Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 6.Dönem » ULUSLARARASI ÖRGÜTLER

ULUSLARARASI ÖRGÜTLER


ULUSLARARASI ÖRGÜTLER TEORİSİ

Uluslararası Örgütlerin Tarihsel Gelişimi ve Uluslararası Politikadaki Yeri
1618-1648 yılları arasında Avrupa’da Protestan-Katolik karşıtlığı esasında yaşanan 30 Yıl Savaşları Westphalia Antlaşması ile sona ermiştir. Sonrasında Kutsal Roma- Cermen İmparatorluğu’na bağlı prenslikler bağımsız siyasi birimler hâline gelmiştir. Uluslararası örgütlerin ortaya çıkışında Westphalia Antlaşması ve onun getirdiği egemenlik ve eşitlik anlayışı belirleyici olmuştur.

Fransız İhtilali ile birlikte ve özellikle devamında Napolyon Savaşlarıyla milliyetçilik akımı Doğu Avrupa’ya doğru yayılmaya başlayınca ülkesel devlet millî bir nitelik de kazanmış ve ülkesel ulus-devlet modeli Avrupa’da egemen bir siyasi model ve siyasal toplum olarak karşımıza çıkmıştır.

Uluslararası örgütler 19. Yüzyılın başlarında yaygınlaşmaya başlamıştır. 1815 yılında Ren Nehri’nde Seyrüsefer için kurulan “Merkezi Komisyon” ilk kurulan uluslararası örgüttür. 1818 yılında kurulan Zollverein, diğer adıyla Alman Gümrük Birliği ile Alman eyaletleri bir araya gelerek daha geniş bir pazara üretim yapma olanağına kavuşmuşlardır. Ulus-devletlerin rekabeti, güç peşinde koşma stratejisi ve askeri bir tırmanma içinde ortaya çıkan siyasi gerginlikler Avrupa’yı 1914 yılında bir büyük savaşa sürüklemiştir. Dolayısıyla uluslararası örgütlerin barışın korunması konusunda yetersizliği ortaya çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaşı bitiren 1919 Paris Barış Konferansı sonrasında 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise Birleşmiş Milletler olarak yaşama geçirilmiş ve bu şekilde uluslararası örgütler alanında yeni bir dönem başlamıştır.

Uluslararası örgütler, gündemi belirleyebildikleri ve koalisyon oluşturma sürecinde katalizör rolü gördükleri gibi zayıf ve küçük devletlerin siyasal inisiyatif kullanma ve bağlantı stratejisi uygulama zemini olarak da rol oynamaktadırlar.

Uluslararası ilişkiler disiplini içinde Liberalizm ve Realizm iki temel ve karşıt yaklaşımdır. Bu iki temel uluslararası ilişkiler yaklaşımı aynı zamanda uluslararası politika alanında gelişen farklı teorileri de belirlemiştir.

Uluslararası Örgütler, Karşılıklı Bağımlılık ve
İşlevselcilik
Keohane ve Nye’a göre uluslararası aktörler çeşitlenmekte ve bunlar arasında artan etkileşim, karşılıklı bağımlılık yaratmaktadır. İç politika, dış politika ayrımı ve askerî güç önemini yitirmektedir. Küreselleşme sürecinde uluslararası örgütlerin rolünün artmasıyla ve uluslararası ilişkilerde giderek artan oranda ilkelerin kabul edilmesiyle ulusal egemenlik mutlak olmaktan çıkmaktadır. Karşılıklı bağımlılığın uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasında etkisinin olmadığı, buna karşılık büyük devletlerin diğer ülkeler üzerinde baskı kurmasına yol açtığı da yöneltilen eleştiriler arasındadır.

Büyük oranda ekonomik ve teknik alanları esas alan ve giderek artan bir bağımlılığın belirleyiciliğine vurgu yapan İşlevselcilik, Federalizme bir tepki olarak da ortaya çıkmıştır. Bir uluslararası bütünleşme teorisi olarak işlevselciliğin en önemli yazarı David Mitrany uluslararası örgütleri teknolojinin yarattığı “karşılıklı bağımlılık” olgusunun bir sonucu olarak görmektedir. Uluslararası örgütler bir işlev görmek üzere inşa edilirler. İşlevleri yaratan ise ihtiyaçlardır. Rothwell benzer şekilde uluslararası örgütlerin, birden fazla devletin karşılıklı, çok yönlü işbirliği ile karşılanabilecek ihtiyaçların giderilmesi için ortaya çıktıklarını ifade etmiştir. Uluslararası işlevsel bütünleşmeye Uluslararası Telekomünikasyon Birliği’ni (UTB) örnek gösterebiliriz.

Uluslararası rejimler, devletlerin tek başlarına çözemeyecekleri sorunlu alanları düzenlemek için egemenlik devri yoluyla oluşturdukları hukuki kurallar ve mekanizmalardır. Bugün birçok alan uluslararası rejimler yoluyla düzenlenmiş durumdadır. Bu bağlamda Young, “bir uluslararası rejimler dünyasında yaşıyoruz” saptamasını yapmaktadır.

Güvenlik ve Uluslararası Örgütler
Liberaller, uluslararası sistemin anarşik doğasının ancak uluslararası kurallar, kurumlar ve örgütler yoluyla barışçıl bir yönde dönüştürülebileceğini ileri sürmektedir. Günümüze kadar kurulan en önemli uluslararası örgüt olan Birleşmiş Milletler (BM) İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde kurulmuştur. BM’nin ana amacı, Antlaşma metninde belirtildiği üzere, uluslararası barış ve güvenliği korumaktır.

“Güvenlik toplumu” yaklaşımı, ortak değerlerin oluşturulmasına hizmet edecek biçimde toplumsal kesimler arasında iletişim ve ulaşım olanaklarının artırılmasını öngörmektedir. “Güvenlik” kavramı ile daha çok ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunması kastedilmektedir.

Deutsch, güvenlik toplumunun varlığı için üç önemli koşul saymıştır. Bunlar:

  1. Güvenlik toplumunun parçası olan toplumların ortak değer yargılarına sahip olması ve özellikle de hükümetlerinin olaylar karşısında tutum alışlarını belirleyen değerlerin birbiriyle uyumlu olması,
  2. Güvenlik toplumu üyelerinin birbirlerinin bir konu karşısındaki olası tavırlarını öngörme kapasitesine sahip olması,
  3. Güvenlik toplumunun parçası olan hükümetlerin birbirlerinin ihtiyaçlarına cevap verebilme kapasitesine sahip olmalarıdır.

Ulus devletlerin barış ve güvenliği sağlamada yetersiz kalması, uluslararası örgütlerin bu amacın gerçekleştirilmesindeki rolünü artırmıştır. Ulus devletlerin barış ve güvenliği sağlamada yetersiz kalması, uluslararası örgütlerin bu amacın gerçekleştirilmesindeki rolünü artırmıştır.

Deutsch’un güvenlik toplumu modeli çerçevesinde incelendiğinde NATO, güvenlik toplumunun örgütsel organıdır. NATO kendisini var eden ortak değerleri Kuzey Atlantik bölgesinde hâkim kılarak yine bu bölgede barışı kalıcı şekilde tesis etmeye çalışmıştır. Bir diğer bölgesel güvenlik örgütü Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatıdır. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı benzeri bir girişim, Asya’da Kazakistan’ın girişimleriyle, Soğuk Savaş sonrası dönemde 1990’ların başında oluşturulmaya başlanmıştır. 1993 yılında Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı (AİGK – CICA) faaliyete geçmiştir. Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı’na (AİGK/CICA) 26 üye devlet ve 8 gözlemci devlet bulunmaktadır.

• Üye devletler: Afganistan, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Birleşik Arap Emirlikleri, Çin, Filistin, Hindistan, Irak, İran, İsrail, Kamboçya, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Kore Cumhuriyeti, Mısır, Moğolistan, Özbekistan, Pakistan, Rusya Federasyonu, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Ürdün, Vietnam.
• Gözlemci devletler: Beyaz Rusya, Endonezya, Filipinler, Japonya, Malezya, Sri Lanka, Ukrayna, ABD

Uluslarüstülük ve Avrupa Birliği
Uluslarüstülük, devletlerin kesin ve geri dönülmez şekilde ulusal egemenliklerinin önemli bir kısmını devrederek kurdukları bir örgütle, Avrupa Birliği deneyimiyle ortaya çıkmıştır. Uluslarüstülük anlayışı Ernest B. Haas tarafından neofonksiyonalizm (Yeni işlevselcilik) olarak adlandırılan bir teori içinde ve özelde Avrupa Birliği’nin gelişimini açıklayacak şekilde ortaya konmuştur. Yeni işlevselcilere (Neofonksiyonalistler) göre “bir alanda oluşturulan uluslarüstü kurumların avantajlarından yararlananlar diğer alanlarda da benzer oluşumları destekleyeceklerdir.”

Haas, siyaset alanlarını birincil siyaset alanları ve ikincil siyaset alanları olarak ikiye ayırmıştır.

  1. Birincil siyaset alanları; güvenlik, savunma, dış politika gibi konulardan oluşur.
  2. İkincil siyaset alanları; ekonomik ve teknik alanlardır. Haas’a göre çıkar grupları ikincil siyaset alanlarında etkili ve başarılı olabilmektedir. Dolayısıyla uluslarüstülük ekonomik ve teknik sektörlerde başlayabilecek bir olgudur.

Devletlerin egemen yetkilerinin bir kısmını devrederek kurdukları bu örgüte Haas “uluslarüstü örgüt” demektedir. Ekonominin bir alanında faaliyet gösteren çıkar grupları, kendi sektörlerindeki uluslarüstü bütünleşmenin sağladığı yararları daha da artırmak için, ekonominin sektörel bağımlılığı olgusundan hareketle diğer sektörlerde de

uluslarüstü bütünleşmeye gidilmesini teşvik edecektir. Haas, bu olguyu “uluslarüstülüğün sirayet etkisi” olarak tanımlamıştır. Avrupa Topluluğu’nda gümrük birliğinin 1968’de oluşturulmasını bu duruma örnek olarak gösterebiliriz.

AKÇT ile başlayan uluslarüstü bütünleşme süreci Roma Antlaşmalarıyla devam etmiştir. Bütünleşme bir yandan bir uluslarüstü bir pazar entegrasyonu olarak gelişirken diğer yandan nükleer çalışmaları da kapsamına almıştır. Roma Antlaşmaları iki yeni Topluluk daha kurulmasını sağlamıştır. Bu bağlamda Avrupa Ekonomik Topluluğunu Kuran Antlaşma ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğunu Kuran Antlaşma (Roma Antlaşmaları) 25 Mart 1957’de Roma’da, Fransa, İtalya, Federal Almanya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg tarafından imzalanmıştır.

