ULUSLARARASI İLİŞKİLERE GİRİŞ
Uluslararası İlişkilere Giriş
Uluslararası ilişkiler, ağırlığı devletler arası ilişkilere verip ülkeler arası ilişkilere anlamaya çalışır. Siyaset Bilimi ülke içinde devlet-toplum-birey ilişkilerini anlamaya çalışan bir bilim dalı iken; Uluslararası İlişkiler devletler arası ilişkileri anlamaya çalışan bir bilim dalıdır.
Uluslararası ilişkileri anlamak için üç önemli noktanın altını çizmek gerekir:
• Birincisi uluslararası ilişkilerin dış politikanın ötesine geçerek siyasi, ekonomik, kültürel ve bireysel boyutlarda dünyayı, devletlerin tercihlerini, devletler arası ilişkileri, bu ilişkilerin tarihsel süreç içindeki değişimini ve sürekliliğini anlama çabası içinde olmasıdır.
• İkincisi uluslararası ilişkilerin uluslararası ekonomi ve uluslararası hukuk konularını da içermesidir. Uluslararası hukuk, başta bağımsız devletler olmak üzere, uluslararası toplum üyelerinin birbirleri ile olan ilişkilerinde uymak zorunda oldukları hukuk kurallarının tümüdür.
• Üçüncüsü ise uluslararası ilişkilerin devletler, ekonomiler, kültürler ve günlük yaşam alanları arasında karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin artmasına anlam veren “küreselleşme” kavramından etkilenmiş olmasıdır.
Karşılıklı bağımlılık ilişkileri, dünyamızı küçültüp coğrafi mesafeleri iletişim ve bilişim alanlarında azaltmıştır. Bu durum beraberinde birtakım riskler de getirmiştir. Küreselleşen bir dünyada yaşadığımız için bazı kuramcılar uluslararası kavramı yerine küresel kavramının gelmesini öne sürmektedir. Ancak dünya küreselleşse de ulus devletler önemlerini yitirmemiştir. Temel aktör olma konumlarını devam ettirmektedir. Ulus devletler hâlâ uluslararası ilişkilerin ve siyaset biliminin temel aktörüdür.
Siyaset Bilimi, ulus içi ilişkileri anlamaya çalışan bir bilim dalıdır. Uluslararası İlişkiler ise ulus devletler arası ilişkileri anlamaya çalışan bir bilim dalıdır. Bu ayrımı derinlemesine incelemek için öncelikle devlet tanımına bakmak gerekir. Devlet merkezî, alansal, kanun yapma ve uygulama hakkı ve yeteneğine sahip egemen otoritedir. Gruplar ve bireyler, güvenlikleri ve düzenin korunması için devlete hukuk temelinde yasa yapma, uygulama, gerekirse güç kullanma kapasitesi ve hakkını verir. Bu yüzden ülke içi ilişkiler dikey örgütlenmiştir. Siyaset Bilimi işte bu dikey ve belirli bir merkezî olan ilişkilerle ilgilenir. Öte yandan Uluslararası İlişkiler yatay olarak örgütlenmiş, bir merkezî gücü olmayan ve yaptırım gücüne sahip hukuksal yapı da içermeyen ilişkiler ağını çalışan bilim dalıdır.
Kapsam, İçerik ve Aktörler
Uluslararası ilişkiler kapsamında yer alan unsurlar şu şekilde sıralanabilir:
• Güvenlik,
• Ekonomik güç,
• Uluslararası ekonomi,
• Uluslararası siyasal ekonomi,
• Uluslararası ticaret,
• Demokrasi,
• Kimlik siyaseti ve kimlik temelli çatışmalar,
• Kültürel kimlik,
• Medeniyetler arası çatışma,
• Medeniyetler arası ittifak ve diyalog,
• Sert güç ve yumuşak güç.
Uluslararası ilişkilerde merkezî otorite olmadığından güvenlik, devletlerin birincil amaçlarının başında gelir. Devletler ülkelerinin güvenliğini korumak için güçlerini arttırma yoluna gider ve bu sayede kendilerine yönelik tehditleri caydırmayı hedeflerler. 1648 yılında Avrupa Devletleri arasında yapılan Vestfalya Anlaşması, modern ve ulus devlet temelli uluslararası ilişkilerin başlangıcı olmuştur. O günden bugüne içerik ve aktörlerde değişiklik olsa da güvenlik, uluslararası ilişkiler anlayışında temel amaç ve temel hareket tarzı olarak kalmıştır.
Uluslararası ilişkiler anlayışında diğer bir önemli amaç ise ekonomik güç kazanmaktır. Uluslararası ilişkiler tarihi, bir yaklaşıma göre ekonomik kaynakların bulunması ve sömürülmesi olarak tanımlanabilecek emperyalizm ve bu ilişkinin ülkelerin işgalini de kapsayan biçimine anlam veren sömürgecilik tarihidir. Ekonomik ilişkilerin önemi sadece emperyalizm ve sömürgeciliğe indirgenmemelidir. Ülkelerin ekonomik kalkınmalarında dış ticaret, dış yatırım, küresel rekabet gücü gibi unsurların da yeri büyüktür. Bu nedenle uluslararası ekonomi, uluslararası siyasal ekonomi ve uluslararası ticaret uluslararası ilişkiler için de önemli birer çalışma alanıdır. Uluslararası Ekonomi, bağımsız devletler, uluslararası örgüt ve kuruluşlar arasındaki ekonomik ilişkiler ile ekonomik uygulamalar bütünüdür.
II. Dünya Savaşı ve savaşta yaşanan faşizm olgusunun getirdiği kayıplar ve yıkım, ekonomik kalkınmanın demokrasi ile birleşmesi gerektiği görüşünü doğurmuştur. Bu sayede daha güvenli ve istikrarlı bir dünya yaratılacağı düşüncesi güçlenmiştir. O dönemden bugüne demokrasi ve demokrasinin yaygınlaşması uluslararası ilişkilerin önemli amaçlarından biri olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin 1990 yılında yıkılması ile kimlik siyaseti ve kimlik temelli çatışmalar gündeme gelmiştir. Yugoslavya’nın bölünmesi, 11 Eylül 2001 terörü, Arap Baharı gibi süreçler kültürel kimlik temelli çatışmaların örneklerini teşkil etmiştir. Bu durum kültür olgusunu ve kültürel kimliği uluslararası ilişkilerin çalışma alanlarından biri haline getirmiştir. Özellikle 11 Eylül’den sonra artan İslam karşıtı söylemler, Batı ve İslam arasında çatışmanın kaçınılmaz olduğunu öne süren medeniyetler arası çatışma tezini ve son dönemde Türkiye, İspanya ve Birleşmiş Milletler öncülüğünde geliştirilen medeniyetler arası ittifak ve diyalog çalışmaları da kültür ve kültürel
kimlik olgularının uluslararası ilişkiler içindeki yerini ve önemini arttırmıştır.
Güç, en genel anlamıyla, bir aktörün diğer aktöre bir şey yaptırma kapasitesidir. Güç iki türlü oluşturulabilir:
• Askerî ve ekonomik kapasite artırımı yoluyla oluşturulan güce sert güç denir.
• Diplomatik, kültürel ilişkiler ve ekonomik güçlenme ile oluşturulan güce de yumuşak güç denir.
Güç kavramı da uluslararası ilişkilerin çalışma kapsamı içindedir.
Uluslararası ilişkilerin içeriğini oluşturan unsurlar ise şunlardır:
• Terör ve savaş,
• Barış inşası ve çatışmaların önlenmesi,
• Ekonomi,
• Liderlik,
• Demokrasi, insan hakları ve sosyal adalet alanları.
21. yüzyılın terör ve savaşla başlaması ve geleceğin de savaşla belirlenme riskinin var olması savaş olgusunu uluslararası ilişkilerin en önemli konusu yapar.
Buna bağlı olarak ikinci önemli konu da barış inşası ve çatışmaların önlenmesidir.
Üçüncü alan olan ekonomi, barışı inşa etmenin ve sürdürülebilir kılmanın önemli bir verisi olarak kabul edilmektedir.
Uluslararası ilişkiler içinde iki nokta yer almaktadır:
• Birincisi ulus devletlerin farklı yumuşak ve sert güçlere sahip olmasıdır.
• İkincisi de merkezî otoritesi olmayan bir alanda ilişkiye giren ulus devletler arasında düzen ve istikrarın nasıl sağlanacağı sorusudur.
Bu noktada uluslararası ilişkilerin dördüncü önemli konusu olan liderlik ön plana çıkmaktadır. Hem sert güce, hem de yumuşak güce; hem caydırıcılığa ve baskıya, hem de diğerlerinin rızasını alma kapasitesine sahip olan uluslararası otoritelere lider denmektedir.
Beşinci önemli konu demokrasi, insan hakları ve sosyal adalet alanlarını içermektedir.
Uluslararası ilişkileri hareket geçiren aktörler ise
şunlardır:
• Ulus devlet,
• Uluslararası örgütler,
• Uluslararası şirketler,
• Ulus devlet altı örgütler ve
• Sivil toplum.
Ulus devlet ülkenin alansal bütünlüğünü tanımlayan, yasa yapma ve uygulama kapasitesine ve hakkına sahip, merkezî otorite ve uluslararası toplumda tanınmış, kendi ülke sınırları içindeki yönetimine dıştan müdahale olmamasını anlamlandıran egemen otoritedir.
Uluslararası örgütler, devletler tarafından güvenlik, mali, ticaret, vb. alanlarda düzenleyici kuralları ve normları yaşama geçirmek için kurulmuş platformlardır.
Uluslararası şirketler ekonomi alanında hareket eden ticari, mali ve hizmet sektörleri üzerinde odaklanmış, direkt ve dolaylı yatırım alanlarında yer alan, uluslararası ekonominin taşıyıcı ekonomik aktörleridir.
Devlet altı örgütler sivil değerlerden uzak, amaçlarını gerçekleştirmek için şiddet uygulayabilen örgütlerdir.
Sivil toplum ise şiddete başvurmadan, devletlere demokrasi, insan hakları ve sosyal adalet ilkeleri temelinde politikalar üretmeleri için aşağıdan yukarıya baskı yapmayan amaçlayan yapılardır.
Uluslararası İlişkilere Temel Yaklaşımlar
Uluslararası ilişkilerde yaklaşımlara “model” ya da “paradigma” da denilebilmektedir. Uluslararası ilişkiler alanında çalışmalarını bir yaklaşım benimseyerek sürdüren kişiler, “bilgi kuramsal topluluk” denilen grupları oluştururlar. Yaklaşımların gücü, söz konusu grupların üye sayılarının miktarına, yaygınlığına ve sürekliliğine bağlı olarak şekillenmektedir. Bu nedenle uluslararası ilişkilerde güç ilişkileri ve sınıflaması sadece aktörler arasında değil, aynı zamanda uluslararası ilişkiler yaklaşımları arasında da mevcuttur.
Realizm (Gerçekçilik): Gerçekçilik, uluslararası ilişkilerin temelinde uluslararası politika olduğunu savunur ve güvenlik gereksinimi ya da güvenlik sorununu bu ilişkilerin kurucu unsuru olarak tanımlar. Bu yaklaşıma göre güvenlik gereksinimi ekonomik kalkınma ya da kültürel ilişkilerden önce gelir. Realizm, güvenlik eksenli bir uluslararası ilişkiler anlayışını öne sürmektedir. Realizme göre uluslararası ilişkilerin ana aktörü devlettir. Devletler birbirlerine güvenmez; birbirlerinin karar ve amaçlarına şüpheyle yaklaşırlar. Devletin temel çıkarı güvenliktir. Güç dendiğinde akla gelen diğer devletleri caydırmak ya da etkilemek için geliştirilen askerî güç kapasitesidir. Uluslararası örgütler, şirketler ve STK’lar devlet çıkarından sonra gelen ikincil öneme sahip kurumlardır.
İdealizm (Kurumsalcılık): Realizm, uluslararası ilişkiler yaklaşımları arasında egemenliğini korusa da uluslararası ilişkilerde yaşanan değişimleri ve giderek karmaşıklaşan yapıları açıklamada sorunlar yaşanmaktadır. Özellikle ekonomi ile uluslararası ve bölgesel örgütlerin önem kazanmasını açıklama noktasında yeni yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu noktada idealizm yaklaşımı ön plana çıkmaktadır. İdealizm:
• Uluslararası ilişkiler ile ulusal ilişkiler,
• Uluslararası politika ile uluslararası ekonomi ve uluslararası hukuk,
• Güvenlik ile ekonomi arasındaki bağlantılar üzerine odaklanmaktadır.
Yalnızca devletlere değil uluslararası ve bölgesel örgütlere de önem vermektedir. Bu kurumları da aktör olarak tanımladığı için “kurumsal yaklaşım” olarak da adlandırılmaktadır.
İdealizme göre devletler arası iş birliğinin barış ve ekonomik refaha dayalı olması halinde uluslararası güvenlik sağlanır ve sürdürülebilir kılınır. Uluslararası ilişkiler çıkar temelinde hareket edebileceği gibi iş birliği temelinde de hareket edebilir. Güç dendiğinde akla sadece askerî güç kapasitesi gelmemeli; güç, ekonomi ve kültürü de içermelidir.
Dünya Sistemi: Realizm ve idealizm, uluslararası sistemde düzenin ve sürekliliğin sağlanmasını amaçladığı için sistemdeki eşitsizlikleri, ekonomik kalkınmışlık ve refah farklılıklarını ve güç ile iktidar ilişkilerini eleştirmezler. Var olan düzeni koruyan bir yaklaşım izledikleri için güçlü ülkelerin çıkarlarını savundukları eleştirisi ile karşılaşırlar. Bu eleştirilerden biri de Dünya Sistemi Yaklaşımı’ndan gelmektedir. Realizm ve idealizmi eleştiren bu yaklaşımda, tüm ilişkiler ve aktörler ekonomiye indirgenmektedir. Güç ile anlatılmak istenenin ekonomik güç olduğunu savunur. Kültürel ilişkiler ile insan hak ve özgürlüklerini göz ardı eder.
İnşa Edici Yaklaşım: İnşa Edici Yaklaşıma göre BM ya da AB gibi uluslararası örgütler ile ulus içi ve küresel sivil toplum kuruluşları, uluslararası ilişkilerde reform yaratabilecektir. Bu reformlar yoluyla daha adil ve demokratik bir dünya yönetimi inşa edilebilecektir. İnsan hak ve özgürlükleri, demokrasi ve hukukun üstünlüğü tüm devletler ve uluslararası örgütler tarafından içselleştirilmelidir. Bu yaklaşım;
• Devlet güvenliğini değil insani güvenliği;
• Devlet çıkarını değil insan haklarını;
• Devlet egemenliğini değil demokratik hukuk devletini savunmaktadır.
İnşa Edici Yaklaşım ile uluslararası ilişkiler alanına barış ve insanı müdahale gibi normlar, insan hak ve özgürlüklerinin korunması ile yoksulluğa karşı mücadele gibi değerler ve meşruiyet kavramına ilişkin önemli yenilikler getirilmiştir.
Eleştirel Kuram: Eleştirel Kuram, uluslararası ilişkiler ile modern zamanlara anlam veren Modernite arasındaki bağlantıyı ele almıştır. Buna göre Modernite uluslararası ilişkilerin tarihsel bağlamıdır. Bu ilişkiler de Batı merkezli ve Batının dünyanın gerisine hâkimiyetini meşrulaştırmaya yarayan, bu hâkimiyetin sürmesine hizmet eden ilişkilerdir. Devletin ve uluslararası örgütlerin Batı merkezli aktörler olduğunu savunur. Bu kurama göre Batı modernitesi tarihi, hem medeniyet tarihi hem de savaşların ve yıkımların tarihidir. Bu nedenle Batı modernitesinin eleştirisini yapmadan güç ve egemenlik kavramlarının anlaşılamayacağını öne sürmektedir.
Burada sivil toplum ve sosyal hareketler Batı modernitesine eleştirel yaklaşmalı ve bu eleştiriyi yaparken de daha eşit, özgür ve adaletli bir dünya kurmak için çalışmayı temel almalıdır.
Uluslararası ilişkiler alanındaki yaklaşımların her biri bir alandan sorumlu olsa da genel anlamda uluslararası ilişkileri anlama ve açıklama konusunda kişinin ufkunu genişleten bir niteliğe sahiptir. Yöntemsel düzeyde tek bir yaklaşımı doğru kabul etmek yerine hepsinden öğrenme yoluna gidilmelidir.
Sonuç: Çözümleme Süreci ve Birimi
Günümüzde uluslararası ilişkiler küreselleşme süreçleri, uluslararası örgütler, ulus devletler, ulus devlet altı aktörler, sivil toplum ve sosyal hareketler arası etkileşim ve karşılıklı ilişkiler temelinde hareket etse de devletlerin hâlâ ana aktörler olduğu görülmektedir.
Küreselleşme ve Uluslararası İlişkiler
Küreselleşme Nedir?
Küreselleşme, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan kayda değer değişimlerin, küresel bir nitelik kazanarak başka bölgelere, ülkelere yansıması ve hem toplumsal, hem siyasal, hem kültürel, hem de ekonomik alanlarda dönüşümler yaratmasıdır. Kimilerine göre küreselleşme, tarihin farklı dönemlerinde gözlemlenmiş bir olgudur ve dünya tarihi farklı küreselleşme evreleri geçirmiştir. Bugünkü küreselleşme ise şimdiye kadarki en yoğun ve en çok boyuta sahip olan dalgadır. Bu kapsamda, tarih boyunca ülkeler arasında gerçekleşen ticaret ilişkileri küresel değişim açısından ele alınabilir ve bu ilişkiler küreselleşme olarak kabul edilir.
