Uluslararası Hukukta Devletin Yetkisi
Devletin Yetkileri
Münhasır Yetki ilkesi: Uluslararası hukuk uyarınca egemenlik devlete kendi ülkesinde bulunan kişi ve şeyler (bunların içine o devlet ülkesinde kayıtlı olan deniz ve hava araçları ile o araçlarda çalışanlar da dâhildir) bakımından tek başına kural koyma (yasama) ve bunları uygulama (yürütme ve yargı) yetkisi verir.
Bu yetkinin ülkeselliği ve münhasırlığı ilkesidir. Bu yetki çerçevesinde devlet kendi sınırları içerisinde kanun çıkarabilir, ülkesinde bulunan vatandaşların ve yabancıların hakları ve malları üzerinde tasarrufta bulunabilir.
Devletin sınırları içindeki yeraltı ve yerüstü kaynakları kullanma yetkisi de münhasır yetkinin içindedir. Ancak kendi sınırları dışına da taşan nehir gibi kaynaklar konusunda uluslararası hukuka uymak zorundadır.
Devletin Kanun ve Mahkemelerinin Yetki Alanı
Bir devletin kanunlarının uygulama ve mahkemelerinin yetki alanını ülkesi dışında bulunan kişi, şey ve eylemlere teşmil etmesi kimi hâllerde mümkündür. Bu bakımdan devlet yabancı ülkede bulunan vatandaşları hakkında vatandaşlık prensibi uyarınca her zaman yetkisini kullanabilir.
Bunun dışında devletler evrensel cezai yetki iddiası ile korsanlık, köle ticareti, uyuşturucu ticareti, terörizm, işkence, ırk ayrımcılığı, uçak ve gemi kaçırma, rehine alma, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve soykırım suçları gibi konularda yetkilerini ülke dışındaki olay ve şeyler üzerinde kullanmaktadır.
1990’lı yıllardan itibaren devletler insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve soykırım suçlarına ilişkin evrensel yetkilerini uluslararası alanda kurulan ceza mahkemeleri ile paylaşmaya başlamışlardır. Bu konuda özellikle 1993 ve 1994 yıllarında Güvenlik Konseyi kararları ile kurulan Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi ve Ruanda Ceza Mahkemesi ile 2002 ve 2003 yıllarında BM ile ilgili devlet arasında bir antlaşma ile kurulan Sierra Leone Mahkemesi ve Kamboçya Olağanüstü Mahkemesi başı çekmiştir.
Ancak bir devletin evrensel yetki hâli dışında kalan genellikle ceza hukuku dışındaki konularda (genellikle uluslararası ticaret, haksız rekabet, vergi, para ve kambiyo konularında) ülkesi dışındaki kişi ve olaylar hakkında yetki kullanması hâlini düzenleyen ve ülke aşıcı kanunların etkisi adı verilen yetki kullanma biçiminin esası konusunda tartışma vardır. Bu çerçevede uluslararası doktrinde devletin bu hakkını ‘yetkinin belli bir devlete tanınmasını adil ve makul kılacak ölçüde söz konusu olaylara yakın, doğrudan ve esaslı bir ilgisinin bulunması’ hâlinde kullanabileceği savunulmaktadır.
Bir Devletin Vatandaşları Bakımından Uluslararası Hukukta Sahip Olduğu Bazı Yetki ve Yükümler
Bir devletin ülkesinde yaşayan insanları bu devlete vatandaşlık bağı ile bağlayan sürekli hukuki ilişkiye uyrukluk denmektedir. Bu çerçevede uluslararası hukuka göre uyrukluk verilmesi her devletin münhasır yetkisi içinde olup bir devlet bu bağa dayanarak kendi uyrukluğunda bulunan bir gerçek veya tüzel kişinin başka devletlerde uğradığı haksızlıklar adına uluslararası alanda hak arama yetkisine sahiptir. Buna uluslararası hukukta diplomatik himaye denir. Bir devletin vatandaşı namına diplomatik himaye hakkını kullanabilmesi için o kişinin haksız fiilin vuku bulduğu anda ve bu hakkın kullanıldığı anda o devletin tabiyetinde bulunuyor olması gerekir.
Uluslararası hukuka göre vatandaşlarından birinin talebini benimseyip diplomatik himaye yolu ile uluslararası hak arama yollarına başvuran bir devlet aslında kendi hakkını yani vatandaşının şahsında uluslararası hukukun yabancıları koruyan kurallarına saygı gösterilmesini sağlama hakkını ileri sürmektedir. Ancak bir devletin vatandaşı adına bu hakkı ileri sürebilmesi için o kişinin haksızlığa uğradığı devlette mevcut olan “etkin ve işler durumda olduğu sürece” bütün mahkeme ve hak arama yollarına başvurmuş ve buna rağmen hakkını koruyamamış olması gerekir. Buna uluslararası hukukta iç hukuk yollarının tüketilmesi kuralı adı verilir.
Ülkesel Yetkiye Uluslararası Hukuk Uyarınca Getirilebilecek İstisnalar
Uluslararası hukuk, bir devletin yukarıda açıkladığımız ülkesel yetkisine kimi istisnaların getirilebileceğini de öngörmüş ve buna ilişkin kurallar getirmiştir.
• Her devletin başka bir devletten onun ülkesini diğerinin zararına olacak faaliyetlerde kullandırılmamasını isteme hakkı,
• Bir devletin kendi işlem ve malları, devlet başkanı, diplomatik temsilcisi, savaş gemileri ve silahlı güçleri adına başka bir devletin ülkesel yetkisinden muaf tutulmayı isteme hakkı,
• Bir devletin karasularından başka bir devlete ait gemilere geçme hakkı veren “zararsız geçiş” hakkı,
• Nükleer silahların bulundurulması hakkı,
• Bir devletin antlaşma yapmak suretiyle başka devletlere veya uluslararası teşkilatlara kendi ülkesi üzerinde birtakım haklar ve muafiyetler sağlaması da mümkündür.
Bir Devletin Ülkesinde Yaşayan İnsanlar Açısından Uluslararası İnsan Hakları, Azınlıklar, Yabancılar ve Sığınmacılar Hukuku Tarafından Getirilen Düzen
Günümüzde bir devletin kendi ülkesi üzerinde yaşayanlar hakkında sahip olduğu münhasır yetkisinin uluslararası hukukça sınırlandığı en önemli alan insan hakları hukukudur. Bu konuyu ayrıntılı olarak ele alan belli başlı uluslararası antlaşmalar arasında;
• 1948 Jenosit Konvansiyonu,
• 1966 Her Türlü Irk Ayrımının Yasaklanmasına Dair Uluslararası Konvansiyon,
• 1966 Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Konvansiyonu,
• 1966 Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Konvansiyonu,
• 1979 Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yasaklanmasına Dair Konvansiyon,
• 1989 Çocuk Haklarına Dair Konvansiyon,
• 1989 işkence ve Diğer insanlık Dışı Muamelelere Karşı Konvansiyon ile
• 2006 Özürlülerin Haklarına Dair Konvansiyon gelmektedir.
Bu antlaşmalar devletlere ülkelerinde veya ülkesi dışında yetki kullandığı yerlerde (gemiler, uçaklar, elçilikler, askerî üsler vb.) bulunan bütün insanların (vatandaş veya yabancı) haklarını koruma yükümü yüklemektedir. Ancak ilgili antlaşmalar devletin savaş veya milletin varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike hâlinde yaşam hakkı, işkence yasağı, kölelik ve cezaların yasallığı dışındaki haklara aykırı tedbirler alabileceğini de kabul etmektedir.
İnsan haklarını koruyan uluslararası antlaşmalara göre devletler korunmakta olan hakların ihlali hâlinde insanlara haklarını aramak üzere etkin bir şekilde işleyen bağımsız ve tarafsız yargı yollarını sağlamak zorundadırlar. Ayrıca aynı antlaşmalarda devletlerin bunlara uygun davranıp davranmadıklarını denetleyip, bunları Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna rapor eden izleme Komiteleri (BM insan Hakları Komitesi, Irk Ayrımcılığını Önleme Komitesi, işkenceyi Önleme Komitesi vb.) kurulmuştur. Bunların dışında devletlerin ülkelerinde çalışan insanların çalışma yaşamına ilişkin haklarını koruma amacıyla kurulmuş olan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kendi bünyesinde hazırladığı uluslararası antlaşmalarla bu konularda uluslararası bir düzen oluşturmaktadır.
Birinci ve ikinci Dünya Savaşlarından sonra yapılan bu tür antlaşmalarda şu esaslar yer almaktadır:
• Herkesin dil, din, ırk gibi ölçütlere dayalı ayrımcılığa uğramadan eşit haklardan yararlanması.
• Azınlık gruplarının özelliklerini korumaya ve geliştirmeye yönelik düzenlemeler yapılması.
Bir devletin egemenliğini kullandığı ülkesinde o ülkenin tabiyetinde bulunmayan gerçek veya tüzel kişiler de olabilir. Yabancı statüsünde yer alan bu kişiler bulundukları ülkenin yasalarına uymak yükümü altında bulunmakla beraber söz konusu devlet de bu kişilere uluslararası hukuka göre belli bir biçimde muamele etmekle yükümlüdür. Ancak Uluslararası hukukun devletin ülkesinde bulunan yabancı ile tebaası arasında ayrım yapma yasağı, yabancıya tebaaya tanınan bütün hakların tanınması anlamına gelmez. Buna göre devlet yabancıların ülkeye girişine izin vermemek, insan haklarına uygun biçimde sınır dışı etmek ülkesinde çalışma ve mal edinme haklarını sınırlandırmak, siyasi haklardan mahrum bırakmak yetkisine haizdir. Türkiye’de yaşayan Müslüman olmayan azınlıklar Rum ve Ermeni Hristiyanlar ile Yahudilerdir. Türkiye’nin taraf olduğu antlaşmalar arasında azınlıklara ilişkin yükümler taşıyanlardan ilki 1923 tarihli Lozan Antlaşması’dır.
Antlaşma’nın II. bölümünün III. kesiminde Türkiye’de yaşayan Müslüman olmayan azınlıkların statüsü ele alınmıştır. Buna göre bu gruplar dil ve dinlerini serbestçe kullanabilecek ve bu amaçla okul, hayır kurumu ve dinî mekân kurabileceklerdir.
Bu azınlıklardan olan Rum Ortodoks ahali 1923 tarihli Mübadele Sözleşmesi ile zorunlu olarak Yunanistan’a buna karşın Yunanistan’da bulunan Müslüman ahali de Türkiye’ye göç ettirilmiş olup bundan sadece İstanbul’daki Rumlar ile Batı Trakya’daki Müslümanlar hariç tutulmuştur. Buna mükabil yine Lozan Antlaşması uyarınca Yunanistan’da yaşayan Batı Trakyalı Müslüman Türk azınlıkların benzer hakları da güvenceye alınmıştır.
Bu hakların yanı sıra özel mülkiyetin korunmasına ilişkin diğer güvenceler daha sonra 1923 Mübadele Sözleşmesi, 1926 tarihli Atina itilafnamesi, 1930 ve 1933 tarihli Ankara Sözleşmeleri ile teyid edilmiştir.
Son olarak Bulgaristan’da yaşayan Türk azınlığın hakları da 1919 tarihli Neuilly Antlaşması ile 1925 tarihli Bulgaristan ve Türkiye ikili Dostluk Antlaşması ile güvenceye alınmaya çalışılmıştır.
Devletlerin Egemen Eşitliği ve İç İşlerine Karışma Yasağı
Devletlerin yetkisinin ülkeselliği ilkesi uluslararası hukukta devletlerin egemen eşitliği ve iç işlerine karışma yasağı ile güvenceye alınmıştır. BM şartı Madde 2/1 uyarınca tüm üye devletler hukuken eşittir. Buna göre devletler ayrım gözetilmeksizin uluslararası hukukun devletlere tanıdığı hak ve korumalardan yararlanabilirler. Yine bu eşitlik devletlere kendi aralarındaki ilişkileri mütekabiliyet yani ‘karşılıklılık’ ilkesi uyarınca düzenleme imkânı verir, yani hiç bir devlet başka bir devleti herhangi bir karşılığı olmayan bir hukuki ilişkiye girmeye zorlayamaz.
Devletlerin egemen eşitliği ve birbirlerinin iç işlerine karışmasını yasaklayan kurala uluslararası hukukta getirilen tek istisna BM şartı Madde 51’de yer alan bir devletin kendisine silahlı saldırıda bulunan devlete karşı kullanabileceği meşru müdafaa hakkıdır.
İç işlerine karışma yasağına getirilen istisnalar bakımından tartışmalı bir örnek insani müdahale hakkıdır. İnsani müdahaleden bir yabancı ülkede bulunan kişileri (ister o ülke ister başka bir ülke uyruğunda olsun) pek yakın ve hayati bir tehlikeden korumak için bir başka devlet tarafından buna izin veren bir BM Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın yapılan müdahaleler anlaşılmaktadır. Böylesi müdahaleler insani olmaktan ziyade müdahale eden devletin çıkarlarını korumaya yönelik olmaktadır.
ULUSLARARASI DENIZ HUKUKU
Uluslararası Hukukta Deniz Alanları
Uluslararası hukuk açısından deniz, her biri farklı hukuki rejime tabi olan kısımlara ayrılır: Devletin egemenliğine tabi deniz kesimi, açık deniz kesimi Devletin egemenliğine tabi deniz kesimi için iki ayrı hukuki rejim vardır;
• İç sular ve
• Karasuları.
Açık denizin kıyıya yakın olan kesimlerinde de kıyı devleti lehine bazı özel rejimler öngörülmüştür. Bu rejimler bitişik bölge, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölgedir.
İç Sular ve Karasuları
İç sularda devlet, kara ülkesinde kullandığı bütün yetkileri aynen kullanır. Karasularında ise devletin yetkileri bazı bakımlardan sınırlanmıştır. Rejimler farklı bir şekilde tespit edildiğine göre bu rejimlerin sınırlarının ve genişliklerinin tespiti gerekir. Bu bağlamda iç sular rejimi, karasularının iç sınırının başladığı yerde biter. Yani, karasularının iç sınırı ile kara ülkesi arasında kalan deniz kesimi iç sulardır.
Karasularının İç Sınırının Saptanmasında Bazı Özel Kurallar
Kıyıdaki bir koy ya da körfezin ağız genişliği 24 deniz milini aşmıyor ise her iki uç birleştirilir ve düz bir hat çizilir. Bunun berisinde kalan sular iç sulardır. Eğer genişlik 24 milden fazla ise ağız genişliği şartının yanında derinlik şartı aranır. En çok suyu içeride bırakacak şekilde
24 mil genişlikte olan kesimin iki ucu düz bir hatla birleştirilir. Ayrıca düz hattın berisinde kalan suların, alanın çapı körfez ağzına çekilen düz hat kadar olan yarım daire alanı kadar veya bundan daha geniş olması gerekir. Körfezin ağzında adalar varsa bu adalar alanı düz hattın genişliğinde dikkate alınmaz. Tarihî körfezler bu düzenin dışında tutulmuştur.
Kıyıda denize dökülen bir nehir varsa nehrin her iki yakasında suların en çok çekildiği noktalardan çizilecek düz hat karasularının iç sınırını oluşturur. Karasularının iç sınırı, limanın ayrılmaz bir parçasını teşkil eder ve en dış daimi liman tesisinin dışından geçen çizgidir. Demirleme yerleri, karasularının dışında bulunsa da karasularına dâhil edilir. Kıyının ötesindeki tesisler ve suni adalar, liman tesisleri deyiminin kapsamına girmez. Adalar, sular yükseldiği zaman da suyun üzerinde kalan doğal kara parçalarıdır. Cezir yükseklikleri, yalnız sular çekilince su üstüne çıkarlar; doğal olmaları nedeniyle de suni oluşumlardan ayrılırlar. Cezir yükseklikleri, karasuları içinde ise adalarda olduğu gibi, karasularının genişlemesine yol açar. Esas hattan hesaplanmak üzere karasuları dışında ise kendilerine mahsus karasuları yoktur; karasularının genişlemesine yol açmazlar. Cezir yükseklikleri üzerinde inşa edilseler bile suni tesislerin, kendilerine mahsus karasuları yoktur. Takımadalar, iki veya daha fazla adadan meydana gelen ve coğrafi bakımdan bir bütün olan doğal yapıdır. Bu yapılar coğrafî açıdan çeşitlilik gösterir. Ada devleti, bütün ülkesi adalardan meydana gelen devlettir. Ada devletine örnek olarak Fiji, Filipinleri verebiliriz. Bir de esas kıta ülkesi yanında ada ülkesine de sahip olan ada da olabilir (Yugoslavya, Norveç kıyıları). Bu çeşitlilik, tek düze bir rejiminin kabulünü güçleştirir. 1958 Sözleşmesi ile takımadalarla ilgili özel bir hüküm kabul edilmesi mümkün olmamıştır. Dolayısıyla düz hatlar usulü takımadalarda da uygulanır.