Maastricht Antlaşması, Avrupa Toplulukları’ndan Avrupa Birliği’ne geçişi sağlamıştır. Bu geçiş aynı zamanda uluslarüstü bütünleşmenin siyasi alanlara sirayet etmesi anlamını da taşımaktadır. Avrupa Ekonomik Parasal Birliği ve Euro, Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası bu geçişin somut düzenlemeler bu antlaşmayla ortaya çıkmıştır. Avrupa Birliği Antlaşması Maastricht’te 7 Şubat 1992’de on iki üye devlet tarafından imzalanmıştır.

Bütünleşmenin derinleşmesi sürecinde en köklü değişim Lizbon Antlaşması’yla yapılmıştır. 2009’da yürürlüğe giren antlaşmayla Avrupa Birliği köklü bir yapısal değişime uğramıştır. Maastricht Antlaşması’nın kurduğu sütunlu yapıyı sona erdirmiş ve uluslarüstü örgütsel yapı iki ayrı örgüt olarak düzenlemiştir:

a. Avrupa Birliği
b. Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu

En son 2013 yılında Hırvatistan’ın katılımıyla üye sayısı 28’e ulaşmıştır. Türkiye ve Batı Balkanlar katılım sürecinde olan Avrupalı devletlerdir.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER SİSTEMİ

Birleşmiş Milletler’in Kuruluşu
BM’nin kurulmasının adımları:

• Londra’da, Fransa adına General de Gaulle tarafından, 12 Haziran 1941’de St. James Sarayı bildirisi imzalanmıştır.
• 14 Ağustos 1941’de Büyük Britanya başbakanı Winston Churchill ile ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt arasındaki görüşme sonrasında ilan edilen Atlantik Bildirisi ile ABD’yi de içine almıştır.
• 1 Ocak 1942’de Birleşmiş Milletler Bildirisi kabul edilmiştir. Birleşmiş Milletler terimini ortaya atan ABD Başkanı Roosevelt olmuştur.

Birleşmiş Milletler Bildirisi, bağımsız olmasa da aynı tarafta savaşan 26 ülke tarafından ilan edilmiştir. Bildirinin önemi 1945’te San Francisco’da toplanan kurucu konferansa sadece Mart 1945’e kadar Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edip bu bildiriye katılan devletlerin davet edilmiş olması ve BM’nin kurucu üyeleri olmalarıdır. Türkiye bu koşulu yerine getirerek örgütün kurucu 51 üyesinden biri olmuştur.

Bir Uluslararası Örgüt Olarak Birleşmiş Milletler’in Temel Özellikleri
Örgütün tarihini birkaç döneme ayırmak mümkündür:

• Kuruluştan 1960’lara kadar olan dönem Soğuk Savaş koşullarının egemen olduğu dönemdir.
• 1970 ve 1980’ler örgütün nispeten geri planda kaldığı, özellikle iki süper gücün mücadelesi içinde etkisizleştiği bir dönemdir.
• 1990’larla birlikte örgüt bir yeniden canlanma dönemidir.

Temel Amaçları ve İlkeleri
BM Antlaşması’nın Giriş kısmında amaçları:

• İnsanlığı savaşın acılarından kurtarmaya,
• Temel insan haklarına, insanın onuru ve değerine, kadınlarla erkeklerin ve büyük ya da küçük ulusların eşitliğine olan inancı doğrulamaya,
• Uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklere saygı ve adaletin korunacağı koşulları oluşturmaya,
• Daha büyük bir özgürlük içinde toplumsal gelişmeyi ve daha iyi standartları sağlamaya kararlı oldukları söylenmektedir.

BM’ nin diğer amaçları:

• Ulusların hak eşitliği ilkesine ve self- determinasyon hakkına saygı üzerine kurulmuş dostça ilişkiler geliştirmek ve dünya barışının sağlamlaştırılması için elverişli her türlü önlemi almak,

• Ekonomik, toplumsal, düşünsel ve insancıl nitelikteki sorunları çözerek ırk, cins, dil veya din farkı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine karşı saygıyı geliştirerek ve teşvik ederek uluslararası işbirliğini geliştirmek,
• Ulusların ortak amaçlara doğru harcadıkları çabaların uyumlaştığı bir merkez olmak.

Üyelik
1945’te 51 devletle kurulan BM’nin 2017 itibariyle 193 üyesi bulunmaktadır. Kurucu üyeler dışında yeni üye kabulü, Güvenlik Konseyi’nin vetoya tabi bir oylamayla tavsiyesi üzerine Genel Kurul’un 2/3 oy çokluğu ile kabulüyle gerçekleşmektedir. Üyelik koşulu, 4. Maddeye göre şunlardır:

• Barışsever bir devlet olmak,
• Üyeliğin getirdiği yükümlülükleri kabul etmek,
• Yükümlülükleri yerine getirme yeterliğine ve iradesine sahip olmaktır.

BM ilkelerini sürekli olarak çiğneyen devletlerin üyeliği,

  1. maddeye göre, Güvenlik Konseyi’nin tavsiyesi ve Genel Kurul’un 2/3 oy çokluğu ile askıya alınabilir. Bu kararı kaldırma yetkisi Güvenlik Konseyi’ne aittir. Üyelikten çıkarma da 6. maddeye göre gerçekleşir.

BM’nin iki merkezi bulunmaktadır:

  1. Uluslararası Adalet Divanı (UAD) hariç diğer tüm ana organlar New York’taki merkezde yer alırlar.
  2. MC’nin merkezi olan Cenevre ise ikinci merkezdir (UNOG) ve başta uzmanlık örgütleri olmak üzere kimi birimler burada çalışır. UAD ise Hollanda’da Lahey’dedir.

Birleşmiş Milletler’in Organları
Genel Kurul, tüm üye devletlerin temsil edildiği ve birer oya sahip olduğu en genel katılımlı organdır. Her yıl olağan toplantısını Eylül, Aralık ayları arasında yapar.

Gündeminin oluşturulması Genel Kurul’a bağlı alt organlarda gerçekleşir. Bu komiteler şunlardır:

• Siyasi İşler ve Güvenlik Komitesi
• Ekonomik ve Mali İşler Komitesi
• Toplumsal, İnsancıl ve Kültürel İşler Komitesi
• Vesayet İşleri Komitesi
• İdari İşler ve Bütçe Komitesi
• Hukuk İşleri Komitesi
• Özel Siyasi Komite

ECOSOC, dünya üzerinde barışın tesis edilebilmesi amacı çerçevesinde çatışma çıkmasına neden olabilecek ekonomik ve toplumsal sorunların ortadan kaldırılması için faaliyet göstermektedir.

UAD’nın iki görevi vardır: Devletler tarafından kendisine sunulan hukuksal uyuşmazlıkları uluslararası hukuka göre çözüme kavuşturmak ve yetkili BM organlarına gerekli durumlarda danışma görüşü vermek.

Birleşmiş Milletler Çerçevesinde Uluslararası Barış Ve Güvenliğin Korunması
Güvenliğin korunmasında birincil sorumluluk 24. madde ile Güvenlik Konseyi’ne verilmiş ancak örgütün tüm organları bazı yetkilere sahiptir.

Genel Kurul’un ve Genel Sekreter’in Yetkileri
Genel Kurul, Antlaşma’nın 11/2. maddesine göre bir üye devlet tarafından getirilen uluslararası barış ve güvenliğin korunmasına ilişkin her konuyu tartışabilir ve ilgili devletlere, Güvenlik Konseyi’ne tavsiyede bulunabilir.

Kuvvet Kullanma Yasağı, Meşru Savunma Hakkı ve Ortak Güvenlik Sistemi
BM’nin 2. maddesinin 4. paragrafı kuvvet kullanmaya ilişkindir.

a. Kuvvet Kullanma Yasağının Kapsamı

Kuvvet kullanma ve kuvvet kullanma tehdidi yasaklanmıştır. Ağırlık kazanan görüşe göre, yasaklanan kuvvet kullanma yalnızca silahlı kuvvet kullanmadır, siyasi ve ekonomik baskı yapılması bu madde kapsamına girmez. Kuvvet kullanma tehdidi ise, bir devletin istekleri yerine getirilmezse kuvvete başvuracağını açıklamasıdır. Hangi eylemlerin kuvvet kullanma tehdidi oluşturduğunu saptamak Güvenlik Konseyi’nin yetkisindedir. Tehdit sözle ya da eylem yoluyla gerçekleştirilebilir.

b. Meşru Savunma Hakkı

BM Antlaşması’nın meşru savunmaya ilişkin hükmü olan

  1. maddeye göre, “bu Antlaşma’nın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler Üyelerinden birinin silahlı saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ve meşru savunma hakkına halel getirmez.”
  2. Bireysel meşru savunmanın yanı sıra birlikte meşru savunmayı da kapsar hale gelmiştir. Birlikte meşru savunma, saldırıya uğrayan devletin üçüncü devletlerden yardım alarak bu hakkını kullanması anlamına gelir.
  3. Silahlı saldırının gerçekleştiği durumlara özgü kılınarak mümkün olduğu kadar kötüye kullanmalardan kurtarılmaya çalışılmıştır.
  4. Güvenlik Konseyi gerekli önlemleri alana kadar kabul edilen bir hak olarak geçici bir nitelik kazanmıştır.
  5. maddeyle meşru savunma hakkı yukarıdaki üç maddeye göre gelişmiştir.

c. Ortak Güvenlik Sistemi

  1. madde Güvenlik Konseyi’ne iki işlev yüklemektedir: Önce bir barışa yönelik tehdit, barışın bozulması veya saldırı eylemi olup olmadığını belirleyecektir. Sonra da

durum hakkında tavsiyede bulunabilecek ya da alınacak önlemleri saptayabilecektir. Antlaşma’da öngörülen ortak güvenlik sistemi saldırganı bulup onu durdurmak ve uluslararası barış ve güvenliği bu şekilde sağlamak amacındadır.

d. Barış Güçleri

Barış gücü operasyonları ortak düşman bulunmadığı varsayımına ve devletler arasında işbirliğinin sağlanmasına dayanan operasyonlardır. Genel olarak barış gücü operasyonları ikiye ayrılabilir: Gözlemci gruplar ve askeri güç içerenler. Gözlemci gruplar az sayıda kişiden oluşan ve görevi sorun olan yere gidip Genel Sekreter’e ve Güvenlik Konseyi’ne rapor vermek olan gruplardır. Barış gücü yerleştirilmesine neden olan genellikle iki durum vardır:

  1. Devam eden bir silahlı çatışma olan ve tarafların bunu durdurup tarafsız bir üçüncü tarafın aralarına girmesini kabul ettiği durumlardır.
  2. Tarafların kendi aralarında bir çeşit uzlaşmaya varıp bunun uygulanmasında tarafsız bir üçüncü tarafın yardımına gereksinim duydukları durumlardır.