Günümüzde küreselleşme, özellikle 1980’lerden itibaren, devletler, ekonomiler, kültürler ve bireyler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkilerinde yaşanan yaygınlaşma, derinleşme ve hızlanma olgularını kapsamaktadır. Yani tanımsal ve kavramsal olarak farklılıklar içerse de küreselleşme bir durum değil, bir süreç olarak görülmelidir.
Yaygınlaşma, dünyanın herhangi bir yerinde olan bir gelişmenin veya olayın, dünyanın diğer yerlerinde de bazı ciddi etkiler yaratması ve sonuçlar doğurması demektir. 2008’de ABD’de çıkan ekonomik krizin kısa bir sürede tüm dünyaya yayılması örnek olarak verilebilir.
Derinleşme, yaygınlaşma sürecinin yarattığı etkilerin güçlü bir şekilde hissedilmesi ve yaşanmasıdır. Kuş Gribinin dünyanın birçok bölgesini yaygın ve derin bir şekilde etkilemesi derinleşmeye örnektir.
Hızlanma, yaygınlaşma ve derinleşme süreçleri ve bunların yarattığı etkilerin çok hızlı bir biçimde yaşanmasıdır. Facebook gönderilerinin internet üzerinden saniyeler içinde dünyanın bir ucundan bir ucuna ulaşması hızlanmaya örnek olarak verilebilir.
Büyük sanayileşmiş devletlerin kurduğu Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Örgütü’ne (OECD) göre küreselleşme, değişik ülkelerdeki piyasaların ve üretimin, ürün ve hizmet sunumlarıyla ve sermaye ve teknolojinin hareketliliği aracılığıyla sürekli birbirine bağımlı hale geldiği bir süreçtir. Küreselleşme yoluyla, mekân ve zaman sınırlarının ekonomik anlamda ortadan kalkmasıyla dünya küçülmüştür. Küreselleşme, geçen yüzyılın siyasal yapı taşlarını oluşturan ulus-devletleri de etkilemiştir.
Ekonomiden çevre sorunlarına, yoksulluktan ayrımcılığa ve insan hakları ihlalleri sorunlarından terör saldırılarına, ulus-devletleri etkileyen sorunlar da küreselleşmiş ve bu da küresel çözümler gerektirmiştir. Küreselleşen dünya, ulus-devletlerin daha fazla işbirliği yapmalarını ve karşılıklı bağımlılık ilişkilerine girmelerini zaruri kılmıştır.
Ulus devletlerin yanı sıra Birleşmiş Milletler (BM), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB),
Avrupa Birliği (AB), çeşitli sivil toplum kuruluşları (STK) da küresel sorunları çözmede etkin ve aktif bir rol almışlardır. Küresel sorunları çözmek adına “bölgeselleşme” desteklenmeye başlanmıştır.
Bölgeselleşme, birbirine coğrafi olarak yakın olan ülkelerin girdikleri işbirliğidir. Bölgeselleşme sürecinin;
• Bölgesel diyalog,
• Bölgesel işbirliği ve
• Bölgesel bütünleşme olmak üzere üç önemli yapılanması vardır.
Ortak noktaları, hepsinin ekonomik alanda ve ticaret ilişkilerinde serbestleştirme getirmesi ve karşılıklı kazanç ağları yaratmasıdır. Farkları ise bu işbirliğinin siyasal ve hukuksal olarak ne kadar derin ve güçlü olduğuyla ilgilidir. Bölgesel diyaloğa örnek olarak Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği’ni (APEC) örnek gösterebiliriz. APEC, ticaret temelli serbestlik ilişkisi üzerine kurulmuş ve çok derin olmayan esnek, bölgesel bir diyalogdur. ABD, Meksika ve Kanada arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Birliği (NAFTA) ise, serbest ticaret, istihdam, hizmet alma ve yatırım alanlarında işbirliğine yöneliktir ve idari ve hukuksal işbirliğini de içermektedir.
Küreselleşmenin bir diğer riski de, küresel terördür. Küresel terör, yöntem olarak şiddeti benimser ve kullanır ve amacı siyasaldır. Sivil insanları hedef alır ve amacı sadece şiddet ve yok etme değil, korku, endişe ve güvensizlik de salmaktır. Geçmişteki terör eylemlerine kıyasla, ölümcüllük derecesi yüksek eylemlere yönelmiştir. Eylemlerini örgütlemek ve finanse etmek için cep telefonu ve e-posta gibi küreselleşmenin getirdiği yenilikleri kullanır. Kültürel kimlik olgusunu köktenci ve çatışmacı bir şekilde gündeme getirir ve dünya siyasetini medeniyetler, kültürler ya da dinler arası çatışma temelinde yeniden düzenlemeye çalışır.
Terörist eylemler, Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezini gündeme getirmiştir. Medeniyetler çatışması, dünyanın giderek kültürel ve dinsel kimlikler arasındaki çatışmalar tarafından şekillendirileceği iddiasına dayanmaktadır. Bu teze karşıt olarak, Türkiye ve İspanya öncülüğünde bir BM projesi olan, hoşgörü, diyalog ve işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan Medeniyetler İttifakı hayata geçirilmiştir.
Bugün, Kuzey Afrika ile Orta Doğu’da yaşanan Arap Baharı süreci de medeniyetler çatışması tezini yanlışlayan ve medeniyetler ittifakı tezini destekleyen bir niteliktedir. Çünkü Arap dünyası iş, refah, demokrasi ve sorumlu yönetim isteklerini dile getirmeye başlamış ve medeniyetler çatışması tezinin öngördüğünün aksine, Batı’nın modern değerlerine küresel ölçekte sahip çıkmıştır. Bu sebeple, Arap Baharı sürecinin, medeniyetler çatışması tezinin kazandığı önemi bitirmesi anlamına geldiği de unutulmamalıdır.
Günümüzde küreselleşme hem yaşanılan hem de tartışılan; hem olumlu hem de olumsuz sonuçları ve etkileri olan; hem kendisine taraftar bulan hem de kendisiyle mücadele edilen bir toplumsal gerçeklik hâlini almıştır. Yani küreselleşme, bir yönüyle iletişim alanında küresel köyü, diğer yönüyle, her alanda risklerin güçlendiği ve yaygınlaştığı bir toplumsal yapıyı ve aynı zamanda da daha adil, eşit ve demokratik ülke ve dünya yönetimini talep eden, küreselleşme karşıtı hareketlerden Arap Baharı’na, toplumsal tepki ve mücadeleyi eş zamanlı içeren bir süreç olmuştur.
Küresel Ekonomi
Küreselleşmenin en çok etkilediği alan ekonomidir. Dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen bir gelişmenin dünyanın en uzak yerlerinde bile hızla hissedilmesi, en belirgin şekilde ekonomik ilişkilerde yaşanmaktadır. Ekonomik ilişkiler, hem genel anlamda hem de dünyanın günümüzde içinde bulunduğu ekonomik kriz temelinde, küreselleşmenin yaygınlaşma, derinleşme ve hızlanma özellikleri ile dünyayı bir risk toplumuna dönüştüren tüm etkilerini ortaya çıkarmaktadır.
Küresel ekonomi, kendini en çok ticaret ve finans (Finans: Nakdi değeri olan yatırım araçlarıyla -tahvil, bono ve hisse senedi gibi- sıcak paranın işletilmesi ve yönetilmesi) alanlarında göstermektedir. Küresel ekonomi, ülke sınırları dışındaki ekonomik etkinliklerin ve ilişkilerin çoğalmasını ifade eder. Böylece ihracatın ülke ekonomileri için önemi artmaktadır. Küreselleşmenin bir etkisi olarak uluslararası sermayenin dolaşımı büyük hız kazanmaktadır ve uluslararası sermaye de çoğu zaman doğrudan yatırım yapmak yerine, dünyanın birçok ülkesinde borsalar ve bankalar aracılığıyla kısa dönemli yatırımlar yapmayı ve para yoluyla para kazanmayı tercih etmektedir, dolayısıyla finans hareketleri, para sermayesi, bankalar ve borsalar önem kazanmıştır.
Sınır ötesi ticaret ve finans hareketlerinin artmasıyla, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi uluslararası örgütler, dünya ekonomisini düzenlemek amacıyla kurulmuş ve günümüzde bunların rolü ve etkinliği artmıştır. Bu ve benzeri örgütler, temelde ekonomik entegrasyonu (bütünleşmeyi) sağlamıştır. Bu, tarafların ekonomik faaliyetlerinin bütünleştirilmesi anlamına gelmektedir ve bütünleşme derecelerine göre farklı şekilleri bulunmaktadır.
Serbest Ticaret Alanı: Taraf ülkeler, aralarında tüm gümrük tarifeleri ve miktar kısıtlamalarının kaldırılmasını kabul ederler. Ancak taraflar üçüncü ülke kaynaklı ithal mallara karşı ulusal gümrük tarifeleri uygulama haklarına sahiptirler.
Gümrük Birliği: Taraflar, aralarındaki gümrük tarifeleri ve miktar kısıtlamalarını kaldırabilirler ve üçüncü ülkelere karşı, ortak bir gümrük tarifesi uygularlar.
Ortak Pazar: Gümrük Birliği’nde geçerli olan malların serbest dolaşımının yanı sıra üretim faktörlerinin (iş gücü, sermaye, işletme gibi) serbest dolaşımını içerir.
Ekonomik ve Parasal Birlik: Ortak Pazar unsurlarının yanı sıra, mali politikalar ve para politikalarının bütünleştirilmesi anlamına gelir.
Ekonomik olarak küreselleşen dünyada, risk ve kriz güçlü birer olasılıktır. Günümüzde küresel ekonomik kriz, hem finans krizini, hem ekonomik durgunluğu, hem de işsizlik krizini beraberinde getirmiştir. Yani küresel ekonomik kriz hem dünyayı örümcek ağı gibi iç içe geçmiş, birbirleriyle bağlantılı bir ağ toplumuna, hem de küçülen dünyayı bir risk toplumuna dönüştürmüştür (s:37-39, Tablo 2.1).
Küresel Adalet
Küreselleşme bir yandan her alanda hızlı bir teknolojik gelişmeye yol açarken, bir yandan da ekonomik kalkınma ve refah açısından ülkeler ve insanlar arasında ayrışmaya ve kutuplaşmaya neden olmaktadır. Küreselleşme, gelişmekte olan ülkeler de diyebileceğimiz Afrika, Latin Amerika, Asya ve Orta Doğu’daki yoksul ülkeleri derinden etkilemiş, bu ülkeler işsizlik, açlık, hastalık, ilaçsızlık, susuzluk gibi gittikçe büyüyen sorunlara maruz bırakmıştır.
Ekonomik refah ile eğitim ve sağlık olanaklarının ülkeler ve insanlar arasında adil bir şekilde paylaştırılmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Küresel ölçekte yaşanan bu soruna küresel adalet sorunu denilmektedir. 2010 yılında, geçim kaynağı olan el arabasına el konulması üzerine valilik önünde üzerine benzin dökerek kendini yakan bir Tunus vatandaşı, küresel adalet sorununun insanları nasıl derinden etkilediğinin apaçık bir örneğidir ve toplumda bir uyanışa sebep olarak Arap Baharı’nı başlatan kıvılcım olmuştur.
Küresel adalet sorununun var olmasının sebebi, ülkeler arasındaki küresel uçurumdur. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde, ABD ve Kanada’da ortalama gelir, gelişmekte olan ülkelerdeki ortalama gelirden 75 kat fazladır. Küresel adalet sorununa karşı küresel farkındalık yaratmak ve gerekli önlemlerin alınabilmesini sağlamak amacıyla Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) küresel ölçekte düzenli bir şekilde ölçümler yapmaktadır. Bu ölçümlerle insanların ortalama ömürleri, eğitim seviyeleri ve yaşam standartları değerlendirilmekte ve her yıl ülkelerin kalkınma seviyeleri İnsani Kalkınma Endeksi ile ölçülüp duyurulmaktadır. Bu endeks, insani kalkınmanın üç öğesini dikkate alan bir ölçüdür ve
• Ülkelerdeki okuryazar yetişkin sayısını,
• İlk, orta ve yükseköğretimin yaygınlığını ve
• Satın alma gücü paritesini ölçmektedir.
Satın alma gücü paritesi, ülkeler arasındaki satın alma gücü farklılıklarına dayanarak daha net karşılaştırmalar yapılmasını ve açlık sınırı, yoksulluk sınırı gibi göstergelerin daha sağlam bir zemine oturtulmasını sağlayan bir eşitleme yöntemidir. Türkiye, 2007 yılında bu ölçekte 84. sırada yer alırken 2011’de 92. sıraya gerilemiştir (s:41, Tablo 2.2). Küresel adalet sorununa çözüm bulmaya çalışan örgütlerden birisi de Dünya Bankası’dır. Dünya Bankası, gelir dağılımındaki adaletsizliğe son vermeyi, yokluk ve yoksunluk sorununa kalıcı çözümler bulmayı amaçlayan, bu doğrultuda gelişmekte olan ülkelerde istihdam yaratacak, verimliliği artıracak ve gelir seviyesini yükseltecek, kalifiye eleman yetiştirilmesini destekleyen projeleri finanse eden önemli bir kurumdur; ancak bugüne dek küresel adalet sorununa kalıcı çözümler getirmekten uzak kalmıştır.
Kültürün Küreselleşmesi
Kültür; yerel, ulusal, bölgesel ve küresel etkileşim içerisinde önemlidir. Ayrıca, dinden etnik kimliğe, beslenme alışkanlıklarından tüketim tercihlerine, medeniyetler arasındaki ilişkilerden Youtube, Facebook, Twitter gibi sosyal platformlarda geliştirilen ilişkilerin önem kazandığı Arap Baharı’na kadar geniş bir alanda toplumsal ve bireysel yaşamları etkilemektedir. Bu yüzden son yıllarda küresel kültür olgusu ortaya çıkmıştır. Bu küreselleşme, kültürel ürünler ile mal ve hizmetlerin dünya çapında dolaşımı ve tüketimi demektir. Bu dolaşım ve tüketim kültürel alışkanlıklarda, modada ve popüler kültürde dünyayı küçültmüştür. Diğer taraftan yeni iletişim araçlarının gelişmesi, bireylerin her ortamda söz sahibi olmaları ve kendilerini ifade edebilmeleriyle, yerel olanın ve farklılığın kötü etkilenmesine sebep olmuş ve çatışma risklerini arttırmıştır.
II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Soğuk Savaş, Berlin Duvarı’nın yıkılışı (1989) ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü (1990) ile bitmiştir. Bu durum kültür olgusunun öneminin artmasına neden olmuştur. Bu süre zarfında, dinsel ve etnik kökenli kültür olgusunun, dünya düzeni ve siyaset içindeki rolü artmış, medeniyetler çatışması söylemi yaygınlık kazanmıştır. Yani kültürün küreselleşmesi, bir yandan kültürün önemini arttırırken, diğer yandan da kültürel, dinsel ve etnik kimlik kökenli insanlık trajedilerine sebep olmuştur.
Ayrıca küresel kültür, yaşam biçimi olarak adlandırılan yiyecek (McDonald’s), içecek (CocaCola), giyim, müzik ve eğlence (MTV, Pop Star, Yetenek Sizsiniz vb.) tercihleri ile tüketim eğilimlerinde, dünya ölçeğinde bir benzeşme ve standartlaşma demektir. Fakat kültürün küreselleşme süreci tek yönlü ve tek boyutlu değildir. Örneğin Knorr, tüketicilerden kabul görmek ve piyasada tutunabilmek amacıyla, Türkiye’de damak tadımıza hitap eden Ezogelin çorbasını çıkarmıştır. Böylece uluslararası bir firma, yerel değerleri/tatları göz önünde bulundurarak melez bir oluşum ortaya çıkarmıştır.
Küresel Göç
Küreselleşmenin önemli sonuçlarından biri de, ekonomik açıdan az gelişmiş, savaşların olduğu ülkelerden, gelişmiş Batı ülkelerine doğru yaşanan göçtür. Uluslararası göç tarih boyunca her zaman yaşanmıştır:
• Haçlı Seferleri sırasında Hristiyanlar kutsal toprakları geri almak için binlerce kilometre yol kat etmiştir;
• I. ve II. Dünya Savaşları sırasında insanlar baskı ve şiddetten kaçma için kitleler halinde göç etmiştir;
• II. Dünya Savaşı sonrası dönemde daha iyi iş ve yaşam olanakları elde etmek için uluslararası bir göç dalgası oluşmuştur.
Küreselleşme uluslararası göçü epey hızlandırmış ve bu günümüzde önemli bir sorun ve risk halini almıştır. Son yıllarda yaşanan göç ise çok boyutlu ve karmaşık niteliği, yoğunluğu ve göç eden insan sayısındaki muazzam artış nedeniyle diğer göçlerden farklıdır ve artık küresel bir nitelik kazanmıştır. Ülkeler göç bağlamında;
• Göç veren ülkeler,
• Göç alan ülkeler ve
• Geçiş ülkeleri olarak üçe ayrılmaktadır.