İç Suların Hukuki Rejimi
Kıyı devletinin bu sularda yetkisi tamdır. İç sularına yabancı gemilerin girişini ve bu sulardan geçişini yasaklayabilir. Devlet uygulaması incelendiğinde gözlenen gemi türleri arasında farklı bir düzenlemenin olduğudur. Savaş gemileri bakımından genellikle sayı sınırlamaları getirilebilmekte ve ön bildirimde bulunma koşulu aranabilmektedir. Ayrıca devletlerin, yabancı savaş gemilerinin limanlara girmesini yasaklama hakkı olduğu kabul edilir. Ceza hukuku açısından mürettebat arasında işlenen suçlar ve geminin iç düzeniyle ilgili suçlarda, kıyı devleti genelde yetki kullanmaz.
Aksini öngören bir antlaşma olmadığı sürece yabancı ticaret gemilerine sığınma olmaz. Savaş gemileri genelde siyasal suçluların sığındığı görülür. Devletler arasındaki uygulamalarda adi suçlular bakımından böyle bir hak kabul edilmez. Yabancı bir savaş gemisine uluslararası hukuka aykırı olarak bir sığınma olursa kıyı devletinin gemiye girerek sığınmacıyı alma hakkı yoktur. Çünkü savaş gemisinin dokunulmazlığı vardır. Ancak Türk iç sularında ya da limanında bulunan yabancı bir ticaret gemisinin, Türk yargı organlarınca yargılanması kural olarak kabul edilmiştir.
Karasularının Dış Sınırı
1958 tarihli Sözleşme’nin 6. maddesi ve 1982 BMDHS’nin 4. maddesinde konuyla ilgili hükümler vardır. Karasularının dış sınırı, her noktası esas hattın en yakın noktasına karasularının genişliğine eşit uzaklıkta bulunan hattır. İki şekilde uygulanmaktadır. Daire kavisleri usulü, karasularının genişliğine eşit çapta çizilen daire kavisleri olduğu gibi bırakılır. Daire kavislerine teğetler çizilir ve dış sınırın bu düz hatlar olduğu kabul edilir. Kıyıları yan yana olan devletler arasında dış sınırın tespiti açısından çeşitli usuller mevcuttur:
- Kara sınırını denize doğru karasularının dış sınırına kadar uzatmak: Bu usul kara sınırı ile kıyı bir dik açı meydana getiriyorsa kullanılabilir.
- Kara sınırı ile kıyının birleştiği noktada, kıyıya bir dikey çizmek: Kıyı kavisli ise bu dikey çizgi bir başka noktada kıyı ile kesişebilir.
- Yan yana devletler arasında eşit uzaklık ilkesi: Her noktası esas hattın en yakın noktasına karasularının genişliğine eşit uzaklıkta bulunan orta hattır.
Bunlardan en sakıncalı olanı, eşit uzaklık ilkesidir. Bu sakıncalar, özel durumlar ve aksine anlaşma istisnaları kabul edilerek giderilmeye çalışılır. BM Sözleşmesi, karasularının sınırlandırılması konusunda Cenevre Sözleşmesi’nin düzenini aynen tekrarlamıştır.
Karasularının Genişliği
Karasularının genişliği meselesinde ilk tespitler, devletin kıyıdan denize doğru egemen olabileceği genişliğe göre tespit edilmiştir. 18. yüzyılda bu mesafe, yani kıyıdan denize doğru egemen olabileceğiniz mesafe top atışı menzili denilen üç deniz milidir. Uzun yıllar bu böyle devam etmiş ama denizlerdeki ekonomik zenginlikler ve bunlardan yararlanma imkânı geliştiği için bu kural genel bir kural haline gelememiştir ve 1950’li yıllarda karasularının genişliğinin 6 ile 12 mil arasında tespit edilmesi yolunda eğilimin arttığı görülmüştür. III. Deniz Hukuku Konferansı’na gelindiği vakit, devletler arasında karasularının genişliğini 12 mil olarak saptama eğilimi ortaya çıkmıştır ve Sözleşme’de devletlerin karasularının genişliğini, azami 12 deniz mili olarak tespit edebileceği belirtilmiştir. Yani, karasularını 12 deniz milini geçmeyecek bir sınıra kadar saptama hakkına sahiptirler.
Karasularının Hukuki Rejimi
Kıyı devletinin deniz ülkesi, devletin egemenliği altındadır. Dolayısıyla uygulanan uluslararası hukuk, karasularının üstünde bulunan hava sahası, altında bulunan deniz yatağı ve toprak altını o devletin egemenliğine tabi kılar. Bu su alanları hem karasularının egemenliği altındadır hem de bu egemenlik, uluslararası deniz ulaşımını serbest olması lehine sınırlamalara tâbi tutulmuştur. Hem kıyı devletinin güvenliği hem yabancı devletlerin buradaki deniz ulaştırmasından faydalanması serbestisi dikkate alınacaktır. Kıyı devletinin karasularındaki egemenliğinin iki açıdan kısıtlaması söz konusudur:
- Yabancı devlete ait gemilerin karasularında zararsız geçiş hakkını haiz olması.
- Karasularında yargı yetkisine getirilen birtakım kısıtlamalar.
Zararsız Geçiş Hakkı
İki unsura ayırarak incelenebilir:
• Geçiş ve
• Geçişin zararsız olması. Karasularından geçiş, üç amaçla olabilir:
- Açık denizden bir devletin iç sularına veya limanlarına ulaşmak için karasularından geçilebilir.
- İç sulardan veya limanlardan açık denize ulaşmak için karasularından geçilebilir.
- İç sulara girmeksizin karasularında seyredilebilir.
Geçiş, sürekli, çabuk ve zararsız yapılmalıdır. Karasularında durma veya demirleme, ulaştırmanın olağan bir gereğiyse veya mücbir bir sebep dolayısıyla durulmuşsa zaruret halinde bulunan bir gemiye, uçağa veya kişilere yardım amacıyla durulmuşsa, bunlar geçiş halinin bozulduğu manasına gelmemektedir.
Geçişin zararsızlığını kıyı devleti değerlendirecektir. Ancak verilecek bu kararın sonuçları başka devletlerin haklarına tesir edeceği için kıyı devletinin verdiği bu kararla diğer devletler bağlanmaz ve onlar tarafından tartışılabilir. Eğer bu kararı kabul edilmezse bir uyuşmazlık çıkmış olur. Bu durumda genel kural olarak barışçı l yollardan halletmeye çalışılır.
Geçişin zararsızlığı, zararsız geçiş hakkının bir hak olarak ortaya çıkması için bulunması zorunlu olan bir unsurdur. Geçişin zararsız olması gerekir ki uluslararası hukuktan doğan bir hakkın olduğunu ileri sürebilesiniz. Geçişin zararsızlığı açısından Sözleşmelerde kullanılan, barış, düzen ve güvenlik ifadeleri, niyetleri itibariyle muğlak ve soyut oldukları için belli bir derecedeki takdir hakkını kıyı devletine bahşederler. Ancak kıyı devleti, bu noktadaki değerlendirmeyi yaparken makul olmalıdır. Makuliyet hukukta kabul edilen, özellikle boğazlardan ve karasularından geçişte kıyı devletinin ölçü kabul edebileceği bir kıstastır.
Savaş gemileri ve ticaret gemileri açısından zararsız geçiş hakkı aynı mıdır? Durum ticaret gemileri açısından bir itiraz yaratmaz. Ama savaş gemileri bakımından kamu yetkileri kullanan devlet gemileri bakımından kesin bir çözüm elde edilememiştir.
Türkiye’nin düzenlemelerine bakılırsa kıyılarımızı çevreleyen denizlerde, yeni bir durum, gelişme ortaya çıkması karşısında bir hareket serbestisi kazanmak için 1983 tarihli bir yönetmelik iç sular için bir düzenleme getirmekle beraber, yabancı savaş gemilerinin Türk karasularındaki durumuna ilişkin herhangi bir düzenleme getirmemiştir. Dolayısıyla hâlihazırda yabancı savaş gemilerinin Türk karasularından geçişine ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır.
Kıyı Devletinin Karasularında Yetkileri ve Yükümleri
Kıyı devleti, yabancı devletlerin gemilerinin zararsız geçiş hakkını kısıtlamamalı ve reddetmemeli, ulaşımla ilgili tehlikeleri duyurmalı, geçiş için herhangi bir ücret almamalı ve gemiler arasında hukuken ve fiilen bir ayırım yapmamalıdır. Kıyı devleti, zararsız olmayan geçişi önlemek için gerekli önlemleri alma yetkisi ve karasularında geçerli olan hukuki düzenini uygulamak yetkisini haizdir. Kıyı devletinin karasularında kullanabileceği yetkilerden bir tanesi de zararsız geçişin ertelenmesi yetkisidir. Bu erteleme yetkisi, birtakım şartlara tabi olarak kullanılabilir.
Zararsız geçiş, güvenliğinin korunması için elzem ise ertelenebilir. Bu koşullara bağlanarak kabul edilmiş olan erteleme yetkisi, bazı özellikleri olan boğazlarda kullanılmaz. Bu tür boğazlardan zararsız geçiş hakkı ertelenemez ama karasularından zararsız geçiş hakkı ertelenebilir.
Boğazlar
Boğazlar ulusal boğazlar olabilir, uluslararası boğazlar olabilir. Tek bir devletin kıyıdaşı olan veya kapalı bir denize bağlanan dar suyolları, ulusal boğazlar olarak nitelendirilmektedir. Karadeniz’i Azak Denizi’ne bağlayan Kerç Boğazı, Sovyetler Birliği döneminde millî bir boğazdır.
Uluslararası Boğazlar
Kıyı devletinin ulusal egemenliğindeki suyolu genişliği, karasuları genişliğinin iki katı ise ve tarihsel haklar yoksa bu suyolunun orta yerinde açık deniz alanı uluslararası hukuka tabi olacaktır. Dolayısıyla böyle bir boğaz ulusal bir boğaz olmaz.
Transit Geçiş Rejimi
Geçişe ilişkin bir rejimdir ve uluslararası boğazlara ilişkin kurallar bir andlaşmayla belirlenmişse bunu değiştirmemektedir. Bu kavram, hem denizden hem de boğazlar üzerindeki hava sahasından geçiş hakkını kapsamına alır. Zararsız geçiş ise sadece denizden geçişi kapsamaktadır.
Türk Boğazları ve Montrö Sözleşmesi
Türk Boğazları, İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı ile Türkiye’nin bir iç denizi olan Marmara Denizi’nden oluşmakta ve ilgili uluslararası sözleşmelerde deniz ulaştırması maksadıyla kullanılan tek bir suyolu olarak kabul edilmektedir. Montrö öncesi düzen olan 1923 tarihli Lozan Boğazların Rejimine Dair Sözleşme ile uluslararası nitelikli kurallara tabi kılınmıştır. Ticaret gemileri, Boğazlardan serbest geçiş ve ulaşım serbestisinden istifade edecektir. Savaş gemileri, barış zamanında, gündüz ve gece Boğazlardan geçebilirler. Tonaj kısıtlaması getirilmiştir. Boğazlar bölgesi silahsızlandırılmıştır. Boğazlar Komisyonu oluşturulmuştur.
Bitişik Bölge
1958 Cenevre Sözleşmesi’nde ortaya çıkmıştır. Karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 24 mile kadar olan alan bitişik bölgedir. Bitişik bölgede 12 millik alan içinde, doğrudan doğruya daha fazla haklar bahşeden karasuları hakları uygulanır.
Kıta Sahanlığı
Kısaca kıyı devletinin kara ülkesinin deniz altında süren doğal uzantısıdır. Kıta Sahanlığı ilk defa 1945 yılında Truman’ın bildirisiyle ortaya çıkmış ve çok kısa bir zamanda benimsenmiştir. Hatta bir örf ve âdet kuralı olduğu kabul edilmiştir. Kıyı devleti buradaki hakları, ilana gerek olmaksızın fiilen ve başlangıçtan itibaren kullanır.
Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması
İster yan yana, ister karşılıklı devletler olsun, kıta sahanlığının sınırı tarafların anlaşmasıyla saptanır.
Bu konuda bir anlaşma yoksa ve özel durumlar farklı bir sınırın saptanmasını haklı kılmıyorsa ülkeleri karşı karşıya olan devletler açısından her noktası karasularının esas hattına en yakın noktaya eşit uzaklıkta bulunan hat yani orta hat esas alınarak çizilir.
Kıyı Devletinin Kıta Sahanlığında Yetkileri
Kıyı devletinin, kara ülkesinin deniz altındaki doğal bir uzantısı olan kıta sahanlığındaki yetkilerinin varlık nedeni, kara ülkesindeki egemenlik hakkıdır. Bu yetkileri kazanması için herhangi bir başka işlem yapmasına gerek yoktur yani talep etmesi, kullanması, işgal etmesi gerekmemektedir.
Her ne amaçla olursa olsun, kıta sahanlığında kuyu açmak kıyı devletinin izne bağlıdır.
Kıta sahanlığının araştırılması ve işletilmesi için tesis ve cihazlar kurulması, çalıştırılması, bunların bakımının yapılması için ayrıca yetkilerden söz açılır ve kıyı devleti bu amaçla birtakım tesisler ve cihazlar kurmuşsa bunların etrafında 500 metreyi aşmayan genişlikte güvenlik bölgeleri oluşturabilir ve bu bölgeler ada sayılmaz.
Kıyı devleti, denizin canlı kaynaklarını korunması için uygun olan bütün önlemleri almak zorundadır.
Münhasır Ekonomik Bölge
III. Deniz Hukuku Konferansı’yla uluslararası hukukun gündemine girmiştir. Kıyı devleti karasularının ölçülmeye başlandığı hattan itibaren 200 deniz mili içindeki deniz alanlarında, deniz yatağında, toprak altında ayrıca üzerindeki sularda canlı ve canlı olmayan doğal kaynaklar üzerinde bazı ekonomik haklar kullanır.
Balıkçılık bölgesi ve açık denizde, balıkçılık konusunda devletlerin öncelikli hakları, “Münhasır Ekonomik Böl- ge” adı altında ve daha geniş bir çerçeve içinde dikkate alınmıştır.
Romanya ve Bulgaristan da, münhasır ekonomik bölgeye sahiptir. Günümüzde 59 ülkenin münhasır ekonomik bölgesi mevcuttur.
Açık Denizler ve Uluslararası Deniz Yatağı
Açık denizlerin serbestliği ilkesi söz konusudur. Bu ilkeye göre ulaştırma, avlanma, deniz altına kablo ve boru döşeme ve uçma serbestileri vardır. Açık denizlerde düzen ve bu düzenin sağlanmasına yönelik yetkiler içerisinde deniz haydutluğunu önleme, çık denizdeki gemiyi durdurma ve ziyaret, kesintisiz takip, izinsiz radyo yayınlarının önlenmesi vardır.
1982 BMDHS’nde kısaca Bölge olarak belirtilen alan, insanlığın ortak mirası olan bir deniz alanıdır. Bu deniz alanının işletilmesi, Uluslararası Deniz Yatağı Otoritesi’nce düzenlenecektir. Bu alandan barışçıl amaçlarla yararlanabilir. Buradan elde edilen gelir, üye devletler arasında paylaştırılacaktır.
ULUSLARARASI ÇEVRE HUKUKU
Uluslararası Çevre Hukukunun Gelişimi ve Kaynakları
Uluslararası çevre hukukunun oldukça genç bir hukuk dalı olduğunu söyleyebiliriz. 19. yüzyıldan itibaren uluslararası balıkçılığı düzenlemek gibi spesifik bazı andlaşmalar yapılmıştır. Ancak şehirleşme ve nüfus yoğunluğunun artması, ayrıca bilim ve teknikteki ilerlemeler ciddî çevre sorunlarını da beraberinde getirmiştir.
1968’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun insan çevresine dair bir konferansın toplanmasını önermesi üzerine 1972 yılında Stockholm’de B.M. İnsan Çevresine Dair Konferans toplanmıştır. Bu konferansta, 26 ilkeden oluşan, “İnsan Çevresine Dair Bildiri” yani “Stockholm Bildirisi” kabul edilmiştir. Eğer çevrenin hukuksallaşması açısından bir başlangıç noktası alınacaksa, kuşkusuz en uygun tarih Stockholm Konferansının toplanmasıdır.
Stockholm Konferansının çevre açısından önemi, çevre sorunlarının ilk kez uluslararası bir konferansa konu olmasıdır. Yol haritası olarak da 109 adet öneri içeren “İnsan Çevresine dair Eylem Planı” kabul edilmiştir. Eylem Plânının sonucu olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1972’de Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP)’i kurmuştur.
Konferanstan sonra devletler, çeşitli alanlarda uluslararası çevre hukukunu geliştirme yönünde hareket etmişlerdir. Stockholm Konferansı ile başlayan süreç ile çevre alanında uluslararası nitelikte pek çok andlaşma hayata geçirilmiştir.
Örneğin tehlikeye atılan türlerin korunmasına ilişkin olarak 1973 tarihli “Nesli Tehlikede Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine Dair Sözleşme” yok olma tehlikesine giren türlerin ticaretini sıkı bir şekilde düzenleyen küresel bir sistem kurmuştur.
