SİYASET BİLİMİ
SIYASET VE SIYASET BILIMI
Siyaset ve Politika Kavramları
Siyaset kelimesi Arapça’dan Türkçe’ye geçen bir kelime olup bu dilde “siyasa” şeklinde kullanılmaktadır. SWS veya sâsa kökünden gelen siyâsa kelimesi yönetmek, eğitmek, yetiştirmek anlamına gelmekte ve etimolojik olarak İbranice Kitab-ı Mukaddesteki at anlamına gelen sûs kelimesine bağlanmaktadır. Orijinal olarak bu kelime önce Bedevi toplumlarda hayvanların özellikle de atların ve develerin, terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi için kullanılmış, atları tımar eden, yetiştiren, eğiten ve bakan kişiye de seyis adı verilmiştir.
Siyaset kelimesinin yerine kullanılan politika kelimesi, siyasetin Batı dillerindeki karşılığıdır. Politikanın kökü Eski Yunan’daki şehir devletlerini ifade eden “polis”; yurttaş için kullanılan “polites”; devlet yapısı, siyasal rejim ve anayasa anlamında kullanılan “politeia”; vatandaşlık hakkına ilişkin şeyler, devlet yapısını ve egemenlik hakkını ilgilendiren her şey anlamındaki “politica” ile politika sanatı anlamındaki “politikè” kelimeleriyle aynı kökten gelmekte olup polis/devlet’in yönetimine ilişkin işler, devletle ilgili faaliyetler anlamını taşımaktadır.
Siyasetin Farklı Anlamları
Devlet Yönetimine İlişkin Faaliyetler Anlamında Siyaset
20. yüzyılda kaleme alınan bazı Siyaset Bilimi kitaplarında da politikanın Aristoteles gibi“iyi yaşamayı” temine yönelik devlet yönetimi ile ilgili işler anlamında kullanıldığı gözlenmektedir.
İktidar Mücadelesi Anlamında Siyaset
Siyasetin iktidar mücadelesi olarak anlaşılmasının temelinde, toplumsal hayatın karşılıklı zıtlıkların çatışması ve siyasetin de bu mücadelede zıtlıkları belli dengede uzlaştıran bir faaliyet olarak ortaya çıkması anlayışı vardır. Bu yaklaşıma göre siyaset, toplumda bir azınlığın çoğunluk üzerindeki ayrıcalıklarını sürdürmesine hizmet etmektedir. İktidar mevkilerini ele geçirmiş olan grup veya sınıflar, toplum üzerindeki kontrollerini sürdürme, değerlerin paylaşımında kendi menfaatlerini gözetme ve diğerlerinin davranışlarını belirleme yetki ve gücü elde etmektedirler.
Değerlerin Otorite Yoluyla Dağıtılması Anlamında Siyaset
Otoriteye ilişkin bölüşümden anlatılmak istenen,bir değerin bölüşümünde sürece müdahale ederek ve gerekirse güç kullanarak bölüşümün belli şekilde yapılmasını sağlama yetkisine sahip olma ve bölüşümün belli biçimde gerçekleştirilmesini sağlamadır.
Siyaset Biliminin Serüveni
Eski Yunan Düşünürlerinde Siyaset
Platon: “İdeal devlet nasıl olmalıdır?” sorusuyla ilgilenen ve olması gerekenle ilgili düşüncelerini dile getiren Platon, devletin bilge krallar tarafından yönetilmesini veya filozofların kral olmasını savunmuştur.
Aristoteles: Devleti ve devlet yönetimiyle ilgili süreçleri bir inceleme ve gözlem konusu olarak ele alarak zamanın siyasal sistemlerini karşılaştırmalı bir biçimde ortaya koymakla çağdaş Siyaset Bilimi’nin temellerini atan önemli bir düşünür olarak kabul edilebilir. Ona göre insan aklının
I. Bilmek (theorein)
II. Yapmak (prattein)
III. Yaratmak (poiein)
olmak üzere üç temel işlemi bulunmaktadır.
Modern Dönemde Siyaset
Machiavelli: Ortaçağ boyunca dinin etkisi altında kalan siyaset düşüncesinde 16. yüzyılın başında yaşayan Floransalı devlet adamı ve tarihçi Machiavelli İtalya’daki prenslikleri ele aldığı meşhur kitabı ‘’Prens’’ ile yeni bir çığır açmıştır. Machiavelli siyasi davranışları “iyi”, “kötü” gibi ahlaki kavramlarla değil kendi gerçeklikleri temelinde ele almıştır. Onun düşüncesinde amacın gerçekleştirilmesi için her türlü eylemin meşru olduğu anlayışı egemendir.
Montesquieu: Çağdaş Siyaset Bilimi’nin öncülerinden kabul edilen Fransız düşünürü Montesquieu, güçler ayrılığı ilkesini savunmuş ve olaylar arasındaki zorunlu ilişkileri incelemiş, olması gerekenden çok olanlarla ilgilenmiştir. Montesquieu cumhuriyet, monarşi ve istibdat üzerinde durmuştur. Hükümet biçimlerinin doğasını ve temel ilkesini ortaya koymaya çalışmış ve ülkenin büyüklüğü ile hükümet biçimleri arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir.
19. Yüzyılda Siyaset: Bu yüzyıl çağdaş toplum bilimlerinin doğduğu ve bağımsız birer disiplin olarak kurumsallaştıkları, toplumsal ilişkilerde radikal dönüşümlerin yaşandığı bir asır olmuştur. Üretim ilişkilerindeki değişiklikler, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş ve yeni toplumsal hareketler geleneksel toplum yapısında ve nispeten statik ilişkilerde büyük dönüşümlere sebep olmuştur.
Comte: Sosyolojinin kurucusu kabul edilen Comte bütün çabasını toplumsal gerçeklikle ilgilenmede yoğunlaştırmıştır. Onun düşüncesine göre insanlık üç temel evreden geçmektedir;
I. Metafizik dönem
II. Teolojik dönem
III. Pozitif dönem
Marx: Bu dönemin önemli düşünürlerinden Marx’ın toplum yapısını alt-yapı ve üst-yapı olarak sınıflandırdığı kurumlar arasındaki ilişkilerle izah etmesi önemli bir yenilik olmuştur. Marx, siyasetin özerk bir kurum olmadığını ve alt-yapı kurumları tarafından belirlendiğini savunur. Marx’a göre siyaset, siyasetçilerin ve yöneticilerin aralarındaki mücadele ile açıklanamaz. Çünkü bu mücadele, aslında toplumsal sınıflar arasındaki mücadelenin bir parçasıdır ve temelde de toplumun üretim tarzına bağlıdır. Ona göre siyaset bir üst-yapı kurumudur ve onu belirleyen temel faktör, üretim ilişkilerinin oluşturduğu alt-yapı kurumlarıdır.
Tocqueville: Amerika Birleşik Devletleri demokrasisi ile ilgili gözlemlerini ‘’Amerika’da Demokrasi’’ adlı meşhur kitabında anlatmıştır. Tocqueville, Comte ve Marx’ın aksine geçmiş tarihin katı yasalar tarafından yönetilmiş olduğuna, bütün insanlığın aynı çizgiden geçeceğine ve gelecek olayların önceden belirlenebileceğine inanmaz.Tarihi ortadan kaldırmaya değil onu anlaşılır kılmaya çalışır.
Weber: Meşhur Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde Protestanahlak anlayışının kapitalizmin doğuşunda oynadığı rolü ortaya koymaya çalışmıştır. Siyaset alanında ise çağdaş Siyaset Bilimi’nin temel konularından olan iktidar, egemenlik, otorite ve meşruiyet gibi olgularla ilgilenmiş, bürokrasi ve siyaset arasındaki ilişkilere dikkat çekmiştir.
İslam Dünyası ve Siyaset Bilimi
İslam medeniyetinin önemli temsilcileri olan pek çok Müslüman düşünürün,filozofun ve bilginin katkısının olduğu belirtilmelidir.
Farabî: İhsa’ül-Ulûm (İlimlerin Sayımı)adlı eserinde doğal ihtiyaçların zorlamasıyla bir şehir(medine, devlet) kuran insanların irade ile yaptıkları işleri (ef’al) ve hareketleri (sünen)ele alan bilime Medeni ilim demekte ve siyasete ilişkin davranışların incelenmesini ele alarak Siyaset Bilim’ini bu kategoride düşünmektedir.
Gazali: siyaset bilimini metafizik, ahlak ve psikoloji ile birlikte din ile ilgili olan ilimler kategorisine yerleştirmiştir.
Siyasetnameler ve Layihalar
İslam düşünürleri anayasa, idare, maliye ve ceza hukuku, yöneten-yönetilen ilişkileri ile siyasal iktidara ilişkin düşüncelerini genellikle fıkıh kitaplarının muhtelif bölümlerinde dile getirmişlerse de bunları bir arada ele aldıkları eserler de yazmışlardır. 9. yüzyıldan itibaren yaygınlık kazanan bu tür eserler siyaset-nâme ve nasihatnâme adıyla anılmışlardır. Siyasetname türündeki eserlere pek çok örnek vermek mümkündür. Bu türdeki eserlerin en önemlileri Maverdî’nin El-Ahkâmu’s- Sultâniye’si ile Nasîhatü’l-Mülük’u (Siyaset Sanatı, Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Gazali’nin Nasihatü’l- Mülûk’u, İbnTeymiye’nin Es-Siyasetü’ş-Şeriyye’si, Muhammed b. Turtûşî’nin Sirâcu’l-Mülûk’u (Sirâcu’l- Mülûk/Siyaset Ahlakı ve İlkelerine Dair, Ebû Mansur es-Seâlibî’nin Adâbu’l-Mulûk’u (Adâbu’l-Mulûk, gösterilebilir.
Farabi: Farabî’ninEl-Medinetü’l-Fâzıla adlı klasik eseri, temelde bir siyaset kitabıdır. Farabî, belli bir amaç ile bir şehirde toplanmış kimselerin meydana getirdiği topluluk anlamında kullandığı “medine”nin “faziletli bir şehir” olarak kurulabilmesi için gerekli şartlara değinmekte ve kendisinden etkilendiği Platon gibi “ideal devlet”in yaratılabilmesi için gerekli olan hususlara dikkat çekmektedir. Farabî fâzılşehri, sağlıklı bir vücuda benzetir. Nasıl vücuttaki çeşitli organlar yardımlaşarak çalışırlarsa şehrin de böyle çalışması gerekmektedir.
Mâverdî: El-Ahkâmu’s-Sultaniyyeadlı kitabında devlet yönetimine ilişkin teorik görüşlere yer veren Mâverdî Nasihâtü’l-Mulük’unda hem devlet örgütünün genel yapısını kurumlarını ve bunların işleyişini ele alır hem de bu yapının sağlıklı işleyebilmesi için hükümdara çeşitli öğütler, nasihatler ve tavsiyelerde bulunur.
Nizamülmülk: Siyasetname eseri Selçuklu Sultanı Melikşah’ın tavsiyesi üzerine kaleme alınmıştır. Eserde nasihatlerin yanında devrin olaylarına, Selçuklu Devleti’nin işleyişine, aksaklıklar ve alınması gereken tedbirlere, kurumlara işlerlik kazandırmak için yapılması gereken düzenlemelere de yer verilmiştir.
İbnTeymiye: Siyaset ve devlet yönetimiyle ilgili el-Hisbe ile es-Siyasetu’ş-fieriyye adlı eserleriyle öne çıkmıştır. El- Hisbe’de bireyin ekonomik faaliyetleri ve devletin buna müdahalesini ele almıştır.
İbn Haldun: Dünya tarihi niteliğindeki Kitabu’l-İber adlı yedi ciltlik kitabına yazdığı giriş mahiyetindeki Mukaddime’si ile tanınmıştır. Mukaddime’de ortaya koyduğu görüş ve konuları ele alış biçimiyle büyük bir yenilik yapmış, o güne kadar pek bilinmeyen kavram ve tezler ileri sürerek yeni bir bakış getirmiştir. Tarihin itici gücünün belirlenmesine özel önem vermiştir. Bu çerçevede ortaya koyduğu asabiyet teorisi ile ilgiyi bedevilik ve hadarilik hâlleri arasındaki dinamizme kaydırmıştır. İbn Haldun asabiyet kavramını dayanışma ruhu, cemaat ruhu, grup duygusu, kabilecilik, kan bağı, toplumsal dayanışma anlamlarında kullanmıştır. Devletlerin ve siyasal toplulukların kuruluşunda ve kurulmalarından sonra da asabiyetin etkili olduğunu, hükümdarın iktidarını sürdürebilmesi için asabiyeti canlı tutmak zorunda olduğunu, asabiyetin azalması durumunda asabiyeti daha yüksek topluluklar tarafından iktidarın yıkılacağını ve üstünlüğün asabiyeti yüksek gruplara geçeceğini savunmuştur.
Siyaset Bilimi’nin Konusu, Kapsamı, Yöntemi ve Teknikleri
Siyaset Bilimi’nin Konusu
Klasik Siyaset Bilimi inceleme alanı olarak devleti kendisine konu almakta ve devletle kendini sınırlandırmaktadır. Siyasetin iktidar mücadelesi olarak tanımlanması ve toplumsal güçlerin de bu çerçeveye dâhil edilmesiyle Siyaset Bilimi’nin alanı da birden genişlemiş oldu. Siyaset Bilimi’nin bir iktidar bilimi olarak gelişmesi onu devletin yanı sıra toplumsal iktidar alanlarına da yöneltmiştir. Siyasal nitelikteki güç, etki ve otoritenin söz konusu olduğu devlet dışındaki iktidar alanları da Siyaset Bilimi’nin kapsamına dâhil edilmiştir. Günümüzde Siyaset Bilimi’nin temel konusu “iktidar”, “güç” ve “otorite”ye ilişkin davranışlar, oluşumlar, faaliyetler, kurumlar ve ilişkilerdir.
Siyaset Bilimi’nin Kapsamı
Siyaset Bilimi’nin kapsamı, UNESCO’nun 1948 yılında Paris’te düzenlediği bir toplantıda dört temel konu ile sınırlandırılmıştır:
I. Siyaset Teorisi
• Siyaset teorisi
• Siyasal düşünceler tarihi
II. Siyasal Kurumlar
• Anayasa
• Merkezi hükümet
• Bölgesel ve yerel yönetimler
• Kamu yönetimi/idare
• Devletin ekonomik ve toplumsal görevleri
• Karşılaştırmalı siyasal kurumlar
III. Siyasal Güçler. Toplumsal Katmanlar
• Siyasal partiler
• Siyasal birlikler ve dernekler
• Vatandaşların devlet ve hükümet yönetimine katılması (Seçimler ve seçim sistemleri)
• Kamuoyu
IV. Uluslararası İlişkiler
• Uluslararası siyaset
• Uluslararası örgütlenme ve kurumlar
• Uluslararası hukuk
Amerikan Siyaset Bilimi Derneği (APSA; American Political Science Assosiation)1973 yılında yeni bir bakışla Siyaset Bilimi’nin kapsamını ve alt disiplinlerini yeniden belirlemiştir. Söz konusu tablonun temel konularışu şekildedir:
• Siyasal kurumlar ve davranışlar
• Metodoloji
• Uluslararası hukuk, örgütler ve siyaset
• Siyasal istikrar ve siyasal değişme
• Siyasal teori
• Kamusal siyasanın tayini ve içeriği
• Kamu yönetimi
• ABD’nin siyasal kurumları, siyasal süreçler, güçler ve davranış
Siyaset Bilimi’nde Yöntem
I. Tümevarım Yöntemi: Tikel yani tek tek olgulardan genel sonuçların çıkarıldığı bir süreci ifade etmektedir. Bu süreçte önce gözlemlemek suretiyle olgular toplanır, ardından toplanan ampirik bulgular çözümlenir, sınıflandırılır, bunu takiben de genellemelere gidilir. Son aşamada ise genellemeler sınanmak için yeniden gözlem yapılır.
II. Tümdengelim Yöntemi: bilimsel faaliyet, verili bir iddia yahut açıklayıcı genelleme çerçevesinde olguların çürütülmesi, doğrulanması yahut teyit edilmesi süreci şeklinde işlemektedir. Burada yöntemde genellemelerden olgulara ve bunların teyit edilmesi veya çürütülmesine gidilmektedir. Kısaca bilim adamı önce genel önermeler ileri sürer ve bu önermeleri adım adım teste tabi tutarak çürütür veya teyit eder.
Siyaset Bilimi’nde Kullanılan Teknikler
I. Deney Tekniği: Doğa bilimlerinin sıklıkla kullandığı teknik laboratuvarda deney yapmadır. Deney, inceleme nesnemizle ilgili değişkenlerin laboratuvar ortamında yeniden üretilmesine, bu süreçte ilişkilerin kontrollü ve sistematik şekilde gözlenmesine, değişkenler arasındaki ilişkilerle ilgili bulguların kayıt altına alınmasına, ilişkilerin istediğimiz kadar tekrarlanmasına ve hipotezlerin sınanmasına imkân vermektedir. Siyaset Bilimi’nde deneysel açıklama imkânı çok sınırlı olup siyasal olayların deneyle test edilmeleri imkânsız gibidir.
II.Karşılaştırmalı Analiz Tekniği: Bir siyasal olgunun değişik toplumlardaki görünümünün bir bütün içinde ele alınmasına imkân verir.
III.Alan Araştırması: Araştırmacı bizzat alana girmekte ve olguyu doğrudan gözlemlemeye çalışmaktadır. Olgunun ne tür değişkenlerden etkilendiği, bu değişkenlerin nasıl bir etki meydana getirdiği gibi soruların cevaplanmasına çalışmaktadır. Alan araştırmasında olgu ile ilgili herkesin gözlenmesi ve incelenmesi imkânsız olduğundan kütleyi temsil edecek bir örneklem grubunun (araştırılması düşünülen anakütlenin tamamı yerine onu temsil eden bir parçanın alınarak anakütlenin özelliklerinin belirlenmeye çalışılması)oluşturulması ve araştırmanın bu grup üzerinden sürdürülmesi gerekmektedir.
IV.Örnek Olay Tekniği: Özellikle inceleme nesnesinin büyüklüğü ve homojenliği dikkate alındığında olguyu temsil ettiğine inanılan herhangi bir örnek olay derinlemesine incelenerek ana kütle hakkında bazı sonuçlara varılır.
İktidar
İktidar, Siyaset Bilimi literatürünün ana kavramlarından birisidir.
Kudret kelimesinden türeyen ve mülk, erk, saltanat, kontrol edebilme gücü gibi anlamlara gelen iktidar: bir bireyin ya da bireyler topluluğunun kendi istekleriyle, rızaları olup olmadığına bakılmaksızın diğer insanların davranışlarını etkileyebilme, yönlendirebilme veya denetleyebilmesi; toplumu yönetme, yönlendirme gücü, bu gücü elinde bulunduran otorite, ilişki veya organ olarak tanımlanabilir.
Max Weber’e göre iktidar, bir toplumsal ilişkide, bir kişi ya da grubun kendi iradesini, dirençleri aşıp yerine getirme olanağıdır.
Propaganda, fikir aşılama, psikolojik kontrol gibi uygulamalar kişilerin tercihlerini biçimlendirir ve bu açıdan iktidar ilişkilerinde önemli rol oynarlar.
Siyasal sistem, bir toplumda siyasi iktidar yetkisi kullanan kurumların belli bir düzenlilik ve karşılıklı etkileşim içinde kendine özgü oluşturdukları bütünlük olarak tanımlanır. Bu siyasal sistem aynı zamanda toplumsal düzeni tesis edecek ve işletecek iktidarı elde etme mekanizmalarının neler olduğu ve iktidarın nasıl işletileceğini belirleyen iktidar yapıları oluşturur.
Başkalarının davranışlarını etkileyebilme gücüne sahip olmak, bazı araçlara ve farklılıklara sahip olmayı gerektirir. Bu bağlamda, iktidarın fiziksel, ekonomik ve sembolik olmak üzere üç kaynağı vardır.
Fiziksel Kaynak:Fiziksel kaynak kapsamında, denetim kurmanın en önemli aracı kuvvet kullanımıdır. Kuvvet kullanımı, fiziksel kaynağa dayalı olarak polis ve askeri güç örneğindeki gibi maddi olabilir. Zor kullanma tehdidi, yıldırma, sindirme, korkutma, sembolik şiddet baskı ve denetim için fiziksel kaynağa dayalı kuvvet kullanımı örnekleridir.
Ekonomik Kaynak:Ekonomik kaynaklara sahip olanlar, bu kaynağa dayanarak iktidarı elde edip bu konumlarını devam ettirirler. Geleneksel toplumlarda kaynak dağıtımı ve paylaşımında öncelikli olarak hanedan üyeleri, halk ve bürokratlar gözetilirken modern toplumlarda bu paylaşım belli yasal kurallara ve ilkelere bağlanmıştır. Ekonomik kaynağa dayalı olarak iktidar ilişkilerinde başvurulan diğer bir yöntem de rütbe, makam, ödül gibi avantajların dağıtılmasıdır.
Sembolik Kaynak:Sembolik kaynak, itibar kazandıran ve iktidar ilişkisini meşrulukla bezeyerek otoriteye dönüştüren bir araçtır. Propaganda, endoktrinasyon ve yönlendirme bu kaynak kapsamındaki tekniklerdir. Yönlendirme, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla sıkça karşılaşılan bir tekniktir. İktidarı elde etme ya da iktidarı sürdürme aşamasında iktidar sahipleri, denetimlerindeki iletişim araçlarını, eğitim kurumlarını propaganda ya da manipülasyon amaçlı kullanarak gerçekleri saptırabilir ya da iktidar sahiplerinin üstün varlıklar olarak algılanmasını sağlayabilirler.
İktidar tesis etmenin en ekonomik ve en verimli kaynağı sembolik kaynaktır. Fiziksel ve ekonomik kaynaklar hem pahalı hem de süreklilik açısından sıkıntılı olduğundan iktidar sembolik kaynağa dayandığında meşrulaşır, otoriteye dönüşür. Bu sayede itaat, gönüllülük ve sempatinin sonucunda kendiliğinden ortaya çıkar.
İktidar, fiziksel ve ekonomik kaynaklara dayalı olarak çıplak güç, zor kullanma sembolik kaynağı kullanarak da otorite edinme biçiminde görünebilir.
Seçkinci ve çoğulcu teoriye göre, sosyal iktidar, iktidarın toplumsal dağılımı ve paylaşımı olarak tanımlanır. Ekonomik iktidar, ideolojik iktidar ve siyasal iktidar toplumsal iktidarın üç biçimidir.
Ekonomik iktidar: Nadir olan mal ve kaynakları elde tutup diğerlerinin emek gücüne sahip olunan biçimdir.
İdeolojik iktidar: Bir otorite tarafından desteklenen belirlenmiş bir yapıya ait fikirlerin ve inançların elde tutulduğu biçimdir.
Siyasal iktidar: Fiziksel zor kullanmayı mümkün kılan bir takım donanımlara sahip olma ile temellenmiş yetki olarak tanımlanır.
Siyaset sosyolojisi kapsamında, iktidarın sosyal hayatta işleyişi, paylaşımı ve dağılımı konusundaki dört ana yaklaşım vardır. Bunlar: korporatizm, marksizm, elitizm ve demokratik çoğunluktur.
Korporatizm iktidarı, özel sektör ile devletin işbirliği çerçevesinde ele alır ve toplumun iktisadi, kültürel, siyasal tüm faaliyetlerinin bu işbirliği neticesinde düzenlenmesini savunur.
Marksizm, ekonomi merkezli açıklamasında, toplumda iktidarın eşitsiz dağıldığını belirterek, iktidarın üretim araçlarına sahip olan yönetici sınıfının elinde yoğunlaştığını öne sürer.
Elitist teoriye göre, iyi örgütlenmiş ve iktidarın avantajlarını paylaşmak konusunda az çok uzlaşmış azınlıklar, her zaman örgütsüz yığınlara hükmeder.Elitist teoriler, klasik elit teorileri ve demokratik elit teorileri olarak iki başlıkta incelenebilir.
Platon ve Aristoteles’e göre, toplumun bilge bir kral ya da mülk sahibi, soylu azınlıklar tarafından yönetilmesi gerekir. Eliti, ‘yönetici sınıfı’ olarak adlandıran Mosca’ya göre tüm toplumlar, yöneten ve yönetilen olarak iki sınıfa ayrılır. Pareto’ya göre, özellikle zekâ, çalışkanlık ve beceri gibi özellikler açısından toplum elit ve elit olmayan olarak iki sınıftan oluşur.
Elit dolaşımı, eski seçkinler grubunun yerini yeni bir seçkinler grubunun almasıdır ve Pareto’ya göre bu dolaşım, düzenin sigortasıdır.
SIYASETIN DILI: KAVRAMLAR, KURUMLAR
Laswell’e göre demokrasilerde, seçkin bir azınlık da olsa siyasal iktidarı ellerinde tutanlar seçimle işbaşına gelirler ve yönetilen halk yığınları yönetenleri denetlerler. Aron, çok partili demokratik sistemlerin rekabetçi doğalarıyla yönetici eliti sürekli yenileyip değiştirebileceğini belirtmektedir.
R. Dahl’ın Poliarşi yaklaşımına göre iktidar, birbirleriyle rekabet hâlindeki çoğul seçkin grupları tarafından paylaşılır ev bu çoğulluk oligarşinin demokrasiyle uyumlu olmasını sağlar.
Siyasal İktidar, genel anlamda “toplum adına bağlayıcı karar alma ve bunları uygulama gücü” şeklinde tanımlanmaktadır. Siyasal iktidar, belli bir ülke üzerinde yaşayan toplumun bütünü üzerinde işleyen iktidardır. Siyasal iktidarın kapsayıcılık, üstünlük ve zor kullanma tekeli gibi bazı ayırt edici özellikleri vardır.
Siyasal İktidarın Kapsayıcılığı: Siyasal iktidar ülke sınırları içindeki tüm birey, grup ve kurumlar üzerinde bir güce ve yaptırıma sahiptir.
Siyasal İktidarın Üstünlüğü:Siyasal iktidar ülke çapında bürokratik olarak örgütlenir ve topladığı vergilerle finanse ettiği işlevleri gerçekleştirir. Bunu yaparken tüm kişi ve grupları bağlayıcı kararlar verir.
Siyasal İktidarın Zor Kullanma Tekeli: Siyasal iktidar, kamusal olarak örgütlenmiş etkili bir fiziksel güç, zor kullanma tekeline sahiptir. Asker ve polis gücü oluşturarak işletilen fiziksel zor kullanma çerçevesinde içeride güvenlik işlevi yerine getirilir, dış ilişkiler açısından da savaş açma kapasitesi muhafaza edilir.
Egemenlik
Egemenlik, yasa yapma, kural koyma ve etkin biçimde hüküm sürme becerisidir.
Egemen iktidar, hiyerarşideki en üstün iktidardır. Modern demokratik devletlerdeki hukuki anlamda egemenlik, yukarıdan aşağıya işletilen tek yönlü bir süreç değil, döngüsel bir sürece dönüşmüş ve yayılmıştır. Modern demokrasilerde karar almada yasama, yürütme, yargı organları, sivil toplum örgütleri vb. sürece müdahil olur. Bu açıdan egemenlik, hukuki –de jure- olarak söz konusudur; fiiliyatta –de facto-ise mutlak egemenlikten söz edilemez. Egemenlik, fiilen her zaman sınırlandırılır.
İktidar gibi egemenliğin kaynağının Tanrısal irade olduğu Orta Çağlarda egemen yasama mercii Tanrı idi. Geleneksel toplumlarda işleyen rejimde kraliyet, her şeyi üstün bir merkez çerçevesinde örgütler ve meşruluğunu uyrukları olan nüfustan değil kutsallıktan alırdı.
Modern dünyada egemenliğin kaynağı dünyevileşmiş ve bunun bir sonucu olarak modern ulus devletlerde egemenliğin kaynağı halk olmuştur.
Klasik-muklakiyetçi egemenlik anlayışına göre egemen iktidar, bölünemez, devrilemez, en üstün, sınırsız ve mutlak iktidardır.
Egemenlikte demokrasi ve anayasacılık ilişkisini kuran düşünürler Rousseau ve Austin’dir. Milli egemenlik teorisi, monarşik meşruluğa karşı demokratik meşruluğun temeli olarak, monarka ait mutlak, tek, sınırsız iktidarı millete devretmiştir.
Fransız devrimi ile beraber, J. Locke, Voltaire ve Rousseau gibi düşünürlerin görüşleri doğrultusunda “egemenlik ulusta olduğu ve hiç kimsenin ulusal iradeden doğmamış bir iktidarı kullanamayacağı” anlayışı hâkim olmuştur. Modernlik ile birlikte egemenliğin kaynağı toplumun içinde aranmaya başlamıştı.
Demokratik egemenlik anlayışına göre klasik egemenlik fikri, temel hak ve özgürlükler için risk oluşturur. Klasik muklakiyetçi de olsa demokratik de olsa modern dönemde egemenliğin dayanağı halk ya da millet iradesidir.
Egemenliğin dışsal ve içsel olarak adlandırılan iki boyutu vardır.
İç Egemenlik:Devlet, belli bir ülke üzerinde işleyen egemen iktidardır. İç egemenliğe sahip olan bir devlet kendi halkının üzerinde mutlak otoriteye sahiptir. Devlet, kendi sınırları içindeki tüm yurttaş, grup ve kurumlar üzerinde bağlayıcı kararlar alır ve bu kararları kendi dışında bir sınır tanımadan yürütür. İç egemenliğin iki ana bileşeni vardır: Hukukî egemenlik ve siyasal egemenlik.
• Hukuki egemenlik:Devletin ülkesi üzerindeki hiyerarşinin en üstünde yasa yapma otoritesine sahip olması ve bu otoriteyi kullanması anlamını barındırır.
• Siyasal egemenlik: Egemen iktidarın ilk özelliği konumla ilgilidir.Egemenlik siyasal ve hukuki bir hiyerarşi demektir. Bu hiyerarşi içinde nihai karar mercidir. Siyasal egemenlik, zor kullanma tekeli ile teminat altına alınmış itaat üretebilme becerisidir.
20. yüzyıl sonlarında hem hukuki hem de siyasal egemenlik anayasal çerçevede sınırlandırılmıştır ve temel hakları teminat altına almıştır.
Dış Egemenlik: Dış egemenlik, bir devletin uluslararası düzendeki yeri ve bağımsız, özerk bir varlık olarak faaliyette bulunma kapasitesi ile ilgilidir. Dış egemenlik, ulusal bağımsızlık ve halkın kendi kendini yönetmesi ilkeleriyle hayat bulmuştur. Bir ulus, ancak kendine has ihtiyaçlar ve çıkarlara göre kendi kaderini tayin edebilme becerisine sahip olduğunda egemendir. Modern dönemde devletlerin dışsal egemenlikleri, Westphalia Antlaşması’yla (1648) uluslararası hukuki bir nitelik kazanmıştır. Devletlerarası ilişkiler karşılıklı egemenlik tanınmasıyla işlemekle beraber, bu egemenlik de fiilen mutlak değildir.
Küreselleşme, toplumların ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal, teknolojik ve ekolojik alanlarda bütünleşmesi ve dayanışmanın artması sürecini ifade etmektedir. Dünyanın tekdüze hale gelmesi değilse de farklılıkların azalması, gücün ve etkinin yerelden küresel alana taşınmasıdır.
Küreselleşme sürecini tetikleyen ilk neden, II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ve ABD ile SSCB’nin ana aktörler olduğu Soğuk Savaş dönemindeki kutuplaşmalardır. İkinci neden ise teknolojik gelişmelerdir. Küreselleşmenin hem siyasal hem ekonomik hem de kültürel sonuçları vardır: liberal değerlerin yayılması, sermayenin küreselleşmesi ve modern dönemde yerleşik olan egemenlik anlayışının değişmesi. Küreselleşen dünyada sınır tanımayan para, bilgi, insan akışı üzerindeki egemenlik önem kazanmıştır. Küreselleşen dünyada ulus devletlerini aşan, klasik egemenlik anlayışını tehdit eden bir takım otorite odakları ortaya çıkmıştır. Bu odaklar arasında dünya ekonomik sistemi, uluslararası hukuk, BM gibi uluslararası örgütler, AB gibi ulus-üstü bölgesel ve küresel kurumlar vardır. Bu kurumlar devletler üzerinde otorite kullanırlar ve devletlerinin egemenliğini sınırlarlar.
İnsan, mal ve bilginin, ulaşım ve bilişim teknolojilerindeki yeniliklere paralel olarak hızlı dolaşıma girmesi ulusal sınırların daha geçirgen olmasına yol açmıştır. Küresel süreçteki etkileşimler, devletleri dış etkilere karşı daha hassaslaştırmış ve bu devletlerin siyasal karar alma özerklikleri zayıflamıştır. Uluslararası siyaset sahnesinde rol üstlenen aktörler, sadece devletler değildir, uluslararası aktörler çoğullaşmıştır.
Küreselleşme, liberal demokrasinin bünyesinde yeşerdiği ulus devletin modernlik içindeki ayrıcalıklı konumunu bunalıma sokmuş, egemenliğin bir veri olarak algılanmasını engellemiş, bu egemenliği parçalayıp sınırlandırmıştır.
Meşruluk
Meşruluk, meşru olma halidir. Meşru ise benimsenmiş, genel kabul görmüş ilkelere, kurallara ve ölçülere uyumlu; hukuka ya da yerleşik yasal usul ve gereksinimlere uygun olma biçiminde tanımlanabilir.
Meşruluk, hukuk tarafından hak, yetki ve imtiyaz verilmiş, yasal, uygun anlamlarını da taşır.
Meşruluk iki belirleyici nitelik barındırır: Yönetme hakkı veren usullerin var olduğu fikri ve yönetim biçimini haklı kılacak şekilde yöneten ve yönetilenlerin beraberce paylaştığı ideoloji, rıza ve inanç gibi bazı dayanakların varlığı. Bu niteliklere dayalı olarak meşruluğun iki türünden bahsedilebilir: Usullere dayalı meşruluk ve esaslara dayalı meşruluk.
Usullere dayalı meşruluk: Bir düzeni meşrulaştıran ögeler arasında kurallar ve karar alma süreçlerinde takip edilen usuller önceliklidir.
Esaslara dayalı meşruluk: Meşruluğun değerlendirilmesinde usuller değil, iktidarın haklılaştırılması ve sorumluluğu ön plandadır.
Meşruluğun tek dayanağı hukuk olmayabilir. Gelenek, karizma, akıl, bilgi, inançtan doğan otorite, yasallık kavramından farklı olarak meşruluk kavramının tanımı içerisinde yer alır. Herhangi bir eylem yasal olabilir ama meşru olmayabilir ya da meşru görülen her şey yasallaştırılamayabilir.
Geleneksel ve modern toplumlarda meşruluk kapsamında gelenek, akıl, bilgi, inanç kaynaklı otoriteyi de barındırdığından yasallığı aşan bir kavramdır.
Monarşik yönetimlerin ortadan kalkmasıyla meşruluk önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Modern düşüncede devletin meşruluğu gelenekler ya da ilahi idareye değil halkın iradesine dayandırılmıştır.
Meşrulukla ilgili net kavramlaştırmalar toplum sözleşmesi teorileriyle gündeme gelmiştir. Hobbes, Locke, Rousseau gibi modern dönem siyaset düşünürleri meşruluğu, gelenek ya da Tanrısal iradeye değil, bireysel rızaya dayalı olarak açıklamışlardır. Bir otoritenin ancak yönetilenin rızasıyla meşru olabileceğini belirten bu düşünürler, halk iradesi çerçevesinde meseleyi tanımlamışlardır.
Demokratik katılım, her bir yurttaş için aidiyet hissi uyandırmış ve katılım, ulusal ölçekte milletin bir parçası olma duygusu yaratmış, bu duygu, meşruluğun köklerini oluşturmuştur.
Liberal demokratik devletlerde meşruluk, bireysel özgürlüğe ve kamuoyuna karşı sürekli açık ve duyarlı olmakla tesis edilir.
Max Weber’in meşru iktidar tipolojisi fikrine göre otorite; zorlama, etki ve yönlendirme gibi iktidarın alt kümesidir ve başkalarının aksi halde yapmayacakları bir şeyi bir ödev olarak yerine getirmeleri demektir.
Max Weber üç tip otorite ilişkisi tanımlamıştır.
Geleneksel Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Geleneksel Otorite):Geleneksel otorite, kutsallık, örf, adet, alışkanlıklar ve geleneksel değerlerin yer aldığı otorite ilişkisidir. Yönetilenler topluluğun üyeleri değil, iktidar sahibinin arkadaşları veya uyruklarıdır. Hemen hemen bütün istikrarlı siyasal sistemler, geleneği işleyerek bir miktar meşruluk kazanırlar.
Karizmatik Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Karizmatik Otorite):Karizmatik otorite, bir önderin olağanüstü kişisel özelliklerinden doğan en kısa ömürlü otoritedir. Weber’e göre bu otorite ilişkileri sürekli değildir.Karizma sahibi önderin ömrüyle sınırlıdır ve bu yüzden geçiş aşamasındaki otorite tipidir. Rutinleşerek ya geleneksel otoriteye ya da yasal-ussal otoriteye dönüşür.
Yasal-Ussal Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Yasal-Ussal Otorite):Yasal-ussal otorite, geleneksel veya dinsel kurallar değil de akıl temel alınarak yapılan kurallarla işleyen otoritedir. Bu otoritenin en güzel örneği modern bürokrasilerdir. Yasal-ussal otorite kapsamında ussal işlemler, usuller vardır. Meşruluk, hukuk tarafından tanımlanmış gayrişahsi usullerden doğar. Yasallık, hukukî usullere uygunluk, modern dönemde meşruluğun temel dayanağıdır. Weber’e göre yasal-ussal meşruluğa dayalı egemenliğin en saf örneği, modern bürokrasilerdir.
Siyasal iktidar hukukiliğe uymadıkça meşruluktan uzaklaşabilir veya hukuk kurallarına uymakla beraber, toplumdaki meşruluk anlayışı değişebilir. Yasaların, kuralların toplumsal dayanakları ve etkinlikleri zayıflamış olabilir.
Meşruluk, yöneten kesimin ve yönetenlerin yönetme hakkını tanıdığı, aynı zamanda üzerinde uzlaştıkları yönetsel iktidarın temelidir. Meşruluk, hem siyasal sisteme bağlılık hem de siyasal sistemin otorite niteliğine bürünmesinin aracıdır.
Siyasal sistemler için meşruluk iki aşamada çok hassas bir mesele olarak ortaya çıkar. Birinci aşama, siyasal sistem içinde iktidarın ele geçirilmesiyle ilgiliyken bir diğer aşama iktidarın işleyişiyle ilgili meşruluk meselesidir. Hemen hemen bütün iktidarlar meşruluktan ziyade zor kullanarak ele geçirildiğinden, asıl olan uygulama aşamasındaki meşruluktur. Zaten birçok devlet ve merkezî siyasal kurumlar zor kullanma sonucu yani askerî fetihler ile doğmuştur.
Meşruluk, istikrarlı ve etkin siyasal sistemlerin dayanağıdır, bu yüzden bir sistem için meşruluk krizi büyük risk demektir. Bu riski gidermek üzere iktidarlar, kendilerini sürekli meşru gösterme çabasındadırlar.
BIR ÖRGÜTLÜ İKTIDAR OLARAK DEVLET VE SIYASAL SISTEMLER
Devlet ve Siyasal Sistemler
Devlet soyut bir varlık olmasına karşın yasa yapacak yasama organı, bu yasaları yürütecek bir icra organı ve icra organının yasalara uyup uymadığını denetleyecek yargı organı ile somutlaşır. Bu organlar arasındaki ilişki “Hükümet Sistemi” kavramını doğurur. Başkanlık sistemi, yarı başkanlık sistemi, parlamenter sistemler gibi kavramlar, egemenliğin hangi organları arasında nasıl kullanıldığını ve organlar arasındaki ilişkilileri gösterir. Siyasal sistem kavramı, yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkinin dayanaklarını, kaynağını ve türünü anlattığından devlet ve hükümet sistemi kavramlarından daha fazlasını kapsamaktadır.
Devlet Kavramı: İlkel siyasal topluluklarda yöneten ve yönetilen olgusunun ortaya çıkışı ile devlet benzeri bir siyasal otoritenin varlığından söz edebiliriz. Ancak, yönetenlerin şahsından bağımsız kurumsal devlet anlayışı
XVI. yüzyılda doğmaya başlamıştır. Günümüzdeki şekli ile Modern Devlet olgusu XIX. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Klasik Fransız kamu hukuku doktrininde devlet “milletin hukuki kişilik kazanmış şekli” olarak tanımlanır. Marksizm ve Liberalizm gibi büyük anlatıların kendine özgü devlet tanımı olduğu gibi devlet kavramı felsefi, ideolojik ve ahlaki açıdan birçok düşünür tarafından pek çok defa tanımlanmıştır.
Devletin Kökeni ve İşlevi: Devletin kökeni konusu hipotetik ve tarihsel sosyolojik teoriler adı altında iki başlıkta incelenir. Hipotetik teori Hegel, Hobbes ve Locke gibi düşünürlerin varsayımları ile oluşmuştur. Tarihsel sosyolojik teorilerse modern ulus devlet oluşum sürecini tarihsel ve sosyolojik açıdan inceler. İnsanlık tarihinde devletin ortaya çıktığı belli bir an yoktur. Bu yüzden “köken” terimini düşünürler kronolojik değil mantıksal bir anlamda anarlar. Burada aranılan tarihsel bir başlangıç anı değil devletin varlık nedenidir. Tarihte öncelikle toplum oluşmaya başlamış bu toplum içindeki düzeni, uyumu, istikrarı sağlayabilmek içinde devlet mekanizması ortaya çıkmıştır. Devletin sağlayacağı olanaklara ihtiyaç duyması insanoğlunun devleti var etme nedenidir.
Modern Devletin Oluşumu
Modern devletin diğer bir adı da ulus devlettir. Kapitalist üretim biçimlerinin feodal üretim biçimlerinin yerini almaya başlaması ile ulus devlet anlayışı ortaya çıktı.
Devletin Kişiliği Sorunu
Feodal dönemde ve patrimonyal sistemde devlet dönemin siyasi otoritesi olan kral, sultan, imparator gibi kişilerin şahsında algılanmaktaydı. Kurumlar ve hiyerarşi içindeki kişiler hizmetkârdı ve gücünü sadakatten alıyorlardı. Günümüzdeki devlet hazinesi padişahın şahsi hazinesiydi. Devletin tüzel kişiliği XIX. yüzyılda oluşmaya başladı ve bu dönemde padişahın bütçesi ile devlet hazinesi birbirinden ayrılmaya başladı. Bugüne geldiğimizde devletin tüzel bir kişilik olduğunu ve yönetenlerin bağımsız olduğu tartışmasız kabul ettiğimiz bir konudur.
Bilinmesi gereken devlete hukuki anlamda tüzel bir kişilik sağlamanın ne gibi faydalar doğurduğudur. Bu şekilde bağımsız bir varlık olarak algılanan Devletin borçlanmasında, alacaklarını tahsilde, davalı veya davacı taraf olmasında bu kişilik hukuk tekniği bakımından yararlıdır.
Devlet Türleri
Siyasi iktidarın örgütlenmesi ve kullanılması bakımından devlet türleri başlıca iki grupta incelenir. Bunlar tekçi (üniter) devlet ve birleşik devlettir.
Tekçi Devlet: Üniter devlet olarak adlandırılan bu yapıda tüm yetki, iktidar merkezde toplanmış. Taşradaki devlet kurumları birer şube işlevi görmektedir ve merkezden gelen görevleri yerine getirir. Tek yasama, yürütme ve yargı gücü ve tek bir anayasa vardır.
Birleşik Devletler: Birden fazla kurucu (federe) devletin bir araya gelerek oluşturduğu federal devlet yapısıdır ve her federe devletin kendi yasama yürütme yargı ve yargı organı bulunmaktadır. Federe mecliste alınan kararların temel yasalara ve federal yasalara aykırı olmaması gerekir. Kurucu devletler içişlerinde bağımsız, dışişlerinde birleşik devletlere tabidirler ve uluslararası alanda ayrı bir devlet olarak tanınmazlar.
Siyasal Sistemler
Siyasal sistem, siyasi yapının bütününü kapsayan geniş bir kavramdır ve siyasal sistemle ülkelerin özgül koşulları arasında yakın bir ilişki vardır. Siyasal sistem toplumsal sistemi etkiler ve ondan etkilenir. Bir ülkenin eğitim ve gelir düzeyi, tarihi geçmişi ve ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyi o ülkenin siyasi sisteminin niteliğini belirler. Tarih boyunca pek çok siyasal sistem var olmuştur. Siyasi iktidar tek elde toplanmış ve yönetilenlerin bu iktidarı etkileme kanalı yok ise bu sisteme monokratik, iktidar seçim ile belirleniyorsa demokratik siyasal sistemden bahsedebiliriz.
Çoğulcu Sistemler: Demokrasi tarih boyunca insanoğlunun keşfettiği gerçek anlamda tek çoğulcu sistemdir. Tekçi sistemler ise totaliter ve otoriter sistemler olarak ayrılır.
Tarihsel Süreç içinde Demokrasi Fikri: Demokrasi, Tarihte ilk defa Eski Yunan kent devleti (polis) içinde kölelerin, kadınların ve yabancıların oy hakkının olmadığı kısıtlı bir biçimde var oldu. Ancak Eski Yunan’da demokrasinin ömrü uzun olmadı, onun yerini aristokrasi, oligarşi, tiranlık gibi karşıt rejimler aldı. Bu rejimler, varlıklarını, insanların eşit olmadığı savı üzerine gelişmiştir. Aristokrasi, doğuştan üstün özelliklere sahip olanların yönetimi olarak adlandırılır ve bu görüşün en güçlü savunucusu Platon’dur.
Aristokrasi fikrine ilk itiraz yine Eski Yunan’da Stoacılar olarak adlandırılan akımdan gelmiştir ve onlara göre tüm insanlar doğuştan eşittir. Modern zamanlara geldiğimizde insanın eşitliği ve iktidarın halka dayanması fikrinin en güçlü savunucularından biri John Locke(1632-1704) olmuştur. İngiliz, Fransız ve Amerikan devrimlerinde devrimcilerin amacı, demokratik olmayan rejimleri ortadan kaldırmaktır. İngiltere’de kralın otoritesini sınırlayan ilk girişim 1215’te Magna Carta (Büyük Sözleşme) ile gerçekleşmiştir ve devamında Amerikan ve Fransız devrimleri insanın eşitliği ve demokrasi kavramlarını güçlendirmiştir.
Çağdaş Demokrasi: Demokrasi, halkın kendi adına siyasi ve hukuki kararları alacak kadroları seçimle iktidara getirmesi olarak tanımlanabilir. Demokratik rejimlerde birden fazla siyasi parti vardır ve bu partiler arasında açık bir yarış vardır. Her parti kendi programının propagandasını yapmakta özgürdür. Belli aralıklarla yapılan seçimlerde halk bu programları dinleyip kararını verir. Halkın çoğunluğunun oyu ile iktidar belirlenir ve belli sınırlar içerisinde anayasa ve yasalar çerçevesinde görev yapar. İktidar azınlıkların haklarına saygı gösterir ve yapılan hizmetlerden bütün yurttaşlar yararlanır. Demokratik rejimlerde örgütlü bir muhalefet olma zorunluluğu vardır ve bu muhalefet iktidarı dizginler. Demokrasinin ilkelerinden biri de güçler ayrılığı ilkesidir. Güçler ayrılığı, yasama, yürütme ve yargı yetkisinin birbirinden bağımsız ayrı organlarda toplanmasıdır. Buradaki amaç, iktidar sahiplerinin girişebilecekleri hukuksuz uygulamaları engellemek için gücü güçle sınırlamaktır.
Liberal Demokrasi: Liberallere göre tek gerçek varlık bireydir ve liberalizmin temel çıkış noktası birey ve onun özgürlüğüdür. Liberal teoride devlet, bireye engel olmamalı ve bireyin özgürlüklerini her türlü tehlikeye karşı korumalıdır. Liberaller, devletin toplumsal ve ekonomik ilişkilere müdahalesine, işçi ve işveren arasındaki pazarlıklara ya da piyasa güçleri arasındaki rekabete müdahalesine karşıdır.
Sosyal Demokrasi: Liberal demokraside ve sosyal demokraside özgürlük ortak hedef olmasına karşın sosyal demokraside, özgürlüklerin gerçekleşmesini sağlayacak bir temel olmalıdır. Bu da devletin işçi sınıfını ve ekonomik bakımdan güçsüz toplum kesimlerini korumak üzere gelirin yeniden dağıtılması için devletin iktisadi hayata müdahalesini gerekli görür. Çünkü güçlü ve güçsüz arasındaki pazarlıkta güçsüz olan her zaman kaybedecektir ve gelir dağılımının eşit olmadığı bir yerde özgürlük kavramı sosyal demokrasiye göre mümkün değildir. Toplumsal adaletin gerçekleşmesi için sosyal devlet, sağlık ve emeklilik sigortaları, işsizlik ödeneği, konut yardımı, eğitim imkânlarının artırılması gibi alt gelir gruplarının ekonomik ve sosyal durumlarını iyileştiren politikalar üretir.
Tekilci Sistemler: Tekilci sistemlerde iktidarın belirlenmesinde halk etkin değildir ve yasal bir muhalefet bulunmaz. Totaliter ve otoriter olarak iki başlıkta incelenebilir. Totaliter rejimler tek bir kişinin ve bir partinin liderliğinde toptancı bir ideolojiye bağlıdır. Devlet kurumları üzerinde bir tekel vardır. Devletin ideolojik bir perspektifi vardır ve toplumu bir ideolojinin hedefleri doğrultusunda teşvik ve gerektiğinde baskı yoluyla seferber eder. Buna direnenler en ağır şekilde cezalandırılır. Hukuk devleti anlayışı gelişmiş değildir ve siyasi iktidar eylemlerinden sorumlu tutulamaz bu da insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Otoriter sistemlerde ise kapsayıcı totalist bir ideoloji yoktur ve iktidar bir grup azınlığın çıkarlarına hizmet etmektedir. Otoriterler iktidarlarını meşrulaştırmak için demokrasinin parlamento ve seçim gibi bazı kurumlarını göstermelik olarak kullanır.
Marksist Rejimler: Marksist rejimler Karl Marks’ın (1818-1883) düşüncelerinden esinlenilerek inşa edilmiştir. Marks’a göre, insanlık tarihinde iş bölümünün ortaya çıkması ile mülk sahipleri (sömüren) ve mülksüzler (sömürülen) olarak iki sınıf ortaya çıkmıştır. Kapitalizm ile bu sömürü olgusu daha keskin ve dayanılmaz bir hal almıştır. Buna göre sermayeyi kontrol eden burjuva sınıfı üretim araçlarına yani sermayeye sahip olduğundan üretilen hasılatın büyük kısmını alırken işçi sınıfına çok az bir kısmını vermektedir. Ve bu süreç burjuvaziyi zenginleştirip sömürü gücünü artırmakta buna karşın işçi sınıfını fakirleştirip özgürlüğünü elinden almaktadır. Oysaki ürünün asıl yaratıcısı emektir ve burada bir çelişki vardır. Marks’a göre kapitalist üretim biçimi bu çelişki yüzünden yıkılacak yerini proleterya diktatörlüğü ve sonunda komünist toplum alacaktır.
SSCB Marksist bir rejim olarak bu görüşler üzerine inşa edilmiş ve toplumu komünist aşamaya hazırlamak için totaliter bir sistem kurulmuştur. Devlet meşruiyetini Marksist-Leninist ideolojiden alır. Bu ideoloji, mutlak, tartışılmaz ve herkes için bağlayıcıdır. SSCB’de devletin topluma üstün olduğu totaliter bir yapı oluşmuştur ve tüm karşıt görüşler cezalandırılmıştır. Tek partililikten dolayı alınan kararların kabul edilmeme gibi bir durumu yoktur ve sosyalist demokrasi “biçimsel” olmaktan öteye gidememiştir.
Faşist Rejimler: İlk kez 1922 yılında İtalya’da ortaya çıkan faşizm, liberalizm ve sosyalizme tepki olarak doğmuştur. Liberalizmindeki iktisadi ve siyasi bireyciliği ve sosyalizmdeki sınıf çatışması tezini ulusal birlik ve bütünlüğünü tehlikeye atan bir unsuz olarak görür. Faşizme göre gerçek yarış sınıflar arasında değil uluslar arasındadır ve bu savaşta başarı kazanmak için ulus, “ulusal çıkar” ortak paydasında birleşmelidir. Bu, kendiliğinden olmayacağı için devlet devreye girer ve bu aşamada milliyetçilik ve ilerisinde ırkçılık boyutu kazanması gündeme gelir. Faşizm akıldan çok duygulara hitap eder ve manevi değerleri maddi değerlerin önünde tutar. Faşizm, sosyalizm ve liberalizmdeki bireyin eşitliği ilkesini reddeder ve bireyin çıkarları sadece toplumun çıkarlarının dolaylı bir sonucu olabilir. Faşizm, demokrasiyi reddeder çünkü demokrasi özel çıkarların siyasallaşmasına olanak tanımaktadır ve bu ulusal çıkar açısından sakıncalıdır. Tek ulus, tek devlet, tek fikir faşizmin temel sloganıdır. Faşizmde insan yetersiz ve iyiyi kötüden ayırma konusunda yoksundur. İnsanın bencil ve içgüdüsel davranışlarına engel olmak için baskı kurmak zorunludur. Bu görüşleri ile faşizm, otoriter ve totaliter bir devlet yapısı karşımıza çıkarır. Devlet ekonomik ve kültürel yaşamı bütünüyle yönetir. Faşist parti göstermeliktir ve kararlar dar bir kadro tarafında alınır.
Göstermelik düzenlenen seçimler parti üst düzey yönetiminin hazırladığı listelerin onaylanmasından ibarettir.
SIYASET VE BIREY: SIYASAL KATILMA
Siyaset Olgusu ve Siyasal Hayat
Toplumsal gerçeklik alanında varolan siyaset, belli bir coğrafi alanda konumlanmış örgütlenmeyi, fiziki cebir kullanma yetkisine sahip üstün bir otoriteyi, otoritenin örgütlü yapısını ve bu otoritenin eylemlerine muhatap kesimlerle kurulan etkileşim örüntülerini kapsamına almaktadır. Toplumsal gerçeklik alanında varolan siyaset, belli bir coğrafi alanda konumlanmış örgütlenmeyi, fiziki cebir kullanma yetkisine sahip üstün bir otoriteyi, otoritenin örgütlü yapısını ve bu otoritenin eylemlerine muhatap kesimlerle kurulan etkileşim örüntülerini kapsamına almaktadır.
Siyasal Davranış ve Bireyi Siyasete İten Temel Faktörler
Siyasal Davranış: İçinde yaşanan siyasal toplumdaki siyasal kurumlar, otorite merkezleri, iktidar ilişkileri ve süreçlerden gelen her türlü etkilere karşı bireyin verdiği tepki ve eylemlere kısaca siyasal davranış denir. İnsanın her gün yaptığı sayısız davranış ve eylemler içerisinde bazısı siyasal toplumdan, siyasal kurumlardan ve siyasal iktidar süreçlerinden gelen etkilere karşı verdiği tepkilerdir.
Varlığını Koruma ve Güvenlik İçinde Yaşama İhtiyacı: Kişilik yapısı, çevresel etkenler ve diğer faktörler nasıl olursa olsun her insan, bir canlı varlık olarak, öncelikle varlığını korumak istemekte, hayatını güvenlik içinde sürdürme ihtiyacını duymaktadır.
Daha İyi Yaşama Arzusu: Varlığını koruma ve güvenlik içinde yaşama ile bağlantılı bir diğer temel güdünün daha iyi yaşama arzusu olduğu söylenebilir. Bu arzu, insan hayatına bir dinamizm, hareketlilik ve gelişme kazandırmaktadır.
Zıt Duygulara Sahip Olma: İnsanda güvenlik içinde hayatını sürdürme ve daha iyi yaşama eğilimi ve arzusu olduğu gibi bunun zıttı niteliğindeki macera peşinde koşma, akıl almaz riskler yüklenme, yeni şeyler arama gibi eğilimler de vardır.
İktidar Arzusu: Bireyin siyasal eylem ve davranışlarının temellendiği bir başka psikolojik özellik ve güdü insanın devamlı iktidar peşinde koşması, iktidarı elde etmek arzusu duyması, güç ve kuvvetini geliştirme eğilimidir.
Hürriyet İçinde Yaşama Arzusu: Bütün insanlar hangi sosyal özelliklere sahip olurlarsa olsunlar davranışlarının önüne sınırların konulmasını arzu etmez ve mevcut sınırları mümkün olduğu kadar ortadan kaldırmak ister.
Bireyin Siyasal Aktör Haline Gelmesi Süreci: Siyasal Toplumsallaşma
Genel olarak içinde yaşadığı toplumun değerlerini, kurallarını, inançlarını, eğilimlerini ve davranışlarını benimsemesi sürecine toplumsallaşma denir. Toplumsallaşma, bir başka anlatımla kuşaklar arası bir etkileşim olup bir kuşaktan diğerine düzenli bilgi akışının sağlanması sürecidir.
Siyasi toplumsallaşma, toplumsallaşmanın bir boyutunu ifade eden siyasal toplumsallaşma toplumdaki siyasal değerlerin, inançların, kuralların, eğilimlerin ve davranış kalıplarının toplum üyelerine aktarılması ve benimsetilmesi süreci olarak tanımlanabilir. Topluma yeni katılan bireylerin siyasal sistemde rol oynayabilecek birer aktör hâline gelmeleri siyasal insan olarak yetişmeleriyle mümkündür. Temelde siyasal kültürü bireylere ve yeni kuşaklara benimsetme, sisteme uyumlu kişiler yetiştirme, sistem içinde oynayacakları rolleri öğretme süreci olan siyasal toplumsallaşma, sistemin devamı için hayati bir öneme sahiptir. Topluma yeni katılan bireylerin siyasal sistemde rol oynayabilecek birer aktör hâline gelmeleri siyasal insan olarak yetişmeleriyle mümkündür. Siyasal toplumsallaşma ile bireyler, siyasal sistemde rol oynamaya hazır birer siyasal insan hâline gelirler. Bu süreçle bireyler siyasal sistemin değerlerini, kurallarını, inançlarını, eğilimlerini ve davranışlarını öğrenir, neler yapmaları gerektiğini kavrar ve ne tür roller oynayacaklarını bilirler. Toplumsallaşmada ergenlik ve gençlik çağındaki gelişmeler son derece önemli rol oynar. Genellikle okullarda geçen bu yıllarda gençler siyasal sistemle ilgili her türlü bilgileri edinir ve gençlerin yurttaş olarak yetişmeleri sağlanır. Yapılan araştırmalar gençlerin siyasal hayata katılmalarının daha sınırlı, düzensiz ve değişir olduğunu göstermiştir.
Siyasal Toplumsallaşma Faktörleri
Aile: Ailenin toplumsallaşmadaki etkisi iki alanda ortaya çıkmaktadır. Bir yandan aile üyelerinin çocuğa bazı siyasal değerleri, inançları, kuralları ve tutumları aktarmalarıyla birey, ilk siyasal bilgileri ailede elde etmektedir. Diğer yandan ise ailede hiç siyasal bilgiler aktarılmasa bile burada tanık olduğu otorite ilişkisi, ileride siyasal alana da yansıyacağından dolaylı bir etkilenme meydana gelecektir.
Arkadaş Grubu: Toplumsal kültürün, değerlerin, inançların, kuralların ve tutumların topluma yeni katılacak bireylere aktarılmasında arkadaş grupları belli işlevler görmektedir. Bir aile içinde doğan birey ilk değerleri, kuralları ve eğilimleri burada alırken hayatın erken dönemlerinden itibaren ailenin yanı sıra içinde yer aldığı değişik arkadaş gruplarından da bu yönde etkilenir.
İkincil Gruplar: Toplumsal sistemin varlığını koruması ve devam ettirmesinin zorunlu şartı olan siyasal toplumsallaşma sürecinde etken olan ikincil nitelikteki grup ve kurumların başında okul ve eğitim kurumları gelmektedir. Her siyasal sistem yönettiği toplum üyelerine belirli tutumlar, değerler, inançlar, davranış kalıpları ve eğilimleri aktarmaya gayret göstermektedir. Birey okulda, aile dışında bir başka otorite ile tanışmakta ve otorite ilişkisi içerisinde yaşamayı öğrenmektedir. Okuldaki eğitim sürecinde bireylere hangi siyasal tutum ve değerlerin verileceği, ne tür bilgilerin kazandırılacağı müfredat programlarında belirlenmiştir. Okulların müfredat programları, siyasal toplumsallaşma açısından değerlendirilebilir. Öğrenci otoritenin emirlerine uyulması gerektiğini ve uyulmaması durumunda nelerin olacağın okullardaki uygulamalardan öğrenmektedir. Yine bu çerçevede okullarda öğrencilerin giymek mecburiyetinde oldukları üniformaların da siyasal toplumsallaşma sürecinde belli bir işlevi olduğu ve tek tip bir toplum yaratma amacına hizmet ettiği düşünülebilir.
Siyasal/Toplumsal Dernek ve Örgütler: Meslek birlikleri, sendikalar, dinî örgütler, siyasal örgütler, spor ve eğlence birlikleri gibi çeşitli dernek ve örgütler birey hayatında önemli yer tutar. Bu tür dernek ve örgütlerin, siyasal toplumsallaşma sürecinde belli etkileri olduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla meslek grubu siyaset dışı bir alanda gözükse de siyasal hayattan bağımsız ve ilgisiz değildir. Belli siyasal tutum, değer, kural ve davranışın geliştirilmesi, üyeleri tarafından benimsenmesi, ortak hareket edilmesi gibi eylemlerde etkili olabilmektedir.
Haberleşme Araçları: Kitle haberleşme araçlarını okuması, dinlemesi veya izlemesi bireyin kendi isteğine ve çabasına bağlı bir davranıştır. Bundan dolayı bu tür araçların bireyler üzerindeki etkisi farklı düzeylerde gerçekleşmektedir. Kitap, dergi ve gazete gibi yazılı; radyo ve müzik araçları gibi sözlü; sinema, tiyatro, bale, opera, televizyon ve video gibi hem sesli hem de görüntülü ve internet gibi çok yönlü kitle haberleşme araçları da siyasal toplumsallaşma sürecinde önemli rol oynamaktadırlar. Fakat bu araçların temel işlevi sadece bilgi vermekle sınırlı olmayıp aynı zamanda okuyucu, dinleyici veya seyircilerine belli tutum ve değerleri de aktarma ve bunların benimsenmesine yardımcı olma gibi işlevleri de bulunmaktadır.
Bireyin Siyasal Hayata Katılması
Bir siyasal toplumda bireylerin yerel ve ulusal düzeyde siyasal yöneticileri seçme ve yöneticilerin kendi istek ve menfaatleri doğrultusunda karar almalarını temin etmek amacıyla gösterdikleri her türlü davranış ve eylemleri ifade etmektedir. Siyasal katılmada hükümetin karar ve eylemlerini etkilemeye yönelik bütün çabalar, yasal veya yasa dışı, barışçı veya şiddete dayalı, başarıya ulaşmış veya ulaşamamış her türlü eylem ve davranış yer almaktadır. Siyasal katılma temelde bir eylem, bir davranış olması nedeniyle bireylerin siyasal sistem karşısındaki durumlarını belirlemektedir. Eğer eylem ve davranışlarda bulunan aktörler tarafından tasarlanmış ise buna bağımsız (otonom) özerk katılma, başkaları tarafından tasarlanmış olması durumunda ise uyarılmış (bağımlı) mobilize katılma söz konusudur. Siyasal katılma, bütün bireyler için aynı önem ve derecede değildir. Bütün vatandaşların aynı tür eylem ve davranışlarda bulundukları söylenemez. Her bir vatandaşın siyasetteki konumu, durumu ve beklentileri farklı olduğundan hükümeti etkilemeye yönelik çabaları da farklılık göstermektedir.
Siyasal Katılma Biçimleri
Eylemin Yoğunluk ve Zorluk Derecesine Göre Siyasal Katılma Biçimleri: Oy vermek, siyasal uyarılara açık olmak gibi yoğunluğu çok düşük olan eylemler izleyici faaliyetleri; bir siyasal toplantı veya gösteriye katılmak, siyasal bir liderle ilişki kurmak geçiş faaliyetleri; daha yoğun ve zor nitelikteki seçim kampanyasında çalışmak, siyasal partiye ait bir makamı işgal etmek, bir siyasal makam için aday olmak, faal siyasal parti üyeliği yapmak, siyasal fon temini için çalışmak gibi eylemler de gladyatör faaliyetler oluşturmaktadır.
Olağan ve Olağandışı Siyasal Katılma Biçimleri: Siyasal rejim tarafından konulmuş kurallara ve normlara uygun olanlar olağan siyasal katılma eylemlerini oluştururken mevcut kurallara ve normlara uygun olmayan ve onlara karşı çıkmak amacıyla gösterilen eylemler de olağandışı siyasal katılma davranışlarını oluşturmaktadır. Vatandaşların hükümeti ve siyasal otoriteleri etkilemek ve kendi beklentileri doğrultusunda karar alınmasını sağlamak için siyasal sistemde görevli kişilerle ilişkiler kurmaları, onlara kendi beklenti ve isteklerini aktarmaları da olağan siyasal katılmanın en çok başvurulan etkinliklerinden biridir. Genelde olağan siyasal katılmanın yetersiz kaldığı, bireylerin istek ve beklentilerini olağan kanallarla siyasal otoritelere aktaramadıkları, olağan katılma kanallarının tıkalı olduğu yahut olumlu cevap alamadıkları durumlarda olağandışı eylemler gündeme gelebilmektedir.
Siyasal Katılmayı Etkileyen Faktörler
Sosyo – Ekonomik Faktörler: Bir toplumda siyasal katılma düzeyi, sosyo-ekonomik statüye bağlı olarak değişme eğilimindedir ve toplumlarda sosyal ve ekonomik faktörlerin yükselmesi, gelişmesi siyasal katılma eğilimi lehinde bir etki meydana getirmektedir. Sosyo-ekonomik gelişme toplumda örgütlenmelerin çoğalmasına ve daha çok kişinin bu örgütlere katılmalarına yol açmak suretiyle siyasal katılmayı artırma yönünde katkıda bulunmaktadır. Sosyo-ekonomik modernleşme toplumsal gruplar arasındaki gerginlikleri ve çatışmaları artırır, yeni gruplar ortaya çıkar, mevcut gruplar tehditlerle karşı karşıya gelir, mevcut gruplar durumlarını iyileştirmek için yeni imkânlar bulurlar. Devletin faaliyet alanları genişledikçe toplum üzerindeki etkisi ve baskısı giderek artar. Buna karşılık bireyler ve gruplar siyasal hayata katılma ve devletin özgürlükleri sınırlandırıcı işlevlerini daraltmaya çalışırlar. Modern millî devlette bütün vatandaşlar eşit haklara sahiptirler ve siyasete katılabilme konusunda asgari eşit hakları ve şansları vardır.
Gelir ve Eğitim: bireylerin gelir düzeylerinin artmasının siyasal katılma yönünde olumlu etkide bulunacağı, varlıklı olanların, daha az varlıklı olanlara göre daha çok siyasal hayata katılabilecekleri ileri sürülmüştür. Eğitim ise bir yandan bireylerin siyasal toplumsallaşmasına katkıda bulunurken diğer yandan siyasete karşı belli ilgilerin oluşması ve bilgilerin kazanılmasında etkili olmaktadır.
Meslek: Sosyo-ekonomik statüyü belirleyen gelir, eğitim ve meslek faktörlerini ayrı ayrı değil belki de birlikte değerlendirmek ve bunların oluşturduğu kompozisyonun bireyin siyasal katılma davranışları üzerindeki etkisini birlikte düşünmek daha gerçekçi olabilir. Bu etkinin de yer ve zamana göre değişebildiği belirtilmelidir. Bu faktörlerin bazı siyasal katılma biçimlerinde artırıcı rol oynarken bazılarında sınırlandırıcı etkide bulunduğu gözlenmektedir. TÜSİAD’ın Seçim Sistemi ve Siyasal Partiler Araştırması’nda seçimlerde oy verme sıklığı ile sosyo-ekonomik statü düzeyi arasında ters orantının bulunduğu belirlenmiştir. Seçimlerde oy verme sıklığı sosyo-ekonomik statü düzeyi yükseldikçe düzenli biçimde azalmaktadır.
Psikolojik ve Bireysel Faktörler: Etkinlik duygusu bireyin kendi davranışlarıyla çevresini değiştirebileceğine ve sonrasında olup bitenlere etkide bulunabileceğine, gelişmeleri denetleyebileceğine, kendi geleceğini kendisinin davranışlarıyla oluşturabileceğine inanmasıdır. Böyle bir inanca sahip olan bireylerin siyasal hayata daha kolay katılabildikleri, her türlü gelişmelerle yakından ilgilendikleri ve siyaset sürecinde yer almaktan kaçınmadıkları gözlenmektedir. Hem etkinlik hem de teşebbüs duygusu siyasal katılmanın lehinde bir eğilimin oluşmasına katkıda bulunurken yabancılaşma tersi bir durum yaratmaktadır. Kendisine, içinde yaşadığı çevresine ve doğaya karşı yabancılaşan bireyler içinde yaşadıkları siyasal sistemi, kendisi ile hiçbir ilişkisi bulunmayan, kendisinin dışında ve ayrı bir yapı olarak görmektedirler. Kendi eylemleriyle sistemi etkileyebileceklerini düşünmemekte ve ona karşı ilgisizleşmektedirler. Bu durum siyasal katılmanın aleyhine bir sonuç yaratmaktadır.
Yaş: Burada söz konusu olan bireyin biyolojik yaşından çok yer aldığı belli yaş grubu ve kuşağıdır. Belli yaş gruplarının belli siyasal katılma eylemlerinde bulunmaları eğiliminin daha çok olduğu deneysel araştırmalarla da doğrulanmıştır.
Cinsiyet: Cinsler arasındaki rol farklılaşmasının erkeklerde siyasal katılmanın alanını genişletirken kadınlarda daraltmakta olduğu gözlenmektedir. Hukuk açısından böyle bir farklılaşma olmasa bile sosyolojik bakımdan bir gerçeklik teşkil etmektedir. Kadınların erkeklere göre siyasal hayata daha az katılmaları, sadece ekonomik ve sosyal bakımdan az gelişmiş toplumlarda değil gelişmiş ülkelerde de söz konusudur. Siyasetin genellikle erkeklere özgü bir uğraş alanı olarak görülmesi, kadınların eğitim düzeyinin erkeklere göre daha düşük olması, ev dışında geçirdikleri zamanın sınırlı oluşu, faal olarak çalışan kadınların erkeklere göre daha az oluşu, çoğu yerde kadının kocasına bağımlı durumda olması gibi nedenlerle kadınlar siyasal hayatta sınırlı rol oynamakta ve siyasette ikincil konumda bulunmaktadırlar.
Siyasal ve Hukuksal Faktörler: Vatandaşların siyasal sürece nasıl katılacakları, ne gibi sorumluluk ve haklara sahip oldukları, siyasal haklarını kullanırlarken hangi normlara uymaları gerektiği gibi hususlar yasalarca düzenlenmiştir. Vatandaşların kendi hür iradeleriyle toplumun yönetimine katılmaları anlayışına dayalı demokrasilerde bile siyasal katılmanın önüne konulmuş birçok engel ve sınır bulunmaktadır. Totaliter sistemlerde siyasal katılma bireysel düzeyde değil toplumsal düzeyde kitlelerin mobilize edilmesinin bir aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Toplum üyelerinin kullandıkları bir hak ve siyasal hayatta aktif rol oynayabilecekleri bir kanal değil iktidardakilerin toplumu harekete geçirmek, belli alanlara yöneltmek ve mobilize etmek için başvurdukları bir yol olarak görülmektedir. Dolayısıyla vatandaşların hür bir ortamda siyasal tercihlerde bulunmaları, tercihlerini açıklayabilmeleri, tercihleri doğrultusunda hükümetleri etkileyebilmeleri söz konusu değildir. Sistemin işleyişine ilişkin hususlar da siyasal katılmada etkili faktörlerdir. Demokratik sistem iki partili veya çok partili olabilir. Seçim sisteminin çoğunluk veya nispi temsil olması, bunların uygulamasının farklılığı, iki turlu veya tek turlu olması, barajlı veya barajsız uygulanması gibi durumlar vatandaşların siyasal katılma eylemleri üzerinde bazen genişletici bazen de daraltıcı etkide bulunabilir. Bu çerçevede ilave edilmesi gereken bir başka faktör de siyasal liderlik konusudur. Siyasal liderlerin kişilikleri ve kişisel özellikleri de siyasal katılma eylemleri üzerinde etkide bulunabilir
ÇAĞDAŞ YÖNETIM BIÇIMI OLARAK DEMOKRASI
Demokrasi Kavramı ve Tanımı
Demokrasi, eski Yunanca “halk” anlamına gelen demos ve “iktidar, yönetim” anlamına gelen kratia köklerinden türetilmiş, “halk yönetimi” anlamına gelmektedir.
Biçem olarak demokrasi, halk tarafından seçilen temsilcilerin oluşturduğu kurumların, halkın arzu ve taleplerini karşılamaya çalıştığı bir yönetim anlayışıdır.
Yönetim şekli olarak demokrasi, yöneticilerin, çok partinin katılabildiği rekabetçi seçimler ile işbaşına getirilmesi ile ilgilidir.
Ancak çağdaş demokrasiler, yalnızca adil ve serbest yapılan seçimlerden ibaret olmayıp, hukukun üstünlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, temel hak ve özgürlüklerin korunması gibi kavramları da içerisinde barındırmaya dayanır.
Bruce Parrot demokrasiyi; “çok adaylı, gizli oylama ve eşit oy sistemi ile düzenli aralıklarla yapılan ve yetişkinlerin oy kullandığı hükümetin resmi ve gerçek yöneticilerinin seçildiği ve seçim rekabeti için gerekli olan basın ve örgüt kurma özgürlükleri gibi prosedürlerin gerçek anlamda güvence altına alındığı siyasal bir sistem” olarak tanımlamıştır.
Demokrasinin Temel Nitelikleri
Demokrasilerde egemenliğin millete ait olduğu varsayılır ve millet, egemenlik hakkını seçimle başa getirdiği temsilcileri aracılığıyla alır.
Demokrasinin temel şartı seçimdir ve seçimsiz bir demokrasiden söz edilemez.
Ancak çoğunluk yönetiminin, çoğunluğun diktasına dönüşmemesi için anayasalar gibi iktidarları sınırlandırıcı tedbirler alınması, temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altına alınması önemlidir.
Robert Dahl’in poliarşi olarak kavramsallaştırdığı ve duyarlı bir demokrasi olarak nitelendirdiği sistemin sekiz unsuru gerçekleştirmesi gerekir.
Bunlar unsurlar;
1. Örgüt Kurma ve katılım özgürlüğü,
2. İfade özgürlüğü,
3. Oy verme hakkı,
4. Kamu görevlerine getirilebilme hakkı,
5. Siyasal liderlerin yarışabilme hakkı,
6. Özgür ve çok sesli medyanın varlığı,
7. Serbest ve adil seçimler,
8. Halkın tercihlerini yansıtabilecek kurumların varlığı.
Ayrıca demokrasinin istikrarlı ve sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için, sosyo-ekonomik kalkınmışlık ve sosyal adalet olarak nitelendirilen ekonomik değerlerin adil dağılımı, toplumun huzuru ve refahının sağlanması gereklidir.
Demokrasi Kuramı ve Demokrasinin Gelişimi
Bugün gelişmiş ülkelerin en önemli yönetim şekli olan demokrasi, uygulanış süresince birçok düşünürün katkıları ile derin bir tarihi geçmişe ve tecrübeye sahip olmuştur.
Bilinen en eski demokrasi biçimi, demokrasinin beşiği olarak kabul edilen Antik Yunan veya Atina demokrasisidir.
Atina demokrasisi, yalnızca soyluların seçme ve seçilme haklarına sahip olduğu bir biçimde sürdürülmesinden dolayı, Sokrates, Aristo, Eflatun gibi düşünürlerin eleştirilerine neden olmuştur.
Aristo, sürdürülebilir bir demokrasi için güçlü bir orta sınıfın gerekliliğine vurgu yapmıştır.
Roma döneminde, demokrasiye yapılan katkı düşünürler aracılığı ile değil, daha çok küçük yönetimlerden imparatorluk yönetimine geçiş sırasında edinilen tecrübeler ile olmuştur.
Bu dönemde uygulanan yönetim sistemi, temsili demokrasiyi andırır ancak demokratik haklar sınıf ayrımlarına göre şekillenmiştir.
Ortaçağa gelindiğinde, kilise baskısını ortadan kaldıran Rönesans ve Reform hareketlerinin demokrasi gelişimine büyük ölçüde katkıda bulunduğu görülür.
Özgürlük, eşitlik, yaşam ve mülkiyet hakkı gibi kavramların ilk defa ortaya atıldığı ve geliştirildiği ilerleyen dönemde, Locke, Montesquieu, Rousseau fikirleriyle demokrasi kavramının gelişimine önemli katkılarda bulunmuş ve ilan edilişi 1776 olan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin temelini oluşturmuştur.
Antik Yunan’dan başlayıp, çeşitli deneyimlemeler ile günümüze kadar gelen demokrasi, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında dünyanın birçok ülkesine yayılmış ve bundan dolayı farklı model ve uygulamaları beraberinde getirmiştir.
Demokrasi Çeşitleri
Demokrasinin işleyişine yönelik teknikler ve ilkelerin farklılık göstermesinden dolayı, tarihsel süreçleri de dikkate alarak, iki tür demokrasiyi birbirlerinden ayırt etmek gereklidir.
1. Doğrudan demokrasi
2. Temsili demokrasi
Doğrudan demokrasi halkın aracılar olmadan kendini doğrudan yönettiği bir sistemdir. Ön planda tuttuğu üç unsur vardır.
a. Halkın katılımı
b. Çoğunluk yönetimi
c. Siyasal eşitlik
Doğrudan demokrasi egemenliğin ideal bir ifadesi olsa da, aşağıdaki şartlar olmadan gerçekleştirilmesi oldukça zor olacaktır;
a. Küçük bir nüfus
b. Kültürel olarak türdeş toplum
c. Eşit veya eşite yakın dağıtılmış mülk ve zenginlik
Bu şartların bir arada olmasının imkansıza yakın olmasından dolayı, tarih boyunca doğrudan demokrasiyi uygulayabilmiş devletlerin sayısı yok denecek kadar azdır.
Yirmibirinci yüzyılda gelişen bilişim teknolojileri bazı düşünürler tarafından doğrudan demokrasiye dönüş olarak görülmüştür.
Sosyal medya organları ile halkın demokrasiye katılımı, son dönemde Ortadoğu’da Arap baharı olarak bilinen demokratik gelişmelerde oldukça önemli bir rol oynamıştır.
Temsili demokrasi ise, nüfus artışından kaynaklı farklı ekonomik ve siyasal çıkar guruplarının oluşması ile meydana gelmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri, Kıta Avrupası’ndaki büyük devletler, Büyük Britanya bu sistemle yönetilen ülkelerin başında gelir.
Bu demokrasi sisteminde halkın yönetimle ilgili karar verme yetkisi, kendileri adına yöneticileri seçecek kamu görevlilerini seçmekle gerçekleşir.
Başka bir değişle halk yöneticileri değil, yöneticileri halkın adına seçecek politikacıları seçer.
Bu noktada, katılım, temel hak ve özgürlükler, çoğunluk yönetimi gibi kavramlarda temelde doğrudan demokrasi ile örtüşmekte, ancak uygulanış biçimi olarak ayrılmaktadır.
Çağdaş Demokrasi Modelleri
Bir demokrasinin birden fazla yöntem ve yaklaşımla doğru olarak yönetmek mümkündür.
Bu yaklaşım ve yöntemler toplumların siyasal ve sosyal şartlarına bağlı olarak değişkenlik gösterir.
Bu noktada iki farklı demokrasi modeli ortaya çıkar:
1. Çoğunlukçu demokrasi modeli
2. Uzlaşmacı demokrasi modeli
Çoğunlukçu demokrasilerde göze çarpan en temel özellik iki partili oluşudur.
En çok oyu alan parti hükümet kurma görevini, ikinci parti ise güçlü bir muhalefet olma görevini üstlenir.
Bu sistemi uygulayan İngiltere gibi ülkelerde merkezi yönetim esas olmakla birlikte, toplumun siyasal konularda büyük ölçüde hemfikir ve türdeş olması, sistemin uygulanmasını pekiştiren bir unsur olarak görülebilir.
Uzlaşmacı demokrasi modelinde ise, siyasi partilerin aldıkları oy oranlarına göre parlamentoda dağılımı yapılır.
Bu modelin uygulandığı toplumlar, din, dil kültür, etnik köken gibi farklılıkların olduğu türdeş olmayan toplumlardır.
Bu noktada sistemin amacı, toplumun farklılıklarının gerçekçi bir şekilde temsil edilmesi ve bu farklılıkların ayrıştırıcı değil, aksine birleştirici ve benimseyici olmasıdır.
Belçika ve İsviçre gibi ülkeler bu modele örnek olarak gösterilmektedir.
Yirmi Birinci Yüzyılda Demokrasiye Geçişler
İspanya ve Portekiz’de faşist totaliter rejimlerin yıkılması, Latin Amerika’daki askeri diktatörlüklerin yerini sivil yönetimlere bırakması ve 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ile başlayan süreçte Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde komünist totaliter rejim ortadan kalkmıştır.
Bu gelişmeler batılı gözlemciler tarafından liberal demokrasiye geçiş, üçüncü demokrasi dalgası, liberal demokrasinin komünist totaliter sisteme karşı olan zaferi olarak değişim biçimlerde yorumlanmıştır.
Ancak bu durum beraberinde, oluşan ideoloji boşluğunun ne şekilde dolduracağı tartışmalarını da beraberinde getirmiştir.
Siyaset bilimciler, komünizm sonrası oluşan demokrasi modellerinin illiberal (Liberal olmayan) modeller olduğunu ve bu modellerin en tipik özelliğinin hukuk devletinin zayıflığı olmasına dikkat çekmiştir.
SIYASI DÜŞÜNCELER VE İDEOLOJILER
Mutlakiyetçi (Otoriter)Düşünce
Mutlakiyetçi düşünce geleneği Avrupa’da onaltıncı yüzyıldan itibaren yükselmeye başlamıştır. Bu düşüncenin ortaya çıkma nedenlerinden en önemlisi ulus devlet oluşumunu tamamlayamayan parçalı güç merkezlerinin ulus devlete dönüştürülmesi ihtiyacıdır. Mutlakiyetçi otoriter düşünce biçimi, genel olarak toplumsal parçalanmışlığın ve bölünmüşlüğün üstesinden gelmek için güçlü, mutlak ve sınırsız bir devlet anlayışı öngörmüştür.
Mutlakiyetçi düşünceyi savunan düşünürler insanı bencil, açgözlü, doyumsuz ve saldırgan bir varlık olarak kabul ederler. Doğası gereği insan mutlak bir siyasi güç olmadan başkasıyla barış içinde bir arada yaşayamaz. Toplumsal kargaşayı, ayrışmayı önlemek ve toplumda birlik ve beraberlik ruhunu oluşturmak için güçlü, kuşatıcı bir devlet otoritesine ihtiyaç vardır.
Mutlakiyetçi düşüncenin toplumu, farklılıklarından arınmış, aynı amaçlar ve değerler etrafında bir araya gelmiş, kenetlenmiş ve tek vücut olmuş bir toplumdur. Mutlakiyetçi düşünürler toplumsal farklılaşmayı bir kargaşa, karmaşa ve tehdit olarak algılarlar. Onlara göre toplum, devlet tarafından dönüştürülmeli ve yeniden yaratılmalıdır.
Bireyler, otoritenin zoruyla bir araya gelerek bir sözleşme yapar ve devleti meydana getirirler. Fakat bireyler sözleşme ile hem egemenliklerini hem de haklarını devlete devrederler. Devlet ortaya çıktıktan sonra egemenlik hakkı bireylerden devlete geçer. Devlet de zor kullanarak toplumu yönetir ve insanları barış içinde bir arada tutar.
Liberalizm
Liberalizm modern dünyada gelişen bir ideolojidir. Adam Smith, John Locke, Immanuel Kant, John Stuart Mill önemli düşünürlerinden bazılarıdır.
Liberalizm içinde gelişen üç ana akım vardır:
• Klasik Liberalizm: Temel insan hakları, sınırlı devlet, hukukun üstünlüğü, serbest piyasa ekonomisi gibi değerleri savunmaktadır.
• Sosyal Liberalizm: Sivil ve siyasal hakları, katılımı ve eşitlik düşüncesini savunan bu anlayış klasik liberalizmin aksine devlete belli alanlarda yükümlülükler yükler.
• Liberteryen Düşünce: Devleti bir gece bekçisi olarak düşünmekte ve sosyal, ekonomik, siyasal yaşamın her alanından çekmeyi savunmaktadır.
Bireycilik, özgürlük, çoğulculuk ve hoşgörü liberalizmin dört temel değeridir.
Liberalizm, temel insan haklarını birey ekseninde formüle ettiği gibi, birey-devlet ilişkisini de bireyi esas alarak kurgular.
Liberalizm özgürlük anlayışı bireye müdahalesizliği öngörür. Liberalizm, bireyin her türlü zorlamadan ve baskıdan uzak olması gerektiğini savunur.
Liberalizm her insanın kendi seçimini kendisinin belirleme hakkını savunduğu için doğal olarak insan tercihlerinin toplumsal yansıması çoğulculuk olur.
Liberalizme göre insanların birbirlerinin yaşantısına tahammül edebilmeleri için birbirlerine hoşgörülü olmaları gerekmektedir.
Liberalizm, demokratik bir siyasi yapıyı öngörür. Liberalizmin önemli değerlerinden biri de ekonomik alanda görülür. Liberallere göre ekonomi serbest piyasa koşullarına göre işlenmelidir.
Muhafazakârlık
Muhafazakâr düşünce Fransız devriminden sonra sistemli bir öğreti haline gelmiştir. On dokuzuncu yüzyılda David Hume, Edmund Burke ve Joseph de Maistre gibi düşünürlerin tartışmalarıyla şekillenmiştir.
Muhafazakâr düşüncenin tepki gösterdiği dört unsur vardır bunlar; aydınlanma düşüncesi, Fransız Devrimi, sosyalist hareketler, Sanayi Devrimi sonrasında şekillenen yeni toplumsal yapı.
Muhafazakâr düşünce, genel olarak insanın sınırlı bir varlık olduğunu kabul eder. Muhafazakârlar, insanların toplumu ve otoriteyi oluşturmadığını aksine toplumun insanın yapısını, kapasitesini, düşüncesini, ahlaki değerlerini, inançlarını oluşturduğunu ileri sürer.
Toplumsal düzen, kurumların birbirlerine işlevsel olarak sıkı sıkıya bağlı olması, toplumla devletin aynı amaca yönelmesi ve birbirini tamamlayıcı tarzda bir ilişki içinde bulunmasıyla mümkün olabilir. Toplumsal düzenin temeli mülkiyet ve otoritedir. Toplum düzeninin kaynağını akıl değil tecrübe oluşturur.
Toplum, insan organizmasının bedensel kısmını, otorite ise beyin kısmını meydana getirir. Otoritenin temeli sözleşmeye değil, sadakate dayanır. Birey, herhangi bir çıkar beklemeksizin siyasi otoriteye, yasalara ve topluma mutlak anlamda itaat etmeli ve sadakatle bağlanmalıdır.
Sosyalizm,
Sosyalizm, Avrupa’da gerçekleşen sanayi devrimine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. En önemli kuramcıları ise Karl Marx ve FriedrichEngels’dir.
Marx ve Engels, Avrupa tarihini beş aşamaya ayırmıştır:
a. İlkel-komünal aşama
b. Köleci aşama
c. Feodal aşama
d. Kapitalist aşama
e. Sosyalist aşama
Her aşamadaki iç çelişkiler, başka bir deyişle, diyalektik çatışma tarihin bir sonraki aşamasına yol açar. Ön aşaması yaşanmayan herhangi bir aşamanın ortaya çıkıp gelişmesi mümkün değildir.
Marx’a göre tüm toplumsal yaşam iki yapıya ayrılır: Alt yapı ve üst yapı. Alt yapı ekonomidir. Marx buna “üretim biçimi” der. Üst yapı ise ekonomik olmayan devlet, aile, din, kültür, ahlak gibi kurumlardan oluşur. Ekonomik alt yapıda “sermaye” sınıfı ve “emekçi” sınıfı olmak üzere iki sınıf bulunur. İki sınıf arasındaki ilişkiye ise Marx “üretim ilişkileri” der. Marx’a göre insanın maddi koşulları onun bilincini oluşturur. Devletin, ailenin ve dinin varlık nedeni alt yapıdaki ilişkilere süreklilik ve meşruluk kazandırmaktır.
Sosyalist rejimlerde genel olarak tek partili bir sistem hâkimdir. Sosyalist rejimlerde sistemin meşruiyeti hukukun üstünlüğüne veya insan haklarına değil, sosyalist ideolojiye dayanmıştır. Sosyalist ideolojiye uygun olmayan yasalara ve politikalara izin verilmemiştir. Sosyalist rejimlerde mülkiyet ve üretim devlete geçmiştir. Devlet, tüm üretim süreçlerine karar veren bir mekanizmadır.
Sosyal Demokrasi
Sosyal demokrasi düşüncesi ondokuzuncu yüzyılda eşitlik temelinde ortaya çıkıp gelişen bir düşünce biçimidir. Sosyal demokrasi kapitalizm ve demokrasi içinde kalarak sosyal kesimler arasında eşitlik temelinde bir düzen geliştirmeyi amaçlar.
Sosyal demokrasi düşüncesinin kaynakları:
Devlet sosyalizm düşüncesi; Almanya’da gelişen devlet sosyalizmi, sermayeyi geniş kitlelere yayarak eşitlik temelinde bir düzen öngörmüştür.
Fabianizm; İngiltere’de gelişmiş, başta sanayi olmak üzere, devleti her yere yaymayı, özel mülkiyeti devlete vermeyi ve demokrasiyi reforma tabi tutmayı öngören yumuşak bir sosyalizm fikrini savunmuştur.
Hıristiyan sosyalizmi; Avrupa’nın değişik ülkelerinde gelişmiş, kolektif mülkiyet, karşılıklı saygı ve sevgi ilkelerine dayanan bir düşüncedir.
Bernstein’in düşünceleri; Avrupa’da gelişen sosyal demokrasinin en önemli kuramcısı olan Bernstein, kendi görüşlerini büyük ölçüde Marx’ın eleştirisi üzerine bina etmiştir.
Bernstein’a göre Marx,tarihi tümüyle materyalist bir anlayışla açıklamakla yanılmıştır. Alt yapıyı oluşturan nesnel ekonomik temel, insanın öznel bilincinin oluşmasına katkıda bulunuyor olmakla birlikte, tek belirleyici faktör değildir. Din, kültür, ahlak, bilim gibi maddi olmayan unsurlarında insan bilincinin oluşmasında o denli etkisi vardır. Bernstein’a göre bunlarla ekonomi arasındaki ilişki tek yönlü değildir. Ekonomik alt yapı, üst
yapıyı belirlediği gibi, üst yapı da alt yapıyı belirleyebilmektedir. Ona göre tüm toplumu ilgilendiren ortak çıkarların ve tüm toplumun iyiliğine çalışacak sistemlerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Bernstein, sosyal demokrasinin hedef kitlesinin emekçiler olmakla birlikte, geniş tabanlı olmasından yanadır. Ona göre sosyal demokrasi, toplumun her aşamasında siyasi eşitliği sağlamak için çaba gösterir.
Sosyal demokratlar devleti adalet, güvenlik ve savunma gibi temel işlevlerin yanı sıra sağlık, alt yapı, eğitim, sosyal refah gibi alanlarda da sorumlu tutarlar. Sosyal demokratlara göre devlet toplumsal kesimler arasında eşit imkân ve fırsatları sağlamak zorundadır. Bireyler ancak bu zemin üzerinden gerçek anlamda özgür olabilirler. Devletle birey ilişkisi söz konusu olduğunda liberallerin daha çok özgürlüğe, sosyal demokratlarınsa eşitliğe önem verdiğini belirtmek gerekir.
Kapsayıcı devlet, bireyin ve toplumun tüm yaşamını kuşatan bir devlettir. Devletin bireyin yaşamında yer alması ona pozitif katkı sağlaması içindir. Devletin bireyin yaşamında yer alarak bir yandan onun potansiyelini ortaya çıkarır, bir yandan da ona eşitlik temelinde imkân ve fırsatlar yaratır.
Sosyal demokratlar devletçi veya karma bir ekonomik anlayışı savunur. Bu tarz bir ekonomi anlayışını savunmalarının nedeni refahın devlet eliyle dağıtılması düşüncesidir. Sosyal devlet anlayışına göre herkesin konut, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını gidermekle yükümlüdür.
Sosyal demokratlar, özgürlüğün bireylerin kendilerine bırakılması gerektiğini, devletin bireyler için iyi olanı belirleme hakkına sahip olduğunu düşünürler.
Faşizm
Faşist ideoloji, Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkıp hızla iktidara gelmiştir. Faşizm Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına karşı bir tepki olarak doğmuştur.
Faşizm, tepkisel olarak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmış olmasına rağmen faşistler için ilham kaynağı oluşturan önemli bir düşünce geleneğinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda düşünsel temellere bakıldığında en önemli kaynaklardan birini Antik Yunan düşünürü Platon’un oluşturduğunu söyleyebiliriz. Modern dünyaya geldiğimizde ise hükümdarı mutlak bir otorite olarak kabul eden Machiavelli, Hobbes, Maistre, Friedrich
W. Nietzsche, Hegel gibi düşünürler faşist liderler için önemli ilham kaynakları olmuşlardır.
Faşizmin başlangıç noktası, insanların eşitsizliği düşüncesidir. Faşistler insanların tabiatları itibariyle farklı olduklarını, bazılarının üstün olarak yaratıldığını, dolayısıyla doğal olarak yönetme hakkının bunlara ait olması gerektiğini savunurlar. Faşist ideoloji bununla birlikte bireyciliğe, toplumsal farklılaşmaya, sosyal hareketlere, çok partili sisteme karşı çıkar. Faşist ideoloji, lider-parti-devlet-toplum örgüsüne dayanır.
Faşizm, organik bir toplum yapısına inanır. Organik toplum, farklılıklardan arındırılmış, sınıfların ve zümrelerin bulunmadığı, kaynaşmış, yekvücut olmuş ve aynı hedefe kitlenmiş bir toplumdur.
Faşizmin öngördüğü devlet, her şeyi kendisiyle bütünleştiren korporatist bir devlet yapısıdır. Faşist ideolojiler, otoriter bir devletin yanı sıra, aynı zamanda totaliter bir devlet de öngörmüştür. Faşist ideolojiye göre tek bir hakikat, doğru ve gerçeklik vardır. O da liderden başlayarak parti ve devlet aracılığıyla topluma kadar inen düşüncedir. Dolayısıyla tüm toplumun bu düşünce doğrultusunda eğitilip dönüştürülmesi gerekmektedir.
SIYASAL GÜÇLER
Siyasal Partiler
Siyasi partiler genellikle belli bir ideolojik uyum gösteren ve halkın oylarını alarak iktidara gelmeyi, iktidara gelince devlet ile halk arasında köprü olmayı amaçlayan örgütlerdir.
Siyasi partilerin ilk adımları hükümdarlara danışmanlık yapmak için düzenli olmayan aralıklarla toplanan parlamentolarda ideolojik yakınlaşmalar sonucunda ortaya çıkar ve oy hakkının genişlemesi ile ilk önce 1820’lerde ABD, 1840’larda Belçika ve İsviçre, 1850’lerde itibaren de Birleşik Krallıkta ortaya çıkar.
Siyasi partilerin gelişimi demokratikleşme süreci ile yakından bağlantılıdır. Demokratikleşmeden önce hükümdar veya yerel yöneticiler üzerinde taleplerde bulunan benzer örgütlenmeler olsa da bunlar süreli ve üyeliğe sahip organizasyonlar değildi.
Siyasal partilerin gelişimini sadece demokratikleşme ile özdeşleştirmek doğru değildir, başta eski Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve Çin gibi otoriter rejimlerde iktidarı elinde tutan grubun parti kurarak bu sürece kurumsallık kazandırmaya çalıştığı görünür.
Toplumlardaki çatışma ekseni ve çatışan siyasi güçler değişir, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi Avrupa’da bağımsızlık mücadelelerini ve azınlıkları temsil etme gibi etkenler de batı dışındaki ülkelerde hayata geçmeye çalışan partilerin oluşmasında rol oynamıştır.
Siyasi partiler, çeşitli kesimlerin arzu ve beklentilerini bir ayna gibi aynen yansıtmaz. Toplumun beklentileri doğrultusunda partiler de kendilerini düzenler ve genel beklentilere cevap vererek değişen siyasi dünyada sıradan insanların süreklilik ve istikrar arayışına yardımcı olur.
Siyasi partiler geleceğin siyasi elitinin yetiştiği yerlerdir. Partiler genç ve hevesli isimlerin aktif siyaseti öğrenebilmeleri için en iyi yerlerdir ve kuvvetli bir örgüte sahip partiler değerlerini topluma nüfuz ettirmeye çalışır.
Siyasal partiler genel olarak ikiye ayrılır, Kadro Partileri ve kitle partileri. Bununla birlikte yakın geçmişte bir üçüncü türü olarak kartel partisi adı ile de faaliyet göstermeye çalışmaktadır.
Kadro partileri, seçim zamanında aktif olan dar bir kadro ile hareket eder ve tabanını genişletme ve dönüştürme işlevine önem vermez. Bu partilere örnek olarak ABD’nin demokrat ve cumhuriyetçi partileri gösterilebilir.
Kitle partileri üyelerinin parti yönetimi ve parti çizgisinin oluşturulmasında aktif rol almaları için imkânlar sağlar, aynı zamanda üye sayısını da arttırmak için çabalar harcar.
Kartel partileri kitle partilerine benzemekle birlikte modern demokrasilerde daha ziyade şirket mantığı ile hareket etikleri söylenir. Bu partiler iktidara gelmek ve orada kalmayı her şeyin üzerinde tutan bu amaç için modern reklamcılık ve bol paraya mal olan reklam kampanyalarında yararlanırlar.
Bir başka ayrım ise belirli bir ideolojiyi topluma yaymaya çalışan ve daha belirsiz esnek bir ideolojiye sahip olup toplumun “hepsini yakala” (catchall) partileri arasındadır. Batı dünyasında sol ve sağ partiler arası farklılıklar azaldığı gözlemlenmekte ve bütün partilerin hepsini yakala partilerine gelmesi ideolojik partilerin önemsiz hale geldiğini anlamına gelmez. Yabancı karşıtlığı üzerine siyaset yapan partilerin güçlendiği bir gerçektir.
Siyasi partiler bünyesindeki farklı fikirler ve görüşleri yani hizipleri ne ölçüde izin verdiği bizi parti içi demokrasisini gösterir. Bir partinin kitleleşme oranı ve içinde barındırdığı hiziplerin sayısı ve gücü arasında doğru bir orantı olduğunu söylemek abartı olmaz.
Parti içi demokrasi kavramıyla sıradan üyelerin parti yönetimi ve politikalarını belirleyecek temsil edecek adayların belirlenmesinde etkin olması anlaşılmaktadır, her üyenin siyasi meselelerde istediği gibi hareket etmesi anlamına gelmez. İdeal olan kararlar alınıncaya kadar tartışmaların sürmesi, kararlar alındıktan sonra bu kararlar çerçevesinde hareket edilmesi veya aksi halde partiden uzaklaşmalarıdır. Araştırmalar sürecin yönlendirmesinde geniş katılımın yetersiz kaldığı, partinin üst yönetiminin elindeki güç ile bu durumu yönettiğini gösterir.
Siyasi partilerin demokratik olamayacakları ve yönetici azınlığın kendi liderliğini tehdit edecek güçleri püskürtüp kendini destekleyenlerin önünü açacağı tezini il kez, Alman siyaset bilimci Robert Michels dile getirilmişti. Her bürokratik örgüt gibi partilerin de kadro değişikliğine direnci olduğu söylenebilir, fakat bundan partilerin küçük bir grubun elinde kalmaya mahkûm olduğu görüşüne varmak abartı olur. Bu durum partilerin yapısından ziyade içinde bulundukları ülkenin demokrasinin ne ölçüde var olduğu ile ilgili olduğu söylenmelidir.
Liberal demokratiklerde partilerin etkileşimlerini ifade edem sistemler farklılık gösterir. Hâkim parti sisteminde hür ve serbest seçimlere rağmen iktidar genelde aynı partinin elinde olur, bu sistemde partiler arası değil parti içi hizipler arasında mücadele cereyan eder. (bu sistemlerin çoklu parti sistemi olduğu anlamına gelmez.)
İki partili sistemlerde seçim sonucunda biri iktidar diğeri muhalefet rolünü üstlenir. Bu sistemde partiler yaptıkları ve yapmadıklarından sorumlu tutulur, sorumluluğu başkasına atamazlar.
Çok partili sistemler ise ılımlı ve kutuplaşmış olarak ikiye ayrıldığı görünüyor. Her iki sistemde de iktidar koalisyonlardan oluşmak durumunda. Aşırı ya da kutuplaşmış olarak adlandırılan sistemde üç veya daha fazla partinin bir araya gelmesi gerekir, bu durum da azınlık kalan siyasi hareketlerin sistem karşıtı bir rotaya girmelerine engel olduğu ve böylece siyasi istikrara hizmet etiğini de iddia edenler vardır.
Parti sistemlerinin biçimlenmesinde seçim sistemleri de ülkelerin siyasi çatışma eksenleri kadar rol oynar. Söz konusu seçin sistemleri oylar ile orantılı olarak temsil ön gören dana ziyade çok partili sistemlere teşvik eden, nispi temsil sistemi ve en çok oy alan alana avantaj sağlayan daha ziyade iki partili sistemi teşvik eden, çoğunluk sistemi olarak ayrılır.
Günümüzde siyasal partilerin etkisini azalttığı gözlemlenmektedir, fakat bu durum partilerin önemini yitirdiği anlamına gelmez. Bunun ile birlikte daha ziyade geç, iyi eğitimli orta sınıf insanlar tarafından yönlendirilen ve hayat kalitesi ile yaşam tarzını öne çıktığı Yeni Sosyal Hareketlere doğru kayma olduğu ifade edilmektedir.
Kamuoyu
Eski dilde “efkârı umumiye” olarak bahsi geçen kelime anlamı halkın kanaatleridir. Daha çok örgütlü ve sesini duyurabilen kesimlerin önemli gördükleri meseleler hakkında oluşturdukları ve diğerlerine benimsetmeye çalıştıkları fikirler bütünü olarak görülebilir.
Kamuoyunun önem kazanması üç önemli faktörün 19. yüzyıl gelişmesi ile önem kazanır. Bu faktörler, siyasi iktidarın meşrutiyetini halktan alması gerektiği halk egemenliği fikrinin yaygınlaşması, okuryazarlığın artması ve basım/yayım olanaklarının gelişmesi.
Kamuoyu hiç de öyle önemli bir çoğunluğun arzuladığı şeyi yansıtmayabilir. Her bir örgütlü azınlık kendi fikrini kamunun fikriymiş gibi sunma çabasına girebilir. Fakat demokrasi çoğunluğun iradesi ise o halde kamuoyuna saygı göstermek gerekir. Kamuoyu ile ters düşen politikaları uygulamak riskli olabilir. Demokrasilerde iktidara gitmenin ve uzun süre elinde tutmanın önemli bir ayağı kamuoyunu önemsemektir.
Kamuoyu neler yapılacağından ziyade, hükümetin neler yapamayacağında rol oynamaktadır. Hükümetler kamuoyunun fikri olarak lanse edilen düşüncelerin çoğunun önemli bir kısmının iradesini yansıtmayabileceğini bilirler.
“Gündem belirleme” (agendasetting) etkisi ile medya kamuoyunu oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Sıradan insanlar, ülke içi ve dışında neler olduğunu genelde medya yolu ile öğrenir. Birçok ciddi meselenin yorumcular vasıtası ile medyada tartışılması, fikir ve siyasi pozisyonların burada oluşmasını sağlar.
İdeal olarak medya, demokrasilerde iktidarın kötüye kullanılmasını dengeleyecek bir unsur (watchdog) olabileceği düşünülür. Fakat bu durum ekonomik, ideolojik ve değişik sebeplerle böyle olmayabilir, iktidara yakın medya grupları idaredeki kötü gidişleri görmezden gelebilir. Tam tersi, iktidar ile karşıt görüşlere sahip medya da iyi gelişmeleri görmezden gelip sadece olumsuz olanları öne çıkarabilir.
İş dünyasının 20. yüzyılda medyaya ilgi duymaya başlaması ve birçok gazete ve televizyonun büyük holdingler tarafında satın alınması, yazar ve editörlerin işvereni olan şirketlerin çıkarını zedeleyecek haberleri görmezden gelmesine sebep olmuş. Buna benzer bir durum diktatörlüklerde de görülmekte olup, kendi kontrolünde olan medyayı etkin bir propaganda aracı olarak kullanmışlardır. Propaganda, bir kişinin, grubun ya da kurumun kendi siyasi görüşünü yaymak için kitle iletişim araçları vasıtası ile bilinçli olarak hareket etmesini ifade eder. Bu amaçla yanlış, çarpıtılmış ya da açıkça gerçek olmayan düşüncelerin yaymaya çabalamak soğuk savaş döneminde kullanılan başlıca propaganda yöntemlerindendi. Liberal demokrasilerde ise daha çok gerçeğin bir kısmını söylemek ya da hayati mevzuya hiç girmemek propaganda yapmanın bir parçasıdır
Tekelleşen medya editoryal özelliğini kaybetmiş anlamına gelmeyebilir, cılız da olsa farklı sesler duyulabilmektedir. Gelişen internet teknolojisi sayesinde hem sosyal hem da alternatif medya kanalların ortaya çıkması ile büyük medyanın gündem belirleme kapasitesinde bir nebze de olsa zayıflama olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Kamuoyu oluşturmadaki bir diğer etkin güç kamuoyu araştırma şirketleridir. Bu şirketlerin yaptığı araştırmalar sonucunda siyasi partiler ve siyasi liderlerin performansları hakkında en azından seçmenin bir kısmı tarafından nasıl algılandığı görebilme fırsatı sunar. Bu şirketlerin yanılma payı kadar araştırmalar için sponsor olanların görmek isteyeceği sonuçları ortaya çıkarma eğiliminde oldukları ile eleştirilir.
Okuryazarlığın düşük olduğu, kitle iletişim araçlarının yetersiz kaldığı bölgelerde küçük topluluklarda, siyasi fikirleri oluşturma ve yaymada etkin olan kanaat önderleri bir diğer kamuoyu oluşturma faktörüdür. Eğitim, ekonomik veya statü olarak toplumun geri kalanından üstün olan ve sözü dinlenilen bu kişilerin etkisi, kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve şehirleşme ile azalsa da yok sayılamaz.
Baskı Grupları
Baskı grupları, tıpkı siyasal partiler gibi devlet ile toplumu birbirine bağlayan ilişkiler ağının bir parçası olmasına karşın, amacı iktidar olmak değil iktidara kendilerini ilgilendiren konuların lehinde karar aldırmaktır. Çok farklı kültürel, siyasi, ekonomik çıkarları içinde barındıran toplumlarda siyasal partiler her kesime ulaşmakta yetersiz kalır, bu durumda baskı grupları devreye girer.
Baskı grupları, menfaat ya da çıkar grubu veya örgütlü baskı grubu olarak adlandırmalara sahiptir. İşçi ve işveren örgütleri menfaat/çıkar gruplarına örnek olurken belli bir ideolojiyi veya dini yamak için kurulan gruplara örnek olarak hemşeri dernekleri, yoksullara yardım ve hayvanları koruma dernekleri gösterilebilir.
Bürokrasi, ordu veya üniversiteler gibi güç odakları her ne kadar Kurumsal gruplar alt başlığı altında ifade edilse de gönüllülük temeline dayalı baskı grupları ile gücünü devletin içindeki belli pozisyonlardan alan güç odaklarını aynı kefeye koymak gibi hatalı bir yaklaşıma girmemize sebep olabilir.
Orta çağda bir meslek grupları olarak ortaya çıkan meslek locaları, maddi menfaatleri temsil etmek amacı ile kurulan ilk örgütlü gruplardır. Hükümdarlar, loca liderlerini loca üyelerinin hareketleri hakkında sorumlu tutarak sosyal kontrolü güçlendirmeye çalışırlardı.
Sanayi devrimi sonucunda işçi sınıfının sayısal olarak çoğalması işçi sendikalarını geliştirdi. Sadece çalışma koşullarını iyileştirmek değil, işçi sınıfının siyasal sisteme eklenmesinde de önemli rol üstlenen sendikalar tüccar ve işverenlerin de örgütlenmesinin önünü açtı.
Siyasi rejimler ortaya çıkan bu güçlü baskı grupların isteklerini dikkate almak zorunda kaldı. Aynı zamanda devletler bu gruplar aracılığı ile toplum üzerinde nüfuz ve kontrollerini arttırabileceğini keşfetti. İşçi ve işveren ile birlikte diğer bütün sınıfların birbirine muhtaç ve uyumlu bir işleyişe sahip olmaları gerektiği ve bunun devlet tarafından organize edilmesi gerektiğini savunan otoriter korporatist rejimlerde devlet bu örgütlerin tümünü mutlak kontrolü altında tutmayı arzular. Buna örnek olarak 2. Dünya Savaşı İtalya’sı ve Almanya’sı gösterilebilir.
Demokratik korporatizmde ise devlet zorlayıcı olmadan işçi ve işveren örgütlerini önemli kararlar alma sürecine dahil etmeyi amaçlar. İki örgüt arasında çatışma yerine diyalog yolu ile ortak çıkarların savunabileceğini belirler. Bu durumun oluşabilmesi için Almanya, İsveç, Norveç gibi demokratik korporatizmin güçlü olduğu ve işçi çoğunluğun bir veya iki sendikada toplanması gerekir, aksi halde bu durumdan söz etmek mümkün değildir.
Plüralist ya da çoğulcu baskı grupları siyaset modelinde ise ülke çapında büyük bir temsil gücüne sahip büyük bir örgütler yerine tabandan tavana doğru olacak şekilde daha küçük ve bölgesel örgüler söz konusudur.
Küreselleşme süreci ile sendikaların zayıflaması neticesinde, demokratik korporatizmin beşiği olarak görünen Thatcher sonrası İngiltere ve ABD dengelerin işveren lehine bozulduğundan şikâyet edilmektedir. Fakat bu durum bundan önce de şikâyet konusuydu, keza baskı gruplarının ulaştığı insan sayısı ve elde etiği kaynak asla eşit değildi.
Baskı gruplarından bahsedilirken şekli ve hukuki olarak örgütlemiş yapılardan bahsediyoruz. Bu durumun söz konusu olmadığı, geleneksel köy toplumlarında alternatif bir yapılanma olarak himayecilik/klientelizm ortaya çıkar. Bu yapılanma sıradan yurttaş ile siyasi iktidar arasındaki ilişki yerel aristokrasi (eşraf, tüccar, toprak sahibi vb.) diyebileceğiniz kişiler aracılığı ile sağlanır. Bu yapılana himaye eden ile edilen arasında karşılıklı fakat eşit olmayan bir faydalanmaya dayanır. Himaye eden himaye edilene belirli menfaatler sağlar ve karşılığını da alır. Fakat himaye sağlanan fazla bir seçeneği olmamasında dolayı himaye sağlayana mahkûm durumdadır. Her ne kadar bu yöntem daha çok köy toplumlarında göründüğü düşünülse de son zamanlarda modern toplumlarda da düşünüldüğü kadar az olmadığı kabul edilmeye başlanmıştır.
Sivil topum örgütleri ismi baskı gruplarının yerine kullanılmaya başlasa da ikisi bir değildir, sivil toplum örgütleri baskı gruplarını da içine alan daha geniş bir yelpazeden ibarettir. Burada, cami yaptırma dernekleri ve Anarşist Düşünce Topluluğu gibi oluşumlar birer sivil toplum örgütü iken bu örgütlere baskı grubu adı altında toparlamak yerinde olmayabilir.
Baskı grupları, bürokrasi, parlamento, siyasi parti ya da yargı üzerinde yoğunlaşan bir biçimde faaliyet gösterirler. Etkileme faaliyetlerinde bulunurken sahip oldukları bütün gücü kullanırlar. Bu etkilemede bulunan baskı grubu liderleri içinde bulundukları ilişkiler dolayısı ile daha sonra siyasal hayatta rol almalarına sıklıkla rastlanır.
Bütün baskı grupları medyayı kullanarak kamuoyu yaratma faaliyetinde bulunur. Özellikle ideolojisini geniş gruplara yaymaya çalışan baskı grupları için medya vazgeçilmez bir enstrümandır.
Baskı grupları, üyelerinin siyasete olan ilgilerini canlı tutarak siyasete katılımı canlı tuttukları inkâr edilemez. Bazı ülkelerde yurttaşlık düzeyinin yüksek olması, sivil toplum örgütlenmesinin iyi olmasından kaynaklanır. Bireylerin bu örgütler yolu ile siyasete katılması tahammül, başkalarını anlama, sorunları diyalog yolu ile çözme gibi demokratikleşme ihtimali artmaktadır.
Bürokrasi
Bürokrasi, kamu bürokrasisi, kamu yönetimi eş anlamlı olarak kullanılabilmekte ve siyasi iktidar tarafından alınan kararları uygulamak, rutin devlet işlerini yürüten devasa örgütlenmeyi ifade etmek için kullanılmaktadır. Bürokrasi alınan kararların uygulanmasının yanında yasa taslak ve tasarıların hazırlanmasında yardımcı olma, ihtiyaç duyulduğunda siyasilere bilgi verme ve danışmanlık da sağlar.
Bürokrasinin diğer anlamları arasında “örgüt”, “kamu yönetimi”, “akılcı örgütlenme”, “örgütsel verimsizlik” veya “modern toplum” da vardır. Bürokrasi günlük kullanımda kırtasiyecilik, şekilcilik, katılık, iş uzatma ve halkı küçümseyici bakış çağrışımlarını yapar.
Alman sosyolog MaxWeber’e göre bürokrasi geleneksel ya da karizmatik otorite biçimlerine değil de akılcı/hukuki kurallara dayanan modern toplumların ayırt edici özelliklerinden biridir. Bürokratik örgütlenmenin temel özelliği akılcılıktır, bu beraberinde örgütlenme ve verimliliği de getirmektedir. Bürokratik organizasyonda görev ve yetkiler, takdir yetkisini en aza indirecek şekilde yasalar yönetmelikler ile açıkça belirtilmiştir. Örgüt içinde kimlerin kimlere ve ne şekilde hesap vereceğine dair bir hiyerarşi vardır.
Weber, bürokratların modern toplumlara hakım olmasını kaynakların daha etkin kullanımını zorlayan büyük iş örgütlerini teşvik eden kapitalizmin gelişmesi ile ilişkilendirir ve bürokrasiyi çelik bir kafese benzetir, modern hayatı besleyen dinamiklerin bürokrasinin büyümesini kaçınılmaz hale getirdiğini belirtir. Sürekli büyüme eylemi içinde olduğu şikâyet edilen bürokrasi Kamu Tercihi Okulu’na göre bürokratlar da kendi çıkarlarını savunur. Kamu Tercihi Okulu: Siyasi olgu, olay ve süreçleri daha çok mikro iktisadi analizde kullanılan neo klasik ekonominin temellerinden olan kendi çıkarını düşünen birey varsayımı ile açıklamayı deneyen yaklaşım. Buna göre bürokratlar, siyasetçiler ve seçmenler de tıpkı piyasada kendi çıkarını azamiye çıkarmaya gayret gösteren alıcı ve satıcılar gibi hareket etmektedirler.
Bürokrasi ve siyaset
Bürokrasi ile siyaset arasındaki ilişkiyi ülkenin yönetim şekline göre ikiye ayırarak incelemekte önem vardır. Bu ayrım otoriter ve demokratik rejimler olarak yapabiliriz. Tek kişiyi öne çıkran otoriter rejimlerde, bürokratların çalışmaları tamamen diktatörün tercihine bağlıdır. Diktatörün kısmen gölge bir figür olduğu rejimlerde ise bürokratların perde arkasında da olsa yürüttükleri bir model görebiliyoruz. Esasen otoriter rejimlerde bürokrat ile siyasetçi ayrımını yapabilmek de çok zordur, özellikle de askeri rejimlerde imkânsızdır.
Demokrasilerde ise bürokrasinin, güçlü bağımsız ve partizanlıktan uzak olması ihtiyaç ve beklentidir, aynı zamanda da siyasi iradeye tabi olmaları da beklenir. Bu beklentileri yerine getirmek kolay değildir.
Her ne kadar bürokratlar ya da atanmışlar seçimle gelenlerin politikalarını uygulamakla/hayata geçirmekle yükümlü olsa da. Demokrasilerde atanmış seçilmişe, seçilmiş de seçimlerde millete hesap vererek hiç kimsenin şeffaflık ve sorumluluktan kaçmaması öngörülse de fiili durum çoğu zaman farklıdır.
Bürokrasi gücünün kaynağında bürokratın hem kendi konusundaki hâkimiyeti hem de devletin işleyişine ilişkin hukuki/teknik bilgiye sahip olması önemli rol oynar. Seçilmiş otoritelere bilgi sağlayan, uygulamaya yönelik teknik konularda tavsiyede bulunanlar çoğu zaman bürokratlardır. Siyasetçiler genellikle kendi bakanlıklarında çalışan bürokratlardan gelecek bilgiye bağımlıdırlar. Bürokratlar sahip oldukları bilgiyi saklayabilirler, geciktirebilirler veya saptırabilirler.
Bürokrasiyi kontrol etme konusunda şu ana kadar bir çözüm bulunamamıştır. Ferrel Heady, ideal tip olarak iki tür bürokrasiden bahseder. İlki olan klasik bürokrasiye en çok yaklaşabilen ülkeler Fransa ve Almanya’dır. Her ne kadar fark çok fazla olsa da. Klasik bürokrasilerde bürokratlar işinin ehli ve konuya hakim kişilerden oluşur ve profesyonellik anlayışı ile hareket etmeleri durumunda seçilmişler ile aralarındaki sürtünme asgaride kalacaktır. Fakat bu ilkelerden uzaklaşmaları durumunda sürtüşme asgariye çıkar.
Siyasi bürokrasilerde ise bürokratın özerkliği yüksek değildir. Her gelen siyasi iktidar çalışacağı bürokratları seçerek her defasında gerekli değişiklikleri gerçekleştirir, buna ganimet sistemi de denir. Buna örnek olarak ABD ve az da olsa Büyük Britanya gösterilebilir. Bürokrasinin üst kademeleri işin profesyonellerinden başka siyasi iradeye yakın başka işle uğraşanlar ile doldurulur. Her iktidar değişiminde bu olay tekrarlandığından seçilmiş ile bürokrat arasındaki sürtüşme asgariye iner. Bu sistemin dezavantajı ise bürokrasinin kalitesinin tamamen siyasetçinin yapacağı seçimlere bağılı olmasıdır. Siyasilerin bazen uzun vadeli düşünmediği göz önünde bulundurulduğunda bu büyük bir risktir.
Her iki yöntem de bürokrasinin kontrolü açısından avantajlar ve dezavantajlar içerir, her ülke kendi kültür ve geleneklerine göre farklı yöntemler deneme yoluna da gidebilir.
Her iki yapılanmada da kontrolü arttıracak metotlardan da bahsetmek gerekir. Daha çok klasik bürokrasilerde uygulanabilecek olan bilgi tekelini kırmak için en az bürokratlar kadar bilgili danışman veya müsteşarların atanması.
Milletvekillerinin seçmenlerden gelen bürokrasiye dair şikâyetlerini değerlendirerek bürokrasiye müdahalesi de bir kontrol mekanizması olabilir. Anacak bu çok tehlikeli durumlar da doğurabilir, seçmenler için yasallığı tartışılacak taleplerde bulunabilirler.
Bilgi edinme hakkı bir diğer örnek olarak gösterilebilir, fakat bunu da dezavantajı hangi bilginin kamusal olduğu ve vatandaşlarla paylaşılabileceği hangisinin paylaşılamayacağı noktasındaki ayrımdır. Bu ayrımın belirsizliği bu hakkın kullanımını da zorlaştırmaktadır.
Türkçe karşılığı olmamasına rağmen “Kamu Denetçiliği” olarak çevrilen “Ombudsman” müessesesi ise vatandaşların hiçbir aracıya gerek kalmadan bürokrasiye yönelik şikâyetlerini yöneltebilecekleri bir örgütlenmedir. Bu müessese ilgili şikâyetler hakkında kesin karar veremez, sadece ilgililerin -ve kamuoyunun- dikkatini çeker ve gerekirse olayın yargıya taşınmasına yardımcı olur. Ahlaki bir baskı unsuru olan bu uygulamanın işlemesi ombudsmanın kalitesi ile doğru orantılıdır.
Sonuç olarak bürokrasinin kontrolünde en etkili olan yol, ilgili aktörlerin, vatandaşlar ve genel olarak kamuoyunun bürokrasiyi kontrol altında tutma ona hesap sorma konusunda gösterecekleri kararlılıktır.
KÜRESEL SIYASET
Küresel Siyaset
Bu kitabın diğer bölümleri siyasetin bir devlet çatısı altındaki görüntüsüyle ilgilidir. Oysa siyasal olgu, süreç ve düzenlemeler ülkelerin içsel görüntüsünü aşan uluslararası bir boyuta sahiptir. Siyasetin sadece bir devletin gelişmelerine bağlı olmadığı evrensel zemininin de olduğu tartışmaları çok eskilere gider. Günümüzden 500 yıl önce yaşamış Hollandalı hukukçu Hugo Grotuis(1583-1645) yaşadığı dönemde ticaretin giderek artmasıyla bu alanı düzenleyecek bir hukuk sisteminin gerekliliğini doğal hukuktan çıkardığı ilkelerle açıklamaya çalışmıştır. Westphalia anlaşmaları ile hukuksal açıdan bağlayıcılık kazanacak olan egemen devletler sisteminin kuramsal temellerini atan düşünür olarak bilinir. Grotuis’e göre devletler birbirleriyle hukuksal ilkeleri gözeterek davranmalıdır. Ancak ülkeler arasındaki ilişkileri açıklamayı hedefleyen uluslararası ilişkiler disiplini 1900’lü yıllarda ortaya çıkmıştır.
Uluslararası İlişkiler Kuramları
Bu bölümde, önce küresel siyasetin doğuşu, gelişimi, farklı yaklaşımlar ve görüşler daha sonra gelişimine ilişkin tarihsel ve siyasal sorunlara odaklanacağız.
İdealizm
Uluslararası ilişkiler disiplini ülkeler için barış isteyenlerin idealist düşüncelerinden ortaya çıkmıştır. Birinci dünya savaşı yıkımından sonra siyaset ve düşünce adamları huzur ve güvenliğin sağlanması için etik bir zemin arayışına girer. İdealizmin özünde savaşın dünya siyasetine yön vermemesi, devletlerarası ilişkilerin diyalog ve uzlaşma ile çözülebileceği yatar. Otoriter yönetimlerin kendi halklarına veya diğer devletlere sergileyebileceği tehditkâr ve saldırgan tutum sergileme ihtimali her zaman olabileceği için demokrasi tüm dünyada olmalıdır ve bunun için işbirliği, anlaşma gereklidir.
Realizm
II. Dünya savaşından sora güçlenen realist bakış açısı ‘ulusal çıkar’ esası üzerine oturur. Realistler için bir insanda bulunan çıkar algısı devlet için aynıdır. Uluslararası platformda devletler kendi çıkarları için çalışır ve geçici ittifaklar yaparlar. Dolayısıyla devletlerin faaliyetleri dünya barışını sağlamak gibi idealist düşüncelere değil kendi çıkarlarına bağlıdır. Bu yaklaşım, devletlerin kalıcı düşmanlıkları olmadığı sadece konjonktürel ittifakların bulunduğu teziyle açıklanır. Realist yaklaşımların temeli Niccolo Machiavelli ve Thomas Hobbes gibi düşünürlere kadar gider. Bu iki düşünür siyaseti güç unsuru olarak açıklar. Soğuk savaş dönemi realizmin güçlenmesini etkilemiştir.
Marksizm
Marksizm, siyaseti ülke içinde veya uluslararası boyutta ekonomiye dayandırır. Marksizme göre uluslararası ilişkiler gelişmiş kapitalist ülkelerin güçsüz olanları sömürmesi bağlamında işlemektedir ve emperyalizm gibi önemli bir kavram ortaya çıkar. Yine Marksistlere göre işçi sınıfının devriminden sonra ulus-devletler sonlanacağı ve evrensel komünist bir yapı ortaya çıkacağı savunulur.
Eleştirel Kuram
1900’lerden sonra güç kazanmaya başlayan, temelini Marksizmde bulan eleştirel kuram uluslararası ilişkilere halkın dâhil edilmesi gerektiğini ve alt kimlik grupları bu sürecin dışında bırakılırsa özgürlükler ve demokrasi adına kayıp yaşanacağını savunur.
Uluslararası Sistemin Doğuşu
Dünya ölçeğinde tüm devletlerin birbirleriyle olan etkileşimlerini araştıran uluslararası ilişkiler tarihi 1948 yılında ilk düzenlemelerinin yapıldığı Westphalia Anlaşmalarına kadar gider. Otuz yıl savaşlarından sonra bu anlaşmayla prenslikler coğrafi açıdan özgür davranmayı ve birbirlerinin sınırlarına saygı göstermeyi kabul etmiş ve egemenliğin karşılıklı kabulüne dayanan modern devletler sisteminin temellerini atmışlardır. Westphalia anlaşmalarının bir diğer sonucu devletlerin kendi coğrafyasındaki özerkliğinin kabul edilmesidir. 1948’den sonra egemenliğin iç ve dış olmak üzere iki boyutu olduğu söylenebilir. İç egemenlik devletlerin kendi topraklarında son sözü söyleme yetkisi, dış egemenlik ise diğer devletlerle eşit olmak ve uluslararası faaliyetlerde tam bağımsızlıktır. Westphalia anlaşmaları ile devletlerin bölgelerindeki mutlak egemenliği kabul edilmiş ancak uluslararası ölçekte herkesi bağlayan bir düzenin kurulması uzun yıllar mümkün olamamıştır, bu amaçla oluşturulan ilk yapı Milletler Cemiyeti diğer adıyla Cemiyet-i Akvam’dır.
Uluslararası bir düzene ihtiyaç duyulmasının en büyük nedeni 1914’de başlayan birinci dünya savaşıdır. Bu döneme kadar Avrupa’daki ülkeler kendi iç dengelerini sağlamaya çalışmışlardır. Uluslararası birliklerini diğer devletlere göre daha önceden sağlayan İngiltere ve Fransa ekonomik ve siyasal güç açısından Almanya ve İtalya’nın önüne geçmiştir. Savaş öncesinde yaşanan bu durum Avrupa’da ülkeleri ikiye ayırmıştır. Aynı süreç, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının milliyetçilik hareketlerinden dolayı toprak kaybetmesine, zayıflamasına yol açmıştır. 1914 yılında başlayan savaşta milyonlarca insan ölmüş, imparatorluklar yok olmuş ve egemenliklerindeki topraklarda birçok yeni devlet ortaya çıkmıştır.
Savaşın yıkıcı etkilerine karşı uluslararası düzeni korumak için devletlerin belirli siyasal ilkeler üzerinde uzlaşacakları, çözümlerin barışçıl yolla halledilebileceği kurumların oluşturulması gerekliliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde ABD başkanı Woodraw Wilson’un önerisiyle 10 Ocak 1920’de Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) kurulmuştur. Ancak Milletler Cemiyeti kendisi için belirlenen amaca hiçbir zaman ulaşamamış, oluşumun babası olmasına rağmen ABD üye olmamış ve Almanya, Japonya gibi ülkeler küçük sorunları çözme dışında bir işlevi olmayan bu cemiyetin üyeliğinden çıkmışlardır.
Birinci dünya savaşından yenik ayrılan Almanya’da nasyonal sosyalist, İtalya’da faşist rejimler uluslararası gururlarını onarmak amacıyla kısa sürede toparlanmış, savaştan galip ayrılan İngiltere ve Fransa ise daha sonra bir çaba içine girmemiştir. 1917’de gerçekleşen Bolşevik Devriminden sonra SSCB Orta Asya ve Doğu Avrupa’da birçok ülkeyi hegemonyasına almış, komünizmi yayma mücadelesi vererek batılı devletler için ciddi bir rakip olarak belirmiştir. Düşmanca siyasi ortamların sonucunda 1939’da ilkine göre daha yıkıcı olan ikinci dünya savaşı başlamıştır. Bu savaşta 50 ila 70 milyon insan ölmüş, Yahudi katliamı gerçekleşmiş ve ilk defa nükleer silah kullanılmıştır. Bu olumsuzluklardan sonra dünya ölçeğinde barışı sağlamak için tartışmalar başlatılmış 1945’de Birleşmiş Milletler kurulmuştur. BM dünyada barışı ve güvenliği sağlamak, kültürel ve ekonomik işbirliği imkânlarının geliştirilmesi ve bu idealleri yaymak gibi amaçları benimsemiştir.
Aynı süreçte insan haklarının hukuksal zemine taşınması için çabalar ortaya çıkar, Birleşmiş Milletlerin onayladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirisiyle söz konusu anlayış devletlerle uluslararası toplum açısından bağlayıcılık taşıyacak şekilde genişletilmiştir. BM 1648 yılında Westphalia Anlaşmalarıyla beliren ‘egemenliğe’ dayalı sistem anlayışının en güçlü ifadesidir. BM’nin herhangi bir konuyu tartışmak ve ülkelere tavsiyede bulunmak için düzenlediği ana tartışma formuna Genel Kurul’a üye olan herkes katılabilir ve bir oy hakkına sahiptirler. Barış ve güvenlik konularını ele alan Güvenlik Konseyi beş daimi (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin) ve iki yılda bir değişen 12 geçici üyeden oluşur. Daimi üyelerin veto etme yetkisi vardır ve alınan karar reddedilmiş sayılır. BM’nin sosyal ve ekonomik alanlarındaki öncülüğünü ve çalışmalarını planlayan diğer bir kurul Ekonomik ve Sosyal Konseydir, insan hakları gibi önemli konularda yetkilere sahiptir. BM’nin ana yargı organı ise Adalet Divanı’dır, farklı ülkelerden 14 yargıçtan oluşur ve görevi anlaşmazlıkları uluslararası hukuka göre çözmektir. BM sekreteri ise Güvenlik Konseyinin tavsiyesine göre beş yılda bir belirlenir, sekretarya işlerini yapanları yönetir. Aşağıda detaylı bir şekilde inceleyeceğimiz Yeni Dünya Düzeninin ana hatlarının belirlenmesi için BM’nin daha fazla sorumluluk alması, daha demokratik olması gerekmektedir. Günümüzdeki en büyük sorun 5 daimi üyenin kararlara yön vermesi ve kırk katı daha fazla olan diğer ülkelerin görüşünün alınamaması sonucudur. Bu nedenle tüm insanların içine sinen kararlar alınamamaktadır.
BM’ye üye ülkeler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre insan haklarına, temel özgürlüklerine saygı duyulması, bunlara uyulması ve geliştirilmesini taahhüt etmişlerdir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi devletleri ‘pozitif’ ve ‘negatif’ diye ayırabileceğimiz iki temel yükümlülük içine sokar. Negatif sınır, devletin bireylerin yaşam alanlarına saygı duyar ve bu alanlara müdahale edemez. Pozitif yükümlülük insan hakları için yasal düzenleme yapmaktır.
Soğuk Savaşın Bitişi ve Dünyada Değişen Dengeler
II. Dünya savaşının bitişinde dünya iki kutba ayrılmıştır. Bir yanda en güçlü temsilcisi ABD olan liberal devletler diğer yanda SSCB öncülüğünde sosyalist devletler veya demir perde ülkeleridir. Sosyalist devletler 1955’te işbirliği için Varşova Paktı’nı diğer taraf ise savunma amacıyla 1949’da NATO’yu kurmuştur. Soğuk savaş bloklar arasında çatışma olmadan devam eden gerilimi anlatan bir kavramdır. Yarım yüzyıl boyunca devam eden bu gerilimler SSCB ve doğu bloku ülkelerinde yaşanan siyasal değişimlerden sonra 1980 yıllarında sona ermiştir.
1985 yılında Sovyetlerin başına geçen Gorbaçov siyaset özgürlüğü için Glasnost ve Perestroyka’yı uygulamaya başlamıştır. Doğu bloku ülkelerinde gelişen halk ayaklanmaları sonucunda Sovyetler siyasi baskıyı azaltmak zorunda kalmış ve 1980’lerin sonlarında Polonya, Romanya gibi ülkelerde komünizm sona ermiştir. 1980 yılında Berlin duvarının yıkılması önemli bir olaydır.
Soğuk savaşın bitmesi ekonomik nedenlere de bağlıdır. Soğuk savaş zamanında yapılan ağır askeri harcamalar ülkelerin ekonomilerini etkilemiş ABD başkanı aldığı bir istihbarat sonucunda yıldız savaşları projesini başlatarak SSCB’yi manipüle etmeye çalışmıştır. SSCB aynı tür bir çabaya girmiş ve sonucunda ekonomisi çökmüştür.
Yeni Dünya Düzeni
Varşova paktı ülkelerinin dağılması ve sosyalist kanattaki pek çok ülkenin liberal demokratik ilkeleri benimsemesi, serbest piyasa ekonomisine geçmeleri tek kutuplu bir dünya düzenin oluşmasını beraberinde getirmiştir. ABD’li siyaset bilimci F. Fukuyama Tarihin Sonu adlı kitabında liberal demokrasilerin dünya ölçeğinde alternatifi kalmadığını ve yeni bir ideolojinin egemen olamayacağını söylemiştir. Ancak bu sanıldığı kadar kolay olamayacaktır. Nitekim 1990’lı yılların başlarında eski doğu bloku ülkelerinde etnik ve dini çatışmalar başlamıştır. En önemlisi Yugoslavya’nın dağılması aşamasında Sırplarla Müslümanlar arasında yaşanmıştır. Bu süreçte bir diğer ABD’li siyaset bilimci Samuel Huntington medeniyetler çatışması teziyle artık batı dünyası için komünizmin bir tehlike oluşturamayacağını yeni çatışmaların medeniyetler arasında olabileceğini savunmuştur. Birçok tepki alan bu teze karşılık olarak batı ve İslam diyalog ve işbirliği için Türkiye ve İspanya medeniyetler ittifakı projesini başlatmıştır. BM tarafında sahiplenilmiş 88 ülke ve 16 uluslararası örgüt üye olmuştur.
ABD tek rakibi olan SSCB’nin dağılması ardından tek süper güç olarak kalmış ve hegemonyasını pekiştirmek için farklı coğrafyalarda arayışlara girmiştir. Batı dünyası için Müslümanlar yeni bir tehdit olarak algılanmış 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle örneklenmiştir.
Küreselleşme Sürecinde Siyaset
Küreselleşme 20. Yüzyıl sonlarına damgasını vuran en önemli kavramlardan birisidir. Küreselleşme, dünya ölçeğinde ülkeler ve toplumlar arasındaki kültürel, siyasal ve ekonomik ilişkilerin artmasıyla birbirlerine yakınlaşması anlamına gelir. ABD’li bilimci Marschall Mcluhan bu durumu küresel köy olarak açıklar. Ona göre özellikle iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve hız sayesinde insanlık arasındaki sınırlar ortadan kalkacaktır. Küreselleşme ekonomik ve siyasal boyutu olan bir süreçtir. Bu farklı öğeler bazı durumlarda birbirini etkiler. Küreselleşmenin ekonomik yüzü ulus-devletlerin ülkelerindeki ekonomik yapı üzerinde eskisi kadar belirleyici olamamaları, ABD’li sosyolog Saskia Sassen’e göre ‘kontrolü kaybetmelerini’ beraberinde getirir. Ekonomik açıdan güçlü olamayan bir devletin siyasal açıdan güçlü olması beklenemez.
Sürecin ekonomik boyutu kapitalizmin ve serbest piyasa ekonomisinin dünyada yaygınlaşmasına bağlıdır. ABD’li düşünür Immanuel Wallerstein’e göre kapitalist ekonomik ülkelerdeki mal, sermaye, insan akışı ulusal farklılıkları ortadan kaldırır.
Ekonomik etki açısından insanlık tarihinde günümüze kadar üç temel küreselleşme dalgası olduğu söylenebilir. İlk küreselleşme kapitalist temellere dayalı bir dünya sisteminin ortaya çıktığı 1450-1650 yılları arasındadır. Bu yıllarda kapitalizmle beraber ülkeler arası ticaret artmıştır. İkinci dalga emperyalizmin dünya ölçeğinde belirli bir konum elde ettiği 1650-1900 yılları arasındadır. Bu sürede zengin emperyalist ülkeler dünyanın geri kalanını kendi çıkarları doğrultusunda idare etme eğilimine girmişlerdir. En son dalga dünyanın her yerine ulaşan ekonomik ve ticari ilişkileri dönüştüren üçüncüsüdür. Liberal ekonomik yaklaşımın tüm dünya üzerinde etkili olmaya başladığı bir dönemde olan üçüncüsü, ülkelerin birbirlerine daha fazla bağımlı olması ve bir ülkede yaşanan krizin tüm ülkeleri etkilemesi nedeniyle diğerlerini aşan bir boyuta sahiptir. Bu süreçte küresel kapitalizm diyebileceğimiz başka bir olgu ortaya çıkar ve dinamikleri devletler yerine merkezleri batılı ülkelerde olan çok uluslu şirketlerin belirleyiciliğinde şekillenir.
Küreselleşmenin kültürel boyutu farklı ülkelerin birbirine benzer hale gelmeleri de denebilir. İnternet sayesinde ülkeler birbirlerini daha fazla tanır hale gelmiş ve ortak değerleri kapsayacak evrensel bir kültür beklentisi oluşmuştur. Yerel kültüre ilgi artmış Roland Robertson bu dönemi “küyerelleşme” olarak tarif eder.
Küreselleşmede siyasal boyut: siyasetin devlet çatısı altında yapılması algısı vardır. Küreselleşme sürecinde ulus-devletler kendi kararlarını alma aşamasında bile uluslararası anlaşmalar göre hareket etmek zorunda kalmışlar, bazı uluslararası kuruluşlara hesap verme yükümlülüğünde görmüşlerdir. Ayrıca bu süreçte toplum ve siyaset yaşamını yönlendiren kararların alınmasında devletin tek başına yeterli olmadığı halkın buna dâhil edilmesine yönelik yaklaşımlar güçlenmiştir.
Yönetişim kavramı halkın daha fazla siyasete katılması anlamına gelir ve bunu sağlayacak kurum sivil toplum kuruluşlarıdır(STK’lar). STK’lar siyasal otoriteden bağımsızdır ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlardır. Farklı amaçlara yönelik çalışmalar yürüten STK’lar aynı siyasal yapı içinde olabilirler. Bir devletin demokratik olma göstergelerinden biride örgütlenme özgürlüğü ve siyasal kararlara STK’ların katılmasını sağlamasıdır. STK’lar artık sadece bir devlet çatısı altında kalmadan uluslararası alana yayılma çabasına girmişlerdir. Barış, insan hakları, sağlık, çevre sorunları vb. gibi konularda uluslararası düzenlemeler yapmaktadırlar, BM tarafından desteklenmektedir. Bu süreçte Uluslararası Toplum kavramı ortaya çıkar. Özellikle insan hakları konu olduğunda tüm insanların devreye girebileceği (İnsani Müdahale) bir kavramdır. İnsani Müdahale aracılığıyla evrensel ve ahlaki ilkeler doğrultusunda silahlı güç kullanılmasının önü de açılmıştır.
Ulusüstü Siyasal Örgütlenmeler: Avrupa Birliği Örneği
Küreselleşme ülkeler arasındaki işbirliğini artırmıştır. Bu süreçte ülkelerin siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan birlikte hareket etmelerini sağlayacak yeni oluşumlar meydana getirilmiş mevcut kurumlar güçlendirilmiştir. Siyasal örgütlenme bu dönemin ürünüdür. Ülkeler farklı amaçlara hizmet eden farklı kuruluşlara üye olabilirler, örneğin: Türkiye BM, Avrupa Konseyi, G20, D8 ve NATO ya üyedir. Bu dönemde Ulusüstü sıfatıyla Avrupa Birliği tarih sahnesine çıkmıştır ve çok önemli bir kuruluştur.
İkinci dünya savaşından sonra ülkeler ekonomilerini güçlendirmek için işbirliği arayışına girmiş fakat aralarındaki sorunlar çözülmeden bu mümkün olamamıştır. İkinci dünya savaşından en çok zarar gören iki ülke Fransa ve Almanya’dır çünkü savaş bu ülkelerin topraklarında yapılmıştır. Almanya savaştan yenik ayrılmış ve yükümlülük altına girmiş, Fransa galip ayrıldığı halde toprakları uzun süre işgal altında kaldığı için birçok sorunla uğraşmıştır. Çökme noktasındaki bu iki ülke bir yandan ABD’nin hegemonya tehdidi bir yandan SSCB’nin komünizm tehdidi karşısında bir arada hareket etmek zorunda kalmışlar ve yanlarına Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’u alarak Roma’da Avrupa Kömür ve Çelik (AKÇT) anlaşmasını yapmışlardır. Zira savaştan sonra bu ülkelerin hızlı bir kalkınma planına ihtiyaçları vardır ve kömür ile çelik hammadde açısından önemli işleve sahiptir. 1957 yılında aynı ülkeler Gümrük birliğini düzenleyen Avrupa Ekonomik topluluğunu, Nükleer enerji konusunda çalışan Avrupa Atom ve Enerji topluluğunu kurmuşlardır. 1967 yılında imzalanan Belçika anlaşmasıyla bu üç kuruluş Avrupa Topluluğu (AT) adıyla tek çatı altında toplanmıştır. 1973’te İngiltere, İrlanda, Danimarka, 1981’de Yunanistan, 1986’da Portekiz, İspanya, 1995’te Finlandiya, Avusturya bu topluluğa katılmıştır. Yeni adıyla Avrupa Birliğine (AB) en geniş katılım 2005 yılında Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Polonya, Hırvatistan, Kuzey Kıbrıs Kesimi, Malta, Slovenya, Litvanya, Estonya, Letonya’nın katılmasıyla olmuştur. Aralarında Türkiye’nin de olduğu 10 ülke müzakere sürecindedirler. Başlangıçta ekonomik kaygılarla AT işbirliği çerçevesinin genişlemesine fayda sağlamıştır. 1985 yılında Schengen anlaşmasıyla üye ülkelere birbirlerine pasaportsuz geçiş hakkı sağlanmıştır.
Doğu blokunun parçalanmasının ardından eski komünist ülkelerin üye olmak için artan başvuruları sonucunda Kopenhag Kriterleri yayınlanmıştır. 1992 yılında Maastrich Anlaşması aracılığıyla AT yerine Avrupa Birliği (AB) adı kullanılmasına karar verilmiştir. 2002 yılında ortak para birimi avro ’ya (Euro) geçilmiş İngiltere ve Danimarka kullanmayı reddetmiş, ekonomisi zayıf olan ülkelerin kullanmasına izin verilmemiştir.
AB’nin BM’den farklı olan bir diğer özelliği uluslararası değil ulusüstü olmasıdır. Uluslararası kuruluşlara üye olan bir ülke insan hakları gibi evrensel amaçlara bağlı kalmak koşuluyla ülkelerinde diledikleri gibi karar alabilirler yani kuruluşların devletlerin iç hukukuna karışması sınırlı düzeydedir. Ayrıca bu kuruluşlar devletler için karar alamazlar. Oysa ulusüstü bir kuruluş olan AB’nin kendi karar alma mekanizmaları vardır, ortak bir hukuk sistemi oluşturmuştur ve üye ülkeler ters düşseler bile buna uymak zorundadırlar. AB’nin yasama işini Avrupa Parlamentosu yürütür. Bu parlamento üye ülkelerin gönderdiği temsilcilerden oluşur ve konsey başkanlığı 6 ayda bir üye ülkeler arasından dönüşümlü olarak seçilir. Yargı ise Avrupa Adalet Divanının elindedir.
AB oluşturduğu kurumlar ve yetkilerle Ulus-Devletlere benzemektedir. AB’nin gelecekte tüm Avrupa’yı tek çatı altına toplayacağı tezleri mevcuttur fakat belirli sorunlar karşısında oluşan ulusal refleksler yüzünden birliğin ortak bir politika üretemediği görülmüştür. Örneğin İngiltere üye olmadığı halde ABD’ye daha yakındır ve beraber hareket etmektedirler. Gelecekte AB’nin nasıl şekilleneceğini tahmin etmek oldukça zordur.
Ulus-Devletin Geleceği
500 yıllık geçmişe sahip olan modern devletin Avrupa kıtasında yaşanan siyasal, ekonomik ve toplumsal hareketlerin sonucunda ortaya çıktığı söylenebilir. Özellikle Fransız devriminden sonra bu yapılanma ulus- devlet biçimine dönüşmüş ve dünyanın geri kalanına yayılmıştır. Küreselleşme süreciyle ulus-devletin geleneksel yapısında büyük değişiklikler olmuştur. Ulus- devletin 19.yüzyılda güç aşımına girdiği söylenebilir. Devletlerarasındaki ilişkileri düzenleyen uluslararası hukukun güçlenmesiyle Westphalia anlaşmaları sonrasında ortaya çıkan ulusal egemenlik anlayışı etkisini kaybetmeye başlamıştır. Zira uluslararası hukuk ile devletler bir anlamda egemenliklerinden vazgeçmiş, dünya ölçeğinde düzenin sağlanması için belirli ortak ilkeleri kabul etmiş olmaktadırlar. İlk olarak kendi toprakları ve halkları üzerindeki sınırsız yetkileri kalmamıştır. 20. Yüzyılda insan haklarının güçlenmesiyle paralel olarak devletlerin bu hakları kaldırma yetkisi veya düzenleme yetkileri ortadan kalkar. Bahsettiğimiz dönemde insan haklarının korunması devletlerin sorumluluğundan çok uluslararası siyasetin unsurlarından olmuştur. Kendi halkına karşı insan hakları ihlalleri gerçekleştiren devletlere karşı uluslararası toplumun müdahale etmesi bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Ulus-devletlerin geleneksel işlevlerini kısıtlayan ikinci unsur küresel kapitalizmin yükselişidir. Günümüzde devletler bir karar alırken yaptıkları anlaşmalara daha fazla dikkat etmelidir. Bu durum tüm ülkeler için belirli fırsatlar sağlayan küresel ekonomik sistemden kopmama arayışlarının sonucudur. Ayrıca devletlerin kendi rızalarıyla kabul ettikleri bu düzenlemelerin yanında küresel kapitalizmin etkilerini de göz ardı edemeyiz.
Farklı ülkelerde faaliyet gösteren çok uluslu şirketler devletlerin ekonomi politikalarının belirlenmesi noktasında belli bir etkiye sahiptir. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kuruluşlar özellikle ekonomisi zayıf olan ülkeleri bazı politikaları uygulamaya zorlamaktadır.
Ulus-devletlerde meydana gelen güç kaybına karşı bazı isimler işlevlerinin ortadan kalktığı ve yerinde AB gibi bölgesel birliklerin olacağını iddia etmiştir. Bazı düşünürler devlet değil birey merkezli siyasal mekanizmaların meydana geleceğini savunmaktadır. Bu yaklaşımlar çok güçlü değildir. Ulus-devletlerin gelecekte etkili siyasal biçimler olarak kalacağı tahmin edilebilir.
İçinde bulunduğumuz aşamada ulus-devletin sonunun geldiğini söyleyenler yerine geçecek gerçekçi bir model gösterememektedirler. Ulus-devletler sahip olduğu yetkileri daha esnek, toplum içindeki farklılıkları kapsayan ve uluslararası sistemin bir parçası olduğunu unutmadan kullanmalıdır. Bu durum devletleri birey haklarını daha fazla dikkate alan demokratik ve özgürlükçü bir yönetim anlayışına götürmektedir. Ulus-devlet modeli insanlık tarihi için taşıdığı anlamı devam ettirecektir. Ancak ulus- devletler egemenliklerini daha sorumlu bir şekilde kullanmak durumundadır.