Ekonomik açıdan az gelişmiş ve insan yaşamının tehdit altında olduğu Afrika, Güney Asya ve Orta Doğu ülkeleri göç veren ülkelerdir. Gelişmiş Avrupa ülkeleri, ABD, Avustralya ve Kanada en çok göç alan ülkelerdir. Türkiye, göç alan bir ülke olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir geçiş ülkesidir.
Ayrıca küresel göçün;
• Yasal göç,
• Yasa dışı ya da kaçak göç ve
• İnsan ticareti gibi farklı boyutları da vardır.
Göçün farklı boyutları olduğu gibi, göçmenliğin de farklı boyutları vardır.
• Kendi ülkesinden başka bir ülkeye yerleşmek amacıyla giden bir kişiye göçmen,
• Ekonomik nedenler dolayısıyla göç edenlere
ekonomik göçmen,
• Tehlikeli yerlerden daha istikrarlı ve insan hakları ihlallerinin daha az olduğu yerlere gidenlere mülteci,
• Yasa dışı yollardan başka bir ülkeye girmeye çalışanlara yasa dışı ya da kaçak göçmen denir.
Birleşmiş Milletler (BM) tanımına göre, “kendi ülkesinin dışında en az bir yıldan fazla yaşayan kişi” uluslararası ya da küresel göçmendir. Günümüzde 214 milyon küresel göçmen bulunmaktadır. Küresel göçün olumlu ve olumsuz etkileri, ekonomide, siyasette, toplumsal yaşam ve bireysel düzeyde gözlemlenebilir. Çünkü küresel göç geri dönüşü olmayan bir olgudur ve günümüzde dünya bir göç çağı içerisindedir.
“Sayılarla Göç” şöyle özetlenebilir:
• Günümüzde dünyada yaklaşık 214 milyon göçmen bulunmaktadır.
• Göçmenler dünya nüfusunun %3’ünü oluşturmaktadır.
• Dünyadaki göçmenlerin toplamı, dünyanın beşinci en kalabalık ülkesini oluşturabilir.
• Bugün toplam göçmenlerin %49’unu kadınlar oluşturmaktadır.
• Dünyada yaklaşık 30 ile 40 milyon arası yasa dışı göçmen bulunmaktadır ve yasa dışı göçmenler tüm göçmen nüfusunun yaklaşık % 18’ini oluşturmaktadır.
• Günümüzde, iç savaşlar sonucunda yerlerinden edilmiş yaklaşık 27,5 milyon kişi yaşamaktadır.
Küresel Isınma
Küresel ısınma, küresel çözüm gerektiren sorunların başında gelmektedir. Bu sorunun çözümü için, kişisel çabalara, sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına, devletlerin işbirliği içinde çalışmalarını sağlayacak uluslararası anlaşmalara kadar çok boyutlu çözümlere ihtiyaç duyulmaktadır. Küresel ısınma, küreselleşen dünyanın en önemli risk alanını oluşturmaktadır. Küresel terör gibi, küresel ısınma da bireyleri ve ulusları bir belirsizliğe ve güvensizliğe düşürmektedir.
Küresel ısınma tehdidi artık öyle ciddi boyutlara ulaşmıştır ki, devletler küresel ısınmayla mücadelenin gereklerini içeren Kyoto Protokolü’nü (1997) imzalamak zorunda kalmışlardır. Ancak ulus devletler, özellikle sanayisi gelişmiş ülkeler -yani küresel ısınmaya en çok sebep olan ülkeler- bu alanda işbirliğine yanaşmamaktadır. Kyoto Protokolü yeryüzündeki 160 ülkeyi ve sera gazı salınımlarının % 55’inden fazlasını kapsamaktadır. Kyoto Protokolü ile devreye girecek önlemler pahalı yatırımlar gerektirmektedir.
Modern Devlet ve Uluslararası Sistemin Gelişimi: Ulus-Devletten Küreselleşmeye
Modern Devlet Sisteminin Gelişimi
Uluslararası ilişkilerin başlangıcı, merkezi, bağımsız siyasal birimler olarak modern devletler ve onların arasındaki ilişkilerdir. Geleneksel görüşe göre, uluslararası ilişkilerin temel konusu ve aktörleri, ulusal çıkar, ulusal güvenlik, egemenlik kavramlarıyla özdeşleşen ulus-devletlerdir. Bugün devlet dışı aktörlerin de uluslararası ilişkilerde giderek artan önemi ve belirleyiciliği; ulus-devleti, egemenliğini, ulusal sınırlarını tehdit etmeye başlamış ve ulus-devletin sonuna mı gelindiği sorusunun sorulmasına neden olmuştur.
En eski devlet sistemi olarak, MÖ 500-100 yılları arasında Antik Yunan’da görülen ve en büyüğü Atina olan şehir devletlerinden bahsedilebilir. Ancak bu dönemden 16. yüzyıla kadar, modern egemen devlet sistemine benzer özellikler taşıyan yani Avrupa’da siyasal gücün sınırlarının belirlendiği ve belirli bir toprak parçası üzerinde egemenliğin söz konusu olduğu, merkezî bir siyasal örgütlenmenin varlığından bahsedilemez. 16. yüzyıldaki siyasal örgütlenme, bir yanda Kutsal Roma İmparatorluğu içerisinde krallarla feodal lordlar arasında, diğer yanda da Papalık (Kilise) içerisinde hiyerarşik ilişkilerin hâkim olduğu, dağınık ve çoklu egemen bir feodal yapıdır.
30 Yıl Savaşları, 1618-1648 yılları arasında din, toprak, hanedanlık ve ticari bir dizi mesele nedeniyle ortaya çıkan çatışmaların sonucunda, 30 yıl süreyle devam eden savaşlardır. Bohemia’nın Katolik kralı Ferdinand II’nin dinini Protestan soylulara dayatmaya çalışmasıyla başlayan bu savaşı, sadece Katoliklik ve Protestanlık arasında bir savaş olmaktan ziyade, güçlü egemen devletler ile Kutsal Roma İmparatorluğu arasındaki uluslararası bir çatışma olarak görmek gerekir. Bu savaşlar sonucunda, İsveç ve Fransa ve müttefiklerine toprak dağıtılmış ve üzerlerinde egemenlik tanınmıştır. Bunun yanı sıra Kutsal Roma İmparatorluğu’nda Protestanlara ve Kalvinistlere dinsel hoşgörü tanınmış, siyasi merkezileşme hızlanmıştır.
Şehir devleti ve imparatorluklardan oluşan bu dağınık siyasal örgütlenmeden merkezî modern siyasal örgütlenme olan modern devlete ve devlet sistemine geçişin başlangıcı, Avrupa’da 30 Yıl Savaşları’nı sona erdiren ve toprak temelli egemen siyasal birimlerin ortaya çıkmasına neden olan Westphalia Barış Antlaşmasıdır. Bu Antlaşma sonucunda, yöneticiler kendi topraklarının sınırlarında bütün iç işlerinde ve yönetilenler adına dış işlerinde tek otorite olarak tanınmalarıyla yeni bir egemen devletler sistemin doğmasına sebep olmuşlardır.
Westphalia devlet sistemi, mülk (toprak) ve otonomiye dayalı bir siyasal otorite sistemi getirmiştir. Bu sistemde her devlet, yalnızca kendi çıkarını düşünen ve gücünü kendinden alan bir birimdir. Bunu yaparken devletler sistemindeki diğer devletlerle ilişkilerinde uluslararası hukuka ve diplomatik pratiklere karşılıklı olarak uymayı gönüllü olarak kabul eder.
Buna göre, modern devletin dört temel özelliğinden bahsedilebilir. Bunlar; egemenlik, devletlerin eşitliği, merkezileşme ve toprak (mülk) bütünlüğüdür.
Egemenlik, devletlerin kendi toprakları üzerindeki sınırlarda iç ve dış işlerini belirmede tek ve en yüksek otorite olmasını, kanun yapma ve uygulama yetkisini elinde bulundurmasını ve iktidarına herhangi bir müdahale olmamasını ifade eder.
Devletlerin eşitliği ile kastedilen, devletlerin güç olarak eşitliği değil, devletlerin uluslararası hukuk çerçevesinde hakları ve sorumlulukları bakımından eşit olmasıdır.
Merkezileşmeden kastedilen ise, devletin içindeki bütün siyasal faaliyetlerin devletten kaynaklı ya da ona referansla gerçekleşmesidir. Otorite ve iktidar, kralın ve devletinin tekelinde bulunur ve feodal dönemde olduğu gibi herhangi bir aracı ile gerçekleştirilmez.
Egemen devletlerin eşitliği prensibinden hareketle Westphalia Antlaşması, ulusal devleti modern devlet sisteminin merkezine koyarak uluslararası hukukun temelini hazırlar. Westphalia Antlaşması ile devletlerin üstünde bir uluslararası hukuktan devletler arası ilişkilerin merkezde olduğu bir uluslararası hukuka geçiş olmuştur.
Antlaşmalar aracılığıyla yürütülen uluslararası hukuk, devletlerin ve uluslararası toplumdaki tüm aktörlerin ilişkilerinde uymak zorunda oldukları hakları ve ödevleri ortaya koyan hukuk kuralları bütünüdür. Uluslararası hukukun ilkeleri, 17. yüzyılın başlarında Hollandalı düşünür Hugo Grotius tarafından sistematik hale getirilmiştir.
Özetlenecek olursa Westphalia Barış Antlaşması’nın başlangıç noktası olarak alındığı modern devletin belirleyici birim olduğu uluslararası sistemin uluslararası ilişkileri açısından getirdiği iki temel değişiklikten bahsedilebilir. Bunlar, toprakla ve egemenlikle ilgili birbirleriyle bağlantılı özelliklerdir:
• İlki, katı ve belirli sınırlara,
• İkincisi ise diplomasi ve uluslararası hukuk çerçevesinde hareket eden devletlerin oluşturduğu bir uluslararası sistemin varlığına işaret eder.
17. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Devlet ve Uluslararası Sistem
Modern devletin oluşumunu, sadece imzalanan bir anlaşmayla açıklamak yetersiz kalır. Modern devletin gelişimi, 16. yüzyılda başlayıp 18. yüzyılda tamamlanan uzun bir tarihsel sürecin sonucunda mümkün olmuştur. Bu tarihsel süreçte, modern devlet öncesi siyasal ve ekonomik sistemi belirleyen feodal sistemin çöküşüne ve merkezileşmeye yönelik girişimler; askerî teknolojideki gelişmeler (en önemlisi topun icat edilmesidir), merkantilizm politikası ile ticaretin artırılması çabaları, merkezî bir yönetimin sağlandığı mutlakiyetçilik ve sömürgecilik ve sonrasında gelişen kapitalizm gibi önemli olayların katkısından bahsetmek gerekir.
17. yüzyılda devletlerin temel amacı, ulusal güvenliği sağlamak, topraklarını korumak ve hükümranlıklarını genişletmek olmuştur. Bu nedenle söz konusu dönemde uluslararası sisteme ve devletler arası ilişkilere hâkim olan iki mesele, düzen ve zenginlik olmuştur. Düzen ve zenginlik kaygıları da merkantilizmi ve mutlakiyetçiliği ortaya çıkarmıştır. Mutlakiyetçilik, devletin gücünün, yetkisinin ve adaletinin tek elde toplandığı ve monarkın sınırsız otoriteye sahip olduğu merkezî yönetim biçimidir.
17. yüzılda İngiliz siyasal düşünür Thomas Hobbes (1588- 1679), İngiltere’de yaşadığı kaos ortamında egemenliği, kralın mutlak ve sınırsız gücüyle tanımlamasıyla mutlakiyetçi yönetimin gerekliliğini meşrulaştırmaya çalışmıştır. Merkantilizm ise milletlerin zenginliğinin ticaretten elde edilecek artı değerin maksimize edilmesinden oluşacak değerli madenlerin birikimine dayandıran ve ekonomide ulusal korumacılığı benimseyen iktisadi politikadır. En temel özelliği, devletlerin çıkarlarının iktisadi faaliyetlere öncelenmesidir.
Bu dönemde ulusal zenginliği artırmanın yolunun iktisadi gücü artırmak olduğu fikrini savunan merkantilizm benimsenmiştir. Merkantilizm sonucunda elde edilen zenginlik, hem devletlerin güçlenmesine hem de düzenli ordu beslenmesine olanak sağlayarak ulus-devletin doğmasına katkıda bulunan faktörlerden en önemlisidir.
Avrupa’nın batısındaki Fransa ve İngiltere, Endüstri Devrimi sonucunda zengin bir burjuva sınıfına sahip olduklarından denizaşırı ülkelere genişlemek şeklinde ticari ve siyasi arzuları nedeniyle donanmaya önem verdiler ve girişimciliği teşvik ettiler. Avrupa’nın doğusunda yer alan ve 17. yüzyıldan itibaren (özellikle Westphalia’dan sonra) güçlenen Avusturya, Prusya ve Rusya gibi ülkeler ise, ticaret devrimi sonucunda büyük toprak sahiplerinin güçlenmesine bağlı olarak toprak sahibi lordların en önemli siyasal sınıfı oluşturduğu bir tarımsal yeniden-feodalleşmeye maruz kaldılar.
18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında iki önemli olay, uluslararası devlet sistemini ve uluslararası ilişkileri derinden etkilemiştir:
• Birincisi, 1776’da Adam Smith’in yazdığı Wealth of Nations (Ulusların Zenginliği) kitabıyla desteklenen serbest ticaretle zenginliğin sağlanacağı görüşüyle merkantilizmin sorgulanmasıdır.
• İkinci önemli gelişme ise iki önemli devrimin yaşanmasıdır. Bunlar;
• 1776’da ABD’nin Britanya’ya karşı bağımsızlığını ilan ettiği Amerikan Devrimi ve
• 1789’da Fransa’da mutlakiyetçi yönetimi karşı gerçekleştirilen Fransız Devrimi’dir.
Bu döneme kadar egemenliğin kökeninin Tanrı’ya dayandığı ve mutlak kral tarafından temsil edildiği
anlayışına dayanan bir devlet anlayışı varken, bu devrimlerle, halkın egemenliği, halkın iradesi ve ulusçuluk gibi unsurlarla devletin ulus-devlete dönüştüğü ve meşruiyetinin kaynağının ulus olduğu yeni bir anlayış gelmiştir. Bunların sonucunda gelişen ulusçuluğa bağlı olarak ulusal liderlerin ve o ülkede yaşayanların arasındaki ilişkide değişiklik olmaya başlamıştır. Böylece,
18. yüzyılın sonlarından itibaren uluslararası ilişkilerde, ulus-devlet ve ulusal çıkar kavramları öne çıkmıştır. Bunun en açık örneği, Fransa’da yaşanmıştır. Fransa’da ulusa ve devrimin ideallerine (eşitlik, kardeşlik, özgürlük) karşı herhangi bir dışarıdan müdahaleyi önlemek için oluşturulan ve ulus-devletin vatandaşlarından oluşan ulusal ordu, Napoleon Bonaparte’ın başa geçmesiyle saldırgan ve yayılmacı bir politika izlemiş ve bunun sonucunda kıta Avrupa’sını büyük oranda ele geçirmiştir.
Avrupa’da dengenin yeniden sağlanması için Klemens von Metternich öncülüğünde 1815 yılında Viyana Kongresi düzenlenmiştir. Kongrede, Avusturya, Prusya, Rusya ve Büyük Britanya’dan oluşan büyük güçler, Avrupa’da dengeyi ve var olan rejim biçimini korumak için Metternich sistemi olarak bilinen güçler dengesini oluşturmuştur.
Güç dengesi, uluslararası sistemde herhangi bir devletin hükümranlığını önlemek ve böylece düzenin korunması ve herhangi bir saldırganlığın önüne geçilmesi için benimsenen bir mekanizmadır. 1713 yılında imzalanan Utrecht Barışı ile Avrupa’da barışı korumak için benimsenen bu sistemde, egemen olan tek bir güçten bahsetmek mümkün değildir. Bu denge, diğer devletlere üstünlük sağlayarak sisteme tehdit oluşturabilecek bir devletin ortaya çıkmasıyla bozulursa, denge rolünü üstlenecek bir devletin yardımıyla tekrar kuruluyordu.
1815 Viyana Kongresinde kurulan güç dengesi, saldırgan Fransa’nın da sisteme dâhil edilmesiyle ve Büyük Güçlerin hırslarının törpülenmesiyle sağlanmıştır. Metternich’in öne sürdüğü bu sistemde, Fransız Devrimi’nden sonra gelişen milliyetçilik ve cumhuriyetçilik fikirlerine karşı monarşinin korunması esastır. Metternich Sistemi, Avrupa’da “ancien regime” (eski düzeni), yıkarak Fransız Devrimi’nin ilkelerini (ulusçuluk ve liberalizm gibi) sağlamlaştırmayı amaçlayan 1848 Devrimleri ile son bulmuştur.