Sınıraşan hava kirlenmesi açısından endişe duyan devletler 1979’da “Uzun Menzilli Sınır Aşan Hava Kirlenmesine Dair Sözleşme”yi imzalamış ve buna bağlı olarak da 1987 tarihli “Ozon Tabakasına Zarar Veren Maddelere İlişkin Montreal Protokolü” kabul edilmiştir.
1992 tarihli “İklim Değişikliğine Dair Birleşmiş Milletler Çerçeve Sözleşmesi”, küresel ısınmaya karşı hazırlanan bir sözleşmedir. 1997’de bu sözleşmeye bağlı olarak kabul edilen “Kyoto Protokolü” ile de devletlerin belirli bir zamanda hedefi yerine getirmek için yüküm altına sokulması amaçlanmıştır.
1992 tarihli “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi”, biyolojik çeşitliliği korumak için yapılan geniş kapsamlı bir çerçeve sözleşmedir.
Denizlerin anayasası olarak bilinen 1982 tarihli “Deniz Hukukuna Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”, deniz çevresinin korunmasına dair yeni ve geniş hükümler ihtiva etmektedir.
Andlaşma formunda kabul edilmemesine rağmen, BM Genel Kurulu’nun 1982 yılında kabul ettiği Dünya Doğa Şartı, doğanın muhafazası için devletlerin hukuk ve uygulamalarının bütünleşmesini istemektedir.
Bu evrensel düzenlemelerin yanı sıra birçok bölgesel ve iki taraflı uluslararası çevre andlaşmaları da akdedilmiştir Örnek olarak 1968 tarihli Doğanın ve Doğal Kaynakların Muhafazasına Dair Afrika Sözleşmesi’ni verebiliriz. Avrupa Topluluğu (AT) da çevre korunmasına dair üye devletler üzerinde bağlayıcılığı olan bazı yönergeler kabul etmiştir.
Stockholm Konferansı’nın 20. yılında toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişme Konferansı’nda Çevre ve Gelişmeye dair Rio Bildirisi benimsenmiştir. Konferans’ta onaylanan bir diğer belge, Gündem 21’dir. Gündem 21, Rio Bildirisi’nde yer alan ilkelerin uygulanmasını sağlayacak bir belgedir.
Bu Konferanstan sonra da yeni andlaşma ve protokoller yoluyla çevre hukuku geliştirilmiştir. 1994’te Özellikle Afrika’da Ciddi Kuraklık ve/veya Çölleşme Tecrübesi Yaşayan Ülkelerde Çölleşmeyle Mücadeleye Dair Sözleşme kabul edilmiştir. 2000 yılında Biyolojik Çeşitliliğe Dair Sözleşme’nin Biyogüvenliğe İlişkin Kartegana Protokolü kabul edilmiştir.
Uluslararası yargı kararlarında da çevreye dair andlaşmaların önemi vurgulanmıştır. “Nükleer Silâhların Tehdit ve Kullanımının Hukuka Uygunluğuna Dair Danışma Görüşü” ve “Gabcikovo Nagymaros Kararı” gibi yargı kararları çevre hukukunun gelişimine katkı sağlamıştır. Çevreye ilişkin sorunların uluslararası düzeyde yargı kararlarına konu olması, çevre hukukunun önemli bir aşama kat ettiğinin göstergesidir.
Uluslararası çevre hukukunun gelişimi ve kaynakları konusunu kısaca özetlersek çok taraflı ve bölgesel andlaşmalar ve protokoller uluslararası çevre hukukunun gelişiminde önemli bir unsurdur. Andlaşmalar, gerek sayıları gerekse düzenledikleri ilişkiler bakımından, günümüzde uluslararası hukukun en önemli kaynağını oluşturmaktadır. “Esnek hukuk” ise hukuksal açıdan bağlayıcılığı bulunmayan, ancak tarafların iyiniyet ilkesi gereği uyma ihtiyacı duydukları ve siyasal yaptırımlara sahip olan hukukî metinleri ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Ayrıca, Stockholm ve Rio Bildirileri gibi esnek hukuk belgelerinin zamanla örf ve adet hukuku kuralı haline gelmeleri de mümkündür.
Uluslararası çevre hukukunun gelişimi açısından uluslararası yargı kararlarının da önemli katkılarının bulunduğu açıktır. Devletler arasındaki çevre uyuşmazlıkları, uluslararası mahkemeler veya hakemler aracılığıyla çözülebilmektedir.
Uluslararası Çevre Hukukunun Gelişiminde Rol Oynayan Teşkilâtlar
Uluslararası çevre hukukunun gelişiminde yalnızca uluslararası çevre sorunlarıyla ilgili Birleşmiş Milletler
Genel Kurulu tarafından kurulan iki önemli uluslararası teşkilât vurgulanmalıdır:
• Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ve
• Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu (CSD).
Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Birleşmiş Milletler sistemi içinde ilk defa çevre gündemi ile yetkilendirilen özel bir hükümetlerarası organdır.
Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu ise, Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin işlevsel bir komisyonudur.
Dünya Gıda ve Tarım Teşkilâtı, Dünya Sağlık Teşkilâtı, BM Kalkınma Programı ve Dünya Bankası gibi Birleşmiş Milletler’in birçok uzman kuruluşu; ayrıca Afrika Birliği Teşkilâtı, Amerika Devletleri Teşkilatı veya Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği gibi bölgesel teşkilâtlar ve Avrupa Birliği gibi ulusüstü teşkilâtlar, uluslararası çevre hukukunun gelişiminde rol oynamıştır.
Dünya Yaban Hayatı Fonu gibi uluslararası hükümet dışı teşkilâtlar da uluslararası çevre hukukunun gelişiminde rol oynamaktadır.
Çevre Koruma ile İlgili Uluslararası Andlaşmaların Uluslararası Ticarete Etkileri
Çevre koruma ile ilgili andlaşmalara tarafların yükümlülüklere riayetini geliştirme veya taraf olmayanların andlaşmaya katılımlarını teşvik etme vasıtası olarak ticari önlemler koyulması, andlaşmaların amaçlarını yerine getirmek üzere belli çeşit ürünlerin ticaretinin doğrudan yasaklanması ya da sınırlanması şeklinde etkiler görülebilir. Gelişmiş ülkelerde oluşan sivil toplum duyarlılığı, bu devletleri çevre kirliliğinin önlenmesi için ileri düzeyde çevre standartları benimsemeye sevk etmiştir. Bu da, üretim maliyetlerini yükselten bir husus olup, sanayileşmiş ülkelerdeki ihracatçıların yakınmalarına sebep olmaktadır. Az gelişmiş ülkelerde bu standartların gözetilmemesi ve ona bağlı olarak üretim maliyetlerinin asgarî düzeyi koruyor olması, üreticileri isyan ettirmekte, haksız rekabet iddialarını gündeme getirmektedir.
Uluslararası Çevre Hukukunun Temel İlkeleri
Devletler, andlaşmaların geliştirilmesi, yorumlanması ve icra edilmesinde belirli anahtar ilkelere atıfta bulunurlar. Çevre hukukuna temel oluşturan bu ilkeler, çevre hukukunun bağımsız bir dal olarak gelişmesinde ve kendine özgü bir karakter kazanmasında önemli bir rol üstelenmektedir. Bu ilkeler, hem ulusal hem de uluslararası birçok metne yansıtılmıştır.
İnsanlığın ortak mirası ilkesi, devletlerin ülkelerinin dışında bulunan açık deniz ve açık deniz yatağı, Antartika ve uzay gibi kaynaklarda bütün insanların çıkar sahibi olması anlamına gelir. Hiçbir devlet bu küresel müşterek alanların kaynaklarını tüketemez ve bütün devletler, bunların idaresini barışçıl bir şekilde işbirliği içinde yapmaya zorlanır.
İnsanlığın ortak kaygısı ilkesi, devletlerin ülkeleri içinde yerleşik bulunan kaynaklara saygı gösterilmesi ile benzer bir kavramı anlatır.
Çevre zararının önlenmesi ilkesi, iki zıt fikri içerir:
• Biri devletlerin doğal olan egemenlik hakkı ve
• Diğeri bu egemenliği kullanırken ülkeleri ötesindeki çevreye zarar vermemeyi sağlamaları.
Bu ilkenin daha çok, önemli zararı yasakladığı veya bu zararı önlemeye çalışmada, devletin özen gösterme yükümünü taşıması gerektirdiği düşünülmektedir. “Korumak tedavi etmekten iyidir” şeklinde özetlenebilecek düşünceye dayanan bu ilke, çevre üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek faaliyetlerin olabilecek en erken aşamada engellenmesini amaçlamaktadır.
İhtiyat ilkesi, bir faaliyetin çevre açısından olumsuz sonuçlar doğuracağı konusunda ciddi bir şüphenin var olması halinde bilimsel bir kanıtın ortaya çıkışı beklenmeden önleyici tedbirlerin alınmasını öngörmektedir. Bu ilke uyarınca, çevreyi koruma konusunda önleyici önlemler sadece bilimin gerekli bulguları sağladığı durumlarda değil, sağlamadığı durumlarda da alınacaktır. “Bilimsel belirsizlik” halinin, önlem almaya engel teşkil etmemesi gerekmektedir.
Kirleten öder ilkesi: Kim çevre zararına neden olursa zararı gidermek için yapılan masrafları ödemeye zorlanmalıdır. Kirleten öder ilkesi genel olarak, çevresel zararlara neden olan kişilere sebep oldukları zararlarla mücadelenin bedelinin ödettirilmesini amaçlamaktadır. İlkenin özü, kirletenlerin, ekonomik olarak etkili kararlar verirken çevresel faktörleri de dikkate almasıdır.
Ayırım yapmama ilkesi, her devletin çevre koruma rejiminin, kirlenmeden etkilenen devlet veya devletler arasında ayırım yapmamasını öngörür.
Ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk ilkesi uyarınca, gelişmiş devletler, küresel çevre bozulmasına orantısız şekilde katkıda bulunduğu ve daha fazla mali ve teknolojik kaynak yönettiği için bu devletler, küresel sürdürülebilir gelişmenin devamının ağırlığını omuzlamak sorumluluğunu haizdirler.
Nesillerarası eşitlik ilkesi, mevcut nesillerin ihtiyaçlarının, gelecek nesillerin ihtiyaçlarını karşılama hakkında tercihler yapılmasında gözden çıkarılamayacağını vurgular.
Uluslararası Çevreyi Koruma Ve Muhafazada Kullanılan Hukuki Düzenleme Teknikleri
Bütün çevre andlaşmalarında bazı şekilde küresel çevreyi koruma ve muhafaza yolları aranırken, devletlerin davranışlarını düzenlemek üzere çeşitli teknikler kullanılmaktadır.
Çevresel tehditlere dair güvenilir bilgi edinmek amacıyla devletin çevre kalitesini etkileyebilecek faaliyetleri izlemeyi ve bilgilendirmeyi gerektiren hükümlere yer verilebilir.
Projelerin muhtemel çevre sonuçlarını dikkate alacak çevresel etki değerlendirmesi yapılması gerekli görülebilir.
Devletlerin en uygun teknolojiyi uygulamalarını veya olumsuz çevresel etkiyi ortadan kaldırmak için en elverişli vasıtaları kullanmalarını gerektirebilir.
Ürünlerin üretilme biçimine veya ürünün kendisine dair standartlar belirlenebilir. Zarar riski yüksekse, belirli ürün veya üretim yöntemleri sınırlanabilir veya tamamen yasaklanabilir.
Bazı yeni andlaşmalar, akid devletlere özel sınırlamalar yüklemekten ziyade, çevreyi kirleten faaliyetlerde verimliliği teşvik etmek için piyasa temelli önlemlere davet eder veya izin verir. Bu gibi önlemler, salınımlarla kirletenlere vergi konulması veya devredilebilen bir izin sistemini içerebilir. Hukuki sorumluluk yükleyen andlaşmalar da yapılabilir.
İNSANCIL HUKUK
İnsancıl Hukukun Tanımı
İnsancıl hukuk ve insan hakları hukuku arasında esas itibarıyla önemli farklar vardır. İnsancıl hukuk, devlet ile devlet arasındaki ilişkileri düzenler. Eşitler arası ilişkiler söz konusudur. İnsan hakları hukuku, devlet ile bireyler, yani devlet ile tebaası arasındaki ilişkileri düzenler. Kural olarak, her zaman (barış zamanı veya savaş zamanı) uygulanır. Ancak bazı andlaşmalar, hükümetlerin, savaş durumunda veya olağanüstü hal durumlarında bazı istisnalar dışında insan temel hak ve özgürlüklerini askıya alabilmesine izin verir. İnsancıl hukukun düzenlediği hakların ise askıya alınması söz konusu değildir. İnsancıl hukuk, savaş durumunda uygulanır. Savaş hukukunda, barış zamanında olmayan yeni birtakım haklar devreye girer. Örneğin, bireylerin tıbbî ve bilimsel deneylere tâbi tutulma yasağı vs.
İnsancıl Hukukun Gelişimi ve Kaynakları
Silahlı çatışma hukuku ve teamül kuralları, büyük ölçüde Lahey’de yapılan 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmeleri dâhilindeki kodlaştırma çabalarının konusunu oluşturmuştur ve kısmen de 1874 tarihli Brüksel Konferansı’nın sonuçlarıyla, 1868 tarihli St. Petersburg Bildirisi’ne dayanır. Bunlara, Cenevre kuralları ile 1864, 1906 ve 1929 tarihli Savaş Alanındaki Ordularda Bulunan Hasta ve Yaralıların Durumunun İyileştirilmesine dair Cenevre Sözleşmeleri ile 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri’nde içerilen kurallar ilave edilmelidir.
Uluslararası insancıl hukukun önemli bir kısmını oluşturan 1949 tarihli dört Cenevre Sözleşmesi, dünyadaki hemen her devletin bağlanmayı kabul ettiği andlaşmalardır. Birleşmiş Milletler (BM) üyesi devletlerin tamamı dahil olmak üzere birçok devlet bu andlaşmaların tarafı olmuştur. Bu andlaşmalar, konusu itibarıyla savaş mağdurlarını korur, savaş mağduru olmayan sakat silahlı kuvvet personeline ve düşmanca davranış içinde olmayan kişilere garanti sağlar ve 1977 tarihli Ek Protokoller’le geliştirilmişlerdir. Bütün bunlar, askerî harekât esnasındaki davranışların bir hukuki düzenlemeler bütününe tabi olduğunu gösterir.
Jus Ad Bellum ve Jus In Bello Kavramı Arasındaki Ayırım
Uluslararası insancıl hukukun iki yüzü mevcuttur: İnsancıl hukukun birinci yüzü, BM Şartı’nda zikredilen ve uluslararası hukukun ayrı ama önemli bir kısmını oluşturan devletlerin güç kullanıp kullanamayacağı meselesi ya da başka deyişle silahlı güç kullanımının meşru olup olmadığı, uluslararası hukukun güç kullanımını meşru saydığı hâllerle ilgili kurallar (jus ad bellum, savaş yapma hakkı) dır. İkinci yüzü ise çatışmalar süresince uygulanacak hukuki rejimi düzenleyen kurallar (jus in bello, savaş içindeki haklar, yükümlülükler) dır.
Savaş meşru olsun olmasın, insancıl hukukun amacı, bir savaş durumunda asgari bir uygarlık standardının gerçekleştirilmesini sağlamak, değerlerin gereksiz tahribini önlemektir. Böylelikle, bu hukukun gayrımeşru savaşlarda da geçerli olduğu ileri sürülebilir. Sart düzeninde, savaş yasaklanmıştır. Savaşın yasaklanması, silahlı çatışmalarda sınır olmadığını göstermez. Jus in bello’nun uygulanması çatışmanın başlamasına bağlıdır. Çatışmanın meşru olup olmadığı veya savaşa başvuru hakkına sahip olunup olmadığı önemli değildir. Dolayısıyla jus ad bellum ve jus in bello arasında bu anlamda bir bağlılık mevcuttur ve her ikisi de uluslararası hukukun parçasıdır.
Uluslararası Silahlı Güçler ve Barış Gücü Uygulamaları
Savaş hukuku alanındaki kurallar, münferit devletler arasındaki silahlı çatışmalar çerçevesinde geliştirilmiştir. Savaşı yöneten örf ve âdet ile ahdî kurallar oluşturulurken bugünkü anlamda uluslararası silahlı güç olmadığı için bunları yöneten kurallar da bulunmamaktadır. Günümüzde, savaş hukukuna dair bir inceleme, çatışmaya taraf olanlar gibi uluslararası kumanda altındaki güçlere değinmeden sonuçlandırılamaz.
Birleşmiş Milletler, küresel ortaklaşa güvenlik sisteminin ve bunun dışında pek çok bölgesel savunma düzenlemesinin geliştirilmesi ve bu çerçevede barış gücü uygulamalarının ortaya çıkması, savaş hukuku açısından birçok sorunlar yaratmıştır.