Barış gücü yerleştirilen bu durumlar şu başlıklar altında toplanabilir:

• Ateşkes ve silah bırakışması anlaşmalarının gözetimi, Geçiş noktalarında ve sınır boyunca kontrol,
• Düşman güçler arasına girmek,
• İç huzursuzluk olan ülkelerde hükümetin isteğiyle düzeni sağlamak,
• BM kontrolü altındaki bir bölgede bölgenin güvenlik ve savunmasına yardım etmek,
• Yerel güçlerin zararsız hale getirilmesine ve silahtan arındırılmasına yardım etmek,
• Plebisit veya seçim yapılacak bir bölgede güvenliği sağlamak,
• Sorunlu bölgelerde ya da afete uğrayan bölgelerde yardım operasyonu yürüten BM görevlilerini ve operasyonu korumak.

Barış güçleri ilke olarak yerleştirileceği devletten izin alınarak yerleştirilir. Bu rıza geri alınırsa barış gücü de geri çekilir. İlke olarak Konsey’in 5 sürekli üyesinden asker alınmaz.

Türkiye Ve Birleşmiş Milletler
Türkiye Almanya ve Japonya’ya savaş ilanı koşulunu 23 Şubat 1945’te, BM Bildirisi’ne katılma koşulunu da 24 Şubat 1945’te yerine getirerek 25 Nisan 1945’te ABD’de San Francisco’da yapılan kurucu konferansa davet edildi ve böylece kurucu 51 devletten biri oldu. 1990 sonrasında ise ideolojik bloklaşmanın sona erip BM’den beklentilerin artmasıyla birlikte Türkiye örgütte daha faal bir üye olarak yer almaya başladı.
Türkiye Sovyetler Birliği’ne karşı coğrafi olarak ön safta yer alıyordu. Onun çöküşünün bıraktığı boşluk, Türkiye için hem yeni olanaklar hem de yeni sorunlar demekti. Balkanlarda yaşanan iki büyük çatışma, Bosna-Hersek ve Kosova sorunları, Türkiye’nin BM içinde en yakından izlediği ve etkin rol aldığı sorunlar olmuştur. 1950’deki Kore müdahalesinden sonra Güvenlik Konseyi’nin zorlama operasyonu kararı verdiği ilk olay olan Irak’ın Kuveyt’i işgali Türkiye’yi yakından etkilemiştir. Türkiye bu operasyona askeri katkıda bulunmamıştır ama 661 sayılı Güvenlik Konseyi kararı gereği Yumurtalık petrol boru hattını derhal kapatmıştır.

BM gündemindeki konulardan Türkiye’nin ağırlık verdiği konuşmaların içeriğine bakıldığında şöyledir: Kıbrıs, reform, terörizm.

• 1990’ların ortasına kadar ağırlığı Balkanlar taşımakta, ayrıca Kafkasya, Afganistan ve Orta Doğu’daki sorunlar yerini almaktadır.
• 1999 Türkiye’deki büyük deprem, 2000 Kosova’ya müdahale ve 2001 de 11 Eylül saldırılarının etkisini taşıyan konuşmalardır.
• 2000’lerin sonuna doğru ise, Filistin sorununun yanı sıra Gazze’deki duruma da yer ayrılmaya başlanmıştır.
• Son yıllarda yer alan konu ise Suriye’deki durumdur.

Türkiye ve BM’de Reform
Türkiye reform konusundaki görüşlerini BM’nin çeşitli platformlarında açıklamıştır.

• 1993’teki ilk önerilerde Türkiye 25-30 üyeli bir Konsey düşünmektedir.
• Türkiye de diğer bütün üyeler gibi Konsey’in çalışma yöntemlerinin beş sürekli üyeye ve kapalı resmi olmayan görüşmelere dayanmasından şikayetçidir.
• Sistemin üye olmayanların da izleyebileceği şekilde şeffaflaştırılması gerektiğini düşünmektedir. Konsey üyesi olmayan ancak Konsey’in gündemine aldığı bir sorunun tarafları, Konsey tarafından görüşmelere davet edilmelidir.
• Türkiye Genel Kurul’un ana tartışma, norm oluşturma ve temsil organı olma konumunun devamından yanadır.
• İlke olarak sürekli bir İnsan Hakları Konseyi kurulmasını desteklemektedir.

Türkiye’nin Güvenlik Konseyi Üyeliği
Türkiye tüm üyeliği boyunca Güvenlik Konseyi’nde dört kez sürekli olmayan üye olarak yer aldı. Bunlar; 1951-52, 1954-55, 1961 ve 2009-2010 dönemleridir. Güvenlik Konseyi geçici üyeliği döneminde Türkiye için önemli olan iki somut konu Konsey gündemine geldi: Mavi Marmara gemisi olayı ve İran’ın nükleer çalışmaları. İran’ın nükleer programı konusunda ise, Tahran bildirisini

sağlayan devletlerden biridir. Türkiye aslında ambargonun ağırlaştırılmasına karşıdır.

Barış Gücü Operasyonlarına Katılma
Türkiye, 1992’de Somali’de başlatılan operasyonuna asker göndererek katılmıştır. Kendisine coğrafi, tarihsel ya da kültürel olarak yakın olmayan bir bölgede yürütülen bu operasyona katılarak barışı sağlama görevlerine daha fazla ve etkili olarak katılacağını göstermiştir. Türkiye BM Hazır Barış Gücü Sistemi’ne de katılmıştır. Türkiye Mayıs 1997’de sisteme katılacağını BM Sekreterliği’ne bildirmiştir. 14 Haziran 2000’de Ortak Niyet Beyanı imzalamış ve sisteme katılan 33. devlet olmuştur.

KOLEKTİF GÜVENLİK ÖRGÜTLERİ

Giriş
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (North Atlantic Treaty Organization: NATO) bir Soğuk Savaş ittifakı olarak doğmuş, 40 yıl boyunca ABD ve SSCB arasındaki ideolojik bölünmenin ve bu çerçevede ortaya çıkan “dehşet dengesi” olgusunun sembollerinden biri olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra, SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın olmadığı bir dünyada “düşman”sız kalan NATO, kendisini “yeni dünya düzeni” olarak adlandırılan Soğuk Savaş sonrası uluslararası ortama adapte etmeye çalışmıştır.

Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi (1945), 1930’ların başlarından itibaren tüm dünyayı etkileyen çatışma ve istikrarsızlık ortamının nihayet son bulacağı yönündeki ümitlerin yeşermesine yol açmıştır. Fakat bu iyimser beklentiler kısa sürede yerini belirsizlik ve karamsarlığa bırakmıştır. Özellikle Avrupa’nın yıllarca süren silahlı çatışma ve kaos nedeniyle çökmüş ekonomiyi taşımakta zorlanmaya başlaması, savaşın İngiltere ve Fransa gibi galipleri açısından bile adeta büyük bir hezimete dönüşmesine neden olmuştur. Avrupa artık iki büyük gücün -ABD ve SSCB- desteği olmadan kendi ekonomik sorunlarını çözemeyecek ve savaşı izleyen bir kaç yıl içinde bu iki gücün kontrolüne girecek bir duruma düşmüştür.

Bu durum aynı zamanda faşizm tehlikesi nedeniyle nihai hesaplaşma sürecini erteleyen iki ideolojinin ve onların en güçlü temsilcilerinin yani ABD ve SSCB’nin yeni bir güç mücadelesine girmelerine, uluslararası sistemde iki kutupluluğa dayanan bir yapının doğmasına ve Soğuk Savaş olarak isimlendirilen yeni bir tür gerginliğin başlamasına neden olmuştur. Almanya’nın fiilen ikiye ayrılması sürecinin başlaması ve SSCB tarafından işgal edilen ülkelerde komünistlerin aşamalı olarak iktidarı ele geçirmeleri, buna ek olarak özellikle ekonomik çöküntü nedeniyle İtalya’da ve Fransa’da komünist partilerin güçlenmeye başlamaları, ABD ve SSCB’nin liderlik ettiği bloklar arasındaki ayrışma sürecinde büyük rol oynamıştır. Doğu Avrupa’daki gelişmelerden rahatsızlık duyan ABD, SSCB’yi ekonomik gücünü ve atom silahı tekelini kullanarak dizginlemek istese de başarılı olamamıştır. 1945’den 1947’ye kadar geçen dönemde uygulamaya sokulan bu stratejinin başarısızlığı 1947’de yaşanan Berlin Bunalımı ile açık bir biçimde görülmüştür. Berlin Bunalımı SSCB ile ABD’nin çok açık bir biçimde karşı karşıya geldikleri bir olay olmuş, bir anlamda Soğuk Savaş’ın başlangıcını teşkil etmiştir.

Berlin Bunalımı kadar, 1947’de yaşanan iki önemli olay daha Soğuk Savaş’ın artık tüm boyutlarıyla ortaya çıktığının göstergesiydi. Bunlardan ilki, 12 Mart 1947’de ABD Başkanı Harry Truman’ın ilan ettiği Truman Doktrini’dir. ABD böylece, komünist gerillalarla hükûmet birliklerinin çarpıştığı Yunanistan’a ve SSCB tarafından tehdit edilen Türkiye’ye toplam 400 milyon dolarlık askerî

yardım yapmaya karar vermiş ve bu yardımlar 1947 yazından itibaren Türkiye ve Yunanistan’a ulaştırılmaya başlamıştır. Diğer bir gelişme ise ekonomik sorunlarının ortadan kalkmaması durumunda Sovyet etkinliğinin Batı Avrupa’ya yayılmasından endişe eden ABD’nin, 5 Haziran 1947’de, daha sonra Marshall Planı adıyla anılacak olan Avrupa’nın Yeniden İmarı Planı’nı ilan etmesidir.