Viyana Kongresi’nde sağlanan güç dengesi, İtalya ve Almanya’da birliğin sağlanması ve Prusya’nın 1866’da Avusturya’yı, 1870’de ise Fransa’yı mağlup etmesinden sonra bozulmaya başlamıştır. Almanya’nın Alsace Lorraine’i ilhakı, iktisadi rekabetin artması (özellikle Fransa ve İngiltere arasında), Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi, Balkanlar’da yükselen ulusçuluk hareketleri ve Avusturya-Macaristan ile Rusya arasındaki Balkanlarda üstünlük arayışı gerginlikler yaratmıştır. Bu gerginliklere çözüm aramak için Otto von Bismarck öncülüğünde 1878 yılında Berlin Kongresi gerçekleştirilmiş ve Avrupa Ahengi Sisteminin himayesinde Doğu Sorunu ele alınmıştır.
Doğu Sorunu: temeli 1774’te Osmanlının yenilgisiyle sona eren Osmanlı-Rus Savaşı’na dayanan Doğu Sorunu, Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşe geçmesiyle 18.yüzyıldan 20. yüzyıla kadar İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarındaki sorunların bütününü ifade eder. Bu sorun, 1878’de Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla Balkanlar’daki dengenin nasıl olacağına dair ortaya çıkmıştır.
Avrupa Ahengi Sistemi (1815-1914): Viyana Kongresi sonrasında, Avrupa’daki büyük devletlerin arasında çıkacak anlaşmazlıkları önlenmek ve Avrupa’daki monarşilerin ulusçuluk hareketlerine karşı ayakta kalmasını sağlayarak güç dengesini korumak amacıyla kurulan ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin öncülü kabul edilebilecek bir sistemdir. 19. Yüzyılın sonlarına kadar karşılıklı çıkarlara dayalı problemler konusunda danışma dışında, belirli bir organizasyon ve sürekliliği yoktu. I. Dünya Savaşı sonrasında ortadan kalkmıştır. Bu sistemde, Metternich’in etkisinden dolayı Avusturya’nın egemenliği vardır.
Berlin Anlaşması: Bu Anlaşma’ya göre, Balkanlar’da Sırbistan’a bağımsızlık verildi. Resmî olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda kalmak koşuluyla Bulgaristan’a devlet olma hakkı sağlandı. Balkanlar’da yükselen milliyetçiliği kendisine tehdit gören Avusturya-Macaristan’a halen Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetiminde olan Bosna ve Hersek, Britanya’ya Kıbrıs’ı işgal hakkı, Rusya’ya Romanya’daki bazı topraklar, Fransa’ya da Tunus verildi. Bu taksim, Osmanlı İmparatorluğu’nun daha da zayıflaması ile sonuçlanmıştır.
1815-1914 döneminde büyük çapta bir savaş olmadığından dolayı, bu dönem “Yüzyıllık Barış Dönemi” olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde, sanayileşmenin etkisiyle hammadde arayışı, 16. yüzyılda Avrupa’da coğrafi keşiflerle başlayan sömürgeciliğin, Endüstri Devrimi’ne bağlı olarak emperyalizm şeklinde yaygınlaşmasına neden olmuştur. Avrupa coğrafyasıyla kısıtlı olan ve birbirleriyle olan ilişkilerinde eşitlikleri ve bağımsızlıkları tanınan Avrupa devletleri, bu eşitlikleri ve bağımsızlıkları tanımadıkları Avrupa dışındaki ülkelere yayılmaya ve bu ülkelerin hem insan hem de doğal kaynaklarını sömürmeye ve zenginliklerini ve güçlerini bu sömürüye dayandırmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak, emperyalizmin;
• Uluslararası ilişkiler ve
• Devlet sistemi açısından iki önemi ortaya çıkmaktadır.
19. yüzyılda her ne kadar güç dengesi hâkimse de güçlü deniz donanmasına, giderek genişleyen sömürge imparatorluğuna sahip olan ve Endüstri Devrimi’ne bağlı olarak gelişen ticaretiyle mali açıdan da güçlü olan İngiltere, askerî gücüyle farklı bir “Büyük Güç” olarak biraz daha öne çıkmıştır.
1900’lü yıllarda Amerika, birliğini korumayı başaran ve tekstil, elektrik, kimya, otomobil endüstrilerinde gelişme sağlayan büyük bir güç haline gelmiştir. Ancak buna rağmen henüz “Büyük Güç” sisteminin bir parçası değildir.
Westphalia’dan Küreselleşmeye: Ulus-Devletin Krizi
1980’lı yıllardan itibaren özellikle iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak, sermayenin, finansın, malların, ticaretin ve insan dolaşımının sınır tanımadığını görülmektedir. Devletlerin birbirleriyle giderek artan iktisadi bağımlılıkları, devletlerin ulusal zenginliğine ve refahına etki eden iktisadi politikaları, sadece ulus-devletlerin karar vereceği konular olmaktan çıkarmıştır.
Bu sınır tanımazlığa ve hareketliliğe ek olarak, çok-uluslu şirketler, ulusüstü ve ulusötesi örgütler, uluslararası kurumlar, hükümetler arası örgütler, bölgesel birlikler (AB, NAFTA) gibi devlet dışı aktörlerin de çoğalmasıyla beraber, devletler arasında “karmaşık bir bağlantılılık” ve “karşılıklı küresel bağlanmışlığın yoğunlaşması” gerçekleşmiştir. Bu gelişmelerle, Westphalia’nın toprak temelli egemen devlet tanımının ve Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ve ulusla devleti özdeşleştiren ulus-devlet kavramının sorgulanmaya başladığına şahit olunmaktadır.
Habermas bu meşruiyet krizini, devletin kontrol kabiliyetini ve gücünü yitirmesi, karar mekanizmasındaki meşruiyet eksikliği ve devlete meşruiyet sağlayan idari ve düzenleme hizmetleri sunmadaki yetersizliğiyle açıklar. Bu durumda küreselleşmenin ulus-devletin varlığını tehdit etmesi;
• Küresel kapitalizmin yayılması ve ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler,
• Küresel risk toplumunun ortaya çıkmasıyla ilintili olarak çevre sorunları ve nükleer tehdit ve terör gibi güvenlik sorunlarının oluşması,
• “1999’daki Seattle Protestosu”, Wall Street’i İşgal Et” gibi küresel kapitalizme ve yarattığı küresel eşitsizlikleri ve çevrenin tahribini konu edinen ve “küresel adalet” çağrısında bulunan yeni sosyal hareketlerin ortaya çıkması gibi gelişmelere dayandırılabilir.
Küreselleşme ve ulus devletin akıbeti konusundaki tartışmaların odak noktası, ulus-devletin toprakla (katı sınırlarla) özdeşleştirilmesinin sorunlu hâle gelmesidir. Bugün küreselleşme literatüründe bu sorun, deterritorialization (teritoryumsuzlaşma, devletle toprak özdeşliğinin yitirildiği, sınırların anlamsızlaştığı anlamına gelen) ile açıklanmakta ve hem ulus-devletin hem egemenliğin, hem liberal demokrasinin hem küresel yönetişimin bu kavram etrafında yeniden gözden geçirilmesi önerilmektedir.
Savaşlar ve 20. ve 21. Yüzyılda Uluslararası Sistem
Savaşlar ve 20. ve 21. Yüzyılda Uluslararası Sistem
17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uluslararası sistemde Avrupa hegemonyasının belirleyici olduğu görülmüştür. Bu dönemde tek bir devlet sisteme hâkim değildir ve güç dengesi ön plandadır. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte ulusçuluk, Endüstri Devrimi ve emperyalizmin yayılması uluslararası sistemi etkileyen faktörler arasında yerini almıştır. 20. ve 21. yüzyılda uluslararası sistemin gelişiminde sıcak ve soğuk savaşlar ile Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında yaşananların etkisi olmuştur.
I. Dünya Savaşı Dönemi (1914-1918)
1900’lü yılların başından itibaren emperyalizm doruk noktasına ulaşmış ve Avrupa’daki büyük güçler küresel boyutta kimin etkili olacağı yönünde bir rekabete girmiştir:
• Fransa ve Britanya arasında Afrika’nın sömürgeleşmesi konusunda yaşanan çekişme,
• Almanya ve Britanya deniz donanmaları arasındaki silahlanma rekabeti ve küresel etki için rekabetin artması ile gelen gerilim,
• Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Rusya’nın Balkanlar üzerinde egemenlik kurma yarışı ile tırmanan gerilim
• Avusturya-Macaristan Arşidükü’nün Sırplı bir milliyetçi tarafından 28 Haziran 1914’te öldürülmesi ile savaş şeklinde patlak vermiştir.
Avusturya-Macaristan, Almanya ve İtalya Üçlü İttifak yapısını oluştururken; Rusya, İngiltere ve Fransa Üçlü İtilaf yapısının temelini atmıştır. Osmanlı İmparatorluğu savaşa 1914 yılı Ağustos ayında İttifak Devletleri tarafından dâhil olmuştur. Savaş başladığında yalnızcılık politikası izleyen ABD, savaşa 1917 yılı Nisan ayında İtilaf Devletleri tarafından katılmıştır.
I. Dünya Savaşı; Avrupa devletlerinin haricinde ABD ve Japonya’nın da savaşa katılmasıyla ve askerî hedefler dışında sivillerin de savaşa dâhil olmasıyla topyekûn bir dünya savaşı olmuştur.
I. Dünya Savaşı, İttifak Devletleri’nin yenilgisi ile sona ermiştir. Milyonlarca insanın ölmesinin yanı sıra aşağıdaki sonuçları da beraberinde getirmiştir:
• Avrupa devletlerinde ekonomik gerileme ve işsizlik,
• Devletlerin korumacı iktisadi siyasalar benimsemesi,
• Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılması,
• Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın bağımsız devletler olması.
Savaş sonunda Almanya ile İtilaf Devletleri arasında 1919 yılında Versailles Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma sonunda Almanya kolonilerini kaybetmiş ve tazminat ödemek zorunda kalmıştır. Polonya bağımsızlığını kazanırken Osmanlı İmparatorluğu parçalanıp Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika’daki kontrolünü kaybetmiştir. Avrupa’da milliyetçilik hareketleri artmış ve “ulusların kendi geleceklerini tayin ilkesi” ile birçok devlet oluşmuştur. Bu anlaşma aynı zamanda etnik-siyasi çatışmaların çıkmasına neden olmuş ve II. Dünya Savaşı’na zemin hazırlamıştır.
I. Dünya Savaşı sonrası mağlup devletlerle Paris Barış Konferansı’nda anlaşmalar imzalanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile de 10 Ağustos 1920’de Sevr Anlaşması imzalanmıştır. Türk hükümeti ile imzalanan; ancak Millet Meclisinin “geçici olarak” onaylamayı reddettiği Sevr Barış Anlaşması’na göre;
• Boğazlar, uluslararası statüde bütün devletlere açılacak,
• Doğu Trakya (Rodos hariç), Ege Adaları ve
İzmir, Yunanistan’a verilecek,
• Suriye ve Kilikya, Fransa’ya verilecek,
• Irak ve Filistin, İngiltere’ye verilecek,
• İngiltere, Arabistan üzerinde himaye hakkı elde edecek,
• On İki Ada ve Rodos, İtalya’ya verilecek,
• Doğu Anadolu’da bağımsız Ermeni ve Kürt devletleri kurulacak,
• Edremit’ten Antalya’ya kadar kıyı, nüfuz bölgesi olarak İtalya’ya verilecek,
• Kıbrıs ve Mısır, nüfuz bölgesi olarak İngiltere’ye verilecek,
• Osmanlı Devleti’nin askerî gücü 50.700 askerle sınırlandırılıp, zorunlu askerlik kaldırılacak; tank, ağır top, uçak ve denizaltı bulunmayacak,
• Osmanlı Devleti savaş tazminatı ödeyecek ve kapitülasyonlardan bütün devletler yararlanacaktır.
29 Ocak 1919 tarihinde toplanan Paris Barış Konferansı ile dünyada güvenlik ve barışın sağlanması ve devletlerin egemenliklerinin garantiye alınması ilkelerine dayanarak savaşların önlenmesi için Milletler Cemiyeti kurulması kararı alınmıştır. Bu karar, ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada dile getirdiği 14 ilkeye (Wilson İlkeleri) dayandırılmıştır. Milletler Cemiyeti Tüzüğü, Versailles Barış Konferansı Genel Kurulu’nda kabul edilmiş ve Cemiyet 1920 yılı Ocak ayında faaliyetlerine başlamıştır. Fakat yeterince verimli çalışmaması ve güçlü devletler aleyhine anlaşmazlıklara müdahale etmediği gerekçeleriyle 1946 yılında Milletler Cemiyeti Genel Kurulu kararıyla lağvedilmiştir.
II. Dünya Savaşı Dönemi (1939-1945)
I. Dünya Savaşı sonrası istikrar, barış ve düzen ortamını yitiren Avrupa sınırlarında Almanya ve İtalya, ulusal yeniden doğuşu yaratma çabası içine girmiştir. Her iki ülkede de siyasal iktidarsızlık ve yaygın marjinalleşme özellikleri görüldüğü böyle bir ortamda İtalya’da Benito Mussolini önderliğinde Faşizm (1922-1939) ve Almanya’da Adolf Hitler önderliğinde Nasyonal Sosyalizm (1933) gelişmiştir. Benzer sebepler Rusya’da da Stalin önderliğinde komünist diktatörlüğün gelişmesinin önünü açmıştır.
Faşizm; temel hedefi tek partili veya totaliter bir devlet kurmak olan ideolojidir.
Nasyonal Sosyalizm; Almanya’da parlamenter demokratik sisteme karşı ortaya çıkan ve Hitler’in vurguladığı Antisemitizme (Yahudi karşıtlığı) ve Alman ırkının üstünlüğü iddiasına dayanan Alman milliyetçiliğidir.
Mussolini’nin amacı Akdeniz bölgesinde egemenliğini kurup Afrika’da sömürgelerini genişletmekti. İtalya bu hedef doğrultusunda 1936 yılında Habeşistan’ı, 1939 yılında da Arnavutluk’u ilhak etmiştir.
İşsizlikle mücadele veren Almanya’da 1932 seçimlerinde Adolf Hitler başkanlığındaki Nazi Partisi, Alman Parlamentosu’nda çoğunluğu ele geçirmiştir. Hitler, 1933 yılında koalisyon hükûmetinin şansölyesi olunca diktatörlük yolunda hızla ilerlemeye başlamış, anayasal hakları ve parlamentoyu saf dışı bırakarak yasama ve yürütme erkini tek elde toplamıştır. 1936 yılına kadar kolluk güçlerinin tamamını emrine alıp siyasi muhalefeti ortadan kaldırmıştır. 1938’den itibaren Yahudilere karşı hareketleri baş göstermiş ve Almanların Lebensraum (Yaşam Alanı) ihtiyacı olduğu iddiasıyla doğuya doğru topraklarını genişletmek üzere adımlar atmıştır. Bu amaçla 1939 yılında Polonya’yı işgal etmesi, II. Dünya Savaşı’nın başlamasına yol açmıştır.
Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırmasından iki gün sonra İngiltere ve Fransa, Almanya’ya karşı savaş ilan etmiştir. Böylece 20. yüzyılın en kanlı savaşlarından biri olan II. Dünya Savaşı başlamış ve seyri şu şekilde gerçekleşmiştir:
• Batıya doğru genişlemeyi amaçlayan SSCB 1939’da Finlandiya’ya saldırmıştır.
• Danimarka ve Norveç 1940 yılında Almanlar tarafından işgal edilmiştir.
• 1941 yılında Almanya, SSCB’yi işgal etmiştir.
• Doğu Asya Hindiçin’de egemenlik kurmak isteyen Japonya, 1941 yılında ABD’ye ve Avrupa’nın Pasifik Okyanusu’ndaki topraklarına saldırmıştır. ABD bu sebeple II. Dünya Savaşı’na dâhil olmuştur.
• SSCB ve Polonya’nın Berlin’i ele geçirmesinden sonra Almanya 1945 yılı Mayıs ayında teslim olmuş ve savaş, Avrupa’da son bulmuştur.
• ABD, 1945 yılında Japonya’ya (Hiroşima ve Nagasaki’ye) atom bombası atmış ve Japon Adalarını işgal etmiştir.
• Japonya 1945 yılı Ağustos ayında teslim olmuş ve Pasifik Savaşı da sona ermiştir.
II. Dünya Savaşı, Yahudi Soykırımı gibi toplu kıyımlara şahit olmanın yanı sıra hem sivillerin hem de askerlerin ölümü ve ilk kez nükleer silah kullanımı gibi özellikleriyle I. Dünya Savaşı’ndan ayrılmıştır. II. Dünya Savaşı’nın öne çıkan sonuçları ise şu şekildedir:
• Savaştan yenik çıkan Avrupa ülkelerinin aksine ABD ve SSCB süper güçler olarak uluslararası sistemin etkili aktörleri olmuş ve iki kutuplu bir uluslararası düzen başlamıştır.
• Avrupa ülkelerinin sömürgelerinde (Afrika ve Asya’da) bağımsızlık hareketleri baş göstermiştir.
• Savaş sonunda uluslararası barış ve düzeni sağlamak için Birleşmiş Milletler (BM) Örgütü kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler Örgütü (BM): 24 Ekim 1945 tarihinde imzalanan Birleşmiş Milletler Anlaşması ile Örgüt’ün kuruluşuna dair tüzüğün yürürlüğe girilmesi ile kurulmuştur. Uluslararası düzeyde saldırgan girişimleri bastıracak kolektif önlemlerle güvenliği ve barışı sağlamak, uluslararası hukuka ve adalete uygun olarak barışçıl yollarla uluslararası çatışmaları çözümlemek, sürdürülebilir ekonomik ve sosyal kalkınmayı sağlamak ve insan haklarını korumak amacıyla kurulmuştur. Birleşmiş Milletler;
• Güvenlik Konseyi,
• Genel Kurul ve
• Uluslararası Adalet Divanı’ndan oluşur.