Birleşmiş Milletler Gücü’nün amaçları, çatışma tehlikelerini teşhis etme ve kaynaklarını diplomasi yoluyla ortadan kaldırma, çatışma ortaya çıktığında buna yol açan meseleleri çözmek amacıyla barışı kurma, barışı korumak için yapılan anlaşmaların icrasına yardımcı olma, barışın tesisine yardımcı olmak için hazır bulunma, iç savaş ve çatışma nedeniyle bozulan altyapı ve kurumları yeniden inşa etme ve uluslararası barışçıl menfaat bağlarını inşa etme, çatışmanın altında yatan temel sebepleri ortaya koymadır. Önleyici diplomasi, barışı kurma, barışı koruma ve barışı uygulama bu amaçları gerçekleştirmek için kullanılan tekniklerdir. Barışı uygulama amacıyla göre yapılması için ilgili ülkenin iznine gerek yokken barışı kurma veya barışı koruma için ilgili ülkenin iznine gerek vardır.
Birleşmiş Milletler haricindeki barış gücü uygulamaları da vardır. Amerikan Devletleri Teşkilatınca Dominik Cumhuriyeti’ne gönderilen Amerikalılararası Barış Gücü, Arap Birliği’nce Lübnan’a gönderilen Arap Caydırıcı Gücü ve Güney Rodezya’da görevlendirilen barış güçleri bunlara örnek gösterilebilir.
İç Savaş ve Çatışmalar, Muhariplik, Asilik
Meşru bir hükûmetin devrilmesi veya devletten ayrılmak için çıkarılan iç karışıklıklar devletin iç işidir ve karışılmaz. İsyancılar suçlu sayılırsa sorun devletin yetkisindedir. De Facto tanımadan önce devletlerce isyancılara savaşan veya asi sıfatı tanınabilir. Üçüncü devletlerin asilerle pazarlığa girmesi durumunda asilik sıfatı tanınmış olur. Muharip (savaşan) statüsü resmî bir statüdür. Savaş hukukunun savaşanlara tanıdığı barış zamanında sahip olunmayan birtakım yetkilerin uygulanması imkânını verir. Üçüncü devletler, asilik sıfatını tanıdıklarında savaşanlara tarafsız olmak zorundadır. Bu sıfat tanınırsa mesela karasularına bitişik açık deniz kesiminde tarafsız gemileri durdurma ve arama, harp kaçağı malı yasaklama, abluka altına alma, düşmanca davranışları engelleme gibi önemli yetkilere sahip olunur. Savaşan sıfatı tanınmadan asilik sıfatı tanınabilir. Asilik sıfatının etkileri, savaşan sıfatına göre daha sınırlıdır. Üçüncü devletler bu sıfatı tanımakla isyancılara sınırlı savaşan olma hakkı tanır. İsyancılar, açık denizde başka devletlerin gemilerini durdurup arayamazlar, bunu ancak etkin oldukları karasularındaki gemilerine yapabilirler. Üçüncü devletler, asilik sıfatını tanıdıkları zaman, savaşanlara karşı tarafsız davranmak zorundadır.
Terörizmle Mücadele ve Uluslararası İnsancıl Hukuk
Terör, hedefte ayrım gözetmeyen bir eylemler bütünüdür. Korkutarak siyasi amaca ulaşmayı ister. İnsancıl hukuk, savaş hukuku veya silahlı çatışma hukuku olarak belirtilebilmesine rağmen, silahlı çatışma sırasında yasaklanan eylemlerin çoğu, barış zamanında işlenmiş olsaydı terörizm olarak adlandırılabilirdi. Aslında, silahlı çatışma durumunda sivillere ve sivil hedeflere karşı işlenen kasıtlı şiddet eylemlerini terörizm olarak tanımlamanın hukuken bir değeri yoktur. Zira, bu eylemler savaş suçu teşkil eder. Terör, insanlık aleyhine işlenen suçlar arasına sokulmak istenmektedir (Uluslararası Ceza Mahkemeleri Statüsü). Ancak, BM Genel Sekreter’i, 2004 yılında gerçekleştirilen bir panelde, saike bakılmaksızın sivillere karşı kasıtlı bir saldırının terörizm eylemi olarak dikkate alınabileceğini vurgulamıştır.
İnsancıl hukuk, özellikle terörizm önlemlerinden ve terörizm eylemlerinden söz açar. Hem Cenevre Sözleşmeleri, hem Ek Protokoller sivil nüfus arasında terör yaymayı amaçlayan eylemleri yasaklar. Bu hükümler, düşmanca davranışları yöneten uluslararası insancıl hukukun esaslı unsurlarını oluşturmaktadır.
Silahlı çatışma, çatışmaya katılan tarafların varlığını gerektirir. Bunlar iki veya daha fazla devlettir. Uluslararası olmayanların taraflarıysa devletler ve silahlı gruplar olabilir. Her iki durumda da silahlı çatışma tarafı, askerî benzeri bir yapılanma sergiler. Bu da belli bir düzeyde teşkilatlanma ve kumanda yapısını ihtiva eder. Böylelikle, insancıl hukuka saygı ve saygı gösterilmesini sağlama mümkün olur.
Terörist eylemleri önlemek ve bastırmak için devletlerce alınan tedbirlerin çoğu silahlı çatışma niteliği taşımaz. Bilgi toplama, polis ve yargının iş birliği, sınır dışı etme, cezai önlemler alınması, mali soruşturma, şüpheli teröristlere yardım eden devletler üzerinde diplomatik ve ekonomik baskı yapılması veya mal varlığının dondurulması gibi tedbirler, genellikle savaş eylemleri olarak kabul edilmez. Terörizm, bir olgu (fenomen)dur. Savaş, bir olguya karşı yürütülemez fakat sadece kimliği belirlenebilir bir silahlı çatışmaya karşı sürdürülebilir. Dolayısıyla terörizme karşı mücadele ifadesi, terörizme karşı savaş ifadesinden daha uygun olacaktır. Terörizme karşı mücadele eden iki ya da daha fazla devletin, uluslararası silahlı çatışmayla ilgili olarak alıkoyduğu kişiler, uluslararası silahlı çatışmalara uygulanabilen insancıl hukukça korunur. Yakalanan çarpışanlara, savaş esiri statüsü verilmelidir. Bu kişiler, sadece düşmanca davranışlar içinde bulunduğu için yargılanamaz ama işlenebilecek olan savaş suçlarından yargılanabilir. Uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmayla ilgili olarak alıkonan kişiler, Haziran 2002’den beri Afganistan’da olduğu gibi, Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak 3. maddesindeki hüküm ve insancıl hukukun örf ve âdet kurallarınca korunur. Terörizme karşı mücadele çerçevesinde silahlı çatışma dışında alıkonan bütün kişiler, alıkoyanın iç hukuku ve uluslararası insan hakları hukukunca korunur. Yani yakalanan hiçbir kimse hukukun koruması haricinde kabul edilemez.
Savaş Hukukunun Temel İlkeleri
Bu ilkelerden öncelikle, savaşanların davranışlarının hukuka tâbi olduğu ilkesini belirterek başlamak gerekir. Savaştaki askerî zorunluluk ilkesi, savaş hukuku ve tarafsızlıktan kaynaklanan yüküm ve yasakları geçersiz kılmaz. Askerî zorunluluk uyarınca yapılan eylem, düşmanı yenmek için zorunlu olan fakat aynı zamanda hukuk ve teamül kurallarının ışığında kabul edilebilir olan birtakım önlemlerin alınmasını ihtiva etmelidir.
Teknolojik gelişme ve yeni silahların keşfi karşısında hukuki düzenlemelerin gerçekleştirilmesinde aksamalar olmakta ve gelişmelerin gerisinde kalınmaktadır. Bu olgu, düzenlenmemiş kabul edilen durumlarda savaşanların, tam bir hareket serbestîsini haiz olduğu ilkesi olarak yorumlanamaz. İnsaniyet ilkesi sonuçları katlanarak artan diğer bir ilkedir. Çarpışanların, gereksiz acıya neden olan silah, mermi veya maddeleri kullanmaları yasaklanmıştır.
Savaş hukuku, sivil nüfus, silahlı güçler, savunmalı ve savunmasız alanlar, hava savaşı tekniklerinin gelişmesiyle askerî ve sivil hedefler arasında açık bir ayırıma dayanır. Öte yandan diğer bir temel ayırım da savaşan ve tarafsız devlet ve kişiler arasındaki ayırımdır. Bu doğrultuda devletler, hiç bir zaman sivilleri saldırı konusu yapmamalıdır ve sonuç olarak sivil ve askerî hedefleri ayırmaları mümkün değilse silahları kullanmamalıdır. Diğer bir ilke, çarpışanların gereksiz acı çekmesine neden olmanın yasaklanmasıdır. Bu ilkenin uygulanması, kullandıkları silahların seçiminde sınırsız özgürlüğe sahip olmadıklarını gösterir.
Savaş veya Silahlı Çatışmalar Hukukunun Tanımı ve Türleri
Savaş uluslararası toplumda iki amaca hizmet etmiştir: Yetkili uluslararası mahkemelerin olmadığı durumda, kendi kuvvetini kullanmak suretiyle hakkını elde etme aynı zamanda, uluslararası hukuk kurallarının değiştirilmesinde ve koşulları değiştirecek kuralların kabulünde devletlere yardımcı bir yöntem olma. Savaş genel olarak, devletler arasındaki ve belirli bir yoğunluktaki silahlı çatışmalar veya silahlı güç kullanılması vasıtasıyla diğerlerine karşı üstünlük sağlaması olarak tanımlanabilir. Zaman içinde savaş terimi, yerini silahlı çatışma terimine bırakmıştır. Silahlı çatışma, BM şartı uyarınca de facto bir durum olarak değerlendirilmektedir. Günümüzde savaş ve silahlı çatışma tabirleri açısından bir kavram kargaşası mevcuttur. Barış ve savaş durumu arasındaki ayrılık açık bir şekilde seçilmekle beraber, barış ve silahlı çatışma arasında bu derece kesin bir ayrılık olmayabilir. Savaş durumunda taraflar arasındaki normal ilişkiler tamamıyla ortadan kalkarken bugün bir silahlı çatışmanın başlaması, taraflar arasındaki hasmane olmayan ilişkilere zorunlu olarak ara verilmesi anlamına gelmez. Yani, taraflar arasındaki diplomatik ilişkiler zorunlu olarak sona ermez veya ertelenmez.
Uluslararası insancıl hukuk, silahlı çatışmaları ikiye ayırmaktadır: Uluslararası Nitelikte Olan ve Olmayan Silahlı Çatışmalar. Uluslararası nitelikte olan silahlı çatışmalar, en az iki devletin dahil olduğu çatışmalardır. Bu tür çatışmalar, Cenevre Sözleşmeleri Ek Protokol I’deki kurallar dahil, geniş kapsamlı kurallara tabidir. Tek bir devletin ülkesiyle sınırlı olan çatışmalardır. Bu tür çatışmalara Ek Protokol II gereğince daha sınırlı kapsamlı bir dizi kural uygulanır.
Savaş veya Silahlı Çatışmaların Başlaması, Düşmanca Davranışların Süresi ve Savaşın Sona Ermesi
Savaş, devletin kendisini savaş hâlinde kabul ettiğini ilan ve resmen bildirimi ile veya bir devletin diğer bir devlete karşı basit bir şekilde askerî silahlı kuvvet kullanarak düşmanca davranışlarda bulunmasıyla başlar.
Düşmanca davranışların süresi 3 şekilde belirlenir:
- Silah Bırakışması; ilgili silahlı çatışmanın kısa süreli ve yerel olarak durdurulacağını gösteren bir anlaşmadır. Savaşanlara yaralılarını toplama veya ölülerini gömmeye fırsat vermek üzere çatışmaya ara verilmesi gibi sadece askerî amaçlarla yapılır.
- Mütareke; bir savaş andlaşmasıdır ve savaşanlar arasında yapılır. Umumi veya kısmi olarak yapılabilir. Umumi mütarekelerin siyasi sonuçları da olduğundan bunları akdetmeye savaşan devlet hükûmetleri veya onlar adına başkomutanlar, kısmi mütarekeleri ise başkomutanlar ve ordu komutanları yetkilidir.
- Ateşkes; çatışmalara geçici olarak ara verildiğini belirtmek amacıyla yapılır ve silah bırakışmasından daha uzun süreli uygulanır.
Savaş, galip devletin mağlubu ortadan kaldırması, bir barış andlaşması yapılması, kayıtsız şartsız teslim, barış ilişkilerine geçilmesi, çatışmaya ara verilmesi gibi çeşitli yollarla sona erebilir. Barış andlaşması yapılması normal ve tercih edilen bir tarz olmakla beraber ateşkes, ara verme anlaşması, mütareke, ön barış görüşmeleri savaşı hukuki yoldan sona erdirmez. Barış ilişkilerine geçilmesi bir diğer savaşın sona erme yoludur. Örneğin diplomatik elçi teatisi yapılabilir. Çatışmaya ara verilmesi, nadir rastlanan bir olaydır. Devletler genel olarak savaşı bu yöntemle sona erdirmekten kaçınırlar. Zira savaşın sona erdiği kesin zaman hususunda sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Hükûmetle silahlı gruplar arasında uzun süren çatışmalar genel barışın kurulmasıyla sona erer. İç çatışmalar, barışçı çözüme kadar devam ediyor sayılır. İnsancıl hukuk, savaşanın bütün ülkesinde ve fiilen çatışma olsun olmasın, bir tarafın kontrolü altındaki ülkenin bütününde uygulanır. Silahlı çatışmaların sona ermesiyle birlikte, iç hukuk uygulanmaya başlar.
Klasik Savaş Hukukunun Bazı Ayırımları
Klâsik savaş hukukunu;
• Tarafsız ve savaşan ayırımı;
• Coğrafi sınır ayırımı;
• Askerî, sivil hedef, kişi ve nesneler arasındaki ayırım;
• Çarpışan ve çarpışmayan ayırımına tabi tutabiliriz.
Tarafsız ve Savaşan Ayırımı: Klasik uluslararası hukukta savaş ve savaşa katılıp katılmama devletler için bir haktır. Ancak tarafsızlık bir hak değildir. Tarafsız olduğunu söyleyen bir devlete diğer devletlerin rıza göstermeleri beklenmemektedir. Tarafsızlık, bir devletin iki veya daha çok devlet arasında çıkmış olan bir savaşta, kendisini fiilî ve hukuki bakımdan savaş hâli dışında tutması ve savaşan devletlerin de öyle saymalarıdır. Tarafsızlık iki ana ilkede belirginleşmiştir. İlki olan çekimser kalma ilkesi, savaş eylemlerine katılmamadır. Tarafsız devlet ülkesinin bir savaşan devlete karşı üs olarak kullanılmasına izin veremez. Diğeri olan fark gözetmeme ilkesi ise savaşanlardan birine tanıdığı hakkı diğerine de tanımaktır.
Sürekli tarafsızlık, bir devletin diğer devletlerce siyasi bağımsızlığının ve ülke bütünlüğünün teminat altına alınmasına karşılık meşrû müdafaa hariç, savaş hakkından ve askerî ittifaklara girme hakkından vazgeçmesidir. Bir devlet barış zamanında sürekli tarafsızlık statüsüne girebilir.
Coğrafi Sınır Ayırımı: Savaş yapma yetkisi coğrafi sınırlamaya tabidir. Savaş bölgesi, tarafsız devlet ülkesi ve savaştan önce veya sonra anlaşmayla savaş bölgesi dışına çıkarılan yerler haricindeki her yer savaş bölgesi olabilir. Savaşanların deniz ülkesi, açık denizler, sahipsiz ülkeler ve üzerlerindeki hava sahası, gök cisimleri dışında uzay savaş eylemlerinin yapılabileceği yerlerdir. Açık denizler, ay ve gök cisimleri barışçıl amaçlarla kullanılmalıdır ama bu, onların askerî amaçlarla kullanımını engellemez.
Askeri, Sivil Hedef, Kişi ve Nesneler Arasındaki Ayırım: Askerî hedef; nitelikleri, yeri, amacı veya kullanımı, askerî harekâta etkin katkı sağlayan ve tamamen veya kısmen tahribi, zaptı veya etkisiz kılınması, saldırının yapıldığı andaki hâl ve şartlar altında kesin askerî yarar sunan mallardır. Askerî hedef olmayan tüm hedeflerse sivil hedef sayılır. Hedefin niteliğinden kuşku duyuluyorsa askerî hedef olarak değerlendirilmez.
Ek Protokol I’in 51-53, 57 ve 58’inci madde hükümleri ile kültürel varlıkları, dinî yerleri, tarihî anıtları saldırıdan veya askerî misillemelerden hariç tutmaya dair önceki düzen sürdürülmüştür. Kültürel mallar, saldırı muafiyetini haizdir. Sivil halkın varlığını devam ettirmesi için gerekli nesnelerin korunması gereklidir. Bunlar, misillemeye hedef olamaz. Doğal çevreye karşı, yaygın, uzun süreli ve ciddi zarar verecek eylemler yasaktır. Ayrıca protokol sivil nüfusun hayatta kalması için vazgeçilemez olan hedeflerin korunmasını öngörür.