Öte yandan, ABD ile SSCB arasındaki Soğuk Savaş, 1948 başında ivme kazanmıştır. Şubat 1948’de Çekoslovakya’da demokrasinin askıya alınarak Sovyet desteğine sahip komünistlerin yönetimi ellerine geçirmeleri, Batı Avrupa ülkelerinde büyük bir endişe yaratmıştır (Bkz. Prag Darbesi). Bu gelişmeden çok kısa süre sonra 17 Mart 1948’de Belçika, Fransa, Hollanda, İngiltere ve Lüksemburg Brüksel Paktı olarak bilinen bir ittifak antlaşmasını imzaladılar. Bu Antlaşma ile taraflar ortak bir savunma sistemi kurmayı, ekonomik ve kültürel ilişkilerini güçlendirmeyi kararlaştırdılar. Bu antlaşmanın

  1. maddesi uyarınca taraflardan biri “Avrupa’da silahlı bir saldırıya uğrarsa” diğer bağıtlı taraflar ellerindeki tüm olanaklarla yardım edeceklerdi. Brüksel Paktı çerçevesinde aynı yılın Eylül ayında Batı Avrupa Birliği (BAB) adında bir askerî örgüt de kurulmuştur. Batı Avrupa ülkelerinin böylesi bir kolektif güvenlik örgütü kurmalarının altında SSCB’den tehdit algılamalarının yanı sıra ABD’nin telkinlerinin de büyük rolü bulunmaktadır. Avrupa’nın kolektif bir yapılanmaya gidememesinden rahatsız olan ABD Avrupa ülkelerine bu konuda baskı yapmıştır. Bu baskı sonucunda önce siyasal ve askerî boyutta BAB ve NATO, sonra ekonomik boyutta ise AET kurulacaktır. İşte NATO’nun nüvesini oluşturan BAB bu bağlamda ortaya çıkmış bir örgüttür.

ABD’li Senatör Arthur Vandenberg ABD Dışişleri Bakanlığı’na danışarak bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda ABD’nin hukukî yoldan karşılıklı yardım ilkesine dayanan bölgesel ve toplu tedbirlere başvurmasını ve ulusal güvenliğini tehlikeye düşürecek bir silahlı saldırı durumunda tek ya da kolektif savunma hakkını kullanmadaki kararlılığını vurgulaması (BM Antlaşması’nın meşru müdafaa hakkını düzenleyen 51. maddesine yapılan gönderme dikkate alınmalıdır) ve barışın korunmasına katkıda bulunmasının önemi üzerinde duruluyordu. Vandenberg tarafından hazırlanan rapor bir karar tasarısı hâline getirilerek ABD Senatosu’na sunulmuştur. Senato’nun 11 Haziran 1948’de yaptığı oturumda görüşülerek kabul edilen bu kararla ABD’nin kolektif bir güvenlik örgütü içinde yer almasının yolu açılmıştır. Vandenberg Kararı’ndan sonra yeni bir güvenlik örgütü kurma yolunda görüşmeler yapılmaya başlanmıştır. Birkaç ay süren görüşmeler sonucunda NATO’nun kurulmasını sağlayan Kuzey Atlantik Antlaşması üzerinde uzlaşıya varılmıştır. 4 Nisan 1949’da
12 devlet tarafından bağıtlanan bu antlaşmayla Soğuk Savaş’ın ilk örgütlü askerî bloku oluşturulmuştur.

NATO’nun kurulması zaten gergin olan SSCBABD ilişkilerini daha da bozmuş, SSCB bu ittifaka sert tepki göstermiştir. Özellikle Federal Almanya’nın 1955 yılında NATO’ya katılması o zamana kadar ikili antlaşmalarla güvenlik sistemi oluşturmaya çalışan SSCB ve sosyalist ülkelerin politika değiştirmelerine ve bu çerçevede aynı yıl Doğu Blokunun kolektif güvenlik örgütü olan Varşova Paktı’nı kurmalarına neden olmuştur. Bundan sonra uluslararası sistem 1990’lara kadar bu iki karşıt blok arasındaki ilişkiler temelinde şekillenecektir.

Yapısı ve Yönetimi
NATO’nun en yetkili karar organı Kuzey Atlantik Konseyi’dir. (North Atlantic Council) Konsey’de her üye, büyükelçi düzeyinde bir Daimi Temsilci tarafından temsil edilir. Daimi Temsilciler, kendilerine bağlı siyasi ve askerî kurmay heyeti ile birlikte çalışmalarını yürütürler. Yılda iki kez ya da gerek görüldüğünde daha sık olmak üzere Konsey, Dışişleri Bakanları düzeyinde toplanmaktadır. İttifak’ın geleceğine ilişkin yeni strateji ya da politika değişiklikleri söz konusuysa üye ülkelerin devlet ya da hükûmet başkanlarının katıldığı Zirve toplantıları düzenlenir. Konsey’de kararlar oybirliği ile (konsensüs/uzlaşma usulü) alındığından, her üyenin veto yetkisi vardır. Konseyin toplantılarına NATO Genel Sekreteri başkanlık etmekte, ele alınan konuların ön hazırlığı ise birçok alt komite tarafından yapılmaktadır.

NATO’nun en üst düzeydeki memuru olan Genel Sekreter, NATO’da danışma ve karar alma süreçleri ile kendisine bağlı olarak çalışan Uluslararası Personel’in genel idaresinden sorumludur ve örgütün sözcüsüdür.

NATO’nun kurumsal yapısından ayrı fakat örgüt içi işbirliği ve danışma bakımından yardımcı kuruluşlar olarak NATO Parlamenterler Asamblesi ve Atlantik Antlaşması Konseyi (uluslararası dernek) faaliyet göstermektedir. 1995’te kurulan Asamble, NATO üyelerinin parlamentolarından gelen temsilcilerden oluşur. Kararları NATO Konseyi’ne sunulan Asamble’ye 9 Türk parlamenter katılmaktadır. 1954’te kurulan Dernek ise bir hükûmet dışı örgüt olarak NATO eylem ve amaçlarının desteklenmesi çerçevesinde yayın, toplantı vb. faaliyet gösterir.

NATO’nun sivil yapısı Savunma Planlama Komitesi, Daimi Temsilciler’den oluşur. NATO Genel Sekreteri, bu toplantılara da başkanlık eder. Ancak yılda iki kez Savunma Bakanları düzeyinde toplanarak ortak savunmayla ilgili en önemli konuları görüşür.

NATO’nun askerî yapısının en üstünde Askerî Komite yer almaktadır. Bu nedenle özel bir statüsü bulunmakla birlikte Askerî Komite, Konsey ve Savunma Planlama Komitesi’ne bağlı çalışmaktadır. Temel işlevi, her türlü askerî konuda yardım ve tavsiyelerde bulunmaktır. Burada, üye ülkelerin üst düzey askerî temsilcileri görev alır.

NATO güçlerinin örgütlenmesi Kasım 2002’deki Prag Zirvesi’nde alınan kararlarla değiştirilmiştir. Buna göre

biri operasyonel diğeri işlevsel olmak üzere iki stratejik komutanlık biçiminde örgütlenmeye geçilmiştir. Operasyonel komutanlık, SACEUR’un komutasındaki Müttefik Harekât Komutanlığı’dır (Allied Command Operation-ACO). ACO, ittifakın gerek Avrupa gerekse Atlantik bölgesindeki tüm harekâtlarından sorumlu olan komutanlıktır. Bu komutanlığa bağlı olarak, merkezi Hollanda’da bulunan Kuzey Müşterek Kuvvet Komutanlığı ile merkezi İtalya’da bulunan Güney Müşterek Kuvvet Komutanlığı kurulmuştur. NATO’nun askerî kapasitesinin yeni koşullar uyarınca dönüştürülmesinden sorumlu olan -işlevselkomutanlık ise merkezi Norfolk, Virginia’da (ABD) bulunan Müttefik Dönüşüm Komutanlığı’dır (Allied Transformation Command-ATC). ATC, NATO güçlerinin gerek yeni koşullara uyumunu gerekse kendi aralarındaki eşgüdümü sağlamak amacıyla yürütülecek eğitim, doktrin oluşturma ve tatbikat gibi görevlerden sorumludur.

NATO’nun Genişlemesi
4 Nisan 1949’da Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile kurulan NATO’nun 12 kurucu üyesi bulunmaktaydı. Bu ülkeler; ABD, Kanada, İngiltere, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Fransa, Norveç, Danimarka, Portekiz, İzlanda ve İtalya idi.

NATO’ya ilişkin üyelik süreci 1949 tarihli Washington Antlaşması’nın 10. Maddesince düzenlenmiştir. Buna göre örgüte katılmak için gerekli yükümlülükleri üstlenebilecek olan istekli Avrupa devletleri, oy birliği sağlanması halinde üyeliğe davet edilebileceklerdir. Bunun için demokratik bir siyasi rejime ve serbest piyasa ekonomisine sahip olmak, uyuşmazlıkların barışçıl yöntemlerle çözümünü istemek, NATO operasyonlarına katkı sağlamak ve sivil-asker ilişkilerinin demokratik sınırlar içinde seyretmesi önkoşulları bulunmaktadır. Örgüt, 1949 yılında kuruluşundan itibaren 7 genişleme süreci geçirdi ve 29 üye sayısına ulaştı. 1951 yılında imzalanan protokol sonucunda Türkiye ve Yunanistan 1952 yılında NATO’ya katıldılar.

NATO’nun Görev Alanı
Görev alanı kavramı, hem amaç ve ilkeler hem de coğrafya bakımından NATO’nun eylem alanı anlamına gelmektedir. Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesine göre taraflar, içlerinden birine ya da birkaçına karşı gerçekleşecek bir silahlı saldırıyı, örgüte üye tüm taraflara yönelik bir saldırı olarak kabul ederek, BM Şartı’nda ifade edildiği hâliyle bireysel ya da kolektif meşru savunma haklarını kullanacaklardır. Aynı antlaşmanın 6. maddesine göre ise Örgütün görev alanı, üye devletlerin ülkeleri (toprakları, karasuları, hava sahaları) ve bunların Yengeç Dönencesi’nin kuzeyinde kalan adalarını, uçak ve gemilerini kapsamaktadır.

Hukuksal durum bu olmakla birlikte, Soğuk Savaş ve sonrasında, çeşitli vesilelerle NATO’nun, antlaşmada tarif edilen bu alan dışında çeşitli eylemleri ya da girişimleri olmuştur. Bu ise alan dışılık sorunu olarak bilinmektedir.

