Osmanlı bütün Kafkasları fethederek İran üzerinden gelmesi muhtemel tehlikeleri önlemeye ve bu devleti kontrol altına almaya çalışmıştır. Kafkaslar İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasında ciddi bir görev üstlendiği için, bölge bu anlamda büyük bir öneme sahip olmuştur.

Orta Asya ve Kafkaslar Rus Çarlığının egemenliği altına tam anlamıyla 1860’larda girmiştir. Rusların işgali bölgede uzun yıllar devam etmiş ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar sürmüştür. Kırım savaşı sonrasında yapılan 1856 Paris Antlaşması ile Osmanlı Rusya ile barış yapmak zorunda kalmış ve bunun sonucunda Rusya’ya karşı Kafkasları savunan hanlıklara verilen desteği bitirmek zorunda kalmıştır. Bu durum Rus ilerleyişi açısından önemli bir aşama olmuştur.

Türkistan’daki Son Türk Hanlıklarının işgali

Kırım savaşı sonrasında Kafkasya resmi olarak Rusya’ya bırakılmıştır. Savaş sonrasında bölge açısından yaşanan en önemli gelişme ise, Süveyş Kanalı projesi ile İngiltere’nin Rusya ile yaşadığı çıkar çatışmasının büyük oranda ortadan kalkmış olmasıdır. Bunun sonucunda ise, Rusya’nın Türkistan’ı işgalinin önündeki engeller ortadan kalkmıştır.

Bölgede sonrasında yaşanan gelişmelerde Ignatiyev raporunun (1858) büyük etkisi olmuştur. Raporda bölgedeki hanlıkların birbirlerine düşürülerek Ruslar tarafından kolayca işgal edilmeleri için güçlerinin zayıflatılması teklif edilmektedir. Diğer yandan, Ignatiyev Rusya’nın Osmanlı aleyhinde genişlemeci politikalar izlemesinde de etkili olmuştur. Bu rapor doğrultusunda önce Buhara Emirliği ile Hokand arasında savaş çıkartılmış, Hokand iyice zayıfladıktan sonra Rus birlikler tarafından 1864’te işgal edilmiştir. 1865’te Hokand, 1868’de Buhara Emirliği ve 1873’te de Hive Hanlığı ortadan kaldırılarak Batı Türkistan’ın Ruslar tarafından işgali tamamlanmıştır.

Ruslar Türkistan’ı ele geçirmek istiyordu çünkü; Türkistan’ın sahip olduğu zenginliklere sahip olmak istiyordu. Diğer yandan, sanayi devrimi sonrası Batılı ülkelerin ürünlerine yeni pazar ve fabrikalarına ham madde arayışları da Rusya’nın Türkistan’ı ele geçirmek isteme amacı ile paralellik gösteriyordu. Bu anlamda, Rusya’nın Türkistan’ı işgal etme aşamasında uluslararası çevrelerden gelebilecek tepkileri önlemek için Rus Prens’i Gorçakof’un 1864 yılında yayınladığı Gorçakof Deklarasyonu oldukça önemlidir. Bu diplomatik duyuru ile başta İngiltere olmak üzere Batılı sömürgeci ülkelere bilgi verilmiştir.

Rusya’nın Türkistan hanlıkları üzerinde gerçekleştirdiği işgal ve ilhak siyaseti tüm direniş çabalarına karşın kararlı bir şekilde uygulanmıştır. Bölge hanlıkları işgallere karşı Osmanlı ve Avrupa’dan yardım istemiş fakat; bu durum Rusya’nın işgallerini önleyememiştir. Bunun en önemli nedeni ise, Rusya’nın Osmanlı yardımlarını planlı bir şekilde engellemesidir.

Çin de Rusya’nın işgal politikalarına destek olacak nitelikte politikalar izleyerek, özellikle Doğu Türkistan’da baş gösteren bağımsızlık hareketlerini bastırmıştır. Söz konusu politikaları uygularken de İngiliz ve Ruslardan büyük oranda destek görmüştür. Böylece Çin, kolay bir şekilde Doğu Türkistan’ı ele geçirmiştir.

Aynı dönemde, Osmanlı devleti bir çok iç ve dış sorunla mücadele etmekte, başta Rusya ile girdiği 93 harbi olmak üzere İngiltere ve diğer Batılı ülkeler ile yaşadığı sorunlarla boğuşmaktaydı. Bu nedenle hanlıklardan gelen

yardım taleplerini karşılayamamıştır. Türkmenistan bölgesinde Rusya Göktepe savaşları (1881) ile Türkistan’daki son Türk devletini de ortadan kaldırarak (1884) bölgede tamamen hakimiyet kurmuştur.

I. Dünya Savaşı Sonuna Kadar Kafkaslar ve Türkistan

Orta Asya ve Kafkaslarda yaşayan Türklerin, bugün itibariyle Rus politikaları sonucu azınlık durumuna getirildiği söylenebilir. Ruslar bölgenin son birkaç asırdır süregelen siyasi tarihi üzerinde oldukça etkindir. Bölgedeki Türklerin asimile edilmesi ve azınlık durumuna dönüştürülmesi hususunda ise, Rus bilgin Mayendorf önemli bir yere sahiptir. Mayendorf, Türklerin sosyal ve ekonomik anlamda bağımlılaştırılması gereği üzerinde durmuştur.

Rus kültür politikasının uygulanmasında bir diğer önemli isim ise Nikolay İvanoviç İlminsky’dir. Türklerin kullandıkları Arap alfabesini değiştirmeleri gerektiğine dair ifadeleri vardır. Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimelerin öz Türkçeleri ile değiştirilmelerini öneren İlminsky, Ortodoksluğu kabul eden fakat Türkçe konuşup yazan yeni bir Tatar aydını yaratmak istemiştir. Söz konusu fikirlerle, Müslüman Türkleri sahip oldukları kültürel atmosferden kopararak, Rus kültürel değerleriyle bütünleştirme düşüncesini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Böylelikle daha kolay ve kabul edilebilir bir asimilasyonun sağlanabileceğini savunmuştur. Ortaya koyduğu fikirler her ne kadar kabul görüp uygulanmasa da, genel anlamda dönem içerisinde öne çıkan isimlerden biri olmuştur. Rus bilginlerinin Türkleri Ruslaştırma çabaları 19. yüzyılla birlikte ilginç sonuçlar vermeye başlamıştır. Bazı Türk aydınları söz konusu Ruslaştırma politikalarını destekleyerek, Türklerin varlıklarını devam ettirebilmek adına Rusların uygulamaya koyduğu politikaları benimsemelerinin faydalı olabileceğini savunmuşlardır.

Sovyetler Birliği Döneminde Kafkaslar ve Türkistan

Rusya’da 1917’de meydana gelen Bolşevik Devrimi ile Kafkaslar ve Türkistan’ın Rusya ile olan ilişkisi yeni bir döneme girmiştir. Rusya 1917 yılında Kafkasya’dan çekilmiştir. Bunun sonucunda Gürcistan ve Ermenistan bağımsızlığına kavuşmuş ve üç devlet kurulmuştur: Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti, Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti ve Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti. Fakat Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti iki yıl sonra tekrar Kafkasya’yı işgal etmiştir. Dolayısıyla bağımsızlığına kavuşan üç devlet Sovyetler Birliği ismini alan Sovyet rejiminin idaresine girmiştir.

Sovyet Rusya’nın aracılığıyla söz konusu üç Sovyet Cumhuriyeti (Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan) ile Kazım Karabekir’in temsil ettiği TBMM Hükümeti arasında 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması imzalanmıştır.

Buna göre bu üç Cumhuriyet daha önce TBMM Hükümeti ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan Moskova Antlaşması’nı kendileri için de geçerli kabul etmiştir. Böylece Türkiye’nin Doğu sınırları bu iki antlaşma ile kesinleşmiş ve Ermeni sorunu da sona ermiştir. Fakat Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 1991 yılında dağıldıktan sonra bağımsızlığını kazanan Ermenistan Kars Antlaşması’nı tanımamıştır.

Çarlık rejiminin yıkılması ile Türkistan’da Milli Mücadele hareketleri ortaya çıkmış ve bu mücadeleler Bolşevik İhtilalinden sonra da yer yer devam etmiştir. Bu dönemdeki en önemli hareketlerden biri Basmacı Hareketi’dir. Bu hareket az sayıdaki kuvvetleriyle Ruslara baskın yapıp büyük kayıplar verdiren ve dağınık halde dağlarda mücadele eden Türkistan Türklerinin mücadelesidir. Fakat bu hareketler başarıya ulaşamamış ve Kafkasya Sovyetler Birliği yönetimine girmiştir.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMI TÜRKIYE-SOVYETLER BIRLIĞI İLIŞKILERI

Giriş
Soğuk Savaş’ın nasıl ve nerede başladığını anlamak için İran Azerbaycan’ı, Doğu Türkistan (Sincan) ve Türkiye ile ilgili krizleri iyi anlamak önemlidir. Sovyetlerin, sınırlarındaki bu bölgelerle ilgili aldığı kararlar ve bu kararları hayata geçirmek için attığı adımlar, Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemin ilk unsurlarını oluşturmuştur.

Sovyetler Birliği’nin Türkiye Üzerinde Baskıları
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler, Sovyetlerin Türkiye’ye karşı toprak taleplerinin yanı sıra; Türk Boğazlarında üs kurma ve Boğazların ortak kontrolüne ilişkin talepleriyle kademeli bir sinir harbine dönüşmüştür. 1945 yılında, Sovyetler Birliği’nin beklenmedik bir biçimde 1925’te imzalanan Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmesiyle başlayan gerilim, Sovyetler Birliği’nin Türkiye topraklarında hak iddia etmesiyle yükselmiştir. Sovyetler Birliği, 20 yıldır iki ülke arasındaki ilişkileri düzenleyen bir anlaşmayı, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen değişikliklerle birlikte artık günün şartlarına cevap vermediği gerekçesiyle yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini Türk yetkililere bildirmiştir. Ardından, Türkiye’den, Doğu Anadolu’daki bazı iller üzerinde toprak taleplerinin yanı sıra Boğazlar rejimine yönelik de taleplerde bulunulmuştur. Sovyetler Birliği, bu talepler çerçevesinde Türkiye üzerinde baskı politikaları uygulamıştır.

Sovyetler Birliği, iki ülke arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için şu sorunların görüşülmesi gerektiği yönünde ısrarcı bir tavır sergilemiştir:

• 1921 Rusya-Türkiye Anlaşmasının gözden geçirilmesi (Sovyetler Birliği’nin, bu anlaşma çerçevesinde Türkiye’ye bırakılan topraklardan baskıyla geri çekildiğini ve bu nedenle yeniden gözden geçirilmesi gerektiği belirtilmiştir),

• Boğazlarda Rusya’ya üs verilmesi,
• Montrö Sözleşmesi’nin revizyonu idi.

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak hakkı talepleri ve Boğazlar rejimi üzerindeki ısrarlı tutumuna karşılık Türkiye, Sovyetler Birliği’nin önerilerini reddetmiştir ve bu noktada, İngiltere ve ABD’nin desteğini almıştır.

17 Temmuz 1945 tarihinde gerçekleştirilen Potsdam Konferansı’nda, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin doğu bölgelerine ve Boğazlarda askeri üs kurulmasına yönelik talepleri, ABD ve İngiltere tarafından da reddedilmiştir.

Sovyet Talepleri ve Güney Kafkasya Cumhuriyetleri
Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak taleplerinin gerekçesi, talep edilen toprakların Güney Kafkasya Cumhuriyetleri Ermenistan ve Gürcistan’a ait olduğu idi. Sovyet Transkafkasya Cumhuriyetleri Ermenistan ve

Gürcistan, hazırladıkları belgelerle toprak talepleri konusunda Sovyetler Birliği’ne destek vermişlerdir.

Sovyet Birliği Türkiye’ye yönelik baskılarını, I. Dünya Savaşından sonra 1921 yılından imzalanan Kars Anlaşması ile Türkiye’ye bırakılan toprakların Ermenistan ve Gürcistan’a iade edilmesi konusunda sürdürmüştür. Sovyet planlarına göre, Türkiye’den sözü edilen toprakların alınması halinde, Ermenistan toprakları %80 oranında, Gürcistan toprakları da %8 oranında genişleyecekti.

Özellikle Ermenistan’ın sınırlı topraklara sahip olduğu gerekçesiyle, II. Dünya Savaşı sonrasında yurt dışından gelen Ermenileri anavatanlarına yerleştirmenin sıkıntı yarattığı belirtilmiştir. Buna göre Kars, Ardahan, Erzurum, Trabzon ve Bitlis’in Ermenistan’a ve Sovyetler Birliği’ne iadesi talep edilmiştir.

Bu süreçte Türkiye’ye yönelik Ermeni iddiaları üzerinden medyada Türkiye karşıtı propagandalar yürütülmüştür. Buna karşılık İngiltere ve ABD, Türkiye’nin Sovyet talepleri karşısında haklı olduğunu belirterek, Türkiye’yi desteklemişlerdir.

Türkiye’nin Batı Bloku ile Yakınlaşması
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1945-1953 yılları arasındaki dönemde, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin Doğu Anadolu’nun bazı illeri ve Boğazlarda askeri üs kurulması ile ilgili ısrarcı ve baskıcı politikaları, Türkiye’yi Batı Blokuna yakınlaştırmış ve Türkiye, 1952 yılında NATO üyesi olmuştur.

Sovyetler Birliği’nin 1925 tarihli anlaşmanın gözden geçirilmesi için Kars ve Ardahan’ı geri istemesi ve Boğazlar rejiminin gözden geçirilmesi talebi karşısında ABD’li diplomatlar ve yetkililer endişelerini dile getirmişlerdir. Bu konuda ABD, Sovyetlerin gerçek hedefinin Boğazlara ilişkin rejimin yeniden gözden geçirilmesi olmadığını; Türkiye’yi himaye altına almak olduğu yönünde görüşlerini açıklamıştır. Bu görüşe göre; Sovyetlerin amacı, mevcut bağımsız Türk hükümeti yerine daha itaatkâr bir rejim kurulmasını sağlayarak Rusya’nın batı ve güney sınırındaki itaatkâr ülkelerden oluşan güvenlik zincirini tamamlamak ve böylece, Türkiye’deki batı etkisini bertaraf etmek idi.

İngiliz hükümeti de Türkiye’nin, tek başına, Boğazları her türlü savunma hakkına sahip olduğunu belirterek, Sovyetler Birliği’nin Boğazlar rejiminin sadece Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerle sınırlanması gerektiği önerisini kabul etmediğini bildirmiştir. ABD de Sovyetlerin bu önerisini kabul etmemiştir.

ABD, 1946 Mart ayında, olası bir saldırı durumunda Türkiye ve İran’a yardım edilmesini hedefleyen Birleşmiş Milletler Şartı’na ve iki ülkenin toprak bütünlüğünü korumaya hazır olduklarını bildirmiştir. ABD, Sovyetler Birliği’nin İran’dan çekilmesi sorunuyla da yakından ilgilenmiştir.
ABD savaş gemisi USS Missouri’nin 6 Nisan 1946 tarihinde İstanbul’a gelişi, Türkiye arkasındaki ABD desteğinin somut bir göstergesi olarak nitelendirilmiştir. Sovyetler Birliği ise, ABD’nin Türkiye desteğini kendilerine karşı askeri ve siyasi bir gösteri olarak tanımlamıştır.

Sovyetler Birliği, Boğazların güvenliğinin ortak girişimle sağlanması gerektiği ve Türkiye’nin çıkarlarının destekleneceği yönündeki inancını belirtmiştir. Türkiye ise, Boğazların ortak savunma fikrinin, Sovyetlerin kendi çıkarlarını koruma amacı taşıdığını ifade etmiştir. Dolayısıyla Türk hükümeti Sovyetlerin teklifini, Türkiye’nin egemenlik haklarını ve güvenliğini ihlal eden bir durum olarak görmüştür. Türkiye’nin kararlılığı karşısında Sovyet liderleri, Türkiye ile ikili bir anlaşmaya varmanın imkansızlığını anlamışlardır.

Türk-Sovyet anlaşmazlığı, ABD’nin Orta Doğu politikalarında değişiklik yapması gerektiğinin de işaretini vermiştir. ABD yetkililerine göre, Türkiye üzerinde Sovyet etkisi kurulması durumunda Rusların; Suriye, Lübnan, Irak, Filistin, Mısır ve Arap yarımadasının ötesine ulaşabilmesinin yolu açılacaktı. Bu durum, ayrıca, Sovyetler Birliği’ne karşı koyabilecek imkanlara sahip olmayan İran ve Yunanistan için de tehdit oluşturacaktı.

Soğuk Savaşın Tırmanması
Sovyetler Birliği’nin 1945-1947 yılları arasında izlediği yayılmacı politikalarla ABD’nin stratejik ortağı haline gelen Türkiye, Soğuk Savaş’ın başlangıç noktası olmuştur. Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerinde uyguladığı baskıcı politikalar, 1953 yılında Sovyet lideri Stalin’in ölümüne kadar sürmüştür.

Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu politikasında önemli bir yere sahip olması, Türkiye’yi Soğuk Savaş’ın test alanı haline getirmiştir. Sınırların Yakın Doğu ve Akdeniz’e doğru genişletilmesi fikri, İngiltere’nin de doğrudan katılımıyla SSCB ile ABD arasındaki ilk karşılaşmayı doğurmuştur.

Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikaları ve özellikle güneye doğru yayılması karşısında, 1947 yılında ABD Başkanı Harry S. Truman, Sovyet tehdidine karşı Türkiye ve Yunanistan’a mali ve askeri yardım kararını açıklamıştır. “Truman Doktrini” olarak adlandırılan bu karar, Soğuk Savaş’ın iki kutuplu güç dengelerini de ortaya çıkarmıştır.

Sovyetler Birliği’nin 30 Mayıs 1953 tarihinde, Türkiye üzerindeki herhangi bir toprak taleplerinin bulunmadığını açıklamasının ardından Türk-Sovyet ilişkileri diyalog sürecine girmiştir.

1950-1989 Arası Türk-Sovyet İlişkileri
Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak ve Boğazların ortak kontrolüne yönelik talepleri, Türk-Sovyet ilişkilerinin önemli bir parçasını oluşturmuştur. “Soğuk Savaş” ifadesinin henüz kullanılmadığı bu dönemde, Türkiye üzerinde sözü edilen talepler çerçevesinde baskıcı politikalar uygulanmıştır.

1945-1953 yılları arasında, bir süper güce dönüşen Sovyetler Birliği karşısında başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler Türkiye’ye destek vermişlerdir. Sovyetler Birliği, Boğazlar ile Kars, Ardahan ve Artvin üzerindeki hak iddialarıyla Türkiye’ye uyguladıkları sinir harbini Mayıs 1953 tarihine kadar sürdürmüştür.

Sovyet taleplerini ve bu talepler için Sovyetlerin uyguladığı baskıcı politikaları, Türk bağımsızlık ve egemenliği için tehdit olarak gören Türkiye, bu durumu orduyu hazır tutarak aşmaya çalışırken, ekonomik açıdan da ciddi sıkıntı yaşamıştır. Türkiye’nin baskı altında tutulması yönündeki Sovyet politikasına Güney Kafkasya Cumhuriyetleri Gürcistan ve Ermenistan da katkı sağlamıştır. Bu bölgede Moskova tarafından kışkırtılan milliyetçilik dalgası da gerçekte pek işe yaramamıştır. Bu bağlamda, Ermenistan ve Gürcistan’ı kullanarak Türkiye’yi bunaltma ve uluslararası düzeyde Türkiye karşıtı bir kamuoyu yaratma çabaları işe yaramamıştır.

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak taleplerini 1953 yılında geri çekmesine rağmen, iki ülke arasındaki ilişkilerde yumuşama dönemi ancak 1960’larda olmuştur. Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik Sovyet liderlerinin çağrılarına rağmen, 1950 ve 1960’lı yıllar boyunca Yakın Doğu’da Türkiye’ye karşı özellikle Ermeni konusu suiistimal edilmiştir. Sovyetlerin Ermeni örgütlerine desteği Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar sürmüştür. Ancak Komünist Parti Genel Sekreteri Kruşçev, Türkiye’den toprak talebi konusunu desteklememiştir.

Türk-Sovyet ilişkilerini olumsuz etkileyen diğer önemli gelişmeler; Sovyetlerin Kıbrıs sorunu karşısındaki Türkiye karşıtı tutumları ve 1962 yılındaki ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki Küba krizi olmuştur.

1960’lı yıllarda normale dönmeye başlayan Türk-Sovyet ilişkilerindeki olumlu gelişmeler ise, iki ülke arasındaki resmi ziyaretlerle sürdürülmüştür. 1967 yılında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Türk-Sovyet ilişkilerinde yeni bir döneme girildiğini açıklayarak iki ülke arasındaki gerilimin sona erdiğini ve artık düşmanlığın bulunmadığını belirtmiştir. İki ülke arasındaki resmi diyaloglar, 1980’li yıllarda da devam etmiştir.

Sosyalizmin yaşadığı krizin ardından 1990’lı yıllarda SSCB’nin dağılmasıyla Türkiye, Karadeniz ve Kafkaslarda (Hazar Denizi bölgesinde) daha da önemli bir aktör haline gelmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, Türkiye-SSCB ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Soğuk Savaş’ın zor yıllarının ardından Türkiye, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Konseyi’nin siyasi ve iktisadi açıdan en büyük ortaklarından biri haline gelmiştir. Gürcistan’ın toprak bütünlüğü ve bağımsızlığına destek veren ilk ülkeler arasında yer almış olan Türkiye, ABD ve NATO’nun da stratejik ortağı olmuştur.

RUSYA’NIN ORTA ASYA VE BDT POLITIKALARI KAPSAMINDA BÖLGESEL GÜÇ DENGELERININ DEĞIŞIMI
Rusya’nın Orta Asya Dış Politikasındaki Değişimin Teorik Arka Planı

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından liberal sisteme geçiş yapan Rusya Federasyonu, yaşanan ekonomik sarsıntıyı enerji piyasasındaki artış trendini takip ederek atlatmayı başarmıştır. Ekonomik kaosu doğru politikalarla atlatmayı başaran Rusya, 1991 yılında Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) da kurarak dünya politikalarına yön veren konumunu muhafaza etmeye çalışmaktadır. Buna rağmen, Rusya Federasyonu etrafında gerçekleşen Renkli Devrimler, Ukrayna’daki seçimlerde Rus yanlısı liderlerin seçimi kaybetmesi ve Gürcistan’daki Rus askeri birliklerinin geri çekilmesi gibi gelişmeler, Rusya’nın yakın coğrafyasındaki etkisinin kaybı olarak değerlendirilmektedir. Dış politikadaki etkinliğini yeniden kazanmak isteyen Rusya, bu amaçla BDT’nin ekonomik ve siyasal kurumlarına gittikçe daha çok önem vermektedir.

Rusya, BDT Örgütü’nü bir güç dengesi unsuru olarak kullanırken, aynı zamanda bölgenin enerji kaynakları üzerindeki hakimiyetini de sürdürmek istemektedir. Bu durum hem NATO’nun genişlemesine karşı bir kalkan olarak kullanılmakta, hem de Alman-Fransız ittifakının Slav dünyasını etkisi altına almasını önlemektedir.

Rusya, neorealist paradigma açısından Orta Asya ülkeleri ile olan ilişkisinde tarihsel süreçte yaşadığı hakimiyet teorisinden öte bir tutum benimsemekte, klasik realist paradigma açısından ise Rusya’da ortaya çıkan sorunlar devletin doğrudan hamlelerinin bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Yeni realistler de söz konusu sorunların, devletle birlikte uluslararası sistemin yapısal unsurlarından kaynaklandığını ifade etmektedirler. Realist paradigma buradan hareketle, Rusya’nın dış politikada yeniden süper güç olma konumuna yükselebilmesi için BDT bölgesine odaklanması ve tekrar nükleer süper güç olması gerekliliğini öne sürmektedir. Diğer taraftan Rusya, Yeni Avrasyacılık akımı ile birlikte Orta Asya üzerinde tekrar nüfuz sahası kurmaya çalışmaktadır.

Rusya, Soğuk Savaş sürecindeki rekabetçi çatışma ortamı yerine NATO ve AB gibi kurumlar ile işbirliğini prensip edinen Atlantik Okulu’nun çözüm olabileceğini öngörmüştür. Bu paradigmaya göre, Rusya’nın temel dış politik yönelimi Batı eksenli olmalı ve Batı’yla olan ekonomik işbirliğini hızla tamamlamalıdır. Atlantik Okulu’nun temel dış politika eğilimi, Rusya’nın Batı ile geleneksel ayrılıklarını ortadan kaldırmak, siyasal ve ekonomik entegrasyonu desteklemek olmuştur. Buna paralel olarak Atlantik Okulu, Rusya’nın tehdit algısının Soğuk Savaş sürecinde düşman olarak tanımladığı NATO ve Batı’dan değil, Çin ve Orta Asya’daki radikal İslam’ın yayılmacı kimliğinden kaynaklanması gerektiği hipotezini benimsemiştir. Atlantik Okulu, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına hizmet etmek ve Moskova’nın ulusal güvenliğini NATO endeksli planlamakla eleştirilmektedir. Rusya’nın gelecekteki hayati çıkarlarının Orta Asya ve

BDT ülkelerinde olduğu, yer altı madenleri ve zengin enerji kaynakları ile entegre olabilen dış politika önceliklerinin hayata geçirilmesi gerektiği savunulmaya başlanmıştır.

Rusya, 1990’ların sonuna doğru yaşadığı ekonomik ve siyasal sorunlar ile Batı’nın eski Sovyet coğrafyasındaki artan baskıları sonucu “Near Abroad – Yakın Çevre” doktrinini devreye sokmuştur. Yakın çevresinde yeniden etkin olma çabası ile “Avrasya Birliği” projesini devreye sokmaya çalışmaktadır. Kafkasya – Asya – Doğu Asya ekseninde yeniden tanımlanan Rus kimliği, bu politika ile ABD ve Batı karşısında yeni denge arayışına girmiştir. Avrasya bölgesi Rusya için jeopolitik öneminin yanı sıra kültürel bir motif olarak da değerlendirilmektedir. Avrasya akımının öncüsü olan Dugin’e göre Rus dış politikasının önünde duran seçenekler Batı’ya eklemlenmeyi amaçlayan neo-liberal yaklaşım ile Sovyet zamanına dönülmesini isteyen muhalif yaklaşımdır. Fakat Dugin’e göre bu yaklaşımların her ikisi de çözüm değildir. Ona göre Rusya’nın geleceği “hakimiyet teorisi” yaklaşımındadır. Yani Rusya tekrar imparatorluk görünümüne kavuşmalı ve bu imparatorluk Avrasya’da kurulmalıdır.

• Pragmatik Avrasyacılık: Rusya’nın Avrasyacı kimliğini Batı ve Asya arasında dengelenmiş bir politik tutum olarak ifade etmektedir.

• Yeni Avrasyacılık: Batı karşıtlığı çerçevesinde Rus kimliğinin inşasını amaçlamaktadır.

• Medeniyetlerarası Avrasyacılık: Asya’daki diğer uluslarla ilişkilerin geliştirilmesini savunmaktadır.

BDT’nin Kuruluşu, Kurumsal ve İşlevsel Yapısı

Rusya Federasyonu – Ukrayna – Beyaz Rusya (Belarus) 8 Aralık Minsk Antlaşması çerçevesinde SSCB yönetimi ile ilişkilerini sonlandırmışlardır. Rusya; Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya coğrafyalarındaki topraklarının ve bu ülkelerdeki endüstriyel ve askeri altyapısının yanı sıra sınırları dışında yaşayan 26 milyon Rus vatandaşının yönetim hakkını da siyasal ve hukuki anlamda terk etmiştir. Kremlin yönetimi, tarihi ve siyasal olarak da bu çöküntüyü atlatarak Büyük Güç yeteneği ile donatılmış Rusya’yı yeniden kurmak ve uluslararası sistemdeki eski etkinlik ve prestijini tekrar inşa etmek amacıyla yeni bir dış politika stratejisi kurgulama ihtiyacı hissetmiştir. 85 yıllık Sovyet yönetiminden ayrılan yeni cumhuriyetler, iç içe geçmiş Moskova’nın entegre ekonomi, pazarlama, ulaştırma ve idari yönetim zincirinden kopamamıştır. Böylece 11 cumhuriyetin katılımı ile 21 Aralık 1991 Almaata Deklarasyonu’yla hukuki olarak genişleyen BDT’ye 1993’te Gürcistan da katılmıştır. Ancak Rusya’nın 12 Ağustos 2008’deki askeri harekatından sonra Gürcistan, topluluktan ayrıldığını bildirmiştir.

Antlaşmaya göre, topluluğa üye devletler birbirlerinin iç işlerine karışmayacak, nükleer silahların azaltılması ve merkezden kontrol faaliyetlerine katılacaklardır. Siyasi, ekonomik, çevresel, insani, kültürel ve diğer alanlarda iş birliği gibi ilkeleri kabul eden eski SSCB cumhuriyetleri bu birliğe katılabileceklerdir.

BDT’nin 1991’de ortaya çıkmasından bu yana, örgüte üye ülkeler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine yönelik yapılan 2800 antlaşmanın ancak %10’unu uygulanabilmiş durumdadır. Günümüzde bile BDT tüzüğü tüm üye ülkeler tarafından onaylanmamıştır. Ayrıca Rusya ile sorun yaşayan Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova BDT karşıtı bir tavır benimsemiştir. BDT’nin kurumsal yapısı; karar alma organı olan Devlet Başkanları Konseyi ve tüzel kişilik olarak Hükümet Başkanları Konseyi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. 1993 yılında ise Topluluk, bünyesine Dışişleri Bakanları Konseyi, Savunma Bakanları Konseyi, Parlamentolararası Meclis ve İktisat Mahkemesini dahil etmiştir. 19922de imzalanan ve 1994 yılında yürürlüğe giren Taşkent Antlaşması ile beraber ise ortak güvenlik unsuru ön plana çıkmıştır.

23 Nisan 1993’te yayımlanan Rusya Federasyonu Dış Politika Konseptinde, Rusya’nın eski Sovyet alanına yönelik amaçları şu maddelerle ifade edilmiştir:

1. Yeni bağımsız ülkelerde siyasi, ekonomik ve askeri işbirliğini BDT çerçevesinde ve ikili ilişkiler bazında derinleştirmek
2. BDT altyapısını güçlendirmek
3. Bütün yeni bağımsız devletlerde Rus vatandaşlarının haklarını korumak
4. BDT barış gücünü oluşturmak

BDT her ne kadar Baltıklar dışındaki eski Sovyet Cumhuriyetleri tarafından kurulmuş olsa da Rusya bu yapılanma içinde baskın olan unsur olmuştur. Rus dış politikasındaki bir numaralı öncelik BDT’ye verilmiştir. Öyle ki Rusya’nın baskısı ile BDT’ye üye ülkelerde Rusçanın yaygınlaştırılması stratejisinin ilk adımı olarak BDT’nin resmi dili Rusça olarak kabul edilmiştir.

Rusya’nın BDT Coğrafyasında İzlediği Politikaların Stratejik Önemi

Rusya’nın BDT politikasına kuşku ile yaklaşan Batılı analistler, tarihsel Rus emperyalizminin Avrasya jeopolitiğinde yeniden baskın rol oynayabileceği ve üye ülkelerin egemenliklerine gölge düşebileceği endişelerini gizlememişlerdir. Ancak genç cumhuriyetler, BDT’yi kurumsal ve örgütsel bir ekonomik çatı olarak yorumlamaktadırlar.

Rusya, “Yakın Çevre” doktrini ile SSCB’den ayrılan devletler üzerinde yeniden egemenlik ve nüfuz alanını güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda SSCB’nin ardından doğan güç boşluğunu doldurmak, ABD-AB-Çin- Türkiye-İran ülkelerinin bölgede etkinlik kazanmasını önlemek ve böylece çevre ülkelerle ilişkilerinde yeni bir istikrar oluşturarak bir savunma hattı kurabilmeyi amaçlamaktadır.

BDT’nin 1991’deki kuruluş amacı yeni bağımsız ülkeleri ‘petrole endeksli Sovyet modeline’ entegre etmektir. Rusya, BDT bölgesinde üstünlüğü ABD, AB ve Çin’e kaptırmamak için Avrasya Ekonomik Bölgesi, Rusya- Belarus Birliği, Rusya – Belarus – Ukrayna – Kazakistan Büyük Dörtlüsü gibi yeni iş birliği modelleri geliştirmiştir.

BDT alanında dış tehditlere karşı güvenliği sağlamak amacıyla 15 Mayıs 1992’de Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya Federasyonu, Tacikistan ve Özbekistan arasında imzalanan Kolektif Güvenlik Anlaşması’na 1993 yılında Gürcistan, Azerbaycan ve Beyaz Rusya da katılmıştır. Ancak 1999 yılında Azerbaycan, Gürcistan ve Özbekistan anlaşmadan çekilmişlerdir.

BDT ülkelerinin güvenlik alanında NATO’nun benzeri olan örgütleri 7 Ekim 2002’de kurulan Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü’dür. Belarus, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya Federasyonu ve Tacikistan devlet başkanlarının katılımı ile kurulmuş olan örgütün diğer adı Taşkent Antlaşması’dır. 23 Haziran 2006’da Özbekistan’ın katılımıyla yedi ülkeden oluşan bir örgüte dönüşmüştür.

Rusya BDT içindeki rolü sayesinde, Batı’da NATO ve ABD askeri güç yapısına karşı bir ileri savunma hattı elde etme imkanına sahip olmuştur. BDT içindeki üstünlüğünü Tacikistan topraklarında konuşlu bulunan 10 önemli askeri üs ile pekiştiren Rusya, daha sonra BDT’nin sınırlarının korunması amacı ile Orta Asya Cumhuriyetleri ile ortaklık antlaşması imzalamıştır.

Avrasya Ekonomik Topluluğu (AET) Ortak Enerji Politikaları

Avrasya Ekonomik Topluluğu (AET) Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya ve Tacikistan’ın gümrük birliğinin oluşmasının tamamlanması ve ortak ekonomik alanın kurulmasını hedefleyen bir kurum olarak 10 Ekim 2000’de imzalanan ve 30 Mayıs 2001’de yürürlüğe giren AET Kurucu Antlaşması ile kurulmuştur. AET’de küçük bir yönetim sistemi, açık karar alma ve sorumluluk mekanizması işlemektedir. AET uluslararası bir statüye sahiptir. Entegrasyon Komitesi hem Moskova’da hem de Almaatı’da faaliyet göstermektedir.

Orta Asya’da Değişen Güç Dengeleri ve Bölgesel Aktörler

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 1991’de SSCB’nin fiilen dağılması Avrupa ve Orta Asya düzleminde siyasal yapıyı yeniden organize etmiştir. 11 Eylül sonrası ABD’nin radikal İslamcı örgütlere karşı aldığı pozisyon, Rusya’nın ABD ile bu konuda kısmi iş birliği yapmasına zemin yaratmış olsa da Rusya, BDT bölgesine ABD’nin nüfuz etmesinden rahatsız olmaktadır. Coğrafi uzaklığın yol açtığı zorluklar nedeniyle BDT bölgesinde reaktif konumda olan Avrupa Birliği, enerji konusunda Rusya’ya olan bağımlılığından dolayı, Orta Asya ülkeleri ile olan ilişkilerde proaktif bir politika izlemek zorunda kalmıştır.
ABD, Rusya’nın yeniden eski gücünü elde ederek Orta Asya ve eski Slav coğrafyasını oluşturan Doğu Avrupa’ya nüfuz etmesini önlemek amacıyla Baltık Cumhuriyetleri, Ukrayna ve Belarus’un, Rusya’nın etkisine girmemesi için yeni politikalar geliştirmektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD önce insan hakları ve demokrasiye öncelik vermiş ancak daha sonra bölgede faaliyet gösteren Amerikan petrol şirketlerinin Rusya tarafından engellenmesi, ABD’nin bölgedeki politikalarının radikal bir şekilde değişmesine neden olmuştur. ABD yönetimi, bölgedeki önceliği çok yönlü petrol boru hatları politikasına uygun bir şekilde düzenlemiş ve bu amaçla bölgedeki müttefiklerini seçmiştir. ABD dış politikasının Büyük Strateji (Grand Strategy) perspektifi açısından ABD’nin tek küresel süper güç olarak statüsünü muhafaza etmesi, eski Sovyet coğrafyasında meydana gelebilecek bir çatışmaya müsaade etmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.

Rusya, içine düştüğü siyasal istikrarsızlık ve parçalanma tehlikesinin önüne geçmek isterken Çin, ABD’nin ekonomik, askeri ve siyasal varlığının Avrasya dengelerini bozacağı endişesi ile Moskova’nın reformlarını ve Washington ile işbirliğini ciddi kaygılar ile izlemeye başlamıştır. ABD ve NATO kuvvetlerinin, Bush Doktrini çerçevesinde, Taliban ve El Kaide terör örgütleri ile mücadeleden sonra Afganistan ve Orta Asya’dan çekilmemesi, Beyaz Saray’ın Avrasya Gizli Ajandası olduğu ve enerji kaynaklarını kontrol etmeyi planladığı ortaya çıkmıştır. Bu gelişme Rusya ve Çin arasında ABD’ye karşı yeni bir ittifak cephesinin oluşmasına yol açmıştır. ABD, Orta Asya’yı kendi çıkarlarının geniş bir uygulama alanı olarak görürken, bu uygulamanın bölgesel ikili ilişkilerin geliştirilerek yapılması gerektiğine inanmaktadır. Buna karşılık Orta Asya Cumhuriyetleri Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, bölgedeki iki önemli aktör olan Rusya ve ABD’nin etkisinden uzak kalma çabası içerisindedirler.

Rusya ve Çin, ABD’nin tek hegemonik güç iddiası karşısındaki ortaklık zemininde birleşmeyi hayati çıkarlarına uygun bulsalar da Avrasya coğrafyası üzerinde sınır anlaşmazlıkları, ideolojik, askeri ve siyasal çatışma sürekliliğini muhafaza etmektedir. Çin ve Rusya’nın diplomatik olarak yakınlaşması, uluslararası sorunlarda birbirlerine destek vermeleri ve ABD’ye karşı pek çok konuda işbirliğine gitmeleri Asya’nın siyasal atmosferini de etkilemektedir.

ABD’nin öne sürdüğü tek kutupluluk hipotezine karşı çıkan Rusya, Çin ile Şangay İşbirliği Örgütü’nü kurarak Avrasya bölgesinde ABD askeri varlığını dengelemeye çalışmaktadır. ABD ise kendisine rakip ve tehdit olarak gördüğü İran’ın Avrasya’daki harekat sahasını daraltıp Rusya ve Çin ile olan dinamik askeri, ticari ve siyasal bağlarını kesmeyi amaçlamaktadır.

Rusya, Orta Asya bölgesinde Türkiye’nin Pan-Türkist yaklaşımlar ile bölgede nüfuz arayışı içinde olduğunu

düşünmektedir. Rusya ayrıca Türkiye’yi enerji projeleri ile Moskova’ya meydan okuyan bir aktör olarak görmüş ve Kafkasya ile Rusya topraklarında meydana gelen terör saldırılarından sorumlu tutmuştur. Ancak Rusya ve Türkiye arasında Başkan Putin sonrası ilişkiler radikal bir değişikliğe uğramış ve aradaki buzlar eriyerek karşılıklı güven ortamı sağlanmıştır. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkinin temelini enerji ve ham madde ticareti oluşturmaktadır. Günümüzde Türkiye ile Rusya, Avrasya bölgesinde güçlü bir ekonomik birlik oluşturmaktadır. 1997 yılında dengede olan Türkiye-Rusya dış ticareti peş peşe yapılan doğal gaz anlaşmaları ile Türkiye aleyhine açılmaya başlamıştır. 2010 yılına kadar iki ülke arasındaki ticaret hacmi her yıl artmış olsa da bu durum Türkiye’nin aleyhine olan bir açığın oluşmasına yol açmıştır.

KAFKASLAR VE ORTA ASYA ÜLKELERININ SIYASI VE EKONOMIK YAPILARI VE DIŞ POLITIKALARI
SSCB’nin Dağılması ve Bağımsız Cumhuriyetler
SSCB hükümet yapısında bir Cumhurbaşkanı ve Başbakan bulunmakla birlikte, gerçekte ülkeyi yöneten kişi her zaman Komünist Partisi Genel Sekreteri olmuştur. 33 yıl boyunca Genel Sekreterlik görevini yürüten Stalin dönemi baskıcı bir dönem olarak geçmiştir. Fakat II. Dünya Savaşı yıllarında bu baskılar biraz yumuşamıştır. Stalin’den sonra gelen Kruşçev ise özellikle dini ve kültürel alanda baskıları yoğunlaştırmıştır. Kruşçev’den sonra gelen Brejnev ise eski Kazakistan Komünist Partisi Sekreterliği yapmıştır. Brejnev; Kruşçev’in Kazakistan’daki “bakir toprakları tarıma açma projesi”ni desteklemiş, bu proje yerli halkın aleyhine olmuş ve Kazakistan’ın Ruslaştırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Yine bu dönemde Kazakistan’da parti ve devlet kademelerinde Kazakların sayısı artmış ve Kazaklar merkezi ve yerel kuruluşlardaki önemli mevkileri ele geçirilmiştir. Bu durum, ilerleyen yıllardaki Kazakistan olaylarında önemli bir rol oynamıştır.

Kazakistan’da 1959 yılında kötü çalışma koşulları dolayısıyla demir çelik fabrikalarında işçilerin çıkardığı olaylar, 1963’te Güney Rusya’da yaşanan benzer bir olayda 120 kişinin ölmesi, daha sonra Litvanya ve Estonya’da ve 1982’de Almatı’da benzer olayların yaşanması SSCB’de rejimle ilgili sıkıntıların olduğunu ortaya koymuştur. 1979 yılında yaşanan Afganistan müdahalesi de ülkenin ekonomisini zorlamış ve rejime duyulan güveni de zayıflatmıştır. Bürokrasi ve sanayinin de çalışamaz duruma gelmesi son SSCB Komünist Parti Sekreteri Gorbaçov’un birtakım reformlar yapmasına yol açmıştır. Glasnost ve Prestroyka (Şeffaflık ve Yeniden Yapılanma) olarak adlandırılan reformlar da rejimin sorunlarının çözememiş; fakat rejimin kansız bir şekilde dağılmasında önemli rol oynamıştır.

Gürcistan bu süreçte bağımsızlığını ilk ilan eden ülke olmuştur (28 Nisan 1991). Abhazya ve Güney Osetya (Rusya Federasyonu sınırında) ile Acarya (Türkiye sınırında) Gürcistan’a bağlı özerk birimlerdir. SSCB iç ve dış sorunlarla meşgulken, bu birimler bağımsızlık talebiyle ayaklanmıştır. Gürcistan ordusu bu ayaklanmalara müdahalede bulunmuş fakat özellikle Abhazya’da kontrolü sağlayamamıştır. Bu süreçte Tiflis’te de çekişmeler sürmekteyken bağımsızlık ilanı gelmiş ve ülkenin ilk cumhurbaşkanı Gamsakhurdia olmuştur. Gürcistan’ın özerk birimlerle sorunları halen sürmektedir.

Bölgede bağımsızlığını ilan eden ikinci ülke Ermenistan olmuştur (23 Ağustos 1991). Ermenistan’ın bağımsızlık sürecinde Azerbaycan ile yukarı Karabağ (Dağlık Karabağ) ile ilgili kriz yaşanmıştır. Ermenistan’dan ayrılarak Azerbaycan’a katılmak isteyen Karabağ’a Ermenistan müdahale etmiş, tırmanan gerilim her iki ülkede de azınlıkların saldırılara uğramasına neden olmuştur. Bağımsız Ermenistan’ın ilk cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan olmuştur. Yukarı Karabağ sorunu halen sürmektedir.

Gürcistan ve Ermenistan’ın ardından diğer Sovyet Cumhuriyetleri de sırayla bağımsızlıklarını ilan etmiştir. Çin sınırında bulunan ve nüfusunun %30’unu Rusların oluşturduğu Kırgızistan 31 Ağustos 1991’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Askar Akayev, Kırgızistan’ın ilk cumhurbaşkanı olmuştur. 1 Eylül 1991’de bağımsızlığını ilan eden Özbekistan’ın ise ilk cumhurbaşkanı İslam Abdülganiyeviç Kerimov olmuştur ve halen bu görevini sürdürmektedir. Diğer cumhuriyetlerin ardından bağımsızlığını ilan eden (9 Eylül 1991) Tacikistan’ın bağımsızlık aşaması ve sonrasında Rusya Federasyonu ile ciddi bir sorunu olmamıştır. Dış politikada genellikle Rusya’nın yanında olmuştur. Fakat ülke içindeki aşiret ve bölgecilik kavgaları yıllarca süren iç savaşa dönüşmüştür.

Özellikle Ermenistan’la yaşanan Karabağ sorunu sonrasındaki gelişmeler Halk Cephesi Ebulfez Elçibey’in açıktan ülkenin bağımsızlığını savunmasın neden olmuştur. 18 Ekim 1991’de bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan’ın ilk cumhurbaşkanı da Elçibey olmuştur.

1985’te Türkmenistan Komünist Partisinin başına getirilen Saparmurat Atayeviç Niyazov (Türkmenbaşı) Türkmenlerin hakları için çok mücadele etmiş, Rusçanın yanında Türkmencenin de resmi dil olmasını sağlamıştır. Niyazov bağımsızlık ilanından önce halkoylaması yapmış ve halkın %93’ü bağımsızlık yönünde oy kullanmıştır. 27 Ekim 1991’de bağımsızlığını ilan eden Türkmenistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur. Aynı şekilde Türkmenistan’da büyükelçiliğini açan ilk ülke de Türkiye olmuş, buna karşılık Türkmenistan da ilk büyükelçiliğini Türkiye’de açmıştır.

1980’lerin ikinci yarısında ciddi huzursuzlukların yaşandığı Kazakistan’da Komünist Partisi Başkanlığına 1989 yılında Nursultan Nazarbayev getirilmiştir. Kazak nüfusu kadar Rus nüfusunun yaşadığı ülkede Rusça olan resmi dil, Nazarbayev’in 1989’da aldığı bir kararla Kazakça yapılmıştır. 1 Aralık 1991’de yapılan bir seçimle Nazarbayev cumhurbaşkanı seçilmiş, 16 Aralık 1991’de de Kazakistan bağımsızlığını ilan etmiştir.

Bağımsızlık Sonrası Kafkaslar ve Orta Asya
“Devletlerin birbirine karşılıklı bağımlılığı”na dayanan Sovyet sistemi çöktüğünde felaketle karşılaşmamak için bağımsızlıklarını ilan eden cumhuriyetler herkesin kabul edeceği ortak bir zemin arayışına girmiştir. 8 Aralık 1991’de Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya arasında Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) anlaşması imzalanmış ve Sovyetler Birliği’ne son verilmiştir. Nursultan Nazarbayev’in girişimiyle 21 Aralık’ta Gürcistan, Litvanya, Letonya ve Estonya dışındaki 11 cumhuriyet Alma Ata Deklarasyonu ile BDT sözleşmesini imzalamıştır.

Sovyet sistemi sona erdikten sonra bağımsız cumhuriyetler arasında birtakım etnik çatışmalar ve sınır sorunları gündeme gelmiş; buna karşılık zaman zaman uluslararası örgütler veya BDT devreye girmiştir.
• Abhazya Sorunu ve Gürcistan: Abhazya ve Acara Özerk bölgelerinin bağımsızlık talepleriyle, 1990’lar boyunca Gürcistan’da siyasi istikrarsızlık, iç savaş ve darbe girişimleri yaşanmıştır. Abhazya savaşında 20000 kişi hayatını kaybetmiş, 260000 kişi göç etmiştir. Gürcistan 1992’de BM, AGİK, IMF ve Dünya Bankası’na üye olmuştur. Ülkedeki karışıklıkların sürmesi üzerine Gürcistan, 1993’te BDT’ye üye olmuştur. Ayrıca Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova ile birlikte GUAM Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütünün kurucu üyesi ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) üyesidir.
• Ermenistan ve Sınır Sorunları: Ermenistan Parlamentosu Şubat 1991’de aldığı karar ile Türkiye, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan arasındaki bugünkü sınırları belirleyen 1921 tarihli Kars Antlaşması’nı tanımadığını deklare etmiştir. Ermenistan’ın Gürcistan ile de Ermeni nüfusu bulunan Gürcistan’ın Jevahati (Cevahati) bölgesine dair talepleri dolayısıyla sorunları bulunmaktadır. Azerbaycan ile ise Yukarı Karabağ dolayısıyla sorun yaşayan Ermenistan, BDT kuruluş sözleşmesi olan Almatı Deklarasyonu’nu imzalamıştır. Ayrıca BM, AGİK, KEİ, IMF, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankasına da üye olmuştur.
• Azerbaycan ve Yukarı Karabağ Sorunu: Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra en önemli krizlerden biri Azerbaycan ile Ermenistan arasında Yukarı Karabağ ile ilgili olarak yaşanmıştır. Bağımsızlık ile birlikte Yukarı Karabağ’dan kaynaklanan savaş sonucunda ateşkes imzalanmış ancak barış anlaşması Minsk Süreci’ne havale edilmiştir. Azerbaycan; BM, BDT, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT), İslam İşbirliği Örgütü (İİÖ), KEİ, TÜRKSOY (Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı) ve GUAM üyesidir.
Ebulfez Elçibey’in devlet politikasının esasları:
✓ Türk dünyasının bütünleşmesi
✓ Türkiye ile ileri derecede işbirliği
✓ İran işgalindeki Güney Azerbaycan ve İran’daki Azerilerin kuzey ile birleşmesi (Vahit Azerbaycan)
✓ Rusya’nın yeni cumhuriyetler üzerinde yeniden nüfuz kurma aracı olan BDT’ye girmemek
✓ Bakü petrollerinde Rusya’yı devre dışı bırakmak
Ülkede çıkan karışıklıklar sonucu 1993’te Bakü’den ayrılmak zorunda kalan Elçibey’in yerine Haydar Aliyev Devlet Başkanı olmuştur.
• Kırgızistan: Bağımsızlık sonrası 1990’ları en sakin geçiren cumhuriyettir. BM, BDT, IMF gibi kuruluşların yanında Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), EİT, İİÖ ile TÜRKSOY üyesidir.
• Özbekistan: Özbekistan bağımsızlıktan sonra, BDT, BM, İİÖ, EİT, TÜRKSOY üyesidir.
Kuruluşunda yer almasa da sonradan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmıştır. Bağımsızlık sürecinde etnik çatışmaların yaşandığı Özbekistan’da demokrasi ve insan hakları konularında da sıkıntılar yaşanmaktadır.
• Tacikistan ve İç Savaş: Bağımsızlık sonrasında yıllarca süren iç savaş yaşayan Tacikistan’ın özellikle dağlık Afganistan sınırı istikrarsızlığı beslemiştir. BDT ve Rusya’nın yardımıyla etnik ve siyasi çatışmalar bir miktar önlenebilmiştir. 1993’te BDT barış gücü bünyesindeki askerler ülkede konuşlanmıştır.
Tacikistan ŞİÖ, BM, EİT, İİÖ ve Rusya ile birlikte Avrasya Ekonomik Topluluğu üyesidir.
• Türkmenistan: Bağımsızlık sonrası “daimi tarafsızlık stratejisi” ile siyasi ve ekonomik güvenliğini sağlamaya çalışmıştır. Türkmenistan BM, AGİT, IMF, İİÖ, EİT ve TÜRKSOY gibi
örgütlere üyedir. BDT’nin kurucu üyelerinden
olduğu halde, 2005’te bu örgütten ayrılmıştır. Ülkenin ilk cumhurbaşkanı Saparmurat Nazarbayev tarafından yazılan Ruhname Türkmen ulusunun temel kitabı haline gelmiştir. Türkmenistan’ın kamu yönetimi ve eğitim sistemi açısından temel başvuru kaynağı olan Ruhname’de dini ve milli değerler, inanç esasları yanında aile terbiyesi, çalışmak, dürüstlük gibi ahlak konuları işlenmektedir.
• Kazakistan: Bağımsızlıktan sonra istikrar ve denge politikası izleyen Kazakistan, BM, IMF, AGİT, EİT, İİÖ, TÜRKSOY, BDT ve ŞİÖ üyesidir.

2000’li Yıllarda Kafkaslarda ve Orta Asya Politikaları
Uluslararası politikada 2000’lerde yaşanan özellikle iki gelişme, Rusya’da Putin’in iktidara gelmesi ve ABD’de yaşanan 11 Eylül terör saldırıları, Orta Asya ve Kafkasya için yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Terörle savaş kavramı kapsamında bu bölgede ABD üsleri kurulmuştur. Buna karşılım Rusya’da daha müdahaleci bir tutum takınmıştır.

ABD, 11 Eylül sonrası Kırgızistan, Özbekistan ve Gürcistan’da üsler kurmuştur. ABD’de sonra Rusya’da Kırgızistan’da bir üs kurmuştur.

2000’li yıllarda Gürcistan’da başlayan, Ukrayna ve Kırgızistan’da yönetim değişikliklerine yola açan halk hareketlerine “renkli devrimler” denmiştir. 2003’te Gürcistan’dakine Gül (veya Kadife), 2004’te Ukrayna’dakine Turunu ve 2005’te Kırgızistan’daki harekete Lale Devrimi denmektedir. Başta Özbekistan olmak üzere bazı diğer ülkelerde başlayan hareketler ise yönetimler tarafından bastırılmıştır.

Kafkaslar ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin Ekonomileri ve Dış Politikaları
Azerbaycan’ın sahip olduğu Bakü Petrolleri, 19. yy’ın ikinci yarısından itibaren petrolün Rusya ve dünya açısından başta gelen kaynaklarından biri olmuştur ve Azeri ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır.

Azerbaycan ile Gürcistan’ın birlikte oluşturduğu Güney Kafkasya Koridoru, Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin dış ticaretlerini Rusya’dan bağımsızlaştırma projesidir. Yine AB desteği ile gerçekleşen TRACECA (Avrupa-Kafkasya-Asya Ulaşım Koridoru) Kırgızistan’dan Polonya’ya kadar Rusya’nın kontrolü dışında bir ulaşım sistemi kurulmuştur. Bugün uluslararası bir örgüte dönüşmüştür ve merkezi Bakü’dedir.

Azerbaycan ekonomisi önemli ölçüde petrol ve doğalgaz ihracatına dayanmaktadır. Dış ticareti başta Rusya olmak üzere eski Sovyet cumhuriyetleri iledir. Türkiye ve Avrupa ülkeleri ile ticareti de giderek artmaktadır.

Gürcistan zengin doğal kaynaklara sahip değildir. Ülkede çelik, havacılık, ağaç, makine parçaları, kimya ürünleri ve tarımsal temelli sanayi ile elektrik üretimi mevcuttur. Ülkedeki bölgesel sorunlar ve Rusya’yla yaşanan savaş ülke ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Gürcistan’ın stratejik konumu ve Azerbaycan ve Asya ülkelerinden Avrupa’ya ulaşımdaki kilit konumu ise bir ölçüde ekonomiye katkıda bulunmaktadır. Bunun yanında Bakü- Tiflis-Ceyhan Boru Hattı, Bakü-Erzurum Doğalgaz Hattı, Bakü-Ahılkelek Demir Yolu Hattı, TRACECA kapsamındaki ulaşım yolları ve Nabucco projesi kapsamındaki ulaşım ve istihdam ülke ekonomisine önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır.

Ermenistan’ın özellikle komşularıyla yaşadığı sorunlar ekonomisini de olumsuz etkilemiştir. Ülkede işsizlik ve göç ciddi bir sorundur. Ermenistan ekonomisi büyük oranda Rusya’ya bağımlı hale gelmektedir.

Kazakistan’da siyasi istikrarla birlikte ekonomik refah da diğer cumhuriyetlere göre daha belirgindir. Petrol ve doğalgaz ülkenin temel zenginliğidir ve bunların bir kısmı ihraç da edilmektedir. Ülke; uranyum, bakır ve çinko gibi başka metallerle birlikte tarım ve hayvancılık açısından da zengindir. Kazakistan ürünlerini dünya pazarlarına ulaştırma sorunu yaşamakta ve bu konuda önemli ölçüde Rusya’ya bağımlıdır.

Kırgızistan Orta Asya’nın ikinci fakir ülkesidir. Önemli bölümü dağlarla kaplıdır. Tarım ve hayvancılığın ağırlıklı olduğu ülkede pamuk, tütün, yün ve et sektörüne dayanan üretim tesisleri bulunmaktadır. Altın, civa, uranyum, doğalgaz ve elektrik enerjisi ihracat kalemleri arasında yer almaktadır. Ayrıca Kırgızistan’daki hidroelektrik santralleri önemlidir.

Özbekistan ekonomisi tarım ve hayvancılık ile birlikte petrol ve doğalgaza dayanmaktadır. Petrol ve gaz yanında pamuk ve altın önemli ihracat kalemleridir. Ayrıca tekstil, gıda ve otomobil de ihraç edilmektedir. Özbekistan dünyanın ikinci büyük pamuk ihracatçısıdır.

Tacikistan’ın bağımsızlık sonrası yaşasığı iç savaş ekonomiyi oldukça olumsuz etkilemiştir. Çalışan nüfusun önemli bir kısmı Rusya’da iş bulmaktadır. Ülkenin yaklaşık %7’si tarıma elverişlidir ve pamuk önemli bir tarım ürünüdür. Ayrıca gümüş, altın, uranyum, tungsten gibi madenler bulunmaktadır.

Türkmenistan ekonomisi büyük oranda doğalgaz ve pamuğa dayanmaktadır. Zengin doğalgaz kaynaklarını Rusya ve İran üzerinden pazarlamada sorun yaşanmaktadır. Son yıllarda ise Çin’e ulaşan boru hattı üzerinde çalışılmaktadır.

TÜRKIYE-GÜNEY KAFKASYA ÜLKELERI İLIŞKILERI

Türkiye’nin Güney Kafkasya Politikası
Türkiye’nin Güney Kafkasya’ya yönelik politikası iki temel üzerine inşa edilmiştir:

• Bölge ülkelerinin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüklerinin korunması
• Bölgesel sorunların diyalog ile çözülmesi.

Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan ile diplomatik ilişkilerini hızlı bir şekilde kurarken; Ermenistan ile sağlıklı bir diplomatik ilişki kurmamıştır. Bunun nedenleri şunlardır:

• Ermenistan’ın Ermeni soykırımı iddiasında bulunması
• Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebinde bulunması ve 1921 Kars Anlaşmasını kabul etmemesi
• Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’ı işgal etmesi ve Azerbaycan ile olan savaş durumudur.

Türkiye’nin bölgeye ilişkin stratejik planı, birleşik bir Türk dünyası yaratma hayalidir. Ancak Nahçıvan dışında kalan diğer Türk devletleri ile sınırının olmaması bu hayalin gerçekleşmesini engelleyen coğrafi kısıtlardır. Bu engeli aşabilmek için Türkiye, eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in önerdiği “Kafkas İstikrar Paktı” projesi ile tüm bölgeyi etki altına almayı amaçlamıştır. Bu projeye karşı Rusya, “Kafkasya Forumu”; Gürcistan ise “Barışçı Kafkasya” projelerini hayata geçirmek istemişlerdir.

Türkiye-Azerbaycan İlişkileri
Türkiye, SSCB dağılmadan önce Azerbaycan ile doğrudan temas kurmamıştır. Azerbaycan parlamentosunun 1990 yılı Kasım ayında aldığı bağımsızlık kararını Türkiye, kabul etmiş olmasına rağmen resmi tanıma 9 Kasım 1991’de olmuştur. SSCB’nin dağılmasının ardından Türkiye, 30 Aralık 1991 tarihinde Ermenistan dışındaki Kafkas ülkelerinde büyükelçilikler açılmasını kararlaştırmıştır.

Azerbaycan ile 14 Ocak 1992’de imzalanan protokolle diplomatik ilişki kurulmuştur. 25-26 Şubat 1992 tarihinde Ermenistan’ın Karabağ’ın Hocalı bölgesinde yaptığı katliamlar neticesinde Türkiye, Azerbaycan’a desteğini artırmıştır. Ancak bu desteğin sağlıklı bir biçimde verilmesi önündeki engel, Azerbaycan sınırları içerisinde konuşlu Rus askerlerinin varlığı olmuştur.

7 Haziran 1992’de yapılan başkanlık seçimlerini Azerbaycan Halk Cephesi (AHC) lideri Ebulfez Elçibey kazanmıştır. Elçibey’in Türkiye ile olan ilişkilerinde bazı hedefleri vardı. Bunlar:

• İki ülke arasında bir konfederasyon kurulması
• İki ülke arasındaki askeri işbirliğinin üst seviyeye çıkartılması

• Türkiye ile Azerbaycan arasında bir ittifak anlaşması imzalanarak Azerbaycan’ın Rus tehdidine karşı kendini güvene almak istemesi
• Azerbaycan’da Türk ve NATO askerlerine ait üslerin kurulması
• Azerbaycan’ın NATO’ya üye olmak istemesi
• Türkiye’nin yardımıyla Azerbaycan ordusunun modernize edilmesi.

Türkiye, Elçibey’in başkanlığı döneminde Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki gerginliğin bitmesi için toprak değişimi önerisinde bulunmuştur. Buna göre Karabağ ile Ermenistan arasındaki bağlantının sağlanması için Azerbaycan’ın Laçin bölgesinin Ermenistan’a; Nahçıvan ile Azerbaycan arasındaki kara bağlantısının sağlanması için ise Ermenistan’ın Zangezur bölgesinin Azerbaycan’a verilmesi gündeme gelmiştir ancak bu proje kabul edilmemiştir. Proje gerçekleşseydi Türkiye, Bakü-Hazar Denizi ve Orta Asya Türk devletleri arasında doğrudan iletişim sağlayabilecekti.

Elçibey’in iktidarının zayıflamasına ve yıkılmasına giden olaylar vardır. Bunlardan biri, Türkiye ve Batılı ülkeler lehine izlenen petrol politikasıdır. Diğeri ise 27 Mart 1993’te Ermenistan’ın Azeri toprağı olan Kelbecer’i işgal etmesidir. Elçibey, bu olay karşısında Türkiye’den yardım istemiş ancak Türkiye, Rusya ile bir gerginlik yaşamamak adına aktif bir tepki ortaya koyamamıştır. Bundan dolayı, Azerbaycan’da Elçibey’e muhalif olan kanadın eli güçlenmiş ve iki ülke arasındaki ilişkiler gerilmiştir.

Kelbecer’in işgali sonrası, 4 Haziran 1993’te, Elçibey bir darbe ile başkanlıktan indirilmiş yerine ise Haydar Aliyev geçmiştir. Bu dönemde Türkiye, hem Azerbaycan ile gerilen ilişkilerini normalleştirmek hem de Ermenistan’ın işgallerini durdurabilmek ve Azeri-Ermeni barışını sağlayabilmek için konuyu Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) ve Birleşmiş Milletler (BM) düzeyine taşımıştır. BM, isim vermeden Ermenistan’ın Kelbecer’den çekilmesi kararını almıştır. Bu karar BM’nin Dağlık Karabağ çatışmalarına ilişkin ilk kararıdır.

Türkiye’nin Azerbaycan ve diğer Orta Asya Türk Devletleri ile bütünleşme çabalarından biri de ekonomi eksenlidir. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, bölge ülkelerinin petrolünün Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını öngören Avrasya Koridoru projesini hayata geçirmek istemiştir.

Kafkaslarda yaşanan önemli bir diğer gelişme de Rus- Çeçen savaşıdır. Rusya’nın yenilgiye uğraması, Türkiye açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Ermenistan ve Azerbaycan üzerindeki Rus baskısı azalmış ve bu ülkeler Batı odaklı politikalar üretmeye başlamışlardır. Batılı ülkeler de Azerbaycan petrolüne yönelik yatırımlarına hız vermişlerdir. Bu durum Azerbaycan’ın kendine olan güvenini artırmış ve Azerbaycan Türkiye’den bağımsız davranmaya başlamıştır.

Azerbaycan-Türkiye ilişkileri askeri anlaşmalarla da sürmüştür. 2001 yılının Mart ayında Aliyev, Ankara’ya gelmiş ve “iki ülke arasında daha yakın askeri işbirliğinin kurulması” çağrısı yapılmış ve Türk askerinin Azerbaycan’da konuşlandırılması görüşü dillendirilmiştir. Bu görüşmelerden 2 ay sonra ise Türkiye, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki sorunların çözümünden dışlanmıştır. Bakü’ye yapılan ziyarette, Dışişleri Bakanı Müsteşar Yarımcısı Yiğit Alpogan, sorunun çözümünde Key West-Minsk Grubu toplantısında kararlaştırılan barış planını görüşmüştür ancak Aliyev, Ermenistan ve Minsk Grubu eş başkanları ile yaptığı görüşmeyi açıklamamıştır. Türkiye, Azerbaycan’ın bu tutumunu sert bir dille eleştirmiştir.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yapılan terörist saldırı sonrasındaki gelişmeler, Azerbaycan lehine olmuştur. Daha önce ABD’nin Azerbaycan’a yönelik uyguladığı ekonomik ambargo kaldırılmıştır. Ermenistan’ın Zengezur bölgesinde bulunan demiryolu hattının yeniden işlemeye başlaması için ABD’nin girişimleri olmuştur.

2002 yılının Nisan ayında Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan arasında Ankara’da yapılan görüşmelerde başta ekonomik olmak üzere teknolojik ve siyasi işbirliği alanlarında görüşmeler yapılmıştır.

Bölge ülkeleri ile Türkiye’nin ilişkileri, 2002 yılında AK Parti hükümetinin kurulmasıyla yeni bir evreye girmiştir. Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” temeline dayanan yeni dış politikası ile Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde normalleşme çabalarının sergilenmesi Azerbaycan’ı rahatsız etmiştir; ancak ilişkilere zarar verecek bir gelişme olmamıştır.

2004 yılında Azerbaycan ile Türkiye arasında imzalanan Doğalgaz Anlaşması ile Azeri doğalgazı da 2004-2018 yılları için Türkiye’ye satılmaya başlanmıştır. Ayrıca 13 Nisan 2004 tarihinde imzalanan “Uzun Vadeli Ticari ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması” ile de iki ülke arasındaki ticari bağlar daha da kuvvetlenmiştir.

25 Haziran 2005 yılında Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı projesi ile ilişkiler daha istikrarlı bir döneme girmiştir. Bu proje ile yıllık 50 milyon tonluk Azeri petrolünün satış alanını genişletmiştir.

2007 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerde gerginlikler yaşanmıştır. ABD’deki Ermeni lobisinin gayretleriyle ABD senatosunda sözde Ermeni soykırımı iddiaları kabul görmüş, Türkiye ise Azerbaycan’dan bu kararları kınamasını beklemiştir. Azerbaycan, bu konuda sessiz kalınca Türkiye’nin eleştirileri olmuştur. Bunun üzerine Azerbaycan, alınan kararı kınayan açıklamalar yapmıştır. Devam eden yıllarda da Türkiye’nin dış politikası nedeniyle Azerbaycan ile sıkıntılar yaşanmıştır. Türk- Ermeni ilişkilerinin normalleşmesi, sınır kapısının açılması gibi amaçları olan Türkiye’nin bu tavrı, Bakü’de olumsuz algılanmıştır. Azerbaycan yönetimi, Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmemesi gerektiğini savunmuştur.

Günümüzde Türkiye-Azerbaycan ilişkileri ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel alanlarda devam etmektedir.

Türkiye-Ermenistan İlişkileri
SSCB’nin dağılmasının ardından 1992 yılı başında Ermenilerin Hocalı’da yaptığı katliam, Türk-Ermeni ilişkilerinin sorunlu bir şekilde başlamasına ve kurulmasına neden olmuştur. Türkiye, Ermenistan’a karşı sert söylemler geliştirirken; Ermenistan ise 1915 olaylarının bir soykırım olduğu tezini uluslararası arenaya taşımaya başlamıştır.

Ermenistan, Azerbaycan’ın Şuşa ve Laçin bölgelerini işgal edince Türkiye “Karabağ ve Nahçıvan’a çifte koridor” formülünü gerçekleştirmek istemiştir. Ancak bu proje Ermenistan tarafından reddedilmiştir. Bunun sebebi ise Azerbaycan-Nahçıvan koridorunun, Ermenistan’ın İran sınırındaki Megri kasabasından geçecek ve böylece Ermenistan’ın İran ile herhangi bir sınırı kalmayacaktı. Bu dönemde Ermenistan, Rusya’nın desteğini almış ve Azeri topraklarını işgale devam etmiştir. Ermenistan ordusunun Nahçıvan’a yönelmesi karşısında Türkiye, o ana dek koruduğu tarafsız ve soğukkanlı tutumunu muhafaza edememiştir. Bölgeye Türk askerinin gönderilmesi olasılığına karşılık Ermenistan ile Rusya arasındaki askeri işbirliği artmış ve Rusya, Türkiye’ye sert bir ikazda bulunmuştur. Gerginlik, Türkiye’nin Rusya’ya askeri güç kullanmayacağına ilişkin güvence vermesiyle sonlanmıştır. Ermenistan, Türkiye ile yaşadığı gerginliklerin bir sonucu olarak Rusya’ya daha fazla yaklaşmıştır. Türkiye ise bu durum karşısında soğuk savaş döneminin blok siyasetine geri dönüş sinyalleri vermiştir.

Türkiye, 1992 yılında Ermenistan ile yaptığı görüşmelerde Azerbaycan topraklarını işgalden vazgeçmeleri halinde Türkiye’den ekonomik destek alabileceklerini belirtmiştir. Ankara’nın planına göre Ermenistan, Türkiye’nin Karadeniz’deki limanlarını kullanabilecek ve ekonomik destek alabilecekti. Bunun karşılığında ise Azerbaycan ile Türkiye’yi birbirine bağlayacak koridora izin verecekti. Ermenistan devlet başkanı Petrosyan, Türkiye ile ilişkileri geliştirmek adına teklife soğuk bakmasa da Türk muhalifi çevrelerin baskılarından dolayı istediği adımları atamamıştır. Ermenistan’a sunulan öneri Türkiye ve Azerbaycan içerisinde de Ermeni karşıtı tarafların sert tepkilerine neden olmuştur.

Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkiler Kelbecer’in işgali ile kesintiye uğramıştır. Azerbaycan’ın yanında yer alan Türkiye, Ermenistan’dan bölgeyi boşaltmasını istemiş, Ermenistan sınırını kapatmış ve Ermenistan sınırına asker sevk etmiştir. Rusya’nın desteği ile Ermenistan, Azerbaycan’ın Ağdam, Fuzuli, Cebrayil, Goradiz ve Akdere’yi işgal etmiştir. Bu durum karşısında Türkiye Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırmış ve Konsey, Ağdam’ın işgalinin sonlandırılmasını içeren 853 sayılı kararı almıştır.

Ermenistan ile olan ilişkiler, Rus-Çeçen savaşı sonuna kadar askıya alınmıştır. Savaşı kaybeden Rusya, bölgede kontrol sağlayamayınca Ermenistan’ın Rusya’ya olan güveni sarsılmış ve Erivan yönetimi Batı ve Türkiye ile ilişkileri canlandırma yoluna gitmiştir. Yine bu aşamada Dağlık Karabağ sorununun çözümü için “aşamalı olmayan çözüm modeli” üzerinde Azerbaycan ile anlaşmışlardır.

İlişkilerde normalleşmenin başlaması Ermenistan’ın Türkiye ve Azerbaycan’a yönelik politikalarını da değiştirmiştir. 1996 yılında başkan Levon Ter-Petrosyan, Karabağ bölgesinde faaliyet gösteren Taşnak partisini yasadışı ilan edip kapatmıştır. Petrosyan’ın Türkiye’ye yönelik attığı bir diğer adım ise zor durumda kalındığında öne sürülen soykırım kozunu terk etme eğilimi olmuştur.

1998 yılında başkan seçilen Koçaryan döneminde, Türkiye-Ermenistan ilişkileri yeniden gerilmiştir. Erivan’ın, Karabağ meselesinin birkaç yıl içinde çözülmemesi halinde bölgeyi ilhak etme tehdidine Türkiye sert tepki göstermiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Zirvesi’nde Koçaryan ile bir araya gelmiştir. Koçaryan’ın Türk-Ermeni ilişkilerinin Karabağ’a bağlı olmaması gerektiği görüşüne Demirel, bir milyon kişinin mağdur olduğu hatırlatmasında bulunmuştur. Ayrıca Koçaryan, ilişkilerin normalleşmesinde Türkiye’nin Karabağ’ı öne sürmesine karşılık soykırım kozunu kullanacaklarını belirtmiştir.

1999 yılında Ermenistan parlamentosunun teröristlerce basılması ve bazı milletvekillerinin öldürülmesi, ülke genelinde gerginliğe yol açmıştır. Bozulan istikrarın yeniden sağlanması için siyasiler, halkı, dışarıya yönlendirmeye çalışmışlardır. Bunun için kullanılan araç ise soykırım tezlerinin sürekli gündemde tutulması olmuştur. Koçaryan, Türkiye’ye olan tavrını sertleştirmiş ve 2000 yılında yapılan Yalta Zirvesi’nde Dağlık Karabağ sorununun çözülmesi için ilk önce tarihi araştırmak gerektiğini belirtmiştir.

Türk/Azeri-Ermeni ilişkileri, Ermeni diasporasının da etkisiyle yeteri kadar gelişememiş, sorunlar çözülememiştir. Türk Dışişleri Bakanlığı Ermeni diasporasını etkisiz hale getirmek için 3 Boyutlu Plan hazırlamıştır. Bu plan şunları içermektedir:

• Sınır ticaretinin artırılması
• Soykırım iddialarının akademik düzlemde tartışılması
• Türkiye’deki Ermeni azınlığın sorunlarının çözülmesi

Ancak 3 Boyutlu Plan, gelebilecek tepkiler üzerine uygulanamamıştır.

İki ülke ilişkilerinin normalleşmesine yönelik Ermenistan’daki siyasi partiler ortak bir açıklama yapmışlardır. Bu açıklamada Türkiye’nin Dağlık Karabağ meselesinin çözümünde arabulucu olmaması gerektiği, Türk-Ermeni sınır kapılarının açılması gerektiği ve yapılacak anlaşmanın Ermenistan ve Karabağ halkının onayının şart olduğu belirtilmiştir. Ermenistan’ın bu adımlarına karşılık Türkiye de Ermenistan’ın Nahçıvan ve Azerbaycan arasına bir koridor açmaya izin vermesi gerektiği şartını öne sürmüştür.

İlişkilerin normalleşmesi için sivil oluşumlar da devreye girmiştir. 2001 yılında Cenevre’de “Türk-Ermeni Barış Komisyonu” oluşturulmuştur. Bu komisyonun amaçları şunlardır:

• Karşılıklı anlayış ve iyi niyeti artırmak
• İlişkilerin iyileştirilmesini teşvik etmek
• Türk-Ermeni sivil toplum kuruluşları arasında işbirliğini artırmak
• Hükümetlere sunulmak üzere projeler geliştirmek
• Ekonomik, turistik, kültürel, eğitim gibi alanlarda resmi olmayan işbirliğini desteklemek
• Tarihi, psikolojik, hukuki ve diğer alanlardaki bazı projeler için uzman incelemesi sağlamak

2000’li yıllar ile Türk-Ermeni ilişkileri farklı bir boyuta taşınmıştır. Özellikle AK Parti hükümetinin “komşularla sıfır sorun” siyaseti ön plana çıkmıştır. Türkiye’nin barış sürecine yönelik tavrı zamana yaymak iken; Ermenistan paket yaklaşım görüşünü desteklemiştir.

Sorunların çözümüne yönelik bir diğer girişim de 2007 yılında İsviçre’nin arabuluculuğunda olmuştur. 2008 yılında Gürcistan ile Güney Osetya arasında patlak veren savaşa Rusya’nın dahil olması neticesinde Gürcistan, Rusya sınırını kapatmıştır. Bu durum Rusya ile tek bağlantısı Gürcistan olan Ermenistan’ın işine gelmemiştir. Böyle bir durum karşısında Ermenistan, Türkiye’ye karşı ılımlı politikalar sergilemiştir. Bu sürecin sonunda, 10 Ekim 2009 tarihinde, Türkiye ile Ermenistan arasında “Diplomatik İlişkilerin Tesisi Protokolü” imzalanmıştır. Türk heyeti, protokolün yürürlüğe girmesi için protokolü TBMM’nin onayına sunsa da Ermenistan, öncelikli olarak protokolün anayasaya uygunluğunu denetlemiş, ardından da protokole onay vermemiştir.

Türkiye-Gürcistan İlişkileri
Türkiye-Gürcistan ilişkileri, SSCB döneminde, 1989 yılında, Sarp Sınır kapısının açılması ile başlar. Bu olay, biri NATO üyesi diğeri de Varşova Paktı üyesi iki ülke arasında ilk kez bir sınır kapısının açılması açısından önemlidir. Türkiye Gürcistan’ı SSCB yıkıldıktan sonra 16 Aralık 1991’de tanımıştır. 21 Mayıs 1992’de ise diplomatik ilişkiler başlamıştır. 30 Temmuz 1992’de iki ülke arasında “Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması” imzalanmıştır.

Türkiye, Gürcistan’ın sorunlarına yardımcı bir politika sergilemiştir. Bu sorunlardan biri Ahıska Türklerinin ana vatanlarına döndürülmesidir. Gürcistan 1999 yılında Avrupa Konseyi’ne üye olunca süreç de hızlanmıştır. 2007 yılında çıkan ve 2008 yılında yürürlüğe giren yasa ile birlikte Ahıska Türkleri de vatanlarına dönmeye başlamışlardır. Ancak Gürcistan, sorunun çözümünde isteksiz davranmış, süreci yavaşlatmaya çalışmış ve ön şartlar ileri sürmüştür. Gürcistan’ın bağımsızlığını kazanmasından 1994 yılına kadar Türkiye-Gürcistan ilişkileri çeşitli nedenlerle gelişememiştir. Bu nedenler şunlardır:

• Gürcistan’ın Abhazya ve Güney Osetya sorunlarına odaklanması
• Türkiye’nin Dağlık Karabağ sorunuyla ilgilenmesi
• Rusya’nın bölgede etkin olma çabaları.

13 Ocak 1994 tarihinde Gürcistan Devlet Başkanı Shevardnadze’nin Türkiye’ye gelmesi ve yapılan anlaşmalar ile iki ülke ilişkileri canlanmaya başlamıştır. Aynı yıl için Gürcistan Bağımsız Devletler Topluluğu’na katılmış, bir süre sonra da NATO’nun Barış için Ortaklık (BİO) programına dahil olmuştur.

İki ülkeyi yakınlaştıran başlıca gelişmeler şunlardır:

• Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı projesi
• Kafkas İstikrar Paktı projesi
• Türkiye’nin Gürcistan’ın iç işlerine müdahale etmekten kaçınması
• Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu projesi
• İki ülkenin karşılıklı olarak toprak bütünlüklerinden yana olması

İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin çerçevesini 1992 yılında imzalanan “Ticaret ve Ekonomik İşbirliği”, “Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması”, “Uluslararası Karayolları Taşımacılığı” antlaşmaları oluşturmaktadır. Ayrıca 2005 yılında “Karma Ekonomik Komisyon IV. Dönem Toplantısı Protokolü”, “Türkiye- Gürcistan Gümrükleri Arası İşbirliği Antlaşması”, “Serbest Ticaret Antlaşması”, “Çifte Vergilendirmeyi Önleme Antlaşması” imzalanmıştır.

İki ülke arasındaki ilişkiler ekonomik antlaşmaların yanında askeri alanda da devam etmiştir. Gürcistan, bağımsızlığını kazandığı dönemde düzenli bir ordudan yoksundu. Ülkenin silahlı kuvvetleri paramiliter gruplardı. Ülkenin bölünme tehlikesi bulunmaktaydı. Türkiye, Gürcistan ordusunun modernizasyonu için gerekli yardımları yapma gayretinde olmuştur. Bu amaçla Türkiye, Gürcistan’ın NATO’ya katılması için çabalamış ayrıca 1996 yılında “Askeri Alanda Eğitim, Teknik ve Bilimsel İşbirliği Antlaşması”, 1998’de “Savunma Sanayi İşbirliği Antlaşması”, 1999’da “Beş Yıl Süreyle Gürcistan Silahlı Kuvvetlerine Mali Teknik Yardım ve Askeri Tesislerin Modernizasyonu Antlaşması” imzalanmıştır.

Türkiye ve Gürcistan topraklarında yaşayan halk, iki ülke arasındaki tarihi, etnik, dini ve kültürel ortak paydanın varlığını göstermektedir. Bu durum, Türkiye’nin politika üretmesinde duygusal davranmasına neden olabilmektedir.

Gürcistan’ın Abhazya, Güney Osetya ve Acaristan gibi önemli sorunları vardır. Türkiye, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden yana olduğundan dolayı, bu bölgelerin özellikle de Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlık

taleplerine sıcak bakmamaktadır. Türkiye, bu bölgelerin bağımsız olmaları halinde ayakta duramayacaklarını ve Rus himayesine gireceğini düşünmektedir. Acaristan ise Türkiye için özel bir konuma sahiptir. 1921 Kars Antlaşması ile Türkiye, Acaristan’ın garantör devletidir. Gürcistan, Türkiye’nin garantörlüğünden rahatsız olmaktadır. Çünkü halkının çoğunluğunun Müslüman olan Acaristan’ın Türkiye ile birleşmek istemesinden korkmaktadır.

TÜRKIYE-ORTA ASYA DEVLETLERI İLIŞKILERI
Giriş

İngiliz coğrafyacı Mackinder tarafından ortaya atılan Kara Hâkimiyet Teorisi’ne göre Avrasya jeopolitiği dünyanın merkezidir. Kara Hâkimiyet Teorisi, Orta Asya bölgesini işgal eden ülkenin, dünya siyasetini belirleyen ve dünya sistemine yön veren yegâne ülke haline geleceğine dair teorik yaklaşımdır. Büyük Oyun teorisi ise Kara Hâkimiyet Teorisi bağlamında Çarlık Rusya’sı ile İngiliz İmparatorluğu arasında yaşanan Orta Asya’yı sömürgeleştirme mücadelesine verilen isimdir. Daha sonra birbirlerine üstün gelemeyeceklerini anlayan bu iki ülke bölgeyi aralarında tampon sınır olarak bırakmışlardır.

Türkiye ve Orta Asya
İngiliz İmparatorluğu’nun gücünü yitirmesi ve Çarlık Rusya’sının dağılması sonrasında stratejik ideolojik rekabet, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD ve Sovyetler Birliği arasında yaşanmaya başlamıştır. Bu rekabet içerisinde Türkiye NATO ülkelerinin kanat ülkesi rolünü üstlenmiştir.

Sovyetler birliğinin dağılması Kafkas ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin bağımsızlık yolunu açmıştır. Devam eden süreçte “yeni büyük oyun” Türkiye ve İran arasında yaşanmıştır.

Orta Asya bölgesindeki stratejik rekabetin sebepleri:

• Bölgenin sahip olduğu eşsiz jeostratejik konum
• Ekonomik imkânları
• Yer altı kaynakları

Türkiye’nin bölgeye coğrafi yakınlığı, Orta Asya ülkeleri ile olan dinsel, dilsel, tarihsel ve kültürel bağları nedeni ile bölgedeki rekabete ve bölgesel gelişmelere kayıtsız kalması mümkün olmamıştır.

Sovyetler Birliği Dönemi
1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği, “Dış Türkler” ve komünizm tehlikesi konusunda bir uzlaşma içerisine girmiştir. Türkiye Turancılık akımlarına destek vermeyeceğini; buna karşılık Rusya da Türkiye’de komünizmi yayma girişimleri içerisinde bulunmayacağını kabul etmiştir. Bunun neticesinde Sovyetler Birliği yıkılana kadar Türkiye bölgede Sovyetler Birliği’nin bütünlüğünü bozucu herhangi bir girişimde bulunmamaya gayret etmiş; hatta Orta Asya ülkeleri ile olan ilişkilerini de Moskova üzerinden yürütmüştür.

Türk siyasetçileri mevcut politikadan oldukça memnun idi. Çünkü Türkiye bir yandan Sovyet tehdidine karşı ABD ve NATO’nun güvenlik garantisini üzerinde hissetmiş, diğer yandan Batılı müttefiklerinden askeri ve mali yardım alabilmiştir.

Eylül 1991’de Türkiye, bölgedeki gelişmeleri incelemek üzere bölgeye diplomatik heyetler göndermiştir. Bölgedeki devletler Türkiye tarafından tanınmayı talep etmiş; ancak Türkiye bu talebi, “daha uygun bir zamanda” gerçekleştirmeyi önererek reddetmiştir.

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci sonrası, Avrupa kıtasında daha güvenli bir coğrafya ortaya çıkmış ve Türkiye stratejik önemini kaybederek kendisini bir boşlukta bulmuştur.

Ancak kısa sürede küresel barış yönündeki temenniler boşa çıkmaya başlamıştır. Çünkü devletiçi çatışmalarda hızlı bir artış görülmüştür. Ortaya çıkan güç boşluğu ve bölgedeki devletlerin bağımsızlıklarını pekiştirmek, dünyada saygın bir konum edinebilmek ve statü kazanmak için Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duymaları Türk karar vericilerinin bölgeye daha fazla ilgi duymalarına neden olmuştur. Neticede Türkiye, Sovyetler Birliği’nin 8 Aralık 1991’de resmen yıkılmasını takiben 16 Aralık 1991’de Orta Asya devletlerinin tamamını tanımıştır.

1991-1993 Dönemi

8 Aralık 1991 günü Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kurulması ile beraber, Türkiye, soğuk savaş döneminde izlediği geleneksel dış politika anlayışından uzaklaşarak, daha duygusal ve yer yer “Pan-Türkizmi” çağrıştıran söylemler benimsemiştir.

Türkiye Orta Asya’daki gelişmelere hazırlıksız yakalanmıştır. Bunun nedenleri:

• Geleneksel politikasını son ana kadar sürdürmesi,
• Uluslararası sistemdeki mevcut dengeyi bozar düşüncesi ile bu devletler ile doğrudan ilişki kurmak istememesi,
• Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler hakkında yeterli bilgiye sahip olunmamasıdır.

İlerleyen dönemde Avrasya’daki süreçle ilgili idealler dile getirmeye başlayan Türkiye, Orta Asya’ya yönelik temel hedefleri olarak aşağıdaki ilkeleri benimsemiştir:

• Orta Asya devletlerinin devletleşme süreçlerine katkıda bulunmak
• Ekonomik ve siyasi reform süreçlerine katkıda bulunmak
• Dünya ile bütünleşmelerine yardımcı olmak
• İkili ilişkileri, karşılıklı çıkarlar ve egemen eşitlik ilkeleri temelinde geliştirmek
• Doğu- Batı koridorunu hayata geçirmek.

1991-1993 yılları arasında Türkiye, dış politikada bazı somut adımlar atmıştır:

• Ortak sorunlara karşı ortak pozisyon almak, var olan dilsel ve kültürel farklılıkları azaltarak ekonomik işbirliği alanları açmak ve dış politikada ortak tavırlar takınmak amacıyla “Türk Zirveleri’nin” düzenlenmesine ön ayak olmuştur. Bunlardan ilki 31 Ekim 1992 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilmiştir.
• 1992 yılında Türkiye’nin desteği sayesinde Azerbaycan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Afganistan Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne üye olmuştur.
• Bölge ülkelerinin eğitimli personel ihtiyacını karşılamak için 10 bin öğrenciye burs sağlanmıştır.
• Bölgede özel vakıflar, eğitim kurumları, Türkçe Merkezleri açılmış, Türkiye’de TÖMER faaliyete geçirilmiştir.
• Türkiye’nin teşviki ile Orta Asya ülkeleri zaman içerisinde Latin alfabesine geçmiştir.
• TRT Avrasya yayına girmiş, ardından pek çok özel televizyon kuruluşu bölgede faaliyet göstermeye başlamıştır.
• Bölgeye pek çok din kitabı gönderilmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı personeli bölgede görevlendirilmiştir.
• Kurulan konseylerle ticari ilişkiler daha kurumsal yapıya kavuşturulmuştur.
• Askeri, emniyet ve istihbarat alanlarında bölge ülkelerine destek verilmiştir.
• İlişkilerin daha kurumsal düzeyde yürütebilmesi amacıyla Türkiye İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) ile Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi (TÜRKSOY) kurulmuştur.

1993-2002 Dönemi

Bu dönemde, Türkiye ile Orta Asya arasındaki ilişkiler daha pragmatist bir zemine oturmaya başlamış ve ilişkilerde bir gerileme süreci yaşanmıştır.

Türkiye açısından; ülkedeki iç çekişmeler, koalisyon hükümetlerinin yaşadığı sıkıntılar, ekonomik krizler, AB’ye adaylık sürecinin başlaması gibi sebeplerle Türk dış politikasında Orta Asya önemini yitirmeye başlamıştır.

Öte yandan Orta Asya ülkeleri, artık Türkiye’nin “bölge liderliğini” ya da “büyük ağabey” konumunu diplomatik söylemlerde dile getirmemeye başlamıştır. Orta Asya devletleri, ortak bir Türk kimliği oluşturmak yerine kendi ulus devlet kimliklerine sahip olmayı tercih etmiş ve bu doğrultuda hareket etmiştir. Siyasal yönetim anlamında ise bölge liderleri batı tarzı demokrasi ile serbest piyasa ekonomisine sıcak bakmamıştır. Daha çok Çin ve Güney Kore gibi ülkelerin yönetim anlayışlarını benimseyerek otoriter rejimler inşa etmişlerdir. Böylece, Türk modeli tezi sona ermiştir.

Aynı dönemde ekonomik ilişkiler de gerilemiştir. Çünkü Orta Asya devletleri Türkiye’nin finansal açıdan yetersiz olduğunu anlamaya başlamışlardır. Önce 1993 yılında Rusya, daha sonra Çin ve Amerika Orta Asya’daki enerji alanlarına yatırım yapmaya başlamış ve bu sebeple bölgedeki ticari faaliyetler daha rekabetçi bir düzeye gelmiştir. Avrupa Birliği bu ülkelere yönelik olarak teknik yardım programları başlatmış ve her bir Orta Asya devleti ile Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları imzalanmıştır. Bu gelişmeler neticesinde bu devletlerin Türkiye’ye olan ihtiyacı azalmış ve bu durum Türkiye’nin bölgedeki yatırımlarını ve bölgeye yönelik ihracatını olumsuz etkilemiştir.

2002-2015 Dönemi

Bu dönemde Avrasya Jeopolitiği, Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin şekillenmesinde doğrudan etkide bulunabilecek bir alan olarak görülmüştür. Bölgenin ana üssünü Hazar Havzası oluşturmaktadır ve merkezinde Türkiye ve Azerbaycan yer almaktadır.

Genel politika Balkanlar, Kafkaslar, Karadeniz Havzası, Ortadoğu, Akdeniz, Orta Asya ve Türkiye sınırları içerisinde güvenlik, istikrar, refah, dostluk ve işbirliği ortamı oluşturmayı hedeflemektir. Bu hedefi Orta Asya jeopolitiğinde hayata geçirmek için Türkiye, bölgesel bütünleşme oluşumlarına destek vermiştir. Bölgesel bütünleşme ile bölge devletleri arasında yaratılacak karşılıklı bağımlılık devletleri daha barışçıl politikalar izlemeye teşvik edecektir.

Bu bölgesel bütünleşme ile ilgili olarak şu adımların atılması önerilmiştir:

• Tarihi İpek Yolu’nu yeniden canlandırmak
• Bölgede barış kültürünü teşvik etmek
• Bölgesel ekonomik bütünleşme girişimlerine ön ayak olmak
• Bölgesel ölçekli ortak kültürel projelere ağırlık vermek

Bölgesel bütünleşme sürecinde bölgedeki sorunların çözümünde aktif rol üstlenmeye hazır olan Türkiye, Orta Asya’ya ilişkin dış politikasının temeli olarak şu unsurları belirlemiştir:

• Orta Asya ülkelerinin devlet yapılanmalarının güçlendirilmesine katkıda bulunmak
• Bölgedeki siyasi ve ekonomik istikrarın korunmasını ve bölgesel işbirliğini teşvik etmek
• Ekonomik ve siyasi reformları desteklemek
• Bölge ülkelerinin dünya ile bütünleşebilmelerine yardımcı olmak
• Bölge ülkeleri ile ikili ilişkileri her alanda karşılıklı çıkarlar ve egemen eşitlik temelinde geliştirmek
• Bölge enerji kaynaklarının uluslararası piyasalara serbestçe ve farklı güzergâhlardan nakledilmesini desteklemek

2002 yılından itibaren, karşılıklı resmi temaslarda bir artış yaşanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti siyasi aktörleri bölge ülkelerine ziyaretler düzenlemiş ve bölgedeki çeşitli sorunların çözülmesinde katkıda bulunmuşlardır. Buna karşılık bölge liderleri de Türkiye’ye ziyaretlerde bulunmuş, çeşitli ekonomik ve siyasi ortaklık antlaşmaları yapılmıştır.

Karşılıklı ilişkilerin yanı sıra, Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasında çok taraflı kurumsal ilişkiler de gelişmeye başlamıştır. Gerçekleştirilen Türk Zirveleri ile bu ilişkiler sağlamlaştırılmıştır. Nitekim 16 Eylül 2010’da gerçekleştirilen Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları 10. Zirvesi’nde taraflar şu kararları kabul etmişlerdir:

• Kırgızistan’da istikrar önemlidir. Bölgesel güvenlik ve İstikrar konusunda geniş işbirliği gereklidir.
• TÜRKSOY ve TÜRKPA desteklenmelidir.
• Türk Dili Konuşan Ülkeler İş Konseyi’nin kuruluşu ile İstanbul merkezli Türk Dil Konuşan Ülkeler Kalkınma Bankası ve Ortak Sigorta Şirketi’nin kurulmalıdır.
• Bakü-Tiflis- Ceyhan boru hattı, Kazakistan’ın Aktau limanı ile bağlanmalıdır.
• Türk Akademisi bünyesinde Türk Tarihi Müzesi, Türk Kütüphanesi ve Üniversitelerarası Birlik kurulmalıdır.

Türkiye 2007’de bölge ülkelerine 420 milyon dolar kalkınma yardımı sağlamıştır. Ayrıca; çeşitli etkinlik, proje ve faaliyetlerle Türkiye bölgede var olmaya devam etmektedir.

ORTA ASYA VE KAFKASLARDA BÖLGESEL İHTILAFLAR
Giriş

Orta Asya ve Kafkaslardaki bölgesel ihtilafların komünist rejimin hüküm sürdüğü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) döneminde değil, bu birliğin dağılmasından sonra Cumhuriyetlerin bağımsızlık ilan etmeleriyle başladığı görülmektedir. Bu bölgenin zengin doğalgaz kaynakları, sorunların etnik, kültürel boyutlarının olması gibi nedenler; sorunların uluslararası hale gelmesine neden olmuştur.

Osetya ve Abhazya Sorunları

İki kutuplu sistemde Kafkasya ve Balkanlar gibi etnik, dini ve kültürel farkları fazla olan halkları bünyesinde barındıran bölgelerde, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber bu farkların ortaya çıkması ve bölgesel ihtilaflar haline dönüşmesine dondurulmuş sorunlar adı verilmektedir. SSCB dağıldıktan sonra oluşan güç boşluğu, Gürcistan’da da dondurulmuş sorunların gündeme gelmesine sebep olmuştur. Osetya ve Abhazya sorunları, oluşan bu güç boşluğu sonucunda ortaya çıkan etnik çatışmalardandır.

Osetya sorununun tarihsel temeli 18. yy’dan itibaren Rusların Kafkasya’da etkilerinin artması ile beraber, Osetlerin Rus vesayeti altına girmek istemeleri ile başlamıştır. 1801’de Osetya’nın güneyi Ruslar tarafından, Rus egemenliğine geçmiş olan Doğu Gürcistan’ın Tiflis eyaletine bağlanmıştır. O tarihten itibaren Osetya kuzey ve güney olarak iki bölge halinde varlığını devam ettirmiştir. Güney Osetya daha sonraki dönemde Gürcü egemenliği altında, Kuzey Osetya ise SSCB’ye bağlı özerk bir cumhuriyet olarak varlığını sürdürmüştür. Güney Osetya’da etnik problemler SSCB’nin son yıllarında (1988 tarihli yasa) Gürcülerin uyguladıkları dil politikası nedeniyle ortaya çıkmıştır. Gürcistan Osetlerin özerk cumhuriyet taleplerini reddetmiştir. Bu durumun üzerine Gürcistan ve Güney Osetya arasındaki ilişkiler gerilmiş, Gürcistan Güney Osetya’nın başkenti Tsinvali’ye girmiştir. Gürcü ve Oset çatışmaları Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Boris Yeltsin ile Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze’nin bir araya gelmesi ve anlaşması ile durmuştur. İmzalanan anlaşma ile Ortak Barış Gücü ve Ortak Kontrol Komisyonu ve Gürcistan- Güney Osetya sınırında ve Tsinvali çevresinde güvenlik koridoru oluşturulmuştur. Kurulan komisyonun amaçları şunlardır:

• Ateşkesin kontrolü
• Askeri birimlerin geri çekilmesi ve savunma güçlerinin terhisinin kontrolü
• Güvenlik rejimini sağlamak

Şevardnadze arabuluculuk girişimlerindeki Rus tekelini kırmak istemiş ve durumu uluslararası platforma taşıyarak NATO, AGİT ve BM’ye başvurarak barışçı çözüm için yardım talep etmiştir. 1995 yılında Gürcistan Anayasası’nda yer alan Güney Osetya’nın özerkliği

kaldırılmış ve “Tsinvali Bölgesi” olarak Gürcistan’a bağlı bir birim haline getirilmiştir.

1996 yılında Güney Osetya Cumhurbaşkanlığına Ludvig Cibirov’un gelmesiyle, Moskova’da iki taraf arasında memorandum yapılmış ve taraflar karşılıklı olarak birbirlerine karşı güç kullanmayacaklarına dair güvence vermiştir. 2001’de Güney Osetya kendi anayasasını kabul etmiş, 2004 yılında Birlik Partisi iktidara gelmiştir. Birlik Partisi Güney Osetya’nın Rusya Federasyonu ile birleşmesini amaçlamaktadır. Bu amaçla Güney Osetya Özerk Bölgesi Parlamentosu 2004’te Rusya Federasyonu ile birleşme kararı almıştır. Gürcistan’ın iç işlerine karışmayacağını açıklayan Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin, bu kararı reddetmiştir.

2004’te statükocu politikasını terk eden Rusya, bu yıldan itibaren Güney Osetya ve Abhazya’daki bağımsızlık hareketlerini destekleyen kararlar almıştır. Gürcistan ile Rusya arasında gerilen ilişkiler 2008 yılında çatışmaya dönüşmüştür. Literatüre “08.08.08 Savaşı” veya “Beş Gün Savaşları” olarak geçen çatışmalar, Osetya sorununun 7- 16 Ağustos 2008 tarihlerinde Rusya ile Gürcistan arasında savaşa dönüşmesini tanımlamaktadır. Bu savaşta yenilen Gürcistan’ın toprakları, Fransa’nın devreye girmesine kadar Rus işgali altında kalmıştır. Savaşın sonunda Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlıkları Rusya Federasyonu tarafından tanınmıştır. İlk bakışta Rusya ile Gürcistan sorunu gibi görünen bu savaş başka boyutuyla ABD ile Rusya arasındaki mücadelenin bir parçasıdır. Rusya’nın Yakın Çevresi’nde ABD etkisine ve varlığına verdiği reaksiyonun ifadesidir. Ayrıca Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanıması da ABD ve AB’nin Kosova’nın bağımsızlığını tanımalarına verilmiş bir cevap niteliğindedir.

Abhazya sorunu da Osetya sorunu gibi Soğuk Savaş sonrası Gürcistan’ın yaşadığı sorunlardan biridir. Gürcülerin dil konusunda yaptığı baskılar ve asimilasyon çabaları sonucunda Abhazlar ayaklanmış ve Rusya Federasyonu’na bağlanma talebinde bulunmuşlardır. Bölgede çatışmalar çeşitli şekillerde devam etmiş, 1993 yılında yapılan “Soçi Antlaşması” ile ateşkes ilan edilmiştir. Rusya bu antlaşmada garantör olmuş ve Birleşmiş Milletler yetkileri antlaşmanın uygulanabilirliğini kontrol etmeye gittiklerinde Abhazların antlaşmayı ihlal ederek Sukhumi’yi ele geçirdiklerini görmüşlerdir. Abhazlar 1994’te yeni bir anayasa ile Abhazya Cumhuriyeti’ni ilan etmişlerdir. 1999’da yapılan referandumda Abhazlar %98 oranında bağımsızlık için oy verse de Gürcistan bu durumu kabul etmemiştir. Abhazya bağımsızlık savaşında birçok zorlukla karşılaşmıştır. Gürcistan ile Abhazya arasındaki ilişkiler sürekli gerginlik barındırmaktadır.

Abhazya ve Osetya sorunları Rusya Federasyonu’nun Yakın Çevresi’nde ve Gürcistan’da sınır değişikliği yapmasına ve müdahalelerde bulunmasına zemin hazırlamıştır. Rusya Federasyonu’nun Osetlere ve Abhazlara vatandaşlık hakkı vermesi ise bölgeye müdahalesini meşrulaştırmaktadır.

Acaristan Sorunu

Rusya’nın SSCB Dönemi’nde uyguladığı politikalar Acaristan sorununu doğurmuştur. SSCB’nin yıkılmasıyla gündeme gelen Acaristan sorunu da Güney Kafkasya’daki “dondurulmuş sorunlar” arasında yer almaktadır. Acaristan sorununun temelinde dini ve ekonomik sebepler yatmaktadır. Gürcistan’ın aynı dönemde Osetya ve Abhaza sorunuyla ilgilenmesi yüzünden, Acaristan’ın sert politikalarına karşılık verememiş ve Acaristan’a özerklik tanımıştır. Bu durum Gürcü ve Acar ilişkilerinde yumuşamaya sebep olmuştur. Acaristan’ın Gürcistan ile olan ilişkileri Mihail Saakaşvili iktidarı döneminde, Acaristan Yüksek Komisyonu Başkanı Abaşidze’nin Gürcistan’la ilişiğini kesmesini açıklaması üzerine krize dönüşmüştür. Gürcistan Acaristan’a ambargo uygulamış ve Abaşidze’nin istifa etmesini ve ülkeden ayrılmasını istemiştir. Abaşidze Rusya Federasyonu’na sığındıktan sonra Gürcistan Acaristan’ın idari haklarını kısıtlamış ve savaşsız bir şekilde bölgeyi kontrolü altına almıştır.

Osetya ve Abhazya sorunlarından farklı olarak Acaralarla Gürcüler arasındaki anlaşmazlığın temel nedenlerinden biri dindir. Temelinde etnik köken farklılığı yatmadığı için, Gürcülerin Acaristan’la olan anlaşmazlığı Osetya ve Abhazya’ya göre daha yumuşaktır. Acaraların bağımsızlık talebinden ziyade otonomi talebinde bulunması da bu yumuşaklığın diğer bir nedenidir.

Cavahati Sorunu

Cavahati sorunu da Soğuk Savaş’tan sonra Gürcistan’da yaşanan etnik sorunlardan biridir. Sorun Mihail Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka isimli reform politikalarından sonra gelişmiştir. Bölgede yaşayan yoğun Ermeni nüfusu özerklik talebinde bulunmaktadır. Ermenilerin toprak talepleri Stalin döneminde sona erse de talepler ve iddialara ilişkin tartışmalar sürmüştür. Gürcistan Cavahati’nin sosyal ve ekonomik politikalarını desteklerken, bölgeye Acaralıları yerleştirerek Ermeni nüfusunu dengede tutmak istemiştir. Cavahati Bölgesi Ermeni nüfusu ve Gürcistan politikaları arasında birçok çatışmaya ve anlaşmazlığa sahne olmuştur. Bölge, hukuken Gürcistan egemenliği altında olsa da Cavahati Ermenilerinin fiili egemenliği söz konusu olmuştur. Cavahati Ermenilerinin özerklik talepleri Gürcistan tarafından reddedilmiştir. Bölgedeki sorun sadece Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunmasından kaynaklanmamaktadır; aynı zamanda Rus askeri üssü, Ahıska Türklerinin geri dönüşü ve Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nın yapım süreci de Cavahati sorununu etkilemiştir. Cavahati ile ilgili sorunlar halen devam etmektedir.

Fergana Vadisi

Fergana Vadisi sorunu SSCB’nin dağılarak buradaki kontrolü kaybetmesiyle artmaya başlamıştır. %60’ı

Özbekistan’a, %15’i Kırgızistan’a ve %25’i Tacikistan’a ait olan Fergana Vadisi ile ilgili sorunun çeşitli nedenleri vardır. Bunlar;

• SSCB’nin Sovyet Kimliği yaratma çabaları sırasında bölgeyi yapay kimliklere ve sınırlara göre bölmesi ile etnik sorunların yaşanması,
• Soğuk Savaş’ta ABD’nin SSCB’yi çevreleme politikalarından biri olarak ortaya attığı Yeşil Kuşak Projesi çerçevesinde, SSCB’nin güneyindeki İslami oluşumları desteklemesi ve bölgenin terörün önemli merkezlerinden biri haline gelmesi,
• Fergana Vadisi’nin Orta Asya’nın en önemli tarım merkezlerinden bir olmasının yanı sıra altın, gümüş, uranyum, petrol, demir, bakır, kurşun gibi önemli madenler açısından da zengin olmasıdır.

Bölge, Soğuk Savaş’tan sonra Orta Asya’da yaşanan güç mücadelesini tanımlayan Yeni Büyük Oyunun da bir parçasıdır. Dolayısıyla Fergana Vadisi’ndeki istikrarsızlık ABD, Çin, AB gibi küresel çıkarlarını (sevkiyatların ve enerji güvenliğinin sağlanması, vs.) zedelemektedir. Fergana Vadisi özellikle 11 Eylül saldırılarının sonrasında önem kazanmıştır. Çünkü Soğuk Savaş’tan sonra NATO’nun tehdit unsuru olarak belirttiği radikal İslam, etnik çatışmalar ve uyuşturucu ticareti bu bölgede gelişmiştir.

Hazar’ın Statüsü

Hazar Bölgesi gerek jeostratejik önemi gerek önemli ticaret yollarının geçiş güzergâhında yer alması gerekse de hidrokarbon potansiyeli nedeniyle tarihsel süreç içerisinde her zaman güç mücadelesi ne sahne olmuştur. Bölge’deki güç mücadelesinin nedenlerinden biri olan petrolün varlığının MÖ 4. yüzyıla kadar gittiği iddia edilmekte olup (Effimoff, 2000: 157), petrol çıkarma faaliyetleri 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar dayanmaktadır.

Günümüz itibarıyla Hazar Bölgesi’nde 50 milyar varil petrol ve 9 trilyon metreküp doğalgaz rezervinin Bakü, Tengiz ve Türkmenistan kıyılarında bulunduğu tahmin edilmektedir.

Genel ve soyut olarak belirtirsek Hazar’ın Statüsü, 18. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren uluslararası hukukun konusu olmuştur. Aşağıda ismen belirttiğimiz antlaşmalar ile Hazar Denizi’ndeki balıkçılık faaliyetleri, seyrüsefer serbestliği ve Hazar’da donanma bulundurma gibi konular düzenlenmiştir. (Bkz.; Çolakoğlu, 1998: 108-109; Oruç,
2013: 86; Kocaman, 2018: 103-104).

• 1723 Petersburg Antlaşması,
• 1729 Reşt Antlaşması,
• 1813 Gülistan Antlaşması,
• 1828 Türkmençay Antlaşması,
• 1921 yılında imzalanan Moskova Dostluk Antlaşması,
• 1935 yılında imzalanan SSCB-İran Antlaşması,
• 1940 yılında imzalanan Tahran Antlaşması
Hazar’ın uluslararası sistemdeki önemi Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte artmıştır. 1991 yılına kadar gelişen süreçte Hazar’a kıyıdaş olan devlet sayısı ikiden beşe (RF, İran, Türkmenistan, Kazakistan, Azerbaycan) yükselmiştir.

1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ise kıyıdaş devletler arasında sadece SSCB/Rusya Federasyonu (RF) tarafından onaylanmıştır.

Hazar Denizinin Hukuki Statüsü Sözleşmesinin Analizi

Moskova’da varılan mutabakattan yaklaşık bir yıl sonra 11-12 Ağustos 2018 tarihinde yapılan 5. Hazar Ülkeleri Devlet Başkanları Zirvesi’nde “Hazar Denizi’nin Hukuki Statüsü Sözleşmesi imzalanmıştır.

“Hazar Denizi’nin Hukuki Statüsü Sözleşmesi” dışında Zirvede taraf devletler arasında aşağıdaki belgeler de imzalanmıştır:

• Hazar Denizi’nde Terörle Mücadele Alanında İşbirliği Protokolü.
• Hazar Denizi’nde Organize Suçla Mücadele Alanında İşbirliği Protokolü.
• Hazar Devletlerinin Hükümetleri Arasındaki Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması.
• Hazar Devletlerinin Hükümetleri Arasında Ulaşım Alanında İşbirliği Anlaşması.
• Hazar Denizi’ndeki Olayların Önlenmesi Konusunda Anlaşma.
• Sınır Kurumlarının İşbirliği ve Etkileşimi Protokolü.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin belirttiği üzere Statü Sözleşmesi “önemli bir belge” olmakla birlikte taraflar arasındaki Hazar Denizi ile ilgili fikir ayrılıklarını tamamen sonlandırmamıştır. Taraf devletlerin üzerinde anlaşamadığı temel husus ise Hazar Denizi’nin hava sahasının kullanımına ilişkindir. Bu konuda taraf devletler arasında istişarelere anlaşmanın imzalanmasından sonra da devam edilecektir.

Sözleşme ile yaratılan statü hiç şüphesiz sadece bölgesel değil global anlamda kısa ve orta vadede etki doğuracaktır. Bu görüşü destekleyen en önemli argüman ise İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin “Hazar Denizi sadece Hazar ülkelerine aittir” sözüdür.

Dağlık Karabağ ve İşgal Altındaki Reyonlar Sorunu

Dağlık Karabağ ve İşgal Altındaki Reyonlar Sorununun barışçıl yollarla çözülememesinin altında uluslararası sistemdeki köklü değişiklikler yatmaktadır. Bölgede oluşan güç boşluğu sonucu Gürcistan-Abhazya, Gürcistan- Güney Osetya, İnguş-Osetya, Çeçenistan-Rusya Federasyonu ve Azerbaycan-Dağlık Karabağ Ermenileri arasında beş büyük savaş/çatışma yaşamıştır. Bölgedeki çatışmalar uluslararası kamuoyunun baskısı ile ateşkeslerle durdurulsa da kalıcı bir çözüm getirilememiştir. Bölgedeki kalıcı barışın sağlanamamasının önünde Rusya Federasyonu, ABD, Fransa, Türkiye ve İran gibi devletler arasındaki güç çatışması ve arabuluculuk faaliyeti yapmaya çalışan uluslararası örgütlerin zayıf kalması etkili olmuştur.

Bölge üzerinde tarihsel olarak Ermenistan’ın, Çarlık Rusya’sının, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Azerbaycan’ın hâkimiyet istekleri olmuştur. Bölgedeki sorunun çözümüne yönelik olarak BM Güvenlik Konseyi 1992’de AGİT’i yetkilendirilmiştir. AGİT uluslararası platformlarda sorunun çözümüne yönelik çalışmalar yapmıştır. Kendi içinde kurduğu MİNSK grubu barışçıl çözüm önerileri sunmak üzere çalışmalar yapmıştır. Bölge için yürütülen barışçıl çabalar ve kurulan örgütler gerginliğin sona ermesinde rol oynasalar da sorunun tamamen sona ermesinde etkili olamamıştır.