Savaşa Katılanlar: Çarpışan ve Çarpışmayan Ayırımı: Çarpışanlar, savaş eylemlerini yapma yetkisini haizdir. Savaş esiri muamelesine tabi tutulurlar. Çarpışmayanlar, savaş eylemlerinin hedefi olamazlar. Savaş yetkisi kullanmaya haiz değildirler. Çarpışan, normal olarak bir savaşta çarpışan kişiler, savaşanların düzenli silahlı kuvvetleridir. Bu kuvvetlere kimlerin dâhil olduğu her bir ülkenin iç hukukuna tâbi olacaktır. Bu tanınmış silahlı kuvvetlere ilave olarak düzenli olmayan birlikler de görülebilir.
Savaş Halinde İşgal
Bir ülke, hasım ordunun yetkisi altına girdiğinde işgal edilmiş sayılır. İstila eden, kendi yetkisini, meşrû egemenin yerine kullanır. İşgal altındaki topraklarda üç ayrı hukuk sistemi uygulanır: Meşrû egemenin yerel hukuku, işgal edenin hukuku, uluslararası hukukun uygulanabilir teamül ve ahdî kuralları.
İşgal, de facto temelde tesis edilir. Varlığı sürdürülmesine bağlıdır. İşgal edilen topraklarda egemenlik sona ermez. Uluslararası hukuk, işgalin geçerli olması için resmî bir ilanı gerekli görmez.
İşgal edilen alan, meşrû egemen veya müttefikleri tarafından veya yerli halkın başarılı direnişiyle kurtarılabilir. Bir barış andlaşmasıyla meşrû egemene idaresi geri dönebilir. Meşrû egemenin kayıtsız şartsız tesliminden sonra işgal edene katılabilir. Uluslararası teamül ve ahdî hukuk kurallarını ihlâl eden kural ve emirler geçersiz olacaktır. İşgal edenin işgal edilen ülkede hukuka uygun olarak yaptıklarıyla ilgiliyse, idareyi geri alan meşrû egemen bunların geçerliliğine karar verecektir. Meşrû egemen, hukuka uygun idari işlemlere saygı göstermeli ve geçerliliğini kabul etmelidir.
İnsancıl Hukukun İhlalinin Engellenmesi, Kurallarına Riayetin Sağlanması ve Bu Kuralların Uygulanması
Uluslararası hukuk kuralları merkezî bir organ tarafından uygulanmamaktadır. Ciddî yaygın ve sürekli insan hakları ihlalleri, terörizm eylemleri ve demokratik kurumların devrilmesi barışın tehdidi olarak algılanmıştır. Tek istisna, BM şartı’nın VII. bölümü uyarınca Güvenlik Konseyi’nin barışın bozulması, tehdidi ve bir saldırı fiilinin vukuu durumunda kullanabileceği zorlayıcı tedbirlerdir. Zararla karşılık, misilleme ve meşrû müdafaa, uluslararası hukuk yükümlülüklerinin yerine getirilmesinde klasik savaşa varmayan bireysel zorlama biçimleri olarak kabul edilmektedir. Tazminat talepleri, bireylerin cezalandırılması veya bireylerin mal ve servetine karşı alınan tedbirler, özellikle insancıl hukuka ilişkin olanlarına riayet edilmesini sağlayan zorlayıcı yöntemler arasında belirtilir.
Olguların kanıtlanması maksadıyla savaşanlar, ad hoc soruşturma yapılması hususunda anlaşabilir. Mağdur devlet, suçlu devlete karşı protesto edilmesi ve suçluların cezalandırılması ve/veya tazminat ödenmesi, tarafsız bir üçüncü kişinin müdahalesi, misilleme uygulanması münferit suçluların cezalandırılması yollarına başvurabilir. Tazminat ödenmesi yükümü, ihlalin, tazmin edilebilir zararlar oluşturması durumunda öngörülmüştür.
Misilleme: Karşılıklılık ilkesine dayanır. Barış zamanında yasak olmakla birlikte, savaş hukukunda yeri vardır. Uluslararası Hukuk Komisyonu “karşı önlemler” terimini kullanır. Amaç, düşmanı hukuka aykırı faaliyeti durdurması için ikna etmek ve silahlı çatışma hukukuna uymasını sağlamaktır.
Koruyucu güç: Çatışma taraflarından birinin kontrolü altında bulunan savaş esiri veya işgal altındaki sivili, diğer çatışma tarafının vatandaşlarının haklarını korumak için atanmış Koruyucu Güçtür.
Uluslararası Kızılhaç Teşkilatı: İnsancıl hukukun geliştirilmesinde ve uygulamasında önemli katkıları olan bir kurumdur. Dört unsurdan oluşmaktadır:
• Uluslararası Kızılhaç Komitesi,
• Millî Kızılhaç ve Kızılay Cemiyetleri,
• Millî Kızılhaç ve Kızılay Cemiyetleri Uluslararası Federasyonu,
• Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Konferansı.
Uluslararası Kızılhaç Komitesi: Cenevre’de konuşlanmış bağımsız bir insancıl teşkilattır. Ana amacı, silahlı çatışma mağdurlarına yardım ve koruma sağlamaktır.
Uluslararası Soruşturma Komisyonu: Uluslararası insancıl hukukun ağır ve diğer ciddi ihlallerinin araştırılmasını amaçlar. Mahkeme veya yargı işlevi gören bir organ değildir.
Bölgesel veya uluslararası mahkemeler, uyuşmazlıkların çözümü ve uluslararası hukuka saygı gösterilmesi açısından önemli vasıtalardır. Uluslararası Nüremberg ve Tokyo Askerî Mahkemeleri’ bu konuda ilklerdir.
Devletin eylemleri hukuka aykırı ise uluslararası sorumluluk söz konusudur. Uluslararası sorumluluk, tamir yükümü doğurur. Devletin sorumluluğuna dair başlıca şunlar söylenebilir: Bir fiilin uluslararası sorumluluk doğurabilmesi için uluslararası bir yükümlülüğü ihlal etmesi gerekir. Uluslararası haksız fiilin gerçekleştirilmesine yardım veya destek olunması da belli koşullar altında sorumluluğu doğurmaktadır. Hedef devletin rızası, devletin meşrû müdafaa durumunda olması, karşı önlemler, mücbir sebep, zaruret hâli, gereklilik ve emredici kurallara uygunluk durumları hukuka aykırılığı ortadan kaldırabilmektedir. Devletler için söz konusu olan uluslararası hukuki sorumluluk olup, cezai sorumluluk ise bireyseldir.
ULUSLARARASI HAVA VE UZAY HUKUKU
Uluslararası Hava Hukuku
Uluslararası hava hukuku, hava hukukuna dair uluslararası kurumlar dâhil sivil havacılığa ilişkin uluslararası hukukun bir parçasıdır. Havacılık, bütün veçheleriyle hava araçlarının kullanımı ve işletimine karşılık gelir.
Devletin hava ülkesi, devletin kara ülkesi ve deniz ülkesi üzerindeki, hava sahasıdır. Deniz ülkesi iç sular ve karasularından oluşur. Genel olarak devletin hava sahası, ülke ile aynı hukuki statüye sahiptir. Ancak uzayla sınırı, hukuken belirsizdir. Hava sahasının dikey olarak genişliğine yani millî yetkiye tabi olmayan uzayla sınırına dair 30 km’den 160 km’ye kadar aralıktaki mesafede olması hususunda öneriler yapılsa da uluslararası bir anlaşma bulunmamaktadır. Günümüz hukuku, hava sahası üzerinde devletin egemenlik hakkını haiz olduğu ilkesine dayanır. Devletin egemenliğine getirilen sınırlamaların kaynağı, bu konuda akdedilen, iki veya çok taraflı andlaşmalardır. Ulusal hava sahası, karasularının dış sınırına kadar uzanır. Mamafih, yabancı uçaklar için karasularının üzerindeki hava sahasında zararsız geçiş hakkı yoktur.
Hava Ulaştırması
Uluslararası hava ulaştırmasını düzenleyen ilk çok taraflı andlaşma,1919 tarihli Hava Ulaştırmasının Düzenlenmesine Dair Paris Sözleşmesi’dir. Paris’te benimsenen yaklaşım, devletlerin ülkeleri ve karasuları üzerindeki hava sahasında egemenliklerinin tam olması gerektiğidir. Devletin egemenliğinin sınırsız bir mesafede yukarıya doğru genişlemesi bu görüşün egemenlik anlayışını tanımlar. Ulusal egemenliğe tabi olmayan açık denizler ve diğer alanların üstündeki hava sahasında ise tam bir geçiş serbestîsi olduğu kabul edilmiştir. Andlaşma, barış zamanında geçerli olan bir düzen getirir. Bu andlaşmayla âkid taraflar, diğer âkid tarafların sivil hava gemilerine, egemenliklerine tabi olan hava sahasında, zararsız geçiş hakkı tanıma yükümünü yüklenmişlerdir. Paris Sözleşmesi’nin en eksik ve sakıncalı yönü, uluslararası tarifeli hava seferlerini, bu düzenin dışında tutması olmuştur.
Hava ulaştırması ile ilgili mevcut rejim, 1944 Şikago Konferansı’nda geliştirilmiştir. Burada kabul edilen 1944 tarihli Uluslararası Sivil Havacılığa Dair Şikago Sözleşmesi, uluslararası sivil havacılığın hukuki çerçevesini çizmiştir. Bu Sözleşme, daha önce imzalanmış Paris ve Havana Sözleşmeleri’nin yerini almış ve kurumsal bir üst yapı oluşturmuştur. Andlaşma, sivil hava gemileri bakımından bir düzenleme getirir. Sözleşme ile her devlete kendi üzerindeki hava sahasında “kısıtlamasız ve tekelci bir egemenlik” tanınmıştır. Fakat taraflar, bu egemenliğin kullanımının yanında herhangi bir tarifeye bağlı olmayan uçaklara önceden izin almadan -sözleşmeye taraf devletin ülkesine veya ticari amaçlı inişler hariç- sözleşmeye taraf ülkenin hava sahasından transit olarak geçebilme ve önceden izin almaksızın ticari olmayan amaçlarla yere inme hakkını açıkça tanımışlardır ve sivil havacılığı, andlaşma amaçları dışında kullanmama yükümünü yüklenmişlerdir. Tarifeli uçuşlar veya çarter seferlerinde ise o ülkenin izni gerekmektedir. Sözleşme, kabotaj hakkını ülke devletine tanımış ve güvenlik nedeniyle uçuşa yasak bölgeler kurulabilmesine izin vermiştir.
Askerî uçaklara ilişkin uluslararası hukuk ise açıktır. Askerî bir uçak (askeri nakliye uçağı hariç) tarafından hava sahasının ihlali, uyarı olmadan güç kullanımı ile karşılanabilir.
Sivil havacılığın güvenliğine karşı en sık rastlanan suçlar, uçak kaçırma, sabotaj ve uçağı başka bir devlete sığınmaya zorlamadır. Sivil havacılığa hukuka aykırı olarak müdahaleyi düzenleyen birçok uluslarararası andlaşma kabul edilmiştir. Birçok devlet tarafından onaylanan bu sözleşmeler, taraflardan sert cezalar ve birçok davada geniş kapsamlı yetki alanı teminini istemektedir. Ancak uçak kaçırma eylemlerinin ve uluslararası terörizmin bastırılmasında işbirliğini reddeden devletlere karşı zecri tedbirler öngören etkin bir uluslararası mekanizma tesis edilememiştir.
Terörizm ile mücadelede devletler arasında daha fazla bir işbirliğinin sağlanması amacıyla 11 Eylül olayları neticesinde iki yeni sözleşme daha yapılmıştır: 2010 tarihli Uluslararası Sivil Havacılığa İlişkin Hukuka Aykırı Eylemlerin Bastırılmasına Dair Pekin Sözleşmesi ve 2010 tarihli 1970 tarihli Uçakların Kanun Dışı Yollarla Ele Geçirilmesine Dair Lahey Sözleşmesi’nin Pekin Protokolü. Bu Sözleşmeler, sivil uçakların silâh olarak kullanılması ve tehlikeli maddelerin uçağa veya yerdeki diğer hedeflere saldırmak için kullanılması eylemini suç saymaktadır. Artık, biyolojik, kimyevî ve nükleer silahların ve bunlarla ilgili maddelerin hukuka aykırı nakli cezalandırılabilir hâle gelmiştir; havalimanlarına ve uçaklara karşı saldırıları örgütleyen ve yönetenler korunmayacaktır. Sivil havacılığın tehdidi, aynı zamanda cezai sorumluluğa yol açacaktır.
Haberleşme: Hava sahasının en önemli kullanım biçimlerinden biri haberleşmedir. Hava sahasının en önemli kullanım biçimlerinden biri haberleşmedir. Bu konu ile ilgili uluslararası teşkilat olan Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU) 1865’te Paris’te Uluslararası Telgraf Birliği olarak kurulmuştur. Şu andaki ismini 1934’te almıştır ve 1947’de BM’nin uzman kuruluşu olmuştur. İlk uzmanlık alanı telgraf olmasına rağmen, şu anda ITU’nun çalışma alanı, dijital yayıncılıktan İnternete ve mobil teknolojilerden 3D televizyona kadar bütün bilişim ve iletişim teknolojileri sektörünü kapsar. Hem devletlerin hem özel sektör kuruluşlarının üye olabildiği bir teşkilattır. ITU’yu kuran ve birkaç kez tâdil edilmiş olan 9 Aralık 1932 tarihli Madrid Sözleşmesi ile âkid taraflar, uluslararası haberleşme hizmetlerinden yararlanmanın, toplum için bir hak olduğunu kabul etmişler ve aynı sınıfa giren haberleşmede, öncelikler tanımaksızın ve ücret ve hizmetlerde bir ayırım yapmaksızın, haberleşme serbestisini sağlama yükümünü yüklenmişlerdir. Sözleşme, bütün radyo istasyonlarının, diğer devletlerin veya yetkili kişi ve teşekküllerin radyo hizmetlerine ve telsiz haberleşmesine, “zararlı bir müdahale” teşkil etmeyecek bir şekilde kurulması ve frekansların tescil edilmesini öngörmüştür. Hava sahasının bu gibi ihlallerini, devletler, kendi olanakları ile gidermeğe çalışmak durumundadırlar.
Uzay Hukuku
Uzay hukuku, uzayın keşfiyle birlikte gelişmiş, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin hız kazandırdığı en yeni hukuk dalı olarak ortaya çıkmıştır ve kısaca insanoğlunun uzaydaki faaliyetlerinden doğan sorunlara değinen hukuk olarak tanımlanabilmekle beraber, bu hukukun kaynakları hem ulusal ve hem de uluslararası hukukta bulunabilir.
Birleşmiş Milletler, uzayın barışçıl amaçlarla kullanılmasına ilişkin çeşitli alanlarda faaliyet gösterir. Uluslararası Telekomünikasyon Birliği, uluslararası sistem içinde Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul’dan ayrı olarak kullanılabilen uygulama ve teori alanındaki otoritenin benzersiz bir örneğini oluşturur. Asıl görevi, radyo frekanslarının tahsisidir. Bu sorumluluk, farklı amaçlar için elektromanyetik yelpazenin farklı kısımlarını kullanmak isteyen çok farklı ülkelerden haberleşme uydularının sayısını dikkate alırsak çok büyük bir önem taşımaktadır. Dünya İdari Radyo Konferansı (WARC) hem ulusal ve hem uluslararası olmak üzere yaklaşık bütün haberleşme şekilleri etkileyen bugünün çeşitlilik arz eden pazarında uzay haberleşmesine göndermede bulunulabilecek Uluslararası Telekomünikasyon Birliği’nin bir koludur.
Uzayın Barışçıl Amaçlarla Kullanımı Komitesi, Genel Kurul için uzayla ilgili sorunların bütün yönlerini düzenlemek amacıyla uyumlaştırma komitesi olarak hareket eder ve üye devletlerarasında ilgili sorunların tartışılması için bir forum olarak hizmet görür.
Hukuki Rejim
Uzay hukuku, üzerinde egemenlik olmayan kâinattaki devletlerin ve özel kişilerin faaliyetlerini düzenleyen bir dizi uluslararası belgeden oluşur. 1967 tarihli Ay ve Diğer Gök Cisimleri Dahil Olmak Üzere Uzayın Keşfi ve Kullanılmasında Devletlerin Faaliyetlerini Düzenleyen İlkeler Üzerinde Andlaşma’nın (Uzay Andlaşması) bu düzenleme içinde esaslı bir önemi vardır. Bazı yazarlarca uzayın Magna Carta’sı olarak da nitelendirilmiştir.