Özellikle Güvenlik Konseyi’nin barış ve güvenliğin sağlanmasındaki önemi büyüktür. Bir tehdit olması halinde askerî müdahaleye kadar uzanan yaptırımları vardır. Ancak Güvenlik Konseyi kararı almak için 11 üyeden 7’sinin oyunu almak ve bu 7 oy içinde 5 daimi üyenin (Çin, Fransa, Rusya, İngiltere ve ABD) oylarının tamamını sağlamak gerekmektedir.
Daimi üyeler aynı zamanda veto hakkına sahiptir. Bu nedenle BM daimi üyelerin siyasal egemenliği altında kalmakla eleştirilir ve diğer eleştiriyi de kararlarına uyulmaması halinde etkisiz kalmaktan alır. BM’nin varlığının sembolik oluşu sorgulanmaktadır.
Soğuk Savaş Dönemi (1947-1991)
Soğuk Savaş Dönemi, Almanya’nın bölündüğü ve siyasi, ekonomik ve askerî bakımdan ABD ve SSCB’nin iki süper güç olarak ortaya çıkıp ideolojik iki blok oluşturduğu dönemdir.
Soğuk Savaş’ın çıkmasına sebep olan unsurlar ise şu şekildedir:
• II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın gücünün azalması,
• Dünya ekonomisinde yaşanan değişiklikler,
• Sanayileşen merkez devletlerle az gelişmiş devletler arasındaki ilişkilerde yaşanan değişiklikler,
• Silah teknolojisindeki gelişmeler.
Dönemin gündeminde olan önemli meseleler ise şunlardır:
• 3. Dünya ülkelerinin siyasal bağımsızlık ve ekonomik kalkınma mücadeleleri,
• Süper güçler arasındaki silahlanma yarışı,
• Almanya ve Japonya’nın Battı ittifakına yeniden entegre edilmesi.
Soğuk Savaş Dönemi’ni anlamak için belirli bir dönemselleştirme yapılabilir:
• 1947-1951 Dönemi
• 1951-1963 Dönemi
• 1975-1985 Dönemi
• 1985-1991 Dönemi
1947-1951 Dönemi: Soğuk Savaş’ın şekil almaya başladığı bu dönemde bloklar arası ideolojik çatışma belirgin bir hal aldı ve silahlanma temel kaygı haline geldi. 1947 yılında Kominform kuruldu. Dünyanın iki bloğa ayrıldığını ifade eden Kominform’un (Communist Information Bureau) kuruluşu Sovyet Rusya, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya, Çekoslavakya, Fransa ve İtalya komünist parti liderleri tarafından ilan edilmiştir.
Kominform 1948 yılında Yugoslavya’yı bünyesinden çıkarırken 1956 yılında da tamamen son bulmuştur. Aynı yıl Marshall Planı ve Truman Doktrini de ilan edilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası yıkıma uğrayan Avrupa ülkelerinin yeniden imarı için geliştirilmiş bir ekonomik yardım programı olan Marshall Planı, ABD Dışişleri Bakanı George Marshall tarafından açıklanmıştır. Yardımların %90’ı hibe, %10’u ise kredi olarak verilmiştir. Ekonomik yardım olsa da Marshall Planı’nın ardındaki asıl amaç, Avrupa’da Sovyet sisteminin genişlemesine karşı mücadele etmektir. Bu nedenle Sovyetler Birliği, söz konusu yeniden imar programını kabul etmemiştir.
Truman Doktrini de II. Dünya Savaşı sonrasında Sovyet etkisine karşı Batı Avrupa ülkelerine ve öncelikle Türkiye ile Yunanistan’a yardım yapılmasını ele alan; ABD Başkanı Harry Truman tarafından deklare edilen görüştür. Bu dönemde Batı ve Doğu bloklarının oluşmasına yol açan önemli gelişmeler olmuştur. Bu gelişmeler şu şekilde özetlenebilir:
• 1948: Sovyet Rusya-Fin Dostluk ve İş Birliği Anlaşması ile Finlandiya’da Sovyet nüfusunun genişlemesi,
• 1948: Berlin Buhranı,
• 1949: Batı ve Doğu Almanya’nın Federal Alman Cumhuriyeti (Batı Bloku) ve Demokratik Alman Cumhuriyeti (Doğu Bloku) olarak ikiye bölünmesi,
• 1949: Çin Devrimi ile komünist Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması,
• 1949: NATO’nun kurulması.
1951-1963 Dönemi: Soğuk Savaş’ın olası bir savaş korkusu içine girdiği (Dehşet Dengesi) ve termonükleer silahlarla süper güçler arasında sürekli gözdağı verdiği dönemidir. Bu dönemin üzerinde durulması gereken önemli olayları şu şekilde özetlenebilir:
• 1950-1953: Kore Savaşı,
• 1955: Varşova Paktı’nın oluşturulması,
• 1957: SSCB’nin yapay uydu Sputnik’i uzaya fırlatması,
• 1962: Küba Füze Krizi ve Sino-Hint Savaşı.
Özellikle Küba Füze Krizi ABD ve SSCB’yi savaşın eşiğine getirmesi bakımından büyük önem taşımaktadır.
1963-1975 Dönemi: Soğuk Savaş’ın bloklar arası yumuşama yaşadığı dönemdir. İlişkilerdeki bu yumuşama, liderlerin Küba Krizi sonrası çözüm üretme sürecinde daha yumuşak davranışlar sergilemesi ile mümkün olmuştur.
1975-1985 Dönemi: Bu dönemde tekrar karşı karşıya gelmenin yaşandığı gözlemlenmiştir.
1985-1991 Dönemi: Soğuk Savaş’ın sona erdiği dönemdir. SSCB’de 1985 yılında Komünist Parti Genel Sekreteri olarak göreve başlayan Mikhail Gorbachev’in benimsediği iki politika, SSCB’nin hem ekonomik hem de uluslararası ilişkiler politikalarında önemli değişimlere yol açmıştır. Söz konusu politikalardan;
• İlki olan Glasnost düşünce ve ifade özgürlüğü ve serbest seçimlerin yapılması ile siyasal sistemin çoğullaştırılması gibi bir açıklığı ifade etmektedir.
• İkinci politika olan Perestroika ise yeniden yapılanma anlamına gelmektedir.
Gorbachev 1988 yılında BM Genel Toplantısı’nda ideolojik dış politikanın sonlandırılıp ülkelerin bağımsız karar verebilmelerinin mümkün kılınmasını dile getirmesi ile Doğu Avrupa ülkelerindeki Sovyet etkisini azaltmıştır. 1989 yılında Polonya, Macaristan, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Romanya ve Bulgaristan’da komünist rejimler yıkılmıştır. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı yıkılmış, 3 Ekim 1990’da Doğu ve Batı Almanya birleşmiştir. Son olarak 25 Aralık 1991 yılında SSCB’nin dağılarak 15 bağımsız devletten oluşan bir yapıya dönmesi ile Soğuk Savaş dönemi son bulmuştur.
Soğuk Savaş döneminin uluslararası sistem açısından üç belirleyici özelliği olmuştur:
1. Uluslararası sistemi ABD ve SSCB hegemonyasına dayanan iki kutuplu ideolojik bir çatışmanın belirlemesi.
2. Askerî teknolojideki gelişmelerin uzak
mesafelerde de büyük yıkım gücü yaratması.
3. Sistemi belirleyen merkez kapitalist devletler arasındaki siyasal ve ekonomik rekabetin 3. Dünya ülkelerinde ciddi çatışmalara ve sonuç olarak da sosyal, siyasal ve ekonomik değişimlere yol açması. Soğuk Savaş Sonrası Dönemden 11 Eylül Sonrası Dünya Düzenine (1991-2002)
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile uluslararası sistem ABD’nin egemen olduğu fakat tek güç olmadığı tek kutuplu ve çok merkezli karmaşık bir sistem halini almıştır. ABD Başkanı Bush’un, Körfez Savaşı sırasında 11 Eylül 1990 tarihinde yaptığı konuşmasında kullandığı ifadeyle “Yeni Dünya Düzeni” sürecinin başlangıcı olmuştur.
Yeni Dünya Düzeni; dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un konuşmasında Körfez Savaşı’nın dünyadaki bütün ülkeler arasında iş birliği için bir şans olacağı ve devletlere müdahale edilmezlik ve saldırmazlık normlarının geçerli olduğu yeni bir düzenin başlangıcına işaret ettiğini savunduğu Soğuk Savaş sonrası dönemi anlatmak için kullanılan bir ifadedir.
21. yüzyıl uluslararası sistemi, devletlerin yanı sıra ulus- ötesi örgütler, çok uluslu şirketler, devlet dışı örgütler ve uluslararası örgütlerin de aktör olarak yer aldığı bir düzene büründü. İki kutuplu ya da çok kutuplu bir sistemden ziyade çok aktörlü ve karmaşık bağlantıların olduğu bir sisteme geçilmiştir. Uluslararası ilişkilere konu olan meseleler devletlerin güvenliğinin ötesine taşınarak iktisadi konular, çevre, insan hakları, kadın hakları, enerji gibi konuları da içine alacak şekilde çeşitlenmiştir.
11 Eylül 2001’de ABD’de Pentagon ile ikiz kulelere yapılan saldırılar, güvenlik sorununu gündeme getirmekle birlikte ABD’nin hegemonyasının da sorgulanmasına yol açmıştır. ABD, “teröre karşı savaş” sloganı ile uluslararası terörizm meselesini ön plana çıkarmıştır. ABD Başkanı Bush, ABD Güvenlik Stratejisi’ni ilan ederek hem sorgulanan ABD hegemonyasını diriltmek hem de ABD’nin üstünlüğü ile benimsediği (insan hakları, demokrasi gibi) ilkeleri yaymaya odaklanmıştır. Bu kapsamda ABD Ekim 2001’de Afganistan’a girmiş ve 2003 yılında da Irak’ı işgal etmiştir. Irak’a komşu olan Türkiye, bu işgalden olumsuz yönde etkilenmiştir.
Uluslararası İlişkilerde Ekonomi Faktörü: Uluslararası Ekonomik Örgütler ve Süreçler
Uluslararası Siyasal Ekonomide 3 Temel Bakış Açısı
Uluslararası siyasal ekonomide;
• Piyasanın ekonomik büyümeye ve zenginliğin toplumda dağılımına etkisi,
• Piyasa-devlet-toplum ilişkisi,
• Piyasanın iç ve uluslararası toplumun organizasyonuna etkisi gibi konulardaki farklılıklara göre şekillenen;
• Liberalizm,
• Marksizm ve
• Merkantilizm (Ekonomik Milliyetçilik)
olmak üzere üç temel bakış açısından bahsedilebilir.
Merkantilist Bakış Açısı: Ekonomik milliyetçilik ya da korumacılık olarak anılan merkantilizm, 1500-1800 yılları arasında Batı Avrupa’da ticaret faaliyeti yürüten devletlerin, gümrük vergileri uygulamasıyla ithalatı azaltıp ihracatı artırarak, değerli madenlerin (altın, gümüş gibi) rezervlerini artırarak zenginlik sağlamasına ve askerî gücü desteklemesine ve buna bağlı olarak millî ekonomisini güçlendirmesine dayalı bir siyasadır. Uluslararası ekonomiye sıfır toplamlı bir bakışa sahip olan merkantilizmin en temel özelliği, devletin çıkarını piyasaya öncelemesidir. Bu bakımdan realist bakış açısının öncülü sayılabilecek olan merkantilizmde devlet için ulusun genel refahı, geri plandadır
Liberal Bakış Açısı: Merkantilizme tepki olarak ortaya çıkan liberal bakış açısının kökleri, David Hume’un altın birikiminin zenginliği artıracağı yönündeki görüşü yıkması ve Adam Smith’in 1776’da yazdığı “Milletlerin Zenginliği” (Wealth of Nations) adlı kitabında, ulusal zenginlik ve güç için gerekli olanın ekonomik büyüme olduğunu, ekonomik büyümenin de, üretim, ekonomik uzmanlaşma ve iş bölümü ile mümkün olduğu iddiasına dayanır. Liberal görüş, merkantilizmin sıfır toplamlı uluslararası ekonomi modeline karşı çıkar. A. Smith, devletlerin gümrük tarifelerini düşürerek uluslararası ekonomik faaliyetlere getirilecek sınırlamaları azaltmalarını ve hem malların hem de hizmetlerin arz talep çerçevesinde serbest bir biçimde hareket etmesini önerir.
Markist Bakış Açısı: Uluslararası ekonomide hâkim üçüncü bakış açısı olan marksist perspektifin belirleyici özelliklerinden birisi, ekonomik yapının devletler arasındaki ve devlet içindeki siyaseti belirlediği görüşüdür. Marksist bakış açısının bağımlılık ve dünya sistemi kuramları gibi farklı biçimleri vardır. 1950’li yıllarda ortaya çıkan bağımlılık kuramına göre, az gelişmiş ülkelerdeki fakirliğin en önemli nedeni sömürgeciliktir. Bu nedenle söz konusu kuram, iktisadi emperyalizmi dayanak alır ve az gelişmiş ülkelere yapılan yardımların amacının bu ülkeleri kendilerine bağımlı hale getirmek olduğunu iddia ederek eleştirir. Dünya sistem
teorisi görüşünün en önemli kuramcısı, Immanuel Wallerstein’dır. Wallerstein, dünya sistemini, merkez çevre ve yarı çevre olarak belirlenen hiyerarşik bir işbölümünün hâkim olduğu, kapitalist dünya ekonomisi olarak tanımlar. Wallerstein’a göre küresel eşitsizliklerin kökeni, Batının hegemonyasındaki merkezi ve onun tarafından sömürülen çevreyi yaratan Endüstri Devrimine götürülebilir. Bugün bu sömürü ağının çok uluslu şirketler ve hükûmetler arası kuruluşlar tarafından kullanıldığını savunan bu görüşe göre, uluslararası ekonomik kuruluşların temel görevi, bu ülkelerin uluslararası ilişkilerine ve ekonomisine müdahale etmekten ziyade, küresel eşitsizliklerin giderilmesi için uğraşmak olmalıdır.
Klasik Altın Standardı Dönemi (1870-1914)
1870’lerden I. Dünya Savaşı’na kadar (1914) geçen sürede, uluslararası ödeme sisteminde altının sabit döviz kuru olarak kabul edildiği döneme, Altın Standardı Dönemi denmektedir. Altın standardı, para biriminin altın cinsinden tanımlanmasıdır.
Çok büyük orandaki ticaret hacmi ve uluslararası mali dolaşımın çok fazla sınırlanmadan yoğun biçimde gerçekleşmesi nedeniyle bu dönem küreselleşmeye şüpheci bakış açısıyla yaklaşanlar dünya mali düzenin ilk safhasını ve küreselleşmenin 1. Dönemi’ni temsil eder.
Dünya Ekonomik Buhran Dönemi (1929-1933)
1929’da, Amerika’da yüksek gelire sahip olan %5 oranındaki kesim, bireysel gelirin üçte birini kazanıyordu. Alım gücü düşen insan sayısı artarken, yatırımda artıyordu. Aradaki bu uçurum, Amerika’da bankacılık sisteminin zafiyetiyle birleşince, Eylül ayında başlayan ve Ekim ayında patlayan Wall Street stok pazarındaki büyük krizi hazırladı. Üç yıl süren kriz boyunca ABD’de 5000 banka kapandı.
1929 Krizi, hem yoğunluğu hem de dünya çapında etkisi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Serbest piyasa ekonomisinin sorgulanması ve devlet korumacılığının benimsenmesine yol açmıştır.
Özellikle sanayileşmiş ülkeleri etkileyen Büyük Buhran, dünya ekonomisinde daralmaya ve mali dünyanın çöküşüne, bunun yanı sıra da sanayi üretiminde ve dış ticarette gerilemeye yol açmıştır.
Bretton Woods Sistemi Dönemi (1944-1973)
Temmuz 1944’te ABD’nin Bretton Woods kentinde 44 ülkenin katılımıyla gerçekleşen konferansta II. Dünya savaşı sonrası yeni uluslararası para sisteminin esaslarını içeren Bretton Woods Anlaşması imzalanmıştır. Bretton Woods Sistemi, iki unsura dayanır. Bunlar;
• Liberal uluslararası ticaret düzeni ve
• Uluslararası para rejimidir.
Bu doğrultuda, uluslararası finans ve kur ilişkilerini düzenlemek, mali akışı sağlamak, uluslararası ticaretin gelişmesini sağlamak ve yabancı yatırımı teşvik etmek üzere yeni uluslararası ekonomik örgütler kurulmuştur.
Bretton Woods sisteminin temelinde, Birleşmiş Milletlerin kardeş kuruluşları olarak anılan ve düzenleyici rollere sahip üç ekonomik örgüt yer almaktadır. Bunlar;
• Uluslararası Para Fonu (IMF),
• Uluslararası Ticaret Örgütü (ITO),
• Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT),
• Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ-WTO) ve
• Dünya Bankasıdır.