İlk kez 1958 Lübnan müdahalesi sırasında ortaya çıkan sorun 1980’lerin başında ABD’nin, Orta Doğu’daki girişimlerinin Batı’nın savunması için önemli olduğu ve bu yüzden de ittifakın bunlara destek vermesi gerektiği şeklindeki talebiyle yeniden gündeme geldi. O dönemde Avrupalı müttefikler ise kurumsal bir yükümlülük almaktansa olaya göre tavır alma siyasetini benimsediler. Bu yönüyle, kuruluşu esnasında Soğuk Savaş dinamikleriyle oluşan NATO Alanı’nın, bugün anlamını büyük ölçüde yitirdiği ve İttifak’ın “küresel bir güvenlik örgütüne” evrilmesi tartışmalarının yoğun biçimde başladığı söylenebilir.

Barış İçin Ortaklık
Barış İçin Ortaklık- BİO (Partnership for Peace / PfP) projesi, 1994 Brüksel Zirvesi’nde açıklanmıştır. Projenin genel amacı, Soğuk Savaş’ın ardından Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğunu NATO temelinde gidermektir. Bu çerçevede, planlama, eğitim, vs. aracılığıyla Ortak Ülke (partner countries) ordularının NATO ile uyumlu hâle getirilerek ve bu ülke ordularının demokratik kontrolünü sağlayarak, Avrupa’nın tümünde güvenlik ve istikrar yaratılması öngörülmektedir. Avrupa güvenlik mimarisinin önemli bir parçası olan projenin, batılı demokratik kültürün Ortak ülkelerde yaygınlaştırılması gibi siyasal bir içeriği de bulunmaktadır. Ortak Ülke olmak isteyen ülkelerin imzalamak zorunda olduğu Çerçeve Belgesi’nde BM Şartı’na ve demokratik toplum ilkelerine uyma koşulu yer almaktadır. Ayrıca, BM yetkisinde ve/veya AGİT sorumluluğunda yürütülecek operasyonlara katkıda bulunmaya hazır olmak da bir diğer koşuldur. Belgede, Ortaklığa faal katılımın NATO’ya yeni üye alımında önemli rol oynayacağı da belirtilmektedir. Programın başarısı üzerine NATO 1997 yılında, BİO’yu daha güçlü ve operasyonel hale getirme kararı almıştır. Bu çerçevede çeşitli NATO karargâhlarında BİO Karargah Unsurları (PIP Staff Elements) kurulmuştur. Aynı yıl oluşturulan Avrupa-Atlantik İşbirliği Konseyi çerçevesinde, terörle mücadeleden, mayın temizlemeye kadar çok geniş bir alanda İttifak üyeleri ile BİO ülkeleri arasında yoğun işbirliği programları yürütülmektedir. 2012 itibariyle BİO programının 22 ortağı bulunmaktadır.

NATO – Akdeniz Diyaloğu Girişimi

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Akdeniz’deki güvenlik ve işbirliği konularına da ağırlık vermeye başlayan NATO 1994’te “Akdeniz Diyaloğu” girişimini başlatmıştır. Halen (2012) yedi üyesi bulunan (Cezayir, Fas, İsrail, Mısır, Moritanya, Tunus, Ürdün) bu girişimin temel amaçları, bölgesel güvenlik ve istikrara katkı sağlamak; daha iyi bir karşılıklı anlayış ortamı yaratmak; üye ülkelerde NATO’ya ilişkin önyargıları ortadan kaldırmaktır. 2004’te İstanbul’da düzenlenen NATO Zirvesi’nde, Akdeniz Diyaloğu’nun daha somut bir işbirliği ortamına dönüştürülmesi için kararlar alınmıştır. NATO’nun Akdeniz Diyaloğu, AB’nin Avrupa-Akdeniz Ortaklığı (Akdeniz için Birlik) ve AGİT’in Akdeniz

Girişimi adlarındaki programlarıyla paralel hedefler doğrultusunda çalışmaktadır.

NATO – Rusya İlişkileri

NATO, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından SSCB’nin ardılı olan Rusya Federasyonu ile 1997’de NATO-Rusya Daimi Ortak Konseyi kurucu senedini imzaladı. Ne var ki süreç içinde iki taraf arasında anlaşmazlıklar baş gösterdi. NATO’nun 1999’da Kosova’ya yönelik müdahalesi, Rusya’nın bu konseyi askıya almasına neden oldu. 11 Eylül terör olaylarının ardından iki taraf tekrar yakınlaştı. 2002’de düzenlenen NATO – Rusya Federasyonu Zirvesinde Roma Bildirisiyle, siyasi diyalog ve işbirliği sağlamak amacıyla NATO – Rusya Konseyi kuruldu. 2008 yılındaki Gürcistan kriziyle tekrar kötüleşme eğilimine giren ilişkiler, 2009 yılında NATO-RF Konseyinde gösterilen işbirliği ve diyalog iradesiyle geçici olarak düzeldi. 20 Kasım 2010’da Lizbon’da düzenlenen NATO – RF Konseyi toplantısında, NRK (NATO-Rusya Konseyi) Ortak Bildirisi ve 21. Yüzyıldaki Ortak Güvenlik Sorunlarına İlişkin NATO-Rusya Ortak Değerlendirmesi belgeleri imzalandı. Ayrıca 2010 tarihli NATO Stratejik Konsept ve Sonuç Bildirgesi belgelerinde Rusya’ya ilişkin pozitif ifadeler yer aldı. 2014 yılında gerçekleşen NATO Galler Zirvesi’nde Orta Doğu’da belirginleşen radikalizm ile Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Rusların Ukrayna’daki Rus kökenli etnik Rusları kışkırtarak ülkede iç savaş çıkarma eğilimleri ilişkilerin tekrar soğumasına yol açtı. NATO, Rusya’dan algıladığı tehdit uyarınca Rusya ile bir güç mücadelesine girişti. 2014’te Kırım’ı ilhak eden Rusya, Sivastopol limanında Karadeniz donanmasını bulundurmaktadır. Buna karşılık 8 – 9 Temmuz 2016 tarihlerinde gerçekle şen NATO Varşova Zirvesi’nde eski Sovyet Bloğundaki Baltık ülkelerine (Litvanya, Estonya, Letonya) ve Polonya’ya askeri birliklerin konuşlandırılması yönünde uzlaşmaya varıldı. Böylece NATO, toplamda yaklaşık 4 bin kişiden oluşacak 4 tabur askeri birliği Avrupa’nın kuzeydoğusuna yerleştirme kararı aldı. Diğer yandan Moskova ile diyalogdan yana oldukları vurgulandı. NATO’nun askeri birliklerini coğrafi olarak Rusya’ya doğru konuşlandırması ve Karadeniz’deki mevcudiyetini artırması Rusya açısından bir tehdit olarak algılanabilir. Bu durumun, Rusya’nın saldırgan politikalarını sürdürmesine katkıda bulunması ihtimali bulunmaktadır.

NATO – AB İlişkileri

Soğuk Savaş’ın ardından bir güç bloğu olarak ortaya çıkan AB, siyasal ve ekonomik bütünleşmenin yanı sıra askerî alanda da bir bütünlük oluşturma çabasına girişti. Bu konudaki başlıca gelişme, 1991’de imzalanan Maastricht Antlaşması’nda, Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası (Common Foreign and Security Policy) oluşturulması ve bunun için de uzun zamandır işlevsiz olan Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) görevlendirilmesidir. 1992’de alınan kararlarla (Petersberg Görevleri) BAB’ın, barış gücü, kriz önleme, insani yardım operasyonlarında yer alması kabul edildi. Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) anlayışı dâhilinde NATO, AB ve BAB’ın ortak politikalara yöneldiği bu süreçte, operasyonel güçten yoksun olan BAB’ı güçlendirmek amacıyla NATO’nun girişimiyle 1994’te Birleşik Ortak Görev Gücü oluşturulması kararlaştırıldı. Bir yandan NATO imkânlarını kullanması öngörülen BAB, diğer yandan 1997 Amsterdam Zirvesi ile AB’nin güvenlik örgütü olarak kabul edildi. 2000 yılında ise artık tamamen AB bünyesine alınan BAB, ayrı bir kurum olmaktan çıkarılarak feshedildi.

1999 Helsinki Zirvesi’nde 2003’e kadar, NATO imkânlarını kullanacak 60.000 kişilik Avrupa Acil Müdahale Gücü’nün kurulması kabul edildi.

NATO’nun Dönüşümü

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle NATO’nun geleneksel olarak algıladığı Komünist blok tehdidi ortadan kalkmış oldu. 11 Eylül saldırılarını takiben terörün çok boyutlu bir hal alması, teknolojide yaşanan değişimler, Rusya’nın uyguladığı yeni politikalar gibi unsurlar, örgüt için farklı tehdit algılarına yol açtı. Bölgesel istikrarsızlıklar, terör nitelikli devlet dışı aktörler, milliyetçilik tabanlı ayrılıkçı hareketler, radikal dinci unsurlar, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, yasadışı göç, dijital platformlarda gerçekleştirilen siber saldırılar, NATO’nun tehdit algılarının çeşitlenmesine neden oldu. Tehditlerin dönüşümü, örgütün de dönüşümüne yol açtı. Asıl amaç olan ortak savunma ve Avrupa-Atlantik alanının barış- istikrarının korunması hedefleri mahfuz tutulmakla beraber bu amacı gerçekleştirmek için uygulanan yöntemlerde dönüşüm sürecine girildi.

