Sümerler, M.Ö. 3. binyılda, kendilerinden çok sonra fakat yakın bir coğrafyada ortaya çıkacak olan İbrahimî dinlerle önemli paralellikler gösteren oldukça kompleks bir dinî kavramlar ve öğretiler bütünü geliştirmiştir. Sümerli düşünürlerin ve rahiplerin evrenin kökeni, içeriği ve işleyiş tarzı üzerine ileri sürmüş oldukları fikirlerin İlk Çağ’da Yakındoğu’nun inanç sistemi ve mitolojisi üzerinde çok belirgin bir etkiye sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Sümerlere Göre Evrenin Mahiyeti ve Teoloji:
Sümerli teologların gözünde evren, gök ve yeryüzünün birleşiminden oluşuyordu. Nitekim evren için gök-yer anlamına gelen an-ki terimini kullanıyorlardı. Dünya’nın düz bir disk şeklinde olduğuna ve üzerinde engin bir boşluğun bulunduğuna inanıyorlardı. Bu boşluğun ise kubbe biçiminde katı bir yüzeyle çevrelenmiş olduğu düşünülüyordu. Bu göksel katı maddenin ne olduğuna hala bir açıklık getirilebilinmiş değil, ancak Sümercede kalay için kullanılan terimin gök metali anlamına gelmesi bu maddenin kalay olduğunun düşünüldüğü ihtimalini güçlendirmektedir. Gök ile yer arasında rüzgâr, hava, nefes, ruh anlamlarına gelen lil adını verdikleri bir atmosfer bulunuyordu. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların atmosfer ile aynı maddeden yapıldıkları; fakat bunlara ayriyeten parlaklık kazandırılmış olduğu kabul ediliyordu. An-ki bir deniz tarafından çevrelenmişti ve bu denizin içinde sabit ve hareketsiz bir şekilde duruyordu. Sümerli din adamlarının kabulüne göre bu evren; insanlara görünmeyen, insana benzeyen fakat insanüstü tanrılar tarafından ilahi yasalar çerçevesinde idare ediliyordu. Saban, kazma, kürek vb. aletlerden kent, devlet, kanal, tarla vb. kültürel varlıklara ve gök, yer, deniz ve hava gibi büyük âlemlere kadar her varlık her biri insan biçimindeki belirli bir tanrının sorumluluğu altındaydı. Sümerologlar bu tanrıların neden insan biçiminde tasavvur edildikleri üzerinde durmuşlardır. Kramer’e göre:
“Sümerli teologların bu belitsel kabullerinin ardında, belki dile getirilmese de büyük olasılıkla bir mantıksal çıkarım vardı, çünkü insana benzeyen bu varlıkları kendi gözleriyle görmüş olamazlardı. Teologumuz örneğini herhalde, kendi bildiği haliyle insan toplumundan almış ve bilinenden bilinmeyene doğru mantık yürütmüştür. Ülkelerin ve kentlerin, sarayların ve tapınakların, tarlaların ve çiftliklerin –kısacası akla gelebilecek bütün kurum ve girişimlerin– yaşayan insanlarca gözetilip bakıldığına, yönetilip denetlendiğine dikkat etmiştir; insanlar olmadan kentler yıkıma gidiyor, tapınak ve saraylar harap oluyor, tarla ve çiftlikler çöle ve bakımsız araziye dönüyordu. Bu nedenle, kozmosu ve her türlü görüngülerini de tabii ki insan biçiminde yaşayan varlıklar gözetip bakıyor, yönetip denetliyor olmalıydı. Fakat kozmos bütün insan yerleşimlerinin toplamından çok daha büyük ve örgütlenmesi çok daha karmaşık olduğundan, bu yaşayan varlıklar besbelli sıradan insanlardan çok daha güçlü ve etkili olmalıydı. Her şeyden önce ölümsüz olmaları gerekirdi; yoksa onlar ölünce kozmos bir kaosa dönüşür, dünyanın sonu gelirdi…”[1]
Sümer Panteonu:
Sümerler ilahlarının her birini tanrı manasına gelen dingir kelimesiyle anıyorlardı. Mamafih Sümer panteonunda hiyerarşi esastı. Kazma-kürekten sorumlu olan tanrıyla yeryüzünden sorumlu olan tanrının aynı öneme sahip olması beklenemezdi. Öyleyse tanrılar arasındaki bu öncelik sıralaması ve hiyerarşik konumlandırma nasıl olacaktı? Sümerli teologlar burada da tıpkı tanrıları insan biçiminde tasavvur ederken yaptıkları gibi, insan eylemleriyle benzeşim kurarak bir insan eseri olan devletin siyasal örgütlenmesini model almışlardı. Panteonun en tepesinde diğer bütün ilahlarca yönetici ve kral olarak kabul edilen bir tanrının olduğunu varsaymak mantıklıydı. Böylece Sümer panteonu, başında kral olan bir topluluk haline geliyordu. Bu topluluktaki en önemli gruplar “yazgıları belirleyen” yedi tanrı ile “büyük tanrılar” olarak bilinen elli ilahtan ileri geliyordu. Fakat Sümerli teologlar bu panteon içerisinde daha belirgin bir ayrım yapmışlardı. Bu ayrım da tanrıların “yaratıcı olanlar” ve “yaratıcı olmayanlar” şeklinde sınıflandırılmasıydı. Kozmolojik görüşlerinin bir sonucu olarak, evreni oluşturan dört temel öğe olan gök, yer, deniz ve havanın tanrıları yaratıcı tanrılardı.