Uzay Andlaşması’nın esas kapsamı, kesin şekilde tanımlanmamıştır. Kuralların çoğu, uzaya ve ay dâhil gök cisimlerine ilişkindir. Bazı özel kurallar ise sadece ay ve diğer gök cisimleriyle ilgilidir. Bazıları ise sadece gök cisimleriyle ilgilidir. Uzay Andlaşması’nın özel hükmü, dünya çevresindeki yörüngeyle ilgilidir. Ay’ın ne anlama geldiği açık iken ne uzay, ne de gök cisimlerinin kapsamı hakkında anlaşma vardır. Gök cisimleri kavramı, ağırlıklı olarak insanların fırlattıkları dışında uzaydaki bütün doğal nesneleri kuşatan olarak anlaşılmaktadır.
Ay ve diğer gök cisimleri de dâhil olmak üzere uzay, işgal, kullanma ve diğer herhangi bir biçimde, herhangi bir devletin egemenliğine tâbi kılınamaz. Bu yerlerin keşfi ve kullanılması, iktisadi ve bilimsel gelişme derecesi ne olursa olsun, bütün devletlerin yararları ve çıkarları için yapılacak ve ayırım gözetilmeksizin bütün devletlere açık olacaktır.
Uzay ve gök cisimlerinde, araştırma serbestisi ilkesi geçerli olacak ve bilimsel araştırmada, uluslararası işbirliğinin teşvikine ve kolaylaştırılmasına çalışılacaktır. Ay ve diğer gök cisimleri, yalnız barışçıl amaçlarla kullanılabilir. Bu yüküm, uzayı kapsamına almaz. Gök cisimleri dışında uzay, askerî amaçlarda kullanılabilir. Andlaşmada, bu ilkenin anlamı, ayrıntılı bir biçimde açıklanmıştır. Gök cisimlerinde askerî üsler ve tesisler kurulması, silah denemeleri ve askerî manevralar yapılması, yasaktır. Fakat bilimsel araştırma ve diğer barışçıl amaçların gerçekleştirilmesi için, askerî personel kullanılabilir.
1968’de kabul edilen Astronotların Kurtarılması ve Dönüşüne ve Uzaya Fırlatılan Cisimlerin Dönüşüne Dair Andlaşma, acil durumda uluslararası yardım sağlanmasını amaçlar. 1972 tarihli Uzay Cisimlerince Sebep Olunan Zarar İçin Sorumluluğa Dair Uluslararası Sözleşme ilk defa sınırlanmamış uluslararası mutlak sorumluluğu öngörür. 1975 tarihli Uzaya Fırlatılan Cisimlerin Tesciline Dair Sözleşme bütün âkit devletlere bu gibi objelerin tescil edileceği bir sistem tesis etme ve sorumlulukla ilgili nihai sorunlar açısından pratik değer taşıyabilecek bir BM tescil numarası, fırlatma tarihi ve yeri, temel yörünge sınır ölçülerini bulundurma yükümünü getirir. 1979 tarihli Ay ve Diğer Gök Cisimlerinde Devletlerin Faaliyetlerini Yöneten Anlaşma (Ay Anlaşması), ay ve tabii kaynaklarının, insanlığın ortak mirası olduğunu ve teknik olarak mümkün olduğunda yalnızca uluslararası bir düzen temelinde araştırılabileceğini öngörür. Türkiye bu andlaşmaların hepsine taraf olmuştur. Bu andlaşmalar dışında bir dizi BM Genel Kurul Kararı da uzay hukuku külliyatına dâhildir.
1996 tarihli Özellikle Gelişmekte Olan Devletlerin İhtiyaçlarını Dikkate Alarak Bütün Devletlerin Yararına ve Menfaati İçin Uzayın Keşfinde ve Kullanımında Uluslararası İşbirliğine Dair Bildiri (U.N. Doc. A/RES/51/122,13 Aralık 1996), 1988’den beri süregelen Kuzey-Güney diyaloğunun bir sonucudur ve oy birliğine ulaşmadan önce bir süre sürtüşme konusu olmuştur. Bu bildiri, uzay güçlerini, uzayı herkesin ortak menfaatine olacak şekilde kullanmaya davet ederek Uzay Andlaşması’nda öngörüldüğü gibi katı bir şekilde işbirliği yükümleri kabul eder.
Kuzey-Güney Diyaloğu: 1970’li yılların başlarında gündeme gelen, mevcut uluslararası ekonomik düzenin az gelişmiş ülkelerin çıkarlarına hizmet etmediği, tersine gelişmiş ülkelerle aralarındaki uçurumu daha da derinleştirdiği görüşünden hareketle, az gelişmiş ülkelerin kalkınma çabalarının başarıya ulaşması ve bu ülkelerdeki açlık, sefalet, yoksulluk, işsizlik ve bulaşıcı hastalık vb. sorunların çözülmesi amacıyla gelişmiş kuzey ülkeleri ile az gelişmiş güney ülkeleri arasında oluşturulması istenen diyalog ve işbirliği sürecidir.
Uzaydan Haberleşme
Uzayın kullanım teknikleri içinde en kullanışlı olanı, bir haberleşme ağının yaratılması olmuştur. Uzayın haberleşme alanında kullanılmasının hukuki çerçevesi, çeşitli uluslararası haberleşme uyduları hakkındaki anlaşmalar vasıtasıyla sağlanır. Uydular aracılığıyla haberleşmenin ekonomik faydalarının yanında teknolojik olanakları, devletleri dünya çapında haberleşmenin düzenlenmesi ve geliştirilmesi için uluslararası örgütlerin kurulmasına yöneltmiştir. Bunların en önemlilerinden birisi, Uluslararası Uydu Haberleşme Teşkilâtı (International Telecommunications Sattellite Organization-INTELSAT)’dır ki uydu ile iletişimde küresel sistemlere sahiptir ve bunları yönetir. Bu uyduların diğer kullanım alanlarının, denizcilik ve havacılık hizmetlerinde olduğu görülmüştür.
Söz konusu hukuki çerçevede iki ilke geçerlidir: Bilişim serbestisi, devletin egemenliği. Bu ikisini uzlaştırmak için çeşitli girişimler yapılmıştır. Dünyanın Uzaydan Uzaktan Algılanmasına Dair İlkeler kararı (U.N. Doc. A/RES/41/65,3 Aralık 1986) oy birliği ile kabul edilmiştir. Bu Karara göre söz konusu algılama, gözlem yapan devletin önceden rızasını gerektirir. Ancak bu ilkeler listesinin önemini azaltan eksiklikler mevcuttur. Mesela, ilkeler sadece sivil uzaktan algılamaya uygulanabilir. Dolayısıyla askerî uydular ilkeler kapsamından hariç tutulmuştur. Ayrıca ilkelere bağlılık kontrol edilemez.
Uyduların kullanımının artması, dünyaya sabit konumda olan yörünge üzerindeki yükü arttırmıştır. Bu yörünge, kabaca deniz seviyesinden yaklaşık olarak 35881 kilometre veya 22300 mil yukarıda ekvator üzerinde yer alan dairesel bir yörüngedir. Yer istasyonlarıyla tek bir uydu vasıtasıyla doğrudan teması olan yalnızca bu yörüngedir. Ancak 1976’da Brezilya, Kolombiya, Kongo, Ekvator, Endonezya, Kenya, Uganda ve Zaire (yeni adı Kongo Demokratik Cumhuriyeti), Bogota Bildirisi’ni imzalamışlardır. Bu Bildiride, yörüngenin eş zamanlı dilimlerinin ekvator devletlerinin ülkelerinin bir parçası olduğu belirtilmektedir. Diğer devletler bu Bildiriyi şiddetle protesto etmişlerdir ve bir iddia veya pazarlık aracı olmaktan öteye gidememiştir. Ancak uydu fırlatmanın artması ve dünyaya sabit konumda olan yörüngenin sınırlı niteliği kullanımına dair kabul edilebilir ilkelerin tesisi için acil eyleme ihtiyaç göstermiştir.
DEVLETIN SORUMLULUĞU
Uluslararası Sorumluluk Kavramı ve Kapsamı
Uluslararası hukuk kişilerinin eylemlerinden veya eylemlerinin sonuçlarından uluslararası hukuk nedeniyle sorumlu tutulmasına uluslararası sorumluluk denir.
Sorumluluğun atfedileceği uluslararası hukuk kişileri devlet, uluslararası örgütler, devlet dışı varlıklar ve gerçek kişilerdir.
Uluslararası sorumluluk dendiğinde hukuka aykırı eylemler nedeniyle sorumluluk-uluslararası hukukun yasaklamadığı sorumluluk; hukuki- cezai sorumluluk türleriyle karşılaşılır. Cezai sorumlulukta, eylem devlet kurumu aracılığıyla gerçekleştirilmiş olsa bile eylemi gerçekleştirme emrini veren kişiler sorumlu tutulur. Bu nedenle bireysel bir sorumluluktur. Yasak olmayıp, sınır aşan faaliyetlerin ortaya çıkardığı zararların tazmini ve önlenmesi ise uluslararası hukukun yasaklamadığı eylemlerden doğan sorumluluktur.
Devletin sorumluluğu ise devletin uluslararası hukuka aykırı olan eylemleri nedeniyle sorumluluk olarak karşımıza çıkar.
Sorumluluğun Koşulları
Eğer uluslararası hukuk çerçevesinde sahip olunan bir yükümlülüğü ihlal eden eylem varsa ve bu eylem devlete yükleniyorsa devletin sorumluluğu söz konusu olur.
Uluslararası Hukuka Aykırı Eylem
Söz konusu eylem yapma, yapmama/kaçınma veya bu iki eylem türünün birleşmesinden kaynaklanabilir. Yükümlülüğün andlaşma, örf ve adet hukuku, mahkeme kararı, devletlerin tek taraflı işlemleri, emredici normlar vs nereden doğduğu ile ilgilenmeksizin, söz konusu uluslararası yükümlülüğün ihlal edilmesi sorumluluk için yeterlidir. Eğer devlet eylemin gerçekleştirilmesi esnasında bu yükümlülükle bağlı ise o zaman yükümlülüğün ihlalinden söz edilebilir. Eylemden sonra ortadan kalkan yükümlülük devletin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Uluslararası hukukun emredici normları söz konusu olduğunda ise, sorumluluk geriye yürümeyecek olup, bu normların ortaya çıkmasından önce gerçekleştirilmiş eylemlerden sorumluluk doğmayacaktır.
Devletin Eylemden Sorumlu Tutulması
Hukuka aykırılık devletin eylemi sonucu ortaya çıkmalıdır. Bu kapsamda hangi faaliyetlerin devlete atfedileceğinin belirlenmesi de önemlidir. Milli hukuk gereği resmi görevi olmayan, eylemleri hiçbir şekilde devlet tarafından yönlendirilmemiş olan bir vatandaşın eylemi nedeniyle devlet sorumlu tutulamaz.
Devlet organları ve görevlileri ile federe devletlerin ve özerk bölgelerin eylemleri doğrudan devlet eylemleri; devletin eylemin gerçekleştirilmesine neden olduğu ya da eylem nitelik itibariyle devlete ait sayıldığında ise dolaylı devlet eylemleri söz konusu olur.
Doğrudan Devlete Ait Eylemler
Yasama organının çıkardığı veya çıkarmaktan kaçındığı yasalar; yürütme organı içinde yer alan kolluk kuvvetleri, silahlı kuvvetler, istihbarat görevlileri, konsolosluk ve diğer idari memurların eylemleri; yargı organlarından çıkan yargı kararları uluslararası yükümlülükleri ihlal ettikleri takdirde devletin sorumluluğu söz konusu olacaktır.
Eğer eylem federe devlet organları tarafından gerçekleştirilmiş ise, sorumluluk federal devlete ait olur. Ancak federe devletler kendi adlarına uluslararası ilişkilere girme yetkisine sahipse veya uluslararası andlaşmaya taraf olmuşlarsa, bu kapsamda gerçekleştirmiş oldukları eylemden dolayı federal devlet sorumlu tutulamaz.
Dolaylı Olarak Devlete Ait Eylemler
Kamusal faaliyetlerin özel hukuk kişileri veya özel sektör tarafından yerine getirilmesi durumunda uluslararası bir yükümlülük ihlal edilecek olursa devlet burada da sorumlu tutulur.
Eylemleri nedeniyle devletin sorumluluğunu gerektiren devlet organlarının belirlenmesi milli hukuka göre yapılır. Milli hukuk içinde resmi olarak devlet yapılanması içinde bulunmayıp, devlet birimlerinden alınan talimatlarla eylemlerde bulunan kişi veya grupların eylemleri de uluslararası bir yükümlülüğü ihlal edebilir. Bu durumda da devletin sorumlu olduğu kabul edilir.
Eğer bir devlet, başka bir devlete ait bir birimi kabul eder ve bunların kendi ülkesinde faaliyette bulunmasını kabul ederse, bunların eylemlerinde de kendisi sorumlu tutulacaktır.
B a şka B ir Dev let in Ey le mler i N edeniy le So ru ml ulu k
Bir devletin uluslararası hukuka aykırı eylemde bulunmasına başka bir devletin yardım etmesi; eylemi gerçekleştiren devletin başka bir devlet tarafından yönlendirilmesi; bu tür bir eylemde bulunmaya zorlanması halinde de devletin başka devletin eylemlerinden sorumluluğu söz konusu olur.
Yardım Eden Devlet: Uluslararası hukukta hukuka aykırı eylemi gerçekleştiren devlete yardım eden devletin sorumlu olduğuna ilişkin bir kaynak yoktur. Silah yardımı veya devletin topraklarını kullanma izninin verildiği vb hallerde olduğu gibi kuvvet kullanma yasağını ihlal eden devlet eylemlerine başka bir devlet yardım ederse, diğer devletlerin onları bu faaliyetleri gerçekleştirdikleri yönünde suçlayıcı açıklamalarda bulunma veya protesto etme yoluna gittikleri görülür.
Yardım eden devletin sorumluluğu yardımın sonuca etkisi oranında gerçekleştiği için kısmi sorumluluk şeklindedir.
Yöneten veya Yönlendiren Devlet: Sömürge şeklindeki bazı devletlerin uluslararası ilişkilerini kendi adına yürüten devletlerin himayesi, vekaleti, vesayeti altına girmesi halinde, bu sömürge devletin hukuka aykırı eyleminden sorumlulukları onları yöneten devlete yükletilmiştir. Eğer bu devletin eylemleri himaye, vekalet veya vesayet altına girdikleri devletin yönetim ve yönlendirmesiyle gerçeklemiş ise bu durum kabul edilir.
Zorlayan Devlet: Bir devletin başka bir devletin zorlaması sonucu uluslararası hukuka aykırı eylemde bulunma durumu varsa, zorlayan devlet sorumlu tutulur.
Zorlama sonucu devletin başka bir eylemde bulunma olasılığı ortadan kalkar ve zorlama bizzat o eylemin gerçekleştirilmesinde yönelik olursa zorlayan devlet sorumlu kabul edilir. Bazen de kuvvet kullanma tehdidi veya devletin iç işlerine karışma gibi hallerde zorlamanın bizzat kendisi uluslararası yükümlülüğün ihlali olarak ortaya çıkabilir.
Sorumluluğun Sonuçları
Uluslararası Hukuka Aykırı Davranan Devletin Yükümlülükleri
Eylemin sahibi devlet ile eylemin etkilediği devlet arasında bir takım yükümlülükler doğar. Eylemi gerçekleştiren devletin öncelikli yükümlülüğü eylemi durdurmak ve tekrarlamamak, sonraki ve en önemli yükümlülüğü hukuka aykırı eylemin sonuçlarını ortadan kaldırma, eski hale getirme, tazmin veya manevi tatmin şeklinde ortaya çıkabilecek olan onarmadır.
Eylem i Durdurma ve Tekrarlamama Yükümü
Yapma veya kaçınma şeklindeki eylemleri durdurma yükümlülüğü devletin yükümlülükleri arasındadır.
Uluslararası hukukta geçerli olan ahde vefa ilkesi doğrultusunda devletlerin taahhüt ettikleri davranışları gerçekleştirmeleri yönünde bir beklenti oluşur. İşte uluslararası hukuk kuralının ihlal edilmesi de bu beklentiyi ortadan kaldırıcı nitelik taşır. Bu nedenle ihlal sonucu bozduğu karşılıklı güven ortamını yeniden kurabilmesi için devletin ihlali bir daha gerçekleştirmeyeceğine dair güvence vermesi gerekir.
Onarım Yükümü
Uluslararası bir yükümlülüğü ihlal eden devlet bunun sonucu ortaya çıkardığı zararları onarmakla yükümlüdür. Uluslararası Daimi Adalet Divanı da bunu uluslararası hukukun ilkesi olarak kabul etmiştir.
Devlet maddi veya manevi zararı kapsayacak şekilde zararı tazmin ederek, onarım yükümlülüğünü yerine getirmelidir.