Yeni Görev Alanları: Soğuk Savaşın ardından NATO’nun geçerliliğini yitireceğini ve varlık sebebinin ortadan kalktığına yönelik görüşler öne sürüldü. Ne var ki NATO, Soğuk Savaş’ın ardından kolektif savunma örgütünden kolektif güvenlik örgütüne doğru bir dönüşüm sürecine girdi. Bu süreçte NATO, geleneksel görev alanlarını revize ederek genişletti. Örneğin Yugoslavya topraklarında çıkan iç savaşta BM ile birlikte iki türlü aktif rol aldı. NATO, deniz kuvveti kanalıyla Adriyatik’te BM’nin Yugoslavya’ya yönelik askeri teçhizat ambargosunu denetledi. Diğer yandan hava kuvveti kanalıyla Bosna Hersek ve Hırvatistan hava sahalarının Sırp hava kuvvetlerine kapatılmasını sağladı. Esasen NATO’nun kendi sınırlarının ötesinde giriştiği bu operasyonlar yazılı mevzuatına aykırıysa da bu durum 1999 tarihli Stratejik Konsept ile düzeltildi. 11 Eylül ve Afganistan operasyonları sonrasında 2010’da gerçekleştirilen Lizbon zirvesinde aynı irade pekiştirildi. Böylece NATO’nun yeni görev alanları arasına; asimetrik tehditlerle, siber saldırılarla mücadele, illegal göç ve insan ticaretiyle mücadele, enerji iletim kanallarının ve denizlerdeki ulaşım yollarının korunması gibi unsurlar girmiş oldu. NATO sınırlarının ötesinde gerçekleşmesi halinde dahi terör ve suç örgütü faaliyetleri ile mücadele yaklaşımı benimsendi. Bu unsurlar örgüte yönelik

doğrudan tehdit kapsamına alındı. Örgüt, kriz yönetimi olarak belirttiği diğer bir görev alanıyla sınırları dışında çıkacak olası çatışmaları henüz çıkmadan önleme ve çatışmaları önler nitelikteki barışı temin operasyonlarını yürütme iradesi gösterdi. İşbirliğine dayalı güvenlik kavramı ise, örgütün kendi üyeleri dışından aktörlerle ortak çalışmasını öngörmektedir. Örgüt, bu yönde Rusya, Ukrayna ile ortaklık bağları tesis etti. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da belirli devletlerle işbirlikleri geliştirdi.

Kurumsal Dönüşüm: NATO’nun dönüşümü yalnızca görev alanlarının revizyonuyla sınırlı kalmadı. Dönüşüm, örgütün kurumsal yapısına da yansıdı. Bu amaçla 2002’de Müttefik Harekât ve Müttefik Dönüşüm Yüksek komutanlıkları kuruldu. İlki NATO askeri güçlerinin günlük faaliyetleri üzerine odaklanmışken ikincisi NATO askeri güçlerinin geleceğine ilişkin hedeflere nasıl ulaşılacağı konusuna yoğunlaştı.

NATO’nun Siklet Merkezinin Orta Doğu’dan ve Akdeniz’e Kayması: Avrupa Müttefik Komutanı bünyesinde Müttefik Harekât Komutanlığı ve Müttefik Dönüşüm Komutanlığı adı altında iki komutanlık aktif olarak görev yapmaktadır. 2010 tarihli Lizbon Zirvesi’nde Müşterek Kuvvet Komutanlıklarının sayısı ise üçten ikiye düşürüldü: Hollanda Brunssum ve İtalya Napoli. Ayrıca Lizbon’da alınan kararla NATO’nun tüm kara harekâtının (5. Madde ve 5. Madde dışı harekâtlar) komuta ve kontrolünden sorumlu bir karargah oluşturuldu. Bu karargah Türkiye’nin İzmir kentine konuşlandırıldı. Bu gelişme, örgütün önem verdiği bölgenin Avrupa’dan Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’ya geçtiğini göstermektedir. Bu noktada Akdeniz’de sürekli olarak bulunan Akdeniz Hazır Deniz Kuvvetleri gücünü de göz önüne almak gerekmektedir.

NATO Operasyonları

NATO’nun Soğuk Savaş’ın ardından sorumluluk alanının haricinde faaliyet gösterme eğilimine girdiği görülmektedir. Örgüt Soğuk Savaş’ın ardından kendi sınırları dâhilinde olmamasına rağmen Bosna Hersek, Kosova, Afganistan’ da operasyonlar yürüttü. Somali’de deniz korsanlığı ile mücadele etti. Libya’da bir operasyon gerçekleştirdi. Lizbon’da kabul edilen Stratejik Konseptle örgütün küresel bir aktör olma yolunda adım attığı sonucuna varılabilir. Böylece yalnızca üye ülkelerinin sınırlarında faaliyet gösteren değil, bu sınırların ötesinde yaşanacak krizlere hatta olası krizlere yönelik önleyici tedbir almak suretiyle müdahale edebilecek bir örgütün öne çıktığı görülmektedir.

NATO’nun sürdürdüğü bir diğer operasyon ise hava devriyesine yöneliktir. Bu misyonun oluşturulmasında Rusya’nın 2014 yılında Ukrayna’ya yaptığı müdahalenin rolü olduğu NATO belgelerine yansımıştır. NATO, hava devriyesi misyonuyla hava sahası ihlallerini denetlemekte ve gerekli önlemleri almaktadır. Bu kapsamda Arnavutluk’ta, Sloveyanya’da ve Baltık bölgesinde hava sahasının denetimini artırmak adına hava gücüne takviyeler gerçekleştirdi. Bu bölgelerde Rus savaş uçaklarının müttefik hava sahasını ihlal ettiğini tespit etti. Bu misyon, örgütün kolektif savunmasına katkı sunmakta ve deniz gücünü kapsaması vesilesiyle ihtiyaç halinde denizde faaliyet gösterebilmektedir. Ayrıca NATO savunma sistemini ve örgütün balistik savunma sistemini de kapsamında bulundurmaktadır.

Türkiye – Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü

İlişkileri
İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan gelişmeler Türkiye’nin Batı İttifakı içinde yer alma tercihinin çok daha somut bir biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Türkiye bu tercihini çok daha belirgin bir biçimde dile getirmiştir. 1949’da NATO’nun kurulmasından sonra bu tercih doğal olarak Batı İttifakı’nın simgesi olarak görülen NATO üyeliğinin sağlanabilmesi çabalarında somutlaşmıştır. 1949’dan üyeliğin sağlandığı 1953’e kadar geçen dönem Türkiye’nin bu yöndeki bitmez tükenmez çabalarına sahne olmuştur. Türkiye’nin NATO üyesi olma çabasının temel nedenleri ise şu şekilde özetlenebilir:

• 1945-1946 yıllarında Türkiye’ye verilen Sovyet notalarının da büyük etkisiyle SSCB’den tehdit algılanması sonucu NATO üyeliğiyle ulusal güvenliğin sağlanabileceği düşüncesi,
• Türk egemen elitinin NATO üyeliğini cumhuriyetin ilanından beri benimsenen Batıcı dış politikanın doğal bir sonucu olarak görmesi,
• Türkiye’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde ABD’den almaya başladığı ekonomik ve askerî yardımların NATO’ya üye olunması halinde devam edeceği hatta daha da artacağı inancı,
• İkinci Dünya Savaşı sonrasında liberal fikirlerin Türk aydınları arasında kök salması sonucunda kamuoyunda NATO üyeliğinin bu ideolojik değişimin doğal bir uzantısı olarak görülmesi,
• Türkiye’nin sosyo-ekonomik gelişimine paralel bir biçimde oluşan ulusal burjuvazinin Batı ile bütünleşmeyi ve bu bağlamda NATO üyeliğini desteklemesi.

1948 yılında Brüksel Antlaşması’nın imzalanması gerek Türk kamuoyunun büyük çoğunluğu gerekse Türk siyasetçileri arasında büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır. Türk hükûmeti ve aydınları Avrupa’nın “Sovyet tehdidine” karşı savunulabilmesi açısından uluslararası bir ittifakın zorunlu olduğunu ve Türkiye’nin de bu ittifakın doğal üyesi olduğunu düşünmekteydi. Ancak ittifakın kurulmasından sonra beklenen davetin gelmemesi Türkiye’de büyük hayal kırıklığı ve memnuniyetsizlik yaratmıştır. NATO’nun kurulmasından ve kendisinin üye olamamasından sonra Türk hükûmeti nihai hedefi olan NATO üyeliğini hem sağlayabilmek hem de belirli ölçüde ikame edebilmek için başka bir alternatifi dile getirmeye başlamıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı

Necmettin Sadak tarafından ortaya atılan alternatif bir Akdeniz Paktı’nın kurulmasıydı. Türkiye NATO üyeliği ile sağlayamadığı ABD desteğini ve garantisini bu paktın kurulmasıyla sağlayabileceğini düşünmekteydi. Türkiye’nin bu girişimi ABD’den gerekli desteği sağlayamaması nedeniyle kısa sürede gündemden düşmüştür.

Türkiye’nin NATO Üyeliği
NATO üyeliğini sağlamak için yeniden girişimde bulunmak isteyen hükûmet 11 Mayıs 1950’de üyelik başvurusu yapmıştır. Ardından Türkiye’nin NATO üyeliğini sağlama yolunda attığı ilk adım Kore’ye asker göndermek olmuştur. Menderes hükûmeti Kore Savaşı’nı Türkiye’nin “Hür Dünya” ile birlikte yer alarak NATO üyeliğinin sağlanması açısından kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görmüştür. Bu kararın alınmasından bir hafta geçmeden Türkiye 1 Ağustos 1950’de ikinci başvurusunu yapmıştır. Türkiye’nin başvurusu Eylül ayında toplanan NATO Bakanlar Konseyi tarafından reddedilmiştir. İngiltere’ye göre Türkiye Atlantik Paktı yerine İngiltere öncülüğünde Orta Doğu’da kurulacak savunma örgütlerine dâhil olmalıydı.

15 Mayıs 1951’de ABD’nin müttefiklerine Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya önermesiyle sona ermiştir. ABD politikasındaki bu değişimin bir kaç nedeni bulunmaktaydı: Bunlardan birincisi, SSCB’nin artan nükleer kapasitesi nedeniyle çok kısa bir süre içinde ABD’ye kitlesel bir kıyıma ve büyük bir yıkıma neden olabilecek saldırılar yapabileceği endişesiydi. İkincisi, Kore Savaşı ve 3. Dünya gelişmelerinin gösterdiği gibi “uluslararası komünizm” güç kazanmaktaydı. Sovyet etkinliğinin Orta Doğu’ya yayılmaması için Türkiye’nin bir “bariyer” olarak güçlendirilmesi ve Batı askerî sistemine tam olarak dâhil edilmesi gerekiyordu. Üçüncüsü, 1948 yılında SSCB ile ilişkilerini koparan ve Kominform’dan çıkarılan Yugoslavya’nın durumuydu. SSCB ile ilişkilerini koparan ilk sosyalist ülke olan Yugoslavya’nın korunması ABD açısından büyük önem taşımaktaydı. Bunu sağlamada Türkiye ve Yunanistan’ın önemli bir rolü bulunmaktaydı. Bu iki ülkenin NATO’ya katılımıyla ittifakın Balkanlar üzerindeki etkisi artacaktı. Ayrıca petrol kaynakları nedeniyle Orta Doğu’nun artan önemi Türkiye ve Yunanistan’ın üyeliğini gerekli kılmaktaydı. Son olarak, Türk birliğinin Kore Savaşı’nda gösterdiği üstün performans ve Amerikan birliklerini imha edilmekten kurtarması özellikle ABD kamuoyunda Türkiye’ye yönelik sempatiyi arttırmıştı.