IMF: Kuruluş amacı, uluslararası parasal işbirliğinin teşvik edilmesi, uluslararası ekonomide likidite sağlanması ve uluslararası ticaretin geliştirilmesidir. IMF’nin temel fonksiyonu, üye ülkelerin ödemeler bilançosu açıklarını azaltmada onlara yardımcı olmaktır. Bunun için IMF, gelirlerinden daha fazla giderleri olduğu için ödeme dengesi problemi yaşayan ülkelere, kredi yoluyla para sağlar. Bunun karşılığında da o ülkenin iç işlerine müdahale etme hakkı kazanır. Borç olarak verilen krediler, üye ülkelerin millî gelirleri oranında parasal katkılarıyla oluşturdukları fondan sağlanır. Bu fon, her üye ülkenin dünya ekonomisindeki büyüklüğü oranında sahip olduğu kotaya göre oluşturulur. IMF’ye üye ülkelerin fona katılma payı olan kota, üye ülkelerin IMF’yle mali ve yönetimsel ilişkisini belirler. Yani üye ülkeler kotaya göre üyelik aidatı öderler, fona borçlanabilirler, SDR (uluslararası rezerv miktarı) ve oy verme payları belirlenir. Kotalar, beş yılda bir gözden geçirilir. Ayrıca IMF’e üye olmak için başvuru yapan ülkenin, üye ülkelerin çoğunluğu tarafından, talebinin kabul edilmesi gerekmektedir.
IMF’nin yönetim yapısını;
• Guvernörler Kurulu (Genel Kurul),
• Yönetim Kurulu ve
• Genel Direktörlük oluşturur (S:105, Şekil 5.2).
Dünya Bankası Grubu: Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) ve Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA) olarak kurulan Dünya Bankasının 1 Temmuz 1944’te Bretton Woods Konferansı’nda kurulduğundaki amacı, yıkıma uğramış Batı Avrupa ülkelerine ekonomilerini yeniden yapılandırmaları ve kalkınmaları için yardım dağıtmaktı. Fakat daha sonra dünyada yoksulluğu azaltmak (bununla ilintili olarak borçları azaltmak ve iyi yönetişimi sağlamak) ve gelişmeyi desteklemek misyonuna dönüşen göreviyle gelişmekte olan ülkelere yatırım, yardım ve borç vermekle yükümlü hâle geldi.
Merkezi Washington’da bulunan Dünya Bankası’nın halen 187 üyesi bulunmaktadır (S:107, Tablo 5.1).
Dünya Bankası’nın politikaları, Guvernörler Kurulu tarafından yapılır. Banka’nın genel olarak yönetiminden sorumlu olan Dünya Bankası’nın başkanı, Yönetim
Kurulu’na başkanlık eder. Yönetim Kurulu, İcra direktörlerinden oluşur.
GATT ve DTÖ
30 Ekim 1947’de Cenevre’de 23 ülke tarafından imzalanan GATT, üye ülkeler ile ABD arasında karşılıklı tarife indirimlerini içeren ve uluslararası ticarete kurallar koyan bir anlaşma olmuştur.
GATT ve DTÖ de kararlar, üyelerin kararlarıyla alınır. Örgütün yapısında ise, en temel karar alma organı olarak en az iki senede bir toplanan ve üye ülkelerin temsilcilerinden oluşan bir Bakanlar Konferansı vardır.
Bir de Bakanlar Konferansı tarafından atanan Genel Direktörün yönettiği Sekreterya bulunmaktadır. Genel Direktörün ve Sekreteryanın yetki ve görevleri Bakanlar Konferansı tarafından belirlenir ve sorumlulukları uluslararası niteliktedir.
Bakanlar Konferansı’nın altında, tüm üyelerin temsilcilerinden oluşan Genel Konsey vardır. Genel Konsey, gerekli olduğu durumlarda toplanır. Genel Konseye bağlı;
• Mal Ticareti Konseyi,
• Hizmetler Ticareti Konseyi,
• Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Konseyi bulunmaktadır.
Bunlara ek olarak;
• Belirli konularda uzmanlaşmış komiteler (Ticaret ve Kalkınma Komitesi, Ödemeler Dengesi Kısıtlamaları Komitesi, Bütçe, Mali ve İdari İşler Komitesi) ve
• Çalışma grupları vardır (S:108, Şekil 5.3).
Bretton Woods Örgütlerine Yönelik Eleştiriler: Bretton Woods Örgütleri’ne yönelik eleştiriler, temel olarak bu Örgütler’in ABD (Washington) merkezli olmaları ve özellikle 1990’lı yıllardan itibaren uyguladıkları iktisadi politikalarla gelişmekte olan ülkelere piyasa ekonomisinin öncelendiği ve devlete ekonomide sınırlı rol verilen neoliberal fikirleri taşımaları etrafında gelişmiştir.
Washington Konsensusu (Uzlaşısı): John Williamson’ın
10 maddelik istikrar paketine dayanan bu tabir, ABD Hazine’si ile Bretton Woods Örgütleri arasındaki ekonomik görüş konusundaki uyuma işaret etmek için kullanılmıştır.
1973 Petrol Krizi
Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü olan OPEC, 10-14 Eylül 1960’ta Bağdat Konferansı’nda Irak’ta kurulmuştur. Merkezi Viyana’da olan OPEC’in en temel amacı, belirli bir petrol politikası oluşturarak ve petrol fiyatlarını kontrol ederek petrol ihracatı yapan ülkelerin çıkarlarını korumak ve petrol tüketen ülkelere düzenli bir kaynak sunabilmektir.
1970’li yıllarda OPEC ülkeleri, dünyadaki petrol rezervi kaynaklarının %80’ini ve petrol üretiminin %40’ını ellerinde bulundurmaktaydı ve bir gecede petrol fiyatlarını 4 katına çıkarabilecek güce sahiplerdi.
OPEC, Ekim 1973’te Arap-İsrail savaşı sırasında Batılı ülkelerin İsrail’e desteğini kesmesi amacıyla bir yaptırım olarak üretimi sınırlandırdı ve petrol fiyatlarını %130 arttırarak bu gücünü gösterdi. Bu durum, hem petrol kıtlığına hem de paniğe yol açarak dünya ekonomisinde büyük bir sarsıntıya neden olmuştur.
Petrol ithal eden ülkelerin bankalardan borç alması ve sanayileşen ülkelerin enflasyonu kontrol etmek amacıyla faiz oranlarını artırması, uluslararası bir krize neden olmuştur.
1997 Doğu Asya Krizi
1997 yılında Tayland’da başlayan ve Asya Kaplanları olarak bilinen bir dizi Doğu Asya ülkesinde (özellikle Endonezya, Malezya, Filipinler ve Güney Kore) borsaların ve para değerlerinin büyük değer yitirdiği, bankaların iflas ettiği, işsizliğin arttığı ciddi bir ekonomik ve siyasi kriz yaşanmıştır.
Krizin etkisi bir sonraki yıl Arjantin, Brezilya, Türkiye, Rusya ve Japonya gibi ülkelerde de hissedilmiştir. Bu ülkelerde hisse senedi piyasalarında ciddi düşüşler yaşanmıştır.
Krizin nedeni, makroekonomik dengeleri sağlanmadan geçilen finansal liberalleşmeden ve buna bağlı olarak büyük ve denetimsiz sermaye hareketlerinden kaynaklanan istikrarsızlıktır.
Küreselleşme ve Dünya Finans Krizi
Dünya Finans Krizi, Temmuz 2007’de ABD’de başlayan ve domino etkisi yaratarak bütün dünya ekonomilerinde durgunluk ve ticarette daralmaya neden olan mali krizdir.
Dünya Finans Krizi, hem küresel ekonominin işleyişine ve yönetişimine (IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların organizasyonuna ve görev tanımına dair yeniden yapılandırma gereksinimi) dair sorunları hem de küresel, uluslararası ve ulusal düzeyde gelir dağılımı eşitsizliği, sosyal adaletsizlik, yoksulluk gibi sorunları açığa çıkarması bakımından önemlidir.
Uluslararası Örgütler-Barış ve Güvenlik
Birleşmiş Milletler Örgütü-BM
Birleşmiş Milletler-BM’nin Kuruluşu ve Gelişimi
24 Ekim 1945’te dünya barışını ve güvenliğini sağlamak ve korumak hedefleri çerçevesinde kurulmuş uluslararası bir örgüttür.
Barış, güvenlik, adalet, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği sağlamayı amaçlayan BM’nin merkezi New York’tadır. 1945’te 51 ülkeyi bir araya getiren BM, bugün 193 üyeye ulaşmıştır. BM’nin kuruluşundaki en önemli etmen Milletler Cemiyeti örgütünün dünya barışını ve güvenliğini koruyamamış olmasıdır.
Yalta Konferansı’nda, dönemin beş büyük ülkesine (Fransa, Çin, ABD, SSCB ve İngiltere-Birleşik Krallık) veto hakkı verilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştır.
Birleşmiş Milletler Örgütü’nün Yapısı
BM’nin elli bir kurucu üyesi, “asıl üyeler” statüsündedir. BM şartını uygun biçimde imzalamışlardır, Türkiye de bu tür üyelerdendir. Diğer üyeler “yeni üyeler” konumundadır. Örgüte sonradan katılacak tüm üyeler için öngörülmüş koşullara uymak için “barışsever”lik özelliğine sahip olmak gerekmektedir.
Örgüte üye olmak isteyen devlet, talebini Genel Sekreterliğe sunar. Başvuru Genel Sekreterlikten Güvenlik Konseyine gider ve değerlendirmenin ardından Güvenlik Konseyinden olumlu bir cevap alıyorsa olumlu karar Genel Kurula yollanır. Genel Kurulda en az 3/2 nitelikli çoğunlukla üyelik talebi onaylanırsa aday devlet BM’nin “yeni üye” statüsü- nü kazanmış olur.
Bir örgüt üyesinin örgütten ihraç edilmesi veya üyelikten doğan hak ve ayrıcalıklarını kullanmaktan men edilmesinin kuralları da belirlenmiştir. BM’nin organlarından Genel Kurulda tam üye devletler bir araya gelir ve burada her üye ülkenin eşit statüsü vardır. Üyelerin en çok beş temsilcisi bulunabilirse de her üye devletin tek bir oy hakkı vardır.
Genel Kurulun çalışmalarına yardımcı olmak için kurulan komisyonlar, çalışma grupları, komiteler, konseyler, uzmanlık grupları, kendi önerilerini proje biçiminde Genel Kurula sunarlar. Temel Komisyonlar:
1. Silahsızlanma ve Uluslararası Güvenlik Komisyonu,
2. Ekonomik ve Parasal İşler Komisyonu,
3. Sosyal ve İnsancıl İşler, Kültürel Konular Komisyonu,
4. Vesayet İşleri Komisyonu.
5. Yönetim ve Bütçe İşleri Komisyonu
6. Hukuk İşleri Komisyonu
Güvenlik Konseyi, dünya barışını ve güvenliğini korumakla görevlidir ve bu konuda her an toplantıya hazır bir mekanizması vardır. Barışın tehlikede olduğu düşünüldüğü zamanlarda, anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesi, savaş ve saldırıların önlenmesi için çaba göstermektir. Uzlaştırma, ara buluculuk, etraflı soruşturma yapmak gibi etkinlikleri olur. Barış ve güvenliği sağlama hedefleri uyarınca barışın ciddi anlamda tehlikeye düşmesi durumunda ise yaptırım uygulama yoluyla barışı korumayı deneyebilir.
BM Genel Sekreterliği, BM’nin idari organlarındandır. BM’nin etkinliklerini düzenleme ve yönetme görevini üstlenir. BM’nin en “yüksek memuru”, Genel Sekreter, Güvenlik Konseyinin tavsiyesiyle Genel Kurul tarafından beş yıllık bir süre için atanır.
Ekonomik ve Sosyal Konsey, Ekonomik ve sosyal alanlardaki etkinliklerin eş güdümünü sağlayarak dünya barışını koruma hedefine bir katkıda bulunmaktadır.
Vesayet Konseyi, 1945’te BM’nin manda rejimini vesayet rejimine çevirmesiyle, bu rejimin geçerli olduğu ülkelerin bağımsızlığını hazırlamak için kurulmuştur.
Uluslararası Adalet Divanı, BM’nin temel organlarındandır, çalışma koşulları BM Antlaşması tarafından belirlenmiştir. Uluslararası Adalet Divanı’nın amaçları, uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak, üye devletler arasındaki uyuşmazlıkları gidermek, BM’nin içi hukuk sorunlarını ve uzmanlık kuruluşlarının danışma etkinliklerinden doğan sorunları çözüme ulaştırmak gibi görevleri vardır. Kararları kesindir ve bağlayıcıdır.
Birleşmiş Milletler Örgütü ve Kıbrıs Sorunu Örneği
Kıbrıs sorunu BM’nin müdahalesini gerektirmiş olan uluslararası sorun örneklerindendir. 15 Temmuz 1974’te Atina’daki askerî rejim tarafından desteklenen aşırı milliyetçi EOKA-B lideri Nikos Sampson’un önderliğinde askerî bir darbeyle Kıbrıs’ta Makaryos hükûmeti devrilmiştir.
Kıbrıs, 1571’de Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. Kıbrıs, 1878’de İngiltere’ye geçici olarak devredilmişse de 1914’de İngiltere Kıbrıs’ı topraklarına katmış. 1925’de İngiltere burada manda sistemini yerleştirmiştir. 1923 Lozan Antlaşması’nda da Türkiye Kıbrıs üzerinde bir hak iddia etmeme kararını onaylamıştır.
1950’lere dek adada Rum milliyetçi hareketi EOKA örgütü önderliğinde bağımsızlık savaşı sürdürülmüştür. Rum milliyetçileri, Kıbrıs bağımsızlığına kavuşunca İngilizlerin adayı Yunanistan’a devredeceğine inanmışlardır. Türkiye iki toplum arasında Taksim tezini ileri sürerek bu beklentiyi reddedince, doğan gerilim nedeniyle İngiltere Kıbrıs sorunu dosyasını Birleşmiş Milletler Örgütü’ne devretmiştir.
Türkiye garantör ülke statüsüyle Temmuz ve Ağustos 1974’te Kıbrıs’a iki aşamalı askerî müdahale gerçekleştirerek Kuzey Kıbrıs’ı denetimine almıştır.
13 Şubat 1975’te Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti, tek taraflı olarak kurulmuştur. 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edilmiştir (1983) ve Türkiye KKTC’yi resmen tanımıştır.
Birleşmiş Milletler Örgütü ve Filistin Sorunu Örneği
BM, Filistin sorununu İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, 1947’de Genel Kurulun gündemine almıştır. ABD ve SSCB’nin itirazı olmaksızın İngiltere’nin manda rejimi sona erdirilmiş ve Filistin bölgesinde iki ayrı devlet kurulması kabul edilmiştir.
Bununla birlikte, 1948’de kurulan İsrail Devleti, Arap devletleri tarafından kabul edilmeyerek Arap ordularının saldırılarıyla bölge çatışma ortamına sürüklenmiştir. Böylece dünya barışı ve güvenliği açısından bir soruna dönüşerek konu, BM Güvenlik Konseyinin alanına geçmiştir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi-UCM
(ICC-International Criminal Court)-La Haye
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) 2002 yılında kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaş suçları, insanlık suçları, dünya barışına karşı işlenen suçları yargılayan mahkemeler öncelikle, Nürnberg Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi ve Tokyo Uzakdoğu Uluslararası Askeri Mahkemesi olmuştur. Savaş suçlarının yargılanabilmesi için geliştirilmiş en önemli uluslararası hukuk adımı 1949 Cenevre Sözleşmesi’dir.
Savaş suçları, Cenevre Sözleşmesi’nin ya da uluslararası yasaların ve geleneklerin ciddi derecede ihlal edilmesiyle işlenen suçlardır.
BM-Güvenlik Konseyi tarafından kurulmuş (1993) olan “Eski Yugoslavya için Ceza Mahkemesini Uluslararası Ceza Mahkemesinin bir ön hazırlığı gibi de görebiliriz. Savaş suçlarını yargılayan geçici mahkeme örneklerinden olan bu mahkeme ile daimi bir uluslararası ceza mahkemesi kurulmasının gerekliliği konusu da gündeme gelmiştir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) 1998’de Birleşmiş Milletlerin girişimiyle imzaya açılan Roma Statüsü’nün (Mahkemenin temel kaynağı) imzacı ülkeleri tarafından kurulmuş olup 2002’de daimi bir mahkeme olarak çalışmaya başlatılmıştır.
BM’yle işbirliği içinde olsa da UCM bağımsız bir mahkemedir ve hatta antlaşmayla kurulmuş ilk uluslararası bağımsız daimi mahkeme örneğidir (Roma Statüsü).
Merkezi Hollanda’nın La Haye kentinde bulunur. UCM, savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım suçu, saldırı suçlarına karşı, öncelikle önleyici bir mekanizma olarak düşünülmüştür.
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü-NATO
NATO’nun Kuruluşu ve Dönüşümü
NATO, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın yeniden biçimlenme ve kalkınma çabalarında özellikle askerî alana odaklanmış örgütlenme örneğidir. 4 Nisan 1949’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması’nın hedefi
barışı sürdürebilmek ve her çeşit saldırıyı caydırma yoluyla engellemek, güvenliği sağlamaktır.
Bağımsız devletlerin, gönüllü olarak kurdukları savunma ittifakı NATO, Birleşmiş Milletler Şartı’nın bireysel ya da toplu savunma hakkını onaylayan 51. maddesi çerçevesinde oluşturulmuştur. Merkezi Brüksel’dedir.
Kendisini siyasi ve askerî bir örgüt olarak sunan NATO’nun ekonomik, bilimsel alanlarda da işbirliğini kolaylaştırma hedefleri bulunur.
NATO Antlaşması’nın 5. maddesi, NATO üyesi ülkelerden birisine ya da birden çok üyeye yönelik herhangi bir saldırının, tüm üyelere yönelmiş sayılacağını ve bireysel ya da toplu savunma hakkının kullanılacağını bildirir.
NATO ortaklık antlaşmalarıyla etki alanını çok genişletmiştir. ‘Ortak ülkeler’, Avusturya, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Bosna Hersek, Ermenistan, Finlandiya, Gürcistan, İrlanda, İsveç, İsviçre, Kazakistan, Karabağ, Kırgız Cumhuriyeti, Makedon- ya, Moldavya, Malta, Rusya, Sırbistan, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan’dır. Ayrıca “Akdeniz Diyalog” grubu Cezayir, Fas, İsrail, Mısır, Moritanya, Ürdün, Tunus’tan oluşur. “İstanbul İşbirliği İnisiyatifine” Bahreyn, Katar, Kuveyt ve Suudi Arabistan da katılmıştır. “Bağlantı Ülkeleri” ile ise Avusturya, Japonya, Kore ve Yeni Zelanda’dır.
NATO’nun Askerî ve Sivil Yapısı
Hem askeri yapısı hem de sivil yapısı olan NATO’nun en yüksek karar alma organı Kuzey Atlantik Konseyidir. Uluslararası işbirliği örgütü olan NATO’nun Konsey’inde kararlar oybirliğiyle alınır. Dolayısıyla oydaşma (Konsensüs) sağlama çabası çok önemlidir. Üye devletlerin birer oy hakkı vardır.
Savunma ve Planlama Komitesinde (SPK) ortak savunma yapısına katılan ülkeler NATO’nun askerî politikasını tartışırlar.
Nükleer Planlama Grubu, güvenlik ve savunma politikasının nükleer güçlere ilişkin konuların tartışıldığı bir forumdur.
NATO Genel Sekreteri-Uluslararası Sekreterliğin Başkanı, örgütün en yüksek memurudur ve dört yıllığına seçilir. Ana organ ve komitelere başkanlık eder.
Askerî Komite, üye ülkelerin Genelkurmay Başkanlarından ya da daimi görevli askeri personel- temsilcilerden oluşur. Askerî düzlemdeki en yüksek sorumluluk bu organdadır.
NATO ve Yugoslavya/Kosova Krizi Örneği
Sırbistan’ın (Miloseviç’in) 1990’da Kosova’nın özerkliğini kaldırarak Sırbistan’a katmasıyla çoğunlukta olan Arnavutlar direnişe geçmişlerdir.
Miloseviç’in tüm baskılarına ve yürüttüğü ‘etnik temizlik’ politikasına karşı Arnavut Kosova Kurtuluş Ordusunun (UÇK) başlattığı silahlı mücadele 1998-1999’de Kosova Savaşı’na dönüşmüştür.
Yugoslav Ordusuyla Kosova Kurtuluş Ordusunu karşı karşıya getiren bu savaş sırasında “uluslararası bağlantı grubu” (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya) katliamları durdurmak için diplomatik girişimlerde bulunmuştur.
Bu bağlamda düzenlenen Rambouillet Konferansı, NATO’nun gözlemciliğinde Sırplarla Arnavutların anlaşmalarını sağlama çabalarındandır ancak Kosova’daki insan hakları ihlallerinin ve katliamların durdurulmasının aciliyeti gerekçesi, 1999 Mart ayında NATO’nun tek taraflı aldığı kararıyla NATO öncülüğünde askeri müdahale (hava müdahalesi) gerçekleştirmesiyle kesilmiştir.
NATO ve Afganistan Sorunu Örneği
Afganistan’da görev yapan Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü (İSAF) NATO öncülüğünde görev yapmaktadır. 2001’de 11 Eylül saldırıları gerekçesiyle ABD’nin kararıyla başlatılmış olan müdahalenin uluslararası toplumla bağlantısı Afganistan’da sağlanması hedeflenen iç güvenliğin dünya barış ve güvenliğiyle ilişkisi olduğu iddiasıdır.
1999’da 1267 sayılı karar ve 2000’de 1333 sayılı kararlar alınmış ve uygulanmaya başlanmıştı.
Uluslararası Bölgesel Örgütler
Giriş
Uluslararası örgütler gibi bölgesel nitelikli örgütler de ortak hedef(ler) çerçevesinde, gönüllü, bağımsız devletler tarafından kurulurlar. Bir bölge ile sınırlı uluslararası bölgesel örgütler, amaçları (genel kapsamlı ya da özel bir konu), örgütlenme biçimleri çerçevesinde belirlenmiş uluslararası bir antlaşma çerçevesinde ülkeleri bir araya getirirler.
Uluslararası örgütler gibi bölgesel örgütler de kendilerine özgü hukuksal bir yapı kurgularlar, uluslararası hukuk kişiliğine sahiptirler (kamu hukuku bağlamında tüzel kişiliktir).
Avrupa Konseyi çerçevesinde kurulmuş olan AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) ise “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde” öngörülen insan olmaktan ileri gelen hakları savunan uluslararası-uluslarüstü mahkeme örneğidir.
Avrupa Topluluklarından Avrupa Birliğine- Bölgesel Bütünleşme
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın parçalanmışlığını aşma çabaları devletlerarası işbirliği hedefiyle kurulan çok sayıda bölgesel örgütün dünya sahnesine katılmasıyla sonuçlanmıştır.
Avrupa Topluluklarından Avrupa Birliğine varan süreç ise Soğuk Savaş ortamında öncelikle Batı Avrupa ülkelerinin kapsamlı bir bütünleşmeye yönelme kararlarıyla kurulmuştur.
Bütünleşme örgütü (Integration): Kararların oy çokluğuyla alınabilmesi yönünde ilerleyerek ortak politikaları derinleştiren yani geliştiren örgütlerdir. Dolayısıyla, bütünleşme örgütlerinde ulusal egemenlik hakkının ulusüstü bir otoriteye devri söz konusudur.
AB’nin Kuruluş Aşamaları
Bugün AB, 27 Avrupa ülkesini siyasal ve ekonomik bütünleşme projesi çerçevesinde bir araya getirebilmiştir. AB bütünleşme örgütü olarak, federasyon yönelimli konfederal bir yapıya sahiptir.
Barış ve istikrarın ekonomi alanında gerçekleştirilecek bütünleşme çabalarıyla sağlamlaştırılabileceği inancıyla yola çıkan Avrupa Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sarsılmış, yıkılmış olarak çıkmış Avrupa ülkelerinin bölgesel işbirliği örgütlerinin hedeflerini yetersiz bulan ülkelerce, yani Fransa Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg tarafından kurulmuştur.
Avrupa’da barışı korumak, Avrupa ülkelerine dünya sahnesinde kaybetmiş oldukları gücü yeniden kazandırabilmek için öngörülen yeni birleşme modelini 1950’de R. Schuman sunmuştur.
“Schuman Bildirgesi’nin sunulduğu gün olarak 9 Mayıs Avrupa Birliği’nin kuruluş günü sayılmış ve Avrupa Günü olması kararlaştırılmıştır.
Avrupa Topluluklarının ilk adımı kömür ve çelik sektörlerinin yönetimini ulusüstü bir otoritenin denetimine aktarma temelinde şekillenen Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT)’nu kuran Paris Anlaşmasıyla atılmıştır.
AKÇT’nin ardından bütünleşme sürecini hızlandırmak için 1952’de Jean Monet’nin tartışmaya sunduğu ortak bir Avrupa ordusu kurma projesi başarısızlıkla sonuçlansa da Avrupa Siyasi Topluluğu (AST) “Birleşik Avrupa Devletleri için Eylem Komitesi”nin kurulmasına engel olmamıştır.
Avrupa Birliğinin hedefi, üye devletlerin ortak bir pazar oluşturarak kişilerin, malların, hizmetlerin ve sermayenin serbestçe dolaşabilmesini sağlayabilecek bir yapıya yavaş yavaş ulaşırken, siyasal bütünleşme sürecini ilerletmektir.
AB 1 Ocak 1999’da Avro’nun resmi para birimi olarak kullanımına 11 ülkenin katılımıyla geçti. Bugün 27 ülkenin 17’sinin para birimi Euro/Avro olmuştur.
Avrupa Birliği Antlaşması ya da Maastricht Antlaşması’yla AB, tek para birimine geçiş hazırlıklarının yanı sıra topluluğun etkinlik alanını eğitim, mesleki eğitim, kültür, sağlık, tüketicinin konması, trans-Avrupa ağları, endüstri alanlarına doğru genişletmiştir.
Yerindenlik (subsidiarité) ilkesi, “Avrupa yurttaşlığı” statüsünü, Kurucu Antlaşma metnine eklemesi federal çağrışımlı katkılarıdır.
Avrupa Birliğinin İşleyiş Mekanizmaları, Kurumları ve Organları
AB’nin “kurumsal üçgeni” diye adlandırılan yasama mekanizması;
• AB Konseyi,
• AB Parlamentosu ve
• AB Komisyonundan oluşur.
“Olağan yasama yöntemi” Lizbon Antlaşmasıyla birlikte, AB Konseyi’nin AB Parlamentosu’yla birlikte “ortak karar alma” (codécision) mekanizması alanını genişletmiştir.
AB Hukuku’nun Asli (birincil) kaynağı AB’nin geçerli olan antlaşmalar ve ekleridir. AB hukukunun Türev kaynakları ise AB kurumlarınca yaratılmıştır.
AB’nin ayrıca “Özel Yasama Yöntemleri vardır. Danışma Yöntemi (Komisyon’nun hazırladığı öneri konusunda AP’nin bağlayıcı olmayan görüşünü bildirmesi) ve Muvafakat Yöntemi’dir (AP’nin Komisyon’un önerisine veya AB’nin uluslararası anlaşmalara taraf olmasına onay vermesi).
“Olağan Yasama yönteminde AB Komisyonu yasama teklifini hazırlar. AB’nin alacağı önemli kararların öncesinde uzun bir olgunlaşma süreci işletilmektedir. “By pass” mekanizmaları diye de adlandırılan bu süreç AB’nin “demokrasi açığı” sorununu çözmese de etkisini hafifleten bir etmendir.
• Komisyon: AB’nin bütünleş me sürecinin merkezindeki kurumdur ve AB hükümeti çağrışımı yapar, AB’nin çıkarlarını koruması beklenir. Brüksel’de konumlanmıştır ve görev süresi beş yıldır. Komisyonun başkanı üye devletlerce AP’nin görüşü alındıktan sonra atanır. Komisyon üyeleri de AP’nin onayıyla atanırlar.
• AB Konseyi: Brüksel’de bulunur. AB üye devletlerin temsilcisi bakanları bir araya getiren Bakanlar Konseyi, AB karar alma sürecinin merkezindeki kurumdur. AB’nin uluslararası antlaşmalarını imzalar. AB’nin dış politikasını ve savunma politikasını belirler. AB Konseyi altı ayda bir dönüşümlü olarak sırası gelen üye ülke tarafından yönetilir.
• Avrupa Konseyi: Üye ülkelerin hükümet veya devlet başkanları, Komisyon başkanı, “AB dış ilişkiler ve güvenlik politikası yüksek temsilcisinin ve toplantıların başkanlığını üstlenen AB Konsey Başkanı’nın katılımıyla toplanır. Yasama yetkisi yoktur.
• AB Parlamentosu (AP): Strazburg’da bulunur.
Avrupa yurttaşlarının temsilcilerinden oluşur. 1979’dan beri üye ülkelerde yapılan AB Parlamentosu seçimlerinde genel oy ve doğrudan seçimlerde Parlamenterler (27 üyeli AP’de 736 parlamenter) belirlenir. Üye ülkelerin AP’ye gönderecekleri Parlamenter sayısı nüfus oranlarına göre saptanır.
• Adalet Divanı: Lüksemburg’da bulunur. AB’nin yargısal denetim organıdır. AB mevzuatının uygulamasını, AB Antlaşmalarına, yasalara uygunluğu denetler.
• Avrupa Merkez Bankası: 1998’de Frankfurt’ta kurulmuş bağımsız bir organdır. Avro’nun idaresin sorumludur ve hükümetlerden bağımsız bir biçimde çalışır. AB üyesi ülkelerin Merkez Bankaları sistemiyle birlikte çalışır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Avrupa Konseyine bağlı olarak uluslararası-uluslarüstü bir mahkeme olarak 1959’da kurulmuştur. AİHM, sözleşmede öngörülen insan olmaktan ileri gelen hakları savunan uluslararası bölgesel bir mahkemedir.
Uluslararası hukukta “insan hakları” statüsü önce BM örgütü çerçevesinde tanımlanmıştır. AİHM konu, kişi, yer ve zaman açısından sınırlı olarak yargılama yetkisine sahiptir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sürekli olarak görev yapan ve sözleşmeci ülke sayısı kadar yargıçtan oluşur. 47 üye ülkesi vardır.
Uluslararası Bölgesel İşbirliği/Örgütleri
ASEAN-Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği
ASEAN (Association of South East Asian Nations) Güney Doğu Asya ülkelerinden Tayland, Filipinler, Malezya, Endonezya ve Singapur’un kurduğu uluslararası bölgesel
ekonomik işbirliği örgütüdür. 8 Ağustos 1967’de Tayland’ın başkenti Bangkok’ta imzalanan, ASEAN Bildirgesi’nde (Bangkok Bildirgesi de denir) birliğin he defleri, bölge ülkelerinin barışı ve güvenliğini sağlamak, ekonomik büyüme hızlarına ivme kazandırmak, toplumsal ve kültürel alanlarda gelişim için işbirliğidir.
ASEAN, soğuk savaş ortamında kurulmuş uluslararası örgütlerdendir. Öncelikle bölgeyi yoğun bir biçimde etkileyen siyasal gerilimi aşabilmek için Sovyet Bloku’na karşı bir ekonomik dayanışma alanı oluşturmak ve komünist hareketleri engellemek, bölgedeki barışı ve güvenliği sağlamak, istikrarı korumak gibi hedefler belirlemiştir.
İlk kuruluş döneminde bölgedeki yoğun siyasal gerilim nedeniyle ASEAN öncelikle siyasi çatışmaların dışında kalma arayışına ağırlık verip ekonomik büyüme toplumsal ve kültürel gelişme ya da bilimsel ve idari alanlarda daha sınırlı bir etkinlik gösterebilmiştir. Bugün artık, ekonomik büyümeye önem veren, toplumsal ve kültürel gelişimi destekleyen, bölgede barış ve istikrarı sağlamak için işbirliği ve yardımlaşmasını ön plana geçirmiş bir örgüte dönüşmüştür.
ASEAN’nın karar alma sürecindeki en üst organı, yılda bir kez düzenlenen Devlet Başkanları ve Başbakanların katıldığı Zirve toplantısıdır. Örgütün başkanlığı dönüşümlü olarak her yıl sırası gelen üye ülke tarafından yürütülür.
NAFTA-Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması
NAFTA (The North American Free Trade Agreement), Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması, uluslararası bölgesel nitelikli işbirliği örgütüdür. ABD, Kanada ve Meksika tarafından 17 Aralık 1992’de imzalanmış ve 1 Ocak 1994’te yürürlüğe girmiş olan NAFTA, üye ülkelerde liberal kuralların geçerli olduğu serbest ticaret alanı yaratmayı hedeflemiştir.
NAFTA üç üye ülkenin ticari engellerini yok edecek tarife ve miktar sınırlandırmalarını kaldırmayı hedeflemiştir. Anlaşmazlıkların çözümünde ortak bir yönetim mekanizmasıyla üçlü işbirliği öngörülmüştür. NAFTA’nın sekreterliği her üç üye ülkede kurulmuş birer bürodan oluşur.
• ABD-Washington D.C.,
• Kanada-Ottawa ve
• Meksika-Mexico City bürolarının başkanları ülke hükümeti tarafından seçilir.
Sekreterlik ulusal sanayiciler veya devletler arasında çıkabilecek uyuşmazlıkları, tarafsız bir biçimde çözmekle yükümlüdür. Özel ticari anlaşmazlıkların çözümü üye ülkelerin oluşturduğu bir Danışma Komitesinden beklenmektedir. NAFTA’nın işleyişi komiteler, çalışma grupları ve yan kuruluşlarca sağlanır. NAFTA’nın en üst kurumu ise Serbest Ticaret Komisyonu’dur.
APEC-Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği
APEC (Asia-Pasific Economic Co-operation), bölgesel ekonomik işbirliğini geliştirmek ve serbest piyasa ekonomisini bölgede yerleştirmek amacıyla oluşturulmuş bir hükümetler arası bölgesel forumdur.
APEC Liderler Zirvesi üye ülkelerin devlet başkanlarını yılda bir kez bir araya getirir. Her zirve dönüşümlü olarak bir başka üye ülkede yapılır. Her zirve sonunda, liderler zirvenin yapıldığı ülkenin ulusal kostümünü giyerek simgesel bir dayanışma, yakınlaşma mesajını iletmiş olurlar.
Uluslararası Hükümetler Dışı Örgütler
Giriş
Uluslararası hükümetler dışı örgütler ve hareketler, “siyasal küreselleşme”, “küresel ekonomi” ya da “kültürün küreselleşmesi”, “küresel adalet”, “küresel göç”, “medeniyetler çatışması”, “küreselleşme karşıtı hareketler”, “küresel terör” başlıkları altında incelenmiş olan küreselleşme sürecinin hem sonucu hem tetikleyicisidir.
Bugün uluslararası sistemin dinamiklerini anlayabilmek için devletlerin, uluslararası örgütlerin ve uluslararası bölgesel örgütlerin yanı sıra uluslararası hükümetler dışı (devletler dışı) örgüt ve kuruluşların oynadıkları rolleri de tanımak ve çözümlemek gerekmektedir.
Uluslararası Hükümetler Dışı Sivil Toplum Örgütleri (Kuruluşları)
Hükümetler dışı uluslararası sivil toplum kuruluşları (STK), hükümetlerin, devlet kurumlarının ve kuruluşlarının dışında varlık gösteren özerk örgütlerdir.
STK’lar yasal kuruluşlardır ve kâr amacı olmaksızın, gönüllülük yöntemiyle etkinliklerini yürütmektedirler. Bu tür kuruluşların çalışmalarını özgürce gerçekleştirmeleri için bağımsız gelir kaynaklarına ihtiyaçları bulunmaktadır. STK’ların gelir kaynaklarını ise bağış ya da üyelik aidatları oluşturmaktadır. STK’lar dernek, sendika, vakıf, oda türü örgütlenmelerle topluma yarar ve hizmet ilkeleri temelinde etkinliklerini belirlerler.
Uluslararası Af Örgütü-UAÖ (Amnesty International-AI)
İnsan haklarını savunma hedefiyle kurulmuş olan Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) “Evrensel İnsan Hakları Bildirgesince kabul edilmiş ilkeler çerçevesinde etkinliklerini sürdürmektedir. UAÖ uluslararası hükümetler dışı örgütlere örnektir (NGO-Non Governmental Organisation) ve kâr amacı gütmez. Hiçbir devletle bağımlılık ilişkisi bulunmayan Uluslararası Af Örgütü, özel bir ideoloji veya herhangi bir dinle de ilişkisinin olmadığının altını çizer.
Düzenlediği etkinlikler özellikle düşünce suçlularının serbest bırakılması, siyasi suçluların adil bir biçimde yargılanması, işkence ve zulüm, idam cezasına karşı, siyasi cinayet, adam kaçırma ve her türlü insan hakları ihlallerine karşı durulmasına katkıda bulunmayı amaçlar. Medeni haklara, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara saygıya çağrı yapan çalışmalar düzenler.
Uluslararası Af Örgütü 1961 yılında Londra’da kurulmuştur ve aşamalı bir biçimde kurumsallaşmıştır. Örgütün temel ilkelerinin belirlendiği ilk uluslararası toplantı Belçika, İngiltere, Fransa, Almanya, İrlanda, İsviçre ve ABD’den gelen katılımcılarla gerçekleştirilmiştir.
Birleşmiş Milletler Örgütü, UNESCO, AB, Amerika Devletleri Örgütü, Afrika Birliği Örgütü gibi uluslararası
örgütlerin danışmanlığını yapan örgüt 160’tan fazla ülke ve bölgede etkinliklerini sürdürmektedir.
Örgütün en önemli özelliği, dünyanın herhangi bir yerinde düşünceleri, inançları nedeniyle mahkûm edilen ya da tutuklu bulunan insanların serbest bırakılması için barışçıl yollarla savaşmaktır. Örgütün misyonu çerçevesinde sürdürdüğü etkinlikler insan olmaktan doğan hakların ağır ihlallerini engellemeye ve sonlandırmaya odaklanmıştır. Uluslararası Af Örgütü’nün düzenlediği kampanyalardan örnekler: Stop torture! (işkenceyi durdurun!) kampanyası; Siyasi cinayet, kayıplar ve yargısız infazlara karşı kampanya; Mayınlara karşı kampanya; Mültecilere saygı göster! kampanyası; Kadın hakları insan haklarıdır! kampanyası; Kadına şiddetin durdurulması için kampanya; Silahlar denetlensin/Bir milyon yüz kampanyası; Terörle mücadele Adalet kampanyası vb.
Uluslararası Af Örgütünün kurumsal yapısı incelendiğinde, örgütün dünya çapında gönüllü üyelik temelinde kurulduğu görülmektedir ve bu durum örgüt tüzüğünde de belirtilmektedir. Örgüt şemasında;
• Şubeleri,
• Yapıları,
• Uluslararası ağları,
• Bağlı gruplar ve
• Uluslararası üyeler vardır.
Örgütün çalışmalarının yürütülmesinde en yetkili merci Uluslararası Konsey’dir. Konseyin işlevleri aşağıda sıralanmaktadır. Bunlar;
• Örgütün stratejisine odaklanmak,
• UAÖ’nün vizyon, misyon ve temel değerlerini belirlemek,
• UAÖ’nün Entegre Stratejik Planı’nı (altı yıllık planlar) mali stratejisiyle belirlemek,
• Hareket için yönetişim ve delegasyon sistem ve organları oluşturmak, bu organların üyelerini seçmek ve bu organ ve üyelerin sorumlu olmasını sağlamak,
• Hareketin kabul edilmiş strateji ve planlarına ilişkin performansını denetlemek ve
• Şube, yapı ve diğer organlarının sorumluluklarını belirlemektir.
Uluslararası Yürütme Komitesi, şube ve yapıların temsilcilerinden oluşmakta ve en az iki yılda bir toplanmaktadır. Toplantılarda kararlar salt çoğunlukla alınmaktadır. Komitenin işlevi dünyada UAÖ’ nün liderliğini ve yöneticiliğini yapmaktır.
Bakanlar Forumu, Uluslararası Yürütme Komitesiyle birlikte çalışmaktadır. Ayrıca anlaşmazlık durumlarında Uluslararası Konseye başvurma hakkına sahiptir.
Gündelik işler Uluslararası Yürütme Komitesinin yönetimindeki Genel Sekreter başkanlığındaki Uluslararası Sekretarya tarafından yürütülmektedir.
Şubeleri, yapıları, uluslararası ağları, bağlı grupların sürdürdükleri etkinliklerin sorumluluğu örgütün idari organlarına aittir.
UAÖ Şubeleri, örgüt kriterlerine bağlı olarak Uluslararası Yürütme Komitesinin onayıyla dünyanın herhangi bir ülkesinde kurulmakta ve Uluslararası Sekretarya tarafından kayıtlara geçirilmektedir.
UAÖ Yapılarının en az bir kurulu ve etkinliklerini sürdüren gönüllüleri bulunmaktadır. Yapıların hedefi sürekli bir şekilde insan hakları etkinliği programını koordine etmektir.
Uluslararası Ağlar, Uluslararası Yürütme Komitesinin onayıyla kurulmaktadır. Ağların en az beş farklı şubeden veya yapıdan üye bulundurması ya da en az iki Uluslararası Sekretarya Programı bölgesinden UAÖ üyeye sahip olması gerekmektedir. Ağların işlevi ise hareketin vizyon ve misyonunu belirli bir tema ve kimliğe dayandırarak tanıtmak ve uygulanmasını sağlamaktır.
Bağlı Gruplar, en az beş üyeden oluşmaktadır. Aidatlarını ödemek ve bir “şubeye” bağlı olmak koşuluyla Uluslararası Yürütme Komitesinin onayını alarak çalışmalarını yürütmektedirler.
Bireysel Üyelik statüsü de UAÖ’ nün hedeflerine uyumlu bir biçimde katkıda bulunmak isteyen özerk bireylerin yıllık aidat ödeyerek örgütün üyesi olabilmelerini sağlamaktadır.
Greenpeace Örgütü (Yeşil Barış)
Türkiye’de de yaygın kullanımıyla Greenpeace, çevre sorunlarıyla küresel düzlemde mücadele eden hükümetler dışı (Non Governmental Organisation-NGO) uluslararası bir Sivil Toplum Kuruluşu’dur (STK).
Uluslararası STK olarak Greenpeace (Yeşil Barış) 1971’de ABD-Alaska’da yürütülmekte olan nükleer denemeleri protesto eylemi çerçevesinde örgütlenen 14 eylemci tarafından Kanada’nın Vancouver kentinde kurulmuştur.
Üç milyonu aşan üyesi ve 1500 civarında çalışanıyla, birey ya da vakıf kaynaklı maddi katkılarla sınırlanmış olarak ilkelerinden sapmaksızın, dünyanın her köşesinde çevre sorunlarıyla savaşımını sürdürebilmektedir.
Greenpeace’in temel hedeflerini barışçıl araçlarla, çevreye zarar veren etkinlikleri saptamak, izlemek, bu gözlenen gidişin geleceğe yönelik olumsuzluklarına dikkat çekmek ve yetkilileri ve dünya kamuoyunu buna son vermeye çağırmaktır.
Örgütün dünyada kamuoyu oluşturmak, kamuoyu baskısını tetiklemeye yönelik son derece yaratıcı protesto eylemleri yapmak, bizzat karar alma konumundaki yetkili, temsilci, kurum ve kuruluşlarda lobi çalışmaları yapmak gibi faaliyetleri bulunmaktadır.
Dost ya da düşmanlar Greenpeace için yalnızca çevre duyarlılığı düzeyiyle belirlenmektedir.
Örgütün çalışmalarını yoğunlaştırdığı önemli konu başlıkları;
• İklim değişimini engellemek,
• Ormanların korunması,
• Okyanusların korunması,
• Tarım alanlarının korunması,
• Genleriyle oynanmış organizmalara karşı mücadele,
• Toksik kirlenme ve zehirli kimyasallara karşı mücadele ve
• Nükleer silahlara ve nükleer kirliliğe karşı mücadeledir.
Genel anlamda barış ve silahsızlanmayı destekleyen Greenpeace’in yapısı, kâr amacı gütmeyen örgüt modeline uygun olarak belirlenmiştir.
Çok Uluslu Sermaye – Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ)
Küreselleşme sürecinin önemli aktörleri olan ulus ötesi sermayenin simgesi “Çok Uluslu Şirketler” (ÇUŞ)/(Multinational Corporations), İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirginlik kazanmaya başlamıştır.
“Çok Uluslu Şirket” adlandırması için gerekli nitelikler
şöyle sıralanmaktadır:
• Şirketin bir merkezi vardır, ama şirket birden çok ülkenin sermayedarlarına aittir.
• ÇUŞ’lar neo-liberal dünya kapitalizminde yaygınlaşan “Doğrudan Yabancı Yatırımlar” çerçevesinde ön planlarda yerlerini almışlardır ve sosyal sorumluluk projeleri, sürdürülebilir gelişme açılımları, çok uluslu şirketler tarafından da ciddiye alınmaktadır.
• ÇUŞ’ları destekleyen yaklaşımlar, yatırım yaptıkları “çevre” bölgelerin gelişimine katkıda bulunduklarını ve doğrudan yatırımların kalkınma etkisi yarattığını iddia etmektedir.
• Dünyanın en büyük Çok Uluslu Şirketleri ABD, AB ve Japonya kökenli olsa da çok uluslu şirketlerin giderek daha baskın çıkan boyutları çok uluslu yapılarıdır, dolayısıyla bu tür şirketler ülke adıyla değil şirket adlarıyla anılmaktadırlar.
SHELL
Shell, enerji ve petrokimya alanında etkinliklerini yoğunlaştırmış olan “Çok Uluslu Şirket” gruplarına örnektir. 1833’te Londralı bir İngiliz antikacı (Marcus Samuel), dükkânında, döneminin egzotik dekorasyon modası istiridye satmak için geniş bir istiridye ithalatı- ihracatı ticaret ağı geliştirmiştir. Daha sonra oğullarının girişimiyle iş petrol ihracatı, gazyağı ihracatı gibi alanlara açılmaya kadar genişlemiştir. 90’dan fazla ülke ve özerk bölgeye yerleşmiş olan Shell, petrokimya alanında dünyanın en büyük çok uluslu şirketlerinden biridir.
Shell logosu: Uzak Doğu’ya gazyağı taşıyan Shell şirketinin tankerlerinin her birisi farklı bir deniz kabuğu adı ve biçimiyle ayırt ediliyordu. 1915’te California’da
Shell Şirketi’nin servis istasyonları kırmızı ve sarı renkte deniz kabuğu kullanarak logoyu yaygınlaştırdılar.
IBM
IBM adıyla tanınan “International Business Machines Corporation” (Uluslararası İş Makineleri Şirketi) bilişim teknolojisi alanında dünyanın en büyük çok uluslu şirket örneklerindendir. Bugün 170’ten fazla ülke de etkinliği bulunan IBM, bilgisayar, bilgisayar donanım üretimi, yazılım, servis hizmetleri, sunucu servisleri ve araştırma geliştirme alanlarında çalışmaktadır.
IBM, 1911yılında kart “delici makine” patentini işletmek ve geliştirmek amacıyla ABD- New York- Armonk’ta kurulmuştur. IBM adını 1924’te almıştır. 100 yılı aşan tarihinde IBM, bilişim teknolojileri alanına birçok yenilik getirmiştir. Uzun süre dünya pazarında IBM bilgisayar ile özdeşleştirilmiştir.
Küreselleşme Karşıtı Hareketler
Zengin ülkeler ile fakir ülkeler arasındaki farkların artması ve sosyal refah devletinin geliştiği birçok ülkede eşitsizlikleri yumuşatan refah devletinin geri çekilmeye başlamasıyla birlikte “gelişmiş” ülkelerde ortaya çıkan “yeni fakirler” ve/veya işsizlerin oranındaki önemli artış, genelleşen bir hoşnutsuzluğu da küresel düzlemde arttırmaktadır. Devletin ekonomi alanından çekilerek küçülmesini, dayanışma yatırımlarının azaltılmasını destekleyen “Sosyal Darvinizm”e yönelmiş olan ülkelerde aynı zamanda güvenlikçi politikalar ve yatırımlar arttırılmıştır. H. Spencer göre Sosyal Darvinizm; Darvin’in “doğada zayıflar ayıklanır” ilkesini sosyal alana uyarlamasıyla ortaya çıkan sosyal Darvinizm, liberalizmin doğada varolan doğal ayıklanmayı sosyal düzlemde destekleyen yorumuyla rekabetçiliği, bireyciliğin egoist yorumunu savaşçı bir güvenlikçilikle bir araya getirmesidir.
Gelişmiş ve zengin ülkeleri bir araya getiren uluslararası toplantılar, küreselleşme karşıtı hareketlerin protesto meydanına dönüşmüştür. “Küreselleşme karşıtlığı” genel anlamıyla, “neo-liberal” kapitalizmin yarattığı eşitsizliği eleştirmek, ekonomik zenginleşme ve küreselleşme ilişkisine karşı dayanışma ağları kurma çabasını tanımlamaktadır.
Küreselleşme karşıtı hareketlerin başlangıcını 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütünün toplantısına karşı geliştirilen gösteriler oluşturmaktadır. Dünya Ticaret Örgütünün toplantılarının yanı sıra G8, G20, OECD toplantıları gibi büyük ekonomi ve finans çevrelerini bir araya getiren toplantılarda sistemli bir şekilde, küreselleşme karşıtı hareketin protesto eylemleri görülmektedir.
“Wall Street’i işgal et” hareketi 17 Eylül 2011’de New York’ta ABD’nin zenginliğinin simgesi olarak kabul edilen, finans merkezi Wall Street de düzenlenmiştir. Öncekilerden farklı bu uzun süreli işgal küreselleşmenin
yarattığı eşitsizliklere dikkat çekebilmek amacıyla düzenlenmiştir.
Alternatif bir küreselleşme arayışını, küreselleşme karşıtı eğilimleri bir araya getirerek kalıcı bir hükümetler dışı örgütlenmeye dönüştürme arayışı Dünya Sosyal Forumu çerçevesinde geliştirilmiştir. Dünya Sosyal Forumu’nun toplantıları; 2001, 2002, 2003 yıllarında Brezilya’nın Porto Alegre kentinde, 2004’de Hindistan’ın Mumbai kentinde, 2005’te yine Porto Alegre’de, 2006 ise Venezüella’nın Karakas, Mali’nin Bamako, Pakistan’ın Karaçi kentinde 2007’de Kenya’nın Nairobi kentinde, 2009’da Brezilya’nın Belem kentinde, 2010’da Porto Alegre’de, 2011’de Fas’ın Dakar kentinde, 2012’de yine Porto Alegre’de toplanmıştır. Ayrıca 2008 için dünya çapında eylem kararı alınmıştır.
Dünya Sosyal Forumu’na bağlı olarak Avrupa Sosyal Forumu, Asya Sosyal Forumu, Ortadoğu Sosyal Forumu, Afrika Sosyal Forumlar bulunmaktadır. Bu bağlamda Avrupa Sosyal Forumu Toplantıları 2002’de İtalya’nın Floransa kentinde ilk kez yapılmıştır. Daha sonra Paris (2003), Londra (2004), Atina (2006), Malmö (2008),
İstanbul (2010) gibi şehirlerde yıllık toplantılar devam etmiştir.