Aşağıdaki yazı 1993 yılında Haftaya Bakış dergisinde yayımlanmıştı. Şimdi, 2012 eşiğindeyiz. Ve hamdolsun! hala günlerimiz bir Şeb-i Aruz tadında geçiyor.(A.Özcan)
Aydınlanma çağının ünlü Fransız düşünürü Voltaire, “Kandid” isimli eserinde “İyimserlik”le dalga geçer. Herşeye iyi niyetli ve safça bakan pembe gözlüklü roman kahramanını, dünyanın çeşitli bölgelerinde gezdirir ve ona kan, zulüm, gözyaşı, ihanet, vurdumduymazlık ve yoksullukla dolu gerçek bir dünya gösterir. Sonunda iyimser olmak için hiçbir neden olmadığını ve hatta iyimserliğin kötülükleri görme şansını ortadan kaldırdığını kahramana kabul ettirir. Ve “Kandid”, “kendi bahçemizi kendimiz yetiştirmeliyiz” diyerek biter.
Herşeye rağmen iyimser olmak istiyoruz. İnancımız ve fıtratımız bize tevekkülü öğütlüyor. Uzun bir bozgun çağından sonra ayağa kalktığımızı düşünüyoruz. Yıkımların, sürgünlerin, zulümlerin artık bittiğine inanmak istiyoruz. Yeniden doğduğumuzu, dirildiğimizi, uyandığımızı ilan ediyoruz. Geçmişimizden dersler çıkarıp, daha iyi, daha güzel, daha adil bir dünyanın düşlerini kuruyoruz. Coğrafyamıza sahip çıkıp, kendi bahçelerimizi kendimiz kuralım diyoruz. Bizimle savaşanlar dışında hiçkimse ile uğraşmayalım, kendi işimize bakalım, yüzyıllardır acı çeken mahsun ve garib halklarımıza güller ve gülücükler sunalım istiyoruz. Kendi ülkemizi, insanımızı, çocuklarımızı özgürlükle tanıştıralım, birlikte üretip, azıyla çoğuyla paylaşalım, birlikte ağlayıp birlikte sevinelim diyoruz. Sevdalanmak ve sevgilerimizden çiçekler yetiştirmek istiyoruz. Öfkelenmek ve hiddetimizle kötüleri iyileştirmek, ıslah etmek, yeniden kazanıp aramıza almak istiyoruz. Yaşamak istiyoruz, en güzel ve en delişmen yüzüyle yaşamı duyumsayıp, herşeyin sahibine, O`na kavuşmayı bir Şeb-i Arus şenliği gibi öpüp başımıza koymayı düşlüyoruz. Uzun süredir ve herşeye rağmen iyimser kalmaya çalışıyoruz.
Her seferinde “onlar” bizi yanlış anlıyorlar. İyimserliğimizi, aptallık zannediyorlar.
Biz yaşamak istedikçe onlar bizi öldürüyor. En güzel insanlarımızı en alçak silahlarıyla vuruyorlar.
Biz özgürlüğe yürümek istedikçe onlar, ayaklarımızı hedef alıyor. En cevelân ayaklarımızı alıp falakaya yatırıyorlar.
Biz başımızı göğe yükselttikçe onlar iplerini başlarımıza geçiriyor. En onurlu başlarımızı idam ediyorlar.
Biz doğruları konuştukça onlar susturmaya çalışıyor. En haklı sözlerimizi hapse tıkıyorlar.
Biz gözlerimizi geleceğe diktikçe, onlar bakışlarımızı söndürmeye çalışıyor. En masumlarımızın, çocuklarımızın gözlerindeki kıvılcımı bombalıyorlar.
Biz ağladıkça onlar gözyaşlarımızı kurşun sanıyor, ağıtlarımıza saldırıyorlar.
Biz bütün enerjimizi onurlu ve güzel bir dünya için harcıyoruz, onlar mahremiyetimize elektrik veriyorlar.
Biz, ‘birlik’ dedikçe onlar kimlik anlıyor, kardeşlik deyince ırkımızı soruyorlar,
Biz Ademin çocukları, İbrahimin milleti, Muhammedin ümmeti olma şuuruyla varolmaya çalıştıkça onlar soylarından varoluş kavgası türetiyorlar.
Biz “dillerimiz ve renklerimiz Allahın ayetlerinden başka birşey değildir” dedikçe, onlar ya dilimizi kesiyor veya dillerini yılanlaştırıyorlar
Biz, zalime itirazın zalimleşmeden de mümkün olduğunu söyledikçe, onlar ırklarının davasını kan dökmenin ve küçük zalimlikleri hoşgörmenin mazareti yapıyorlar.
Biz, “siz ırkçılar, zalimler, hainler ve katiller, hepiniz aynısınız, aynı madalyonun ikiyüzüsünüz” dedikçe, onlar hepbirlikte bize sağırlaşıyorlar.
Biz, ‘zalimlere ve zalimliğe meyletmeyin’, ‘içinizdeki beyinsizler yüzünden helakı kaderimiz yapmayın’ dedikçe, onlar ‘bölücülükten’ yada ‘halklarının özgürlüğünden’ bahsediyorlar.
Biz bir ışık yakmak istiyoruz, onlar bizi iki ateş arasına alıyorlar.
Uzun süredir ve herşeye rağmen iyimser olmaya çalışıyoruz. Onlar her seferinde bizi yanlış anlıyorlar.
Bizi kendileri gibi kahpe sanıyorlar.
Herşeye rağmen iyimserliğimizi korumak istiyoruz. Bu kez, “Aramızdakiler” tarafından da yanlış anlaşılıyoruz.
Biz, mükellef olduğumuz sefer`in uzun, yorucu ve sancılı olduğunu söylüyoruz. “Aramızdakiler”, Belediyeden ihale almanın “ek bir hediye” gerektirdiğini anlıyorlar.
Biz, bu kavganın karşılığında sadece Cennet var diyoruz, “Aramızdakiler”, yazlık, kışlık, araba ve taaddüd-i zevcat anlıyorlar.
Biz, beyinlerimizin de sorumluluğu ve Zekâtı vardır diyoruz, “Aramızdakiler” beyinlerini istiğnâ ve istikbâr vasıtası kılıyorlar.
Biz, Dinimizi parça parça edip bölünmeyelim diyoruz, “Aramızdakiler” en doğru, en haklı, en iyi, en müslüman “ben”im diyorlar.
Biz, “Hicab”ın müennes gibi müzekker için de geçerli olduğunu söylüyoruz, “Aramızdakiler” kadına metres
, erkeğe “çapkın” demeyi öğreniyorlar.
Biz, özgürlük diyoruz, “Aramızdakiler” başına ya da sonuna meşrulaştırıcı bir “isim” ekleyip illa da otorite ve iktidar diyorlar.
Biz, paylaşma, yardımlaşma, dayanışma ve davâ diyoruz, “Aramızdakiler”, mal, mülk, altın, dolar ve “hava” anlıyorlar.
İyimserliğimizi elden bırakmıyoruz. Ama “Aramızdakiler” tarafından da yanlış anlaşılıyoruz.
Onlar da bizi kendileri gibi cüce sanıyorlar.
“Onlar” ve “aramızdakiler”, galiba bizi aptal yerine koyuyorlar, yaşamayı bilmediğimize, kendileri gibi öldürmeyi, yok etmeyi, kazanmayı ve harcamayı beceremediğimiz için yaşamadığımıza inanıyorlar.
Bizim yaşamı ölümden ayırmadığımızı, acıyı, kederi, zulmü, gözyaşını, yokluğu ve yıkımı dahi bir Şeb-i Arus Şenliğine dönüştürüp kendimize bahçeler yaptığımızı bilmiyorlar. Masum ölümlerimizin kanlarında miski amber koklayıp, yoksullarımızın dualarından çiçekler açtırdığımızdan haberleri yok. Katliamları, sürgünleri, köy boşaltmaları, tenkili, tehciri, ezen ve ezilen zalimleri binlerce yıldır tanıdığımızı ve her seferinde bütün ölümleri yeniden doğuşumuz için vesile kıldığımızı anlamıyorlar.
Onlar, kinlerini, aramızdakiler nifaklarını üzerimize kusup iyimserliğimizi elimizden almaya çalışıyorlar.
Oysa, bizim iyimserliğimizi terketmek için hiçbir nedenimiz yok. Çünkü biz herşeyi bir tahassür ve vuslat bilir, yaşamı da ölümü de düğün gecesi
gibi karşılarız. Bunu birgün öğrenecekler.