İngiltere, Norveç ve Danimarka’nın muhalefetlerine rağmen özellikle ABD’nin ağırlığını koymasıyla birlikte 16-20 Eylül 1951’de yapılan NATO Bakanlar Konseyi toplantısında Türkiye ile Yunanistan’ın İttifaka davet edilmeleri kararlaştırıldı. Bu tarihten itibaren yapılan görüşmelerde İngiltere’nin girişimleriyle gündeme gelen yeni üyelerin hangi NATO komutanlığına bağlanacağı konusu sorun yaratsa da sonuçta 18 Şubat 1952’de Türkiye ve Yunanistan NATO üyesi oldular.

Türkiye’nin NATO’daki Yeri ve Rolü
Türkiye, 1952 yılında üye olduğu NATO ile ilişkilerine özel bir önem vermektedir. Washington Antlaşması’nın ortak savunmayı öngören 5. Maddesi, Türkiye için önemli bir teminattır. Ayrıca NATO üyeliği, Türkiye’ye uluslararası siyasetin şekillenmesinde rol oynama fırsatı vermektedir.

Türkiye, NATO’nun güney doğu sınırını oluşturmaktadır. 11 Eylül 2001 terör saldırıları ve 2011 yılından itibaren Suriye’de yaşanan istikrarsızlık, Türkiye’nin örgüt açısından önemini daha da artırmıştır. Türkiye’nin ordusu asker sayısı açısından NATO üyeleri arasında ikinci sırada gelmektedir. Diğer yandan tarihsel mirası ve kültürel dokusu açısından NATO’nun içinde Müslüman nüfus açısından biricik özelliğe sahiptir. Bu nitelikler, NATO’nun Afganistan, Bosna Hersek, Kosova operasyonlarına sağladığı katkılara yansımıştır.

Türkiye – NATO İlişkilerinde Kıbrıs Faktörü: NATO ve Avrupa Birliği, Soğuk Savaş sonrasında çok boyutlu bir hal alan güvenlik tehditleri karşısında 2001 yılından itibaren resmen işbirliği sürecini başlattı. NATO’nun askeri gücü itibariyle öne çıkan yapısıyla AB’nin üye ülkelerinin halklarını temsil eden yapısı görünürde birbirini tamamlamaktadır. Fakat Kıbrıs sorunu, bu iki kurumun işbirliğinin önünde bir engel olarak durmaktadır. Kıbrıs sorununun çözümü beklenmeden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sanki Kıbrıs’ın tek temsilcisiymişçesine 2004’te AB’ye üye yapılması sorunların daha karmaşık bir hal almasını sağladı.

Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü
SSCB’nin dağılmasının ardından, eski Sovyet coğrafyasında güvenliğin sağlanması konusunda en önemli rolü, “ardıl devlet” sıfatıyla Rusya Federasyonu oynamıştır. Rusya Federasyonu (RF), ilk olarak 7 Mayıs 1992’de kendi ordusunu kurmaya girişmiştir. Yanı sıra, 15 Mayıs 1992’de Bağımsız Devletler Topluluğu Devlet Başkanları tarafından Taşkent’te Kolektif Güvenlik Antlaşması imzalanmıştır. 5 yıllık bir süre için imzalanan bu anlaşma, 4. maddesinde düzenlenen “taraflardan birine yönelecek saldırının, tüm taraf devletlere yönelmiş olacağının kabul edilmesi” ilkesi nedeniyle tipik bir ortak savunma (ittifak) örgütü niteliği taşımaktadır. RF, yakın çevre olarak tanımladığı bu bölgeye verdiği önemi, 1993 tarihli Askerî Doktrin’de de açıkça dile getirmiş, aynı kaygı 10 Şubat 1995’te kabul edilen Kolektif Güvenlik Konsepti’ne de yansımıştır. 26 Mayıs 1995’te BDT Devlet Başkanları tarafından kabul edilen “Dış Sınırların Korunmasına İlişkin Sözleşme” ile sınırlar zaten var olan Rus askerler tarafından korunmaya alınmıştır.

Kolektif Güvenlik Antlaşması’nın süresi 1999’da dolmuştur. Nisan ayında uzatılması gündeme geldiğinde, Azerbaycan, Gürcistan ve Özbekistan Antlaşma’dan çekilmişlerdir. Böylece, zaten tüm bölgeyi kapsayamayan güvenlik yapısı bir darbe daha almıştır. 1990’larda bölgede ortak bir güvenlik yapılanmasının gerçekleştirilememesinin pek çok nedeni vardır. Her şeyden önce, (günümüzde de öne sürülen) böyle bir yapılanma içerisinde RF’nin belirleyici ve denetleyici etkisi zaman zaman diğer devletlerin çıkarlarıyla örtüşmemiştir. İkincisi, bölgedeki bazı devletlerin (Moldova, Türkmenistan, Ukrayna) başından başlayarak bu girişimi reddetmesi başarısızlığın önünü açmıştır. Üçüncüsü, gönülsüzce de olsa girişimin içinde yer alan Azerbaycan, Gürcistan ve Özbekistan beklentilerini karşılayamamıştır. Son olarak, uluslararası ortamdaki genel yapıdan da söz edilebilir. 1990’ların sonunda bir yandan RF hem ekonomik (1998 bunalımı) hem de askerî (Çeçenya’daki durum) açılardan en güçsüz dönemini yaşarken, öte yandan ABD “önce Rusya” (Russia first) politikasını terk ederek, eski Sovyet coğrafyasını “yaşamsal çıkar alanı” ilan etmiştir.

BDT yapılanmasının 1990’larda eski Sovyet coğrafyasında güvenliğin sağlanmasında önemli katkılar yaptığı teslim edilmelidir: İlk on yıl içerisinde,

  1. Nükleer silahların Kazakistan ve Ukrayna’dan RF’ye taşınarak Orta Asya/ Kafkaslar’da nükleer/kimyasal silahlardan arındırılmış bir bölge oluşturulması,
  2. RF ile Ukrayna arasındaki Karadeniz Donanması’nın paylaşımına ilişkin sorunun “geçici olarak da olsa” çözülmesi,
  3. Gerçekleştirilen barış gücü operasyonlarıyla bölgede süren etnik çatışmalar çözüme kavuşturulamasa da daha fazla kan dökülmesinin önlenmesi, BDT’nin katkılarıyla sağlanmıştır.

14 Mayıs 2002’de Moskova toplantısında Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ)’nü (Collective Security Treaty Organisation: CSTO) kurma kararı alınmış, 7 Ekim’de gerçekleşen Kişinov (Moldova) zirvesinde ise üye devletler arasında iki önemli belge imzalanarak örgütün kurulması süreci tamamlanmıştır: KGAÖ’nün Hukuki Statüsüne İlişkin Anlaşma ve KGAÖ Şartı (29 maddeden oluşur). İlgili anlaşmalar, diğer devlet parlamentolarında onaylandıktan sonra 15 Mayıs 2003’te Duma’dan geçerek yürürlüğe girmiştir.

ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalinin ardından Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da peş peşe yaşanan iktidar değişiklikleri KGAÖ devletlerini kaygılandırmıştır. Temmuz 2005’te Andican bölgesinde yaşanan ayaklanma girişiminden Özbekistan ABD’yi sorumlu tutmuş, ülkesindeki ABD askerî üssünü (Hanabad) kapatmakla kalmamış, 23 Haziran 2006’da KGAÖ’ne katılmıştır. Buradan yola çıkarak, eski Sovyet coğrafyasında 1990’larda kurulamayan güvenlik yapısının 2000’lerde kurulabilmesinin en temel nedenlerinden birinin bölgedeki ABD askerî varlığı olduğu söylenebilir. Bir başka neden, Afganistan’da alt edilmesi şöyle dursun giderek güç kazanan Taliban’ın başını çektiği köktendinci terörist akımların bölgede güvenliği tehdit eder hale gelmesidir. Son olarak, yine bu terörist yapıların elinde bulunan uyuşturucu trafiği de KGAÖ devletlerini birbirine yakınlaştıran başka bir etken olmuştur.

Yapısı ve Yönetimi
Kolektif Güvenlik Antlaşması’nın 4. maddesi tıpkı NATO’nun 5. maddesi gibi düzenlenmiştir: “Taraf devletlerden biri bir devlet ya da devlet grubunun saldırısına uğradığında, bu saldırı tüm üye devletlere yapılmış sayılacaktır”. KGAÖ’ne, 2 Aralık 2004’te BM Genel Kurulu tarafından gözlemci statüsü tanınmıştır.

7 Ekim 2002’de imzalanan örgütün kurucu antlaşmasının ikinci bölümü “amaç ve ilkeler” başlığını taşımaktadır. Buna göre temel amaçlar,

• Barış, uluslararası/bölgesel güvenlik ve istikrara güç katmak,
• Üye devletlerin bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve egemenliklerini kolektif temelde sağlamak,
• Uluslararası hukukun evrensel kabul görmüş değerleri üzerine inşa edilecek adil ve demokratik bir dünya düzeninin oluşturulmasına katkıda bulunmaktır. Bu amaçlara ulaşmak için üye devletler,
• Bağımsızlık, gönüllü işbirliği, hak ve sorumluluklarının eşitliğine saygı gösterme,
• Ulusal hukuka ilişkin içişlerine karışmama,
• Diğer anlaşmalardan kaynaklanan hak ve sorumluluklarına halel getirmeme ilkelerini benimsemişlerdir.

Örgütün organları şunlardır:

Kolektif Güvenlik Konseyi, devlet başkanlarından oluşan örgütün en üst düzey organıdır. Örgütün gündemini belirler, amaçlarına ulaşabilmek ve üye devletler arasında eşgüdüm sağlayabilmek için kararlar alır. Konsey aynı zamanda KGAÖ Şartı’nın yorumlanması konusunda üye devletler arasında çıkacak olası yorum farkları karşılıklı bilgi alış verişi ve görüşmeler yoluyla giderilemediği durumlarda buna son verecek tek organdır.