Onarım Çeşitleri
Uluslararası hukukun kabul ettiği onarım çeşitleri eski hale getirme, tazminat ödeme ve manevi tatmin şeklindedir. Bunlar, ihlali gerçekleştiren devlet açısından bir yükümlülük olduğu kadar, zarara uğrayan devlet açısından da talep hakkı niteliğindedir. Bu onarma çeşitleri açısından herhangi bir sıralama söz konusu değildir. Devletler çeşitli saiklerle farklı seçimlerde bulunabilmektedirler. Eski Hale Getirme: Uluslararası hukuka aykırı eylem gerçekleştirilmeden önceki durumun yeniden kurulması amacıyla yapılır. Eğer eski hale getirme imkansızsa zararın tazmini yoluna gidilmesi gerekir.
İşgal edilmiş toprağın asıl sahibi olan devlete bırakılmasında olduğu gibi maddi açıdan veya bir yasanın çıkarılması hakinde uluslararası yükümlülüğün ihlali söz konusu olup da söz konusu yasa kaldırılmış ise hukuki açıdan eski hale iade yapılmış olur.
Tazminat Ödeme: Eski hale iadenin mümkün olmadığı durumlarda meydana gelen zararın eylemi gerçekleştiren devlet tarafından tazmin edilmesi gerekir. Söz konusu zarar maddi veya manevi zarar şeklinde olup, belli miktardaki paranın ödenmesi anlamına gelir. Eğer salt bir hak ihlali varsa zararın tazmini söz konusu olamaz, manevi tatmin yoluna gidilir.
Tazminatın hesabında zararın veya hukuki sonucun oluşmasına katkıda bulunan diğer tarafın kusuru da göz önünde bulundurulur.
Manevi Tatmin: Eski hale getirme veya tazmin yollarıyla hukuka aykırı eylemden kaynaklanan zarar karşılanamamışsa, eylemi gerçekleştiren devletin zarar gören devleti manevi yönden tatmin etmesi gerekir. bu yolun diğer onarım çeşitlerinin yanında sıklıkla uygulandığı görülür.
Parasal değer atfedilemeyen durumlarda manevi tatmin söz konusu olur. Sembolik miktarlarda para ödenmesi şeklinde olsa bile burada manevi tatmin olduğu kabul edilir. Devleti küçük düşürecek, devletlerin eşitliği ilkesine zarar gelecek şekilde manevi tatmin yoluna gidilemez.
Uluslararası Hukukun Emredici Kurallarına Aykırı Eylemlerin Hukuki Sonuçları
Uluslararası hukukun emredici kuralları da devletin sorumluluğun doğması açısından diğer normlardan farksız bir etkiye sahip olmasına karşın, emredici kuralların doğası gereği sahip oldukları kabul edilen erga omnes etki nedeniyle devletin sorumluluğunda ayrı bir uygulamaya sahip olduğu görülür.
Eğer bir devlet jus cogens niteliğindeki bir kuralı ihlal edecek olursa, sahip olduğu önem itibariyle diğer devletler açısından başka bazı yükümlülükler de doğar. Bu kuralların ihlalinin ‘uluslararası suç’ olarak kabul edilmesi yönündeki eğilim sonucu, devletlere Nihai Taslak m.41’deki şu yükümlülüklerin getirilmesi kabul edilmiştir:
- Devletler, meşru araçlarla ihlali sona erdirmeye yönelik işbirliği yapmalı,
- Hiçbir devlet ciddi bir ihlal tarafından yaratılmış durumu meşru olarak kabul etmeyip, bu durumun devam etmemesine yardımcı olmalıdır.
Dolayısıyla işbirliği kapsamında, jus cogens kuralların ihlali halinde ihlalden doğrudan etkilenmeyen devletlerin de ihlalle ilgili sorumlu olabileceği kabul edilmiştir.
ULUSLARARASI MÜLTECI HUKUKU
Mülteciler ve Uluslararası Hukuk
Devletler arası sınırların keskinleşip, merkezi otoritenin kuvvetlendiği modern dönemde bir devletin vatandaşlarının başka bir devlette serbestçe yaşamasının, kabul eden devletin iznine tabi kılındığı görülür. Devletlerin ekonomik, siyasi ve güvenlikle ilgili kaygıları taşıması başka devletlerin vatandaşlarını kabul etmemesine yol açmasına karşın, bu yöndeki insan hareketliliğin de sona ermediği görülmektedir.
Kendi devletlerindeki yaşam koşullarından memnun kalmayıp daha iyi yaşam koşullarına ulaşmak isteyen, ekonomik nedenlerle başka ülkelere göç edenler göçmen olarak ifade edilir. Bunların devletler tarafından kabulü belli koşulları gerektirir. Bu nedenle de yasa dışı yollarla ülkelere girmeye çalıştıkları görülür. Bir diğer grupta yer alan mülteciler ise kendi ülkesinde ırk, din, milliyet, belirli bir sosyal gruba veya siyasi düşünceye sahip olma nedeniyle zulme uğrayacağından korkup, bu nedenle kendi ülkeleri dışında yaşamayı isteyen, kendi ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan kişilerdir.
1951 Mültecilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme (1951 Mülteci Sözleşmesi) ile devletlerin mülteci statüsündeki bu kişilere çeşitli haklar tanıması yükümlülüğü getirilmiştir. Birleşmiş Milletler bünyesinde de kurulan Mülteciler Yüksek Komiserliği de küresel olarak mülteciler ile ilgili çalışmalar yapan bir örgüttür.
Mültecilerle ilgili temel metinler, 146 devletin taraf olduğu ve çok taraflı andlaşma niteliği taşıyan 1951 Mülteci Sözleşmesi ile bu sözleşmeye dair 1967 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Protokoldür. Bölgesel olarak doğrudan mültecileri konu alan çeşitli andlaşmalar, bağlayıcı olmayan devletlerin beyannameleri, devletlerin iç hukuklarında benimsedikleri beyannamelerde mültecilere yönelik belgelerdir.
Mülteci Statüsü Verilmesinin Koşulları
1951 Mülteci sözleşmesi madde 1A(2)’de mülteci kavramı tanımlanmıştır. Bu doğrultuda mülteci statüsünün koruma sağlayan devlet tarafından verilmediğini, söz konusu maddede yer alan unsurların gerçekleşmesiyle kendiliğinden mülteci durumuna gelineceği görülür. Devletlerin kendi iç hukuklarında belirledikleri usullerle mültecilik durumunu tespit etmeleri halinde, Sözleşme’nin öngördüğü korumayı sağlamakla yükümlü oldukları kabul edilir.
Koruma sağlayan devlet koruma talebinde bulunup yasal veya yasal olmayan yollarla ülkeye giriş yapan kişilerin durumunu inceleyip, bu kişilerin ilgili maddedeki şartları taşıyıp taşımadıklarını araştırırlar. Koruma talebinde bulunan kimseler de mültecilik statülerinin resmi olarak tanınmasını beklerler ve bu süreçte de sığınmacı olarak adlandırırlar. Mülteci olduğunun anlaşılması halinde sığınmacı kişi mülteci statüsünü kazanır.
1951 Mülteci Sözleşmesi doğrultusunda mültecilik statüsünün kazanılabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
- Zulme uğramaktan haklı nedenlerle korkma
- Zulme uğrama korkusunun ırk, din, tabiiyet (milliyet), belirli bir topluma mensup olma veya siyasi düşüncelerden kaynaklanması
- Ülkesi dışında bulunma
- Kendi ülkesinin korumasından yoksun bulunma, yararlanmak istememe veya ülkesine geri dönememe, dönmek istememe
Zulme Uğramaktan Haklı Nedenlerle Korkma
Zulme uğrama öznel bir durum olduğu için mültecilik statüsü veren makamların ilgili kişinin ülkesindeki durumunu, o kişinin algısını ve anlatımlarını bütünsel olarak değerlendirmeleri gerekir. Mültecilik statüsünün anahtar kavramı olan zulüm en genel hatlarıyla kişinin özgürlüğünün ve yaşamının tehdit altında olması olup, bunun ağır insan hakları ihlallerinden oluştuğu görülür.
Korku hali ise öznel olsa da kişinin bu halini destekleyen nesnel koşulların, haklı nedenlerin bulunması gerekir. Talepte bulunan kişinin doğrudan zulme uğradığını göstermek zorunda olmaksızın, zulme uğramadan kendi ülkesinde zulme uğrayacağı korkusuna sahip olması da bu açıdan yeterli olacaktır.
Zulme Uğrama Korkusunun Irk, Din, Tabiiyet (Milliyet), Belirli Bir Topluma Mensup Olma veya Siyasi Düşüncelerden Kaynaklanması
Zulüm korkusu için ırk, din, tabiiyet gibi ayrımcılık olarak kabul edilen nedenler dışında ağır insan hakları ihlallerinin varlığı da söz konusu olabilir. 1951 Mülteci Sözleşmesi bu noktada ırka, dine, milliyete, toplumsal gruba ait olup, sahip olduğu siyasi düşüncesi nedeniyle bu korkuyu yaşayan kişilere mültecilik statüsünün tanınacağını belirtir.
Ülkesi Dışında Bulunma
Kişinin kendi ülkesinde bulunması onun uluslararası korumadan faydalanmasını engeller. İltica talebinde bulundukları ya da gideceği ülke için geçiş yapacakları transit ülkenin sınırlarına kadar gelen kişiler, henüz tam olarak kendi ülkelerini terk etmemiş olsalar dahi mülteci olup olmadıkları belirlenene kadar koruma altına girerler.
Kendi Ülkesinin Korumasından Yoksun Bulunma, Yararlanmak İstememe veya Ülkesine Geri Dönememe, Dönmek İstememe
Ancak kişinin kendi ülkesinden korumadan yoksun bırakılması halinde devletlerin mültecilere koruma sağlama yükümlülüğü ikincil bir rol olarak onlara yüklenebilir.
Mülteci Statüsü Kapsamı Dışındakiler
1951 Mülteci Sözleşmesi barışa karşı suç, savaş suçu, insanlığa karşı suç gibi suçlar işlediğine, sığındığı ülkenin dışında ağır olmayan bir suç işlediğine ve BM’nin amaç ve ilkelerine aykırı fiillerden suçlu olduğuna dair hakkında ciddi kanaat mevcut bulunan kişileri mülteci kapsamı dışında tutmuştur.
Geri Göndermeme İlkesi
Devletlerin, kendi ulusal düzenlemeleri ne olursa olsun, mülteciler söz konusu olduğunda sınır dışı etme, iade etme, suçluların iadesi gibi her ne adla olursa olsun onları kendi ülkelerine iade etmeleri yasaktır. Söz konusu bu ilkenin sınırda iltica talebinde bulunanlar hakkında da uygulandığı kabul edilmekte ve görülmektedir.
İç ve kara sular söz konusu olduğunda bunların devletlerin ülkesi sayılmaması nedeniyle deniz yoluyla ülkesinden kaçan kişilerin ise mülteci olarak değil, sığınmacı olarak korunması esas tutulmuştur.
Geri göndermeme ilkesi mutlak bir ilke değildir. Bu ilkenin söz konusu kişilerin gidecekleri ülkede ulusal güvenlik için tehlike oluşturmaları hali istisna olarak kabul edilmekte olup, bu ilkenin uygulanmasını engeller. Ancak bu istisna halinin uygulanmasında da belli standartlar konulmuştur.
Kitlesel sığınma halleri söz konusu olduğunda ise mültecilere tanınan hakların hayata geçirilmesi mümkün olmamakta veya zorlaşmaktadır. Bunun için de uluslararası topluluğun kitlesel sığınmanın getirdiği külfeti paylaşması ve devletlerin geçici koruma sağlama şeklinde yükümlülükleri ortaya çıkmıştır.
1951 Mülteci Sözleşmesi dışında başka belgelerde de geri göndermeme ilkesinin yer aldığı görülür. Bunlardan en önemlisi 18984 tarihli İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşmesi’dir. Sözleşmede mülteci kavramını yer almamasına karşın, sözleşmenin geri göndermemeyi işkenceye bağladığı ve bu nedenle de sınırlı bir koruma imkanı sağladığı görülür.
Mülteci Statüsünün Sona Ermesi
1951 Mülteci Sözleşmesindeki koşullar mülteci statüsünün sona ermesinde mültecinin iradesine bağlı ve onun iradesi dışındaki durumları kapsayacak niteliktedir. Mültecinin kendi iradesiyle kendi ülkesinin korumasından tekrar yararlanma isteği, kendi ülkesinin vatandaşlığını yeniden kazanmak için başvuruda bulunması, kendi rızasıyla ülkesine yerleşmek üzere dönmesi mülteci statüsünü sona erdirir. Eğer mülteci başka bir devletin vatandaşlığını kazanmış ise ve vatandaşlığını kazandığı ülke koruma sağlamışsa yine bu statü sona erer.
Mültecilik statüsünün verilmesini sağlayan zulme uğrama korkusunun ortadan kalkması da irade dışı statünün sona ermesine yol açar.
Mültecinin Hakları
Devletlerinin tanıdığı bir statü olarak mültecilerin sığındıkları ülkedeki ihtiyaçları ve bu doğrultuda öncelikli bazı hakları söz konusu olabilmektedir. 1951 Mülteci Sözleşmesi de bu hakları ortaya koymuştur. Sözleşmenin
- maddesi bu haklardan yararlanma konusunda mülteciler arasında ayrımcılık yapılmayacağını da açıkça belirtir.
Salt Fiziksel Olarak Bulunanların Hakları
Başka bir ülkede bulunan ancak mülteci olup olmadığı belli olmayan, durumu resmi makamlarca incelenen kişilerin de sahip olduğu korumanın en başında geri göndermeme ilkesi gelir.
Söz konusu mülteciler ülkeye yasa dışı yollarla girdikleri için de tutuklamaz ve cezalandırılmazlar.
Henüz mültecilik statüsü resmiyet kazanmadıkları için bu kişilerin fiziksel güvenliklerinin sağlanması ise insan hakları ile güvence altına alınmıştır. Bu noktada mültecilere de vatandaşlar gibi muamele edilmesi kabul edilmiştir.
Mültecinin sağlık hizmetlerinden yararlanması; mülkiyet haklarının tanınıp ve vergi yükümlülükleri noktasında ayrımcılık yapılmaması; ailesiyle birarada bulunulmasının hayata geçirilmesi olarak ifade edilen aile birliği hakkı; düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip olmalarının sağlanması; eğitim hakkının tanınması; mevcut statülerini belgelemek amacıyla kimlik kartı çıkarılması ve uyuşmazlık halinde uyuşmazlığın bulundukları ülkenin mahkemelerinde çözülmesinin sağlanması salt fiziksel olarak ülkede bulunma nedeniyle tanınan haklar arasında yer alır.
Hukuka Uygun Olarak Bulunanların Hakları
Mültecilik statüsü sağlanana kadar devletin korumasından yararlanan kişilerin hukuka uygun bulunmaları nedeniyle sahip oldukları hakların başında sınır dışı edilmeme hakkı gelir. Bu hakkın istisnası da ulusal güvenlik ve kamu düzenine dayanan bir neden olabilir.
Hukuka uygun olarak ülkede bulunan mülteciler seyahat ve ikamet özgürlüğüne de sahiptirler. Ancak fiziksel olarak ülkede bulunan mültecilerin bu özgürlüklerine sınırlama getirilebilir.
Kendi işinde çalışarak gelir etme hakkı da hukuka uygun olarak ülkede bulunan mültecilerin sahip olduğu haklar arasındadır.
Hukuka Uygun Olarak Kalanların Hakları
Resmi olarak mülteci statüsünün bulunup bulunmadığına bakılmaksızın geçici veya daimi olarak ikamet izni verilenler hukuka uygun olarak kalan mülteciler olup, bunların da çeşitli haklara sahip olduğu kabul edilir.
Bu hakların başında çalışma hakkı gelir. Mülteciler yabancı devlet vatandaşlarına uygulanan şekilde çalışma hakkına sahiptirler. Hatta bu hakkın mülteciler lehinde genişletildiği, belli şartları taşıyan mültecilerin yabancılara konan sınırlamalara tabi olmayacağı da 1951 Mülteci Sözleşmesi ile kabul edilmiştir.
Mültecilerin iş hayatında sömürü ve istismar edilmesinin önlenmesi, onlara uygun çalışma koşullarının sağlanması için bulundukları devlete kendi vatandaşlarına sağlanan hakların mülteciler için de uygulanması amacıyla 1951 Mülteci Sözleşmesi bazı yükümler getirmiştir.
Çalışma hakkının önemli bir uzantısı olan sosyal güvenlikten yararlanma hakkı da 1951 Mülteci Sözleşmesi ile tanınan bir başka haktır. Bu doğrultuda da devlet kendi vatandaşlarına uyguladığı sosyal güvenlik haklarını mültecilere de sağlamak ve uygulamakla yükümlü tutulmuştur.
Ülkede hukuka uygun olarak kalan mültecilere 1951 Mülteci Sözleşmesi’nin tanıdığı diğer haklar ise kamu yardımlarından yararlanma hakkı, yabancılarla eşit düzeyde konut edinme hakkı, vatandaşlarla eşit düzeyde fikri mülkiyet hakkı, yabancılarla eşit düzeyde uluslararası seyahat etme hakkı, dernek ve meslek sendikaları ile ilgili haklar, vatandaşlarla eşit düzeyde mahkemelere ulaşma hakkıdır.
ULUSLARARASI EKONOMI HUKUKU
Uluslararası Ekonomi Hukuku
Tanım ve Kapsam
Devletler, çok uluslu şirketler ve devlet ile diğer devlet vatandaşları arasında gerçekleşen hizmet ve mal değişimlerini şeklindeki ekonomik faaliyetleri konu alan, uluslararası hukukun bir dalıdır.
Uluslararası Ekonomi Hukukunun Kişileri
Devletler, uluslararası örgütler ve sınırlı olarak özel hukuk kişileri bu hukuk dalında yer alırlar.
Uluslararası Ekonomi Hukuku’nun Kaynakları
Uluslararası ekonomi hukukunun kuralları uluslararası andlaşmalar, örf-adet, hukukun temel ilkeleri, yargı kararları ve öğretiden kaynaklanır.
Uluslararası Ekonomi Hukuku’nda Uluslararası Örgütlerin Rolü
Bu hukuk dalının oluşturulması, geliştirilmesi ve yazılı hale getirilmesi noktasında başta Birleşmiş Milletler olmak üzere birçok uluslararası örgütün rolünün olduğu görülür. Bu örgütler şunlardır:
• Ekonomik ve Sosyal Konsey: BM’nin asli organlarından biri olarak, ekonomik, sosyal, kültürel, eğitim, sağlık konularında yetkili olup, bu doğrultuda faaliyetler gerçekleştirir.
• Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Programı (UNCTAD): BM Genel Kurulu’na bağlı, hükümetler arası olan bu organ, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma sorunlarını görüşür.
• Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticaret Hukuku Komisyonu (UNCITRAL): Uluslararası ticaret hukuku kurallarının yeknesaklaştırılıp, uyumlaştırılması görevini üstlenip, bu doğrultuda çok taraflı uluslararası ticaret andlaşmasının hazırlanıp, akdedilmesini sağlar.
• Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü (OECD): Batılı sanayi devletleri arasındaki dayanışma, işbirliği ve eşgüdümü sağlama amacını taşır.
Bu örgütler dışında;
• Dünya Ticaret Örgütü,
• Avrupa Birliği,
• Uluslararası Para Fonu,
• Dünya Bankası da uluslararası ekonomi hukukunun önemli örgütleridir.
Uluslararası Ekonomi Hukuku’nda Uyuşmazlıklar ve Çözüm Yolları
En az iki veya daha fazla devlet arasında, bir devlet ile özel hukuk kişisi arasında uluslararası hukuk kuralın uygulanması, uygulanmaması, yorumu, kuralın varlığının reddi, uluslararası yükümlülüğün yerine getirilmemesi gibi noktalardan kaynaklanan uyuşmazlıklardır. Bu uyuşmazlıkların çözümünde kaba kuvvete yani silahlı
güce başvurulması yasaklanmış olup, diplomatik veya yargı yolu ile barışçıl yöntemlerle uyuşmazlığın çözülmesi kabul edilmiştir. Yargı yoluna gitme halinde genel yetkili tek mahkeme de Uluslararası Adalet Divanı’dır.
Uluslararası Finans Hukuku
Etkin bir uluslararası para sisteminin varlığı uluslararası ekonomik ilişkilerin düzenli işleyişini sağlar. Devletlerin döviz kuru sistemleri, uluslararası mali kuruluşlar, uluslararası andlaşmalar bu sistemin içinde yer alır.
Sabit ve dalgalı kurdan oluşan döviz kuru sistemleri içindeki altın para standardı 1929 ekonomik buhran sonucu terkedilmiştir. Bunun sonucu yeni bir arayışa girişen devletler uluslararası ticareti yeniden tesis etmek amacıyla, uluslararası para sisteminin işleyişini amaçlayan Uluslararası Para Fonu (IMF) ve savaşta yıkılan Avrupa’nın yeniden inşası için kaynak temin edecek olan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası)’nı kurmuşlar.
Savaştan güçlü bir ekonomi ile çıkan Amerika’nın ulusal parası dolar, yabancı paralar için değer standardı haline gelmiş, bu durum sonraları batıda dolar kıtlığına, ABD’de ise dolar bolluğuna yol açınca batıda altına yüklenilmiş, bu da yeni bir buhrana sebep olmuştur. Bunun sonucunda sabit kalacak bir para standardı arayışına girişilmiştir.
Sabit kur sisteminde ulusal para hükümet tarafından yabancı bir devletin parasının değeri ile ölçülüp, hükümetlerin piyasaya yaptıkları müdahalelerle sabit tutulmaya çalışılmaktadır. Dalga kur sisteminde ise döviz kurları döviz piyasasındaki arz ve talebe bağlı çalışmaktadır.
Günümüzde her devletin tercih ettiği farklı sistem ve uygulamalardan oluşan karma bir para sistemi söz konusudur. Türkiye ise kambiyo sistemini 1985’te değiştirerek, serbest piyasa döviz uygulamasına geçmiştir. Türk lirası da konvetibl para olarak IMF’ye tescil edilmiştir.
Avrupa’da Parasal Birlik
Parasal birleşmeyi sağlamak amacıyla imzalanan 1991 Maastricht Andlaşması ile topluluk devletlerinin birlik içinde mal, hizmet, sermaye, iş güçlerinin serbestçe dolaşımı, ekonomi politikalarının uyumlaştırılması, üçüncü devletlere gümrük tarifesi konulması, ortak bir Merkez Bankası (Avrupa Merkez Bankası) kurulması kabul edilmiştir. Para politikalarının merkezileştirilmesi amacıyla da euro, 2002 yılında İngiltere hariç topluluk devletlerinin resmi para birimi haline getirilmiştir.
Uluslararası Yatırım Hukuku
Ulus devletlerin az gelişmiş veya gelişmekte olan devletler bakımından bir kalkınma aracı olarak gördüğü yatırımlar;
• Dolaylı veya
• Doğrudan olmak üzere ikiye ayrılır.
Uluslararası yatırım hukukunda da önemli olan, yabancı bir ülkedeki şirketin diğer devlet ülkesinde bir şirketi satın alması veya o ülkedeki mevcut faaliyetlerini başka alanlara genişletmesi şeklindeki gerçekleşen doğrudan yabancı yatırımlardır.
İki Taraflı Yatırım Andlaşmaları (BITs)
Uluslararası yatırım hukukun en önemli kaynağı olan bu andlaşmalar yatırımları teşvik edip, koruma amacı taşırlar, yabancı bir devlet vatandaşı gerçek veya tüzel kişilerin diğer devlet ülkesindeki yapacakları yatırıma ilişkin kural ve şartları belirlerler.
Ev sahibi devletin ülkesinde yatırımcının yerli sermaye sahibi yatırımcı gibi eşit, adil ve hakkaniyete uygun muamele görmesi bu şartların temelini oluşturur.
Doğrudan yabancı yatırımcı ev sahibi ülkedeki üretim tesisine kısmen veya tamamen sahip olma, yönetim veya denetimi elinde bulundurma imkanına sahiptir.
Ev sahibi ülkede de bu sayede üretim kapasitesi artar, istihdam sağlar, işgücü ve teknolojik kazanımlar artar ve döviz girişi hızlanır.
2003 yılında çıkarılan Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu ile Türkiye’de doğrudan yabancı yatırımı da serbest hale gelmiştir.
Uluslararası Hukuk, Milli Hukuklar ve Yabancı Yatırımların Korunması
Yabancı yatırımların ülkeye girişi, teşviki, himayesi ile ilgili konular o ülkenin milli hukukuna tabidir. Bu hukuk doğrultusunda devletler yabancı yatırımcılarla ikili veya çok taraflı yatırım andlaşmaları akdederler.
Bir tarafta ev sahibi ülkenin özendirici yollara başvurarak yatırımcıyı kendisine çekmesi diğer tarafta da yatırımcı için ev sahibi ülkenin siyasi, iktisadi ve hukuki yapısının durumu önem arz eden konulardır.
İşte bu nedenlerle yatırımların önünü açmak amacıyla Dünya Bankasının himayesinde Çok Taraflı Yatırım Garanti Fonu (MIGA) kurulmuş, yatırımcı yatırımını buraya tescil ederek, yatırımının kabulü halinde güvenceye bağlanmıştır.
Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümü
Dünya Bankasının hazırladığı ‘Devletler ile Yabancı Devlet Vatandaşı Kişiler Arasındaki Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümüne Dair Washington Andlaşması’ ile özel bir tahkim usulü benimsenmiş ve bu andlaşmaya dayalı olarak Washington’da kurulan merkez bu tahkim sürecini yönetmekle görevlendirilmiştir.
Tahkim heyeti, söz konusu yatırım uyuşmazlığını, tarafların seçtiği hukuk kuralları doğrultusunda kesin ve bağlayıcı olarak çözüme kavuşturmayı sağlar. Eğer taraflar bu konuda mutabakata varmamışlarsa, uyuşmazlığa, taraf devletin hukuku ve ilgili uluslararası hukuk kuralları uygulanmak suretiyle çözüme gidilir.
Uluslararası Ticaret Hukuku
Uluslararası Ticaretin Tarihçesi ve Dış Ticaret Teorileri
İlkel dönemdeki değiş tokuş, orta çağ ve sonrasındaki dönemdeki latince ticaret hukuku anlamına gelen lex mercatoria uluslararası ticareti hukukuna dahil olacaktır. Ulus devletin ortaya çıkması ile tacirler arası faaliyetten ibaret olan ticaret, denizciliğin gelişmesi ile yeniçağda ülkeler arası faaliyet halinde gelmiştir. Modern anlamda uluslararası ticaret hukuku ise II. Dünya savaşı ve müttefik devletlerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Adam Smith’in ‘Ulusların Zenginliği’ eseri ile uluslararası ticaret ilk kez bilimsel yönden incelenmiştir. Buna göre devletin ticarete müdahalesi yok denecek düzeye inmeli, dış ticaret özel hukuk kişilerine bırakılmalıdır. Smith dış ticareti de ülkede yeterli miktarda üretilmeyen malların dış ticaret yoluyla elde edilmesi, üretimi, hammaddesi bol olan malların da dışa satımı olarak ifade eder. Bu noktada devletler üretimi düşük maliyetli olan alanlara yönelmeli, üretimi pahalı olanlar için dışarıya açılmalıdır. Uluslararası ticaretin temelini oluşturan David Richardo’nun ‘Karşılaştırmalı Üstünlük Teorisi’nde ise bazı malların üretimi daha düşük maliyetli ise, yüksek maliyetli malları üretmesi kaynak israfına yol açacağı için, devletlerin bu malları ihraç edip, diğerlerini ithal etmeleri gerektiğini kabul eder.
GATT ve Dünya Ticaret Örgütü
1947 yılında akdedilen Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Andlaşması (GATT), Dünya Ticaret Örgütü(DTÖ)’nün kuruluşuna kadar geçen süre içinde geçici olarak uygulanmıştır. GATT gümrük vergisi tarifeleri, serbest ticaretin oluşumu, temel ticaret ilkeleri, ithalat ve ihracat kotaları, sınırlamalar vb konuları düzenleyen, halen geçerli ve yürürlükte olan bir andlaşmadır.
1955 yılında kurulan 2012 itibariyle de 155 üyesi bulunan DTÖ’nün amacı çok taraflı ticaret sistemini kalıcı ve tutarlı kılmak amaçlı hedefleri, ilkeleri belirlemek, andlaşmaların akdedilmesini sağlamak, üyelerinin ticaret politikalarını izleyip, yol gösterici olmaktır.
DTÖ Kuruluş Andlaşması ve DTÖ Andlaşmaları
Uluslararası bir andlaşma olan Uruguay Nihai Senedi’nin imzalanması sonucu bu andlaşmayı kabul eden devletler tüm DTÖ andlaşmalarına ve onun eklerine bağlanmayı kabul etmişlerdir ve buna ‘tek taahhüt’ denir. Uruguay Nihai Senedi ana metin olup, DTÖ Kuruluş Andlaşması ve diğer ekleri buna bağlıdır. DTÖ Kuruluş Andlaşması kabul etmeden önce devletlerin GATT’a taraf olmaları gereklidir.
DTÖ’nün Organları
Ana organları şunlardır:
• Bakanlar Konferansı: Tüm üye devletlerin temsil edildiği en yüksek seviyedeki organıdır. İki yılda en az bir kez toplanır.
• Genel Konsey: DTÖ’nün idaresinden sorumlu tüm üye devletlerin temsil edildiği daimi icra organıdır. İki ayda veya ayda bir toplanır.
• DTÖ Genel Direktörü ve DTÖ Sekreteryası: DTÖ genel direktörünü, Bakanlar konferansını belirleyip, yetki ve görevlerini, görev süresini kararlaştırır.
Bu ana organlar dışında;
• Özel konsey,
• Komite ve
• Çalışma grupları da bulunur.
DTÖ Uyuşmazlık Çözüm Mekanizması
DTÖ Kuruluş Andlaşması’nın eklerinden biri olan ‘Uyuşmazlık Çözümüne ilişkin Usul ve Kurallara dair Mutakabat Metni’ DTÖ Uyuşmazlık Çözüm Mekanizması’nı yönetir. Bu mekanizma üye devletlerden birinin talebi ile harekete geçer. Üye Devletlerin uyuşmazlıklarında bu mekanizmaya başvurmaları zorunlu tutulmuştur.
Bu mekanizmaya sadece üye devletler başvurabilir. Uyuşmazlıkların DTÖ andlaşmasından kaynaklandığı yani üye devletin kazanımlarının ortadan kaldırıldığı veya o kazanımların haleldar edildiği, andlaşma amacına ulaşılmasının engellendiği durumlarda bu mekanizmaya başvuru yapılacaktır.
Davaların Görülmesi
Mekanizma kapsamında görülen davalarda üç safha mevcuttur.
- İstişareler Safhası: Dava başlamadan, başvurulması zorunlu bir safhadır. Şikayet ve istişare talebi muhatap devlete yapılıp, Uyuşmazlık Çözüm Organına da bildirilir. Muhatap devlet istişareleri kabul etmez veya cevap vermezse veya istişarelerle 60 gün içinde uyuşmazlık çözülmezse ikinci aşamaya geçilir.
- Panel Heyeti (Dava): Uzman hukukçu ve
iktisatçıların oluşturduğu 3 kişilik bir heyet olup, davayı inceler ve uyuşmazlığı çözer. Uyuşmazlık Çözüm organına yapılan talep sonucu panele gidilir. İç hukuklardaki ilk derce mahkemelerine benzeyen panelin nihai kararının taraflar için bağlayıcı olması Uyuşmazlık Çözüm Organının onayını gerektirir. Davayı kaybeden tarafın bir sonraki aşamaya başvurması da söz konusu olabilir. - Temyiz Safhası: Daimi nitelikteki temyiz organına başvurulması halinde panel kararının uygunluğu incelenip, onaylanabilir, değiştirilerek onaylanabilir veya bozulur. Bu karar da Uyuşmazlık Çözüm Organı’nın onayından geçer.
Kararların İcrası ve Yaptırım Uygulanması
DTÖ Andlaşmaların ihlali tespit edildiği takdirde söz konusu ihlali oluşturan düzenin geri alınması veya iptali sağlanır. Bunun için Uyuşmazlık Çözüm Organı davayı kaybeden devletten bir rapor isteyip, süre tanır. Süre sonunda gerekli işlemi yapmayan devlete tazminat veya ticaret imtiyazlarından faydalanmasının askıya alınması şeklinde yaptırım uygulanır.
Türkiye’nin Dış Ticaret Politikası, Gümrük Birliği ve DTÖ
1970’lerin sonunda yaşanan enerji krizi, döviz darboğazı ve yüksek enflasyon sonucu alınan 1980 yılındaki ‘24 Ocak Kararları’ ile Türkiye’de ihracat teşvikine dayalı kalkınma modeline ve liberal ekonomi düzenine geçilmiştir. İhracat ve ithalat kotalarının kaldırılması, gümrük tarifelerinde indirim, yabancı sermayenin teşviki, döviz serbestisi getirilip esnek kura geçilmesi bu kararlar sonucu gerçekleşmiştir.
Gümrük Birliği birliğe üyeler arasında gümrük vergilerinin ortadan kaldırıldığı, birliğe üye olmayan devletlere karşı tek bir gümrük vergisinin belirlendiği, üçüncü devletlerden gelen mallardan alınan vergilerin ise üyeleri arasında paylaşıldığı, üyeler arası ortak pazarın yaratıldığı bir birliktir.
Serbest Ticaret Bölgeleri ise üye ülkelerin arasında gümrük tarife ve miktar sınırlamalarının kaldırıldığı, birliğe üye olmayanlara karşı özel bir tarifenin uygulandığı iktisadi bir bütünleşme türüdür.
Türkiye’nin yabancı devletlere uyguladığı tarifeler ise AB ülkesi veya DTÖ üyesi olmasına göre farklılık göstermekte olup, AB üyelerine gümrük tarifesi uygulanmazken, DTÖ üyelerine tavizli tarifeler uygulanır.