Sümerlerin yaratıcı tanrılarına yakıştırdıkları yaratma kabiliyeti semavî dinlerle paralellik arz eder. Onların inanışına göre yaratıcı ilahın bir şeyi yaratması için tek yapması gereken “olmasını” emretmekti. Sümerli teologları bu düşünceye sevk eden şey ise yine insanî yaşantıdan yaptıkları bir çıkarsamaydı. Nasıl ki kral, tüm isteklerini ağzından çıkan tek bir sözle elde edebiliyorsa bu, yaratıcı tanrı için de böyle olmalıydı. Fakat evren gibi kompleks bir varlığın oluşumuna getirilen bu kolay çözüm belki de temel bir insanî güdünün, sıkıntı ve felaket anlarında dileklerin yalnızca isteyerek gerçekleşmesi umudunun bir yansımasıydı.[2]
M.Ö. 3. binyılın ortalarında Sümerlerin yüzlerce ilaha tapındıkları bilinmektedir. Bu yüzlerce ilahtan en önemli dördü gök tanrısı An, hava tanrısı Enlil, su tanrısı Enki ve büyük ana tanrıçaNinhursag’dı. Önceleri gök tanrısı An panteonun en yüce tanrısı olarak kabul edilse de zaman içinde bu makamını hava tanrısı Enlil’e kaptırmıştır ve Enlil, bütün Sümer ülkesindeki ayinlerde, mit ve dualarda baskın bir rol oynayan en önemli tanrı haline gelmiştir. Sümerlerin Enlil’e duyduğu derin saygı şu ilahide belirgin biçimde hissedilir:
Emirleri uzaklara erişen, sözü kutsal olan Enlil,
Bildirileri değiştirilemeyen, yazgıları sonsuza dek belirleyen efendi,
Yükselttiği bakışları ülkeyi baştan başa tarayan,
Yükselttiği ışığı bütün ülkenin yüreğini okuyan,
Ak kürsüde, yüce kürsüde sınırsızca oturan Enlil,
Gücün, efendiliğin, prensliğin hükümlerini yerine getirir,
Yer tanrıları onun önünde korkuyla eğilir,
Gök tanrıları onun önünde saygıyla eğilir…[3]
Semavî Dinlerde De Yer Alan İnanışlar:
Şiirsel bir Sümer metninde acılara ve felaketlere sabretmeyi ele alan, Hristiyanların ve Müslümanların son derece aşina oldukları bir Eyüp hikâyesine rastlanmıştır. Ayrıca Sümerler insanoğlunun tanrılara hizmet etmekten başka bir amaç için yaratılmadıklarına inanıyorlardı. Benzer bir akide İslam’da da mevcuttur. Bu, Kur’an’ın Zâriyât suresi 56. ayetinde şöyle geçer: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Sümer inanışlarında semavî dinlerle benzerlik gösteren bir başka önemli nokta da Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması motifidir. Mitolojik bir öyküye göre tanrı Enki hastadır ve ölmek üzeredir. Hasta organlarından biri de kaburga kemiğidir. Enki’nin kaburga kemiğini iyileştirmek için bir tanrıça yaratılır. Bu tanrıçaya Sümerce Nin-ti, “kaburga kemiği hanımı” adı verilmiştir. Nin-ti’nin bir diğer anlamı da “yaşatan hanım”dır. İlginçtir ki İncil’e göre de Havva adı aşağı yukarı “yaşatan dişi” anlamına gelmektedir. Bu benzerlikleri fark eden bazı Sümerologlar İbrahimî dinlerin aslında bütünüyle Sümer dogmalarından filizlendiğini düşünmüşlerdir. Nitekim Muazzez İlmiye Çığ da ‘Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni’ adlı kitabında bu tezi ileri sürmüştür. Bu konuyu ele alan ilahiyatçılarsa her topluluğa insanları doğru yola davet etmek için bir elçinin gönderildiğine değinen, Kur’an’ın Nahl suresi 36. ayetinden hareketle Sümer inançlarının zaman içinde tahrifata uğramış semavî bir din olabileceği ihtimali üzerinde durmuşlardır. Bu iki tez de yorum farkı denebilecek nitelikte birer varsayımdır. Bilimsel çerçevede bunlardan birini öbürüne yeğ tutmak doğru olmayacaktır.