Danışma ve Yürütme Organları, Dışişleri Bakanları Konseyi, Savunma Bakanları Konseyi ve Güvenlik Konseyi Sekreterleri Komitesi’nden oluşur. Bu organlar pratikte BDT yapısı içindeki örgütlenmeyle örtüşür. Yalnızca askerî/siyasal bütünleşme konularında BDT’nin tüm üyeleri arasında yol alınamadığı zaman toplantılar KGAÖ çatısı altında sürdürülür.

Bir başka danışma ve yürütme organı da Daimi Konseydir. Daimi Konsey üye devletlerin ulusal prosedürleri uyarınca atanmış tam yetkili temsilcilerinden oluşur. Daimi Konsey, KGK’nin toplantıları arasında geçen süre içerisinde örgütün organları tarafından alınan kararların uygulanmasında ortak eylemlerin eşgüdümünü sağlamakla yükümlüdür.

Askerî ve Güvenliğe Özgü Organlar, Ortak Karargâh, Devletlerarası Askerî-Ekonomik İşbirliği Komisyonu ve Yasadışı Göçle Mücadele Eşgüdüm Konseyi’dir.

23 Haziran 2005’te kurulan Devletlerarası Askerî Ekonomik İşbirliği Komisyonu da, BDT içerisinde daha önceki yapılanmanın yerini almıştır. Üye devletlerin askerî-endüstriyel yapılarındaki üretim sektörlerinden sorumlu bakanları düzeyinde temsilcilerinden oluşur. Yılda en az iki kez toplanır. Üye devletler arasında çok taraflı askerî/ekonomik işbirliğini arttırarak geliştirmeye çalışır.

KGAÖ içerisinde yeni bir organ da Yasadışı Göçle Mücadele Eşgüdüm Konseyi’dir. 6 Ekim 2007’de Duşanbe’de toplanan KGK kararıyla kurulan bu organ üye devletlerin ilgili organlarının temsilcilerinden oluşur ve yılda en az iki kez toplanır. Adından da anlaşılacağı gibi yasa dışı göçü engellemeye yönelik öneriler hazırlar ve bu konuda alınan kararların uygulamasını izler.

Sekretarya, Örgütün diğer organlarının işleyişine ilişkin hizmet sunar. Daimi Konsey’le birlikte karar taslaklarını ve örgütün diğer organlarının belgelerini hazırlar. Nihai olarak KGK tarafından onaylanacak örgütün bütçesinin taslağını hazırlama görevi de sekretaryadadır.

Parlamentolararası Asamble, BDT içerisinde üye devletlerin yasama organları arasında eşgüdümü sağlamak ve işbirliğini arttırmaya yönelik bir yapılanma 1999’da sağlanmıştır.

Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü’nün İşlevi

KGAÖ’nün temel olarak üç alanda etkinlik yürüttüğü söylenebilir: Üye devletlerin dış politikalarında uyum, savunma politikalarında eşgüdüm sağlamak ve askerî konularda işbirliği yapmak. Örgütün izlediği politikalar değerlendirildiğinde özellikle başka iki uluslararası örgütle işbirliğine önem verdiği göze çarpmaktadır. Bunlardan biri NATO, diğeri de Şanghay İşbirliği Örgütü’dür.

Savunma politikalarında eşgüdüm çabası örgütün başka bir hedefidir. KGAÖ, başından başlayarak temel amaçlarını bölgedeki yeni tehditlerle baş etmek olduğunun altını çizmiştir. Uluslararası terörizm, silah ve uyuşturucu ticareti ile buna eşlik eden yasadışı göç hareketlerine karşı mücadele ancak bölge devletlerinin sıkı işbirliği ile mümkündür. KGAÖ üyeleri bölgedeki bu sorunlara ilişkin kendi aralarında yürüttükleri işbirliğinin yanı sıra NATO, ŞİÖ, BM Güvenlik Konseyi’nin Terörizme Karşı Komitesi, AGİT gibi örgütlerle de işbirliği hâlindedir.

Son olarak, askerî bir ittifak niteliği taşıyan KGAÖ’nün askerî yapısından söz etmek gerekir. KGAÖ içerisinde üç farklı bölgesel yapı söz konusudur. Birincisi RF ve Belarus birliklerinden oluşan Doğu Avrupa bölgesidir. İkincisi, RF ve Ermenistan birliklerinden oluşan Kafkaslar bölgesidir ki, Ermenistan’daki üsler yardımıyla bu birlikler Türkiye ve İran sınırlarında gözlem/keşif görevi de yapmaktadırlar. Son askerî bölge Merkezi Asya’dır. Bu bölge RF dışında Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ı kapsar. Söz konusu bölge devletleri 11 Ekim 2002’de Bişkek’te düzenlenen zirvede, üye devletlere dış tehditlere karşı yardım edecek bir Ortak Acil Müdahale Gücü oluşturma kararı almışlardır.

KGAÖ devletleri kendi aralarında çıkacak anlaşmazlıkları oydaşma yoluyla aşmaya çalışmaktadır. İttifakın askerî niteliği ancak üçüncü devletlerden gelecek saldırı durumunda geçerlilik kazanmaktadır. Son olarak, 20 Aralık 2011’de Moskova’daki KGK toplantısında alınan bir karar, örgütün kendi faaliyet alanında varlığını pekiştirirken, üçüncü devletlerin etkinliğini azaltma yönündedir. Karar uyarınca “üye devletlerden birinin ülkesinde üçüncü bir devletin askeri üs açabilmesi için, örgütün diğer tüm üyelerinin onayı” gerekmektedir.

BÖLGESEL SİYASİ ÖRGÜTLER

Giriş
Uluslararası sistem, alt bölgesel sistemlerden oluşmuştur. Bir bütün olarak uluslararası sistem ve yapısı ile bölgesel alt sistem gelişmeleri etkileşim içinde olmuştur. Soğuk Savaş sonrası dönemde bölgesel dinamikler ve örgütlenmelerin uluslararası sistem üzerindeki etkisinin ve belirleyiciliğinin arttığını iddia etmek daha mümkündür. Soğuk Savaş’ın iki kutupluluğu, bölge siyaseti üzerinde küresel dinamiklerin belirleyiciliğini artırıyordu. İki süper güç, onların liderliğinde ortaya çıkan askeri siyasi bloklar ve bu blokların iç örgütsel, kurumsal düzenlemeleri daha belirleyiciydi. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, bölgesel güçlerin esnekliğini, hareket imkânlarını artırırken, büyük güçlerin de bölgesel dinamikleri göz önünde bulundurmasını zorunlu hale getirdi.

Bölgesel siyasi örgütler bağlamında Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ele alınacaktır.

Avrupa Konseyi
Avrupa Konseyi, Avrupa’da, evrensel değerlere dayanan normların, kuralların oluşması ve kurumsallaşmasını amaçlamış bir bölgesel siyasi örgüttür. Avrupa Konseyi, üye devletlerin katılımı ve müzakereleriyle ortaya çıkarılacak sözleşmeler yoluyla, bölgesinde evrensel değerlere dayanan bir Avrupa Hukuku’nun egemen olmasını hedeflemektedir. Avrupa Konseyi çok sayıda ve çok çeşitli konularda antlaşmaların görüşülüp hazırlanmasını ve üye devletlerin imzasına, onayına sunulmasını önemli görev olarak yerine getirir. Bugün bu antlaşmaların sayısı 190’ı aşmıştır. Avrupa Konseyi dünyadaki diğer bölgesel siyasi örgütlerin çok ilerisinde ve onlara rol model olabilecek bir siyasi-hukuki yapıyı yaşama geçirebilmiştir.

Başarılı çalışmalarının yanı sıra Avrupa Konseyi’ne yönelik eleştiriler de artmaktadır. Bu eleştirilerin önemli bir kısmının, Batı Avrupa’nın bazı büyük devletlerinin siyasi çıkarları doğrultusunda Avrupa Hukuku’nu ve denetim mekanizmalarını manipüle etme girişimlerine yöneldiğini tespit etmek mümkündür. Avrupa Konseyi, dolayısıyla başardıklarıyla riske ettikleri arasında bir önemli sınavdan da geçmektedir.

Kuruluşu ve Genişlemesi
Soğuk Savaş Avrupa’yı, birbirinden koparacak biçimde bir demir perde ile iki parçaya bölmüştü. Almanya ise 1949 ortalarına kadar ABD, Sovyetler, İngiltere ve Fransa’nın işgali altındaydı ve dolayısıyla bağımsız herhangi bir siyasi varlığı söz konusu değildi. 21 Eylül 1949’da Federal Almanya adıyla, ABD, İngiltere ve Fransa’nın işgal bölgelerinin birleştirilmesiyle Batı Almanya, Hemen sonrasında da 7 Ekim’de Sovyet bölgesinde Demokratik Alman Cumhuriyeti adıyla Doğu Almanya kurulacaktır. Dolayısıyla Soğu Savaş’la birlikte, iki ayrı ve düşman Alman devleti ortaya çıkmıştır. Soğuk Savaş’ın demir perdesi Avrupa’yı böldüğü gibi,

Almanya’yı da bu şekilde birbirine düşman iki devlet şeklinde bölmüştür. Savaştan yıpranarak da olsa galibiyetle çıkan bir Avrupalı devlet olarak İngiltere, komşu olduğu kıtada bir daha bu tür bir istikrarsızlığın yaşanmaması için inisiyatifi ele alması gerektiğini fark etmiştir. Fransa ile Almanya arasında, bu dönemde iyi ve kalıcı ilişkilerin tesis edilebilmesinin, geleceğin Avrupa ve dünya düzeninin temelini oluşturacağını en erken fark eden ve bu yönde hızla harekete geçen devlet İngiltere olmuştur. Bu konuda, kısa bir süre önce seçimleri kaybeden İngiliz başbakanı Winston Churchill, önemli bir rol üstlenecektir. Churchill’in planı, Fransa ile Batı Almanya’nın çekirdeğini oluşturacağı bir Batı Avrupa bütünleşmesi girişimidir. Churchill’in girişimiyle yola çıkan ve Avrupa Konseyi’ne yolu açan ilk girişim hükümet dışı bir sivil toplum inisiyatifi olarak ortaya çıkacaktır. O güne kadar pek benzeri olmayan bir şekilde, Avrupa’da birlik yönünde örgütlenme faaliyeti, Churchill’in liderliğinde, önemli Batı Avrupalı siyasetçilerin öncülüğünde kurulan sivil toplum örgütlerinin etrafında şekillenmeye başlamıştır. Churchill bu yönde ilk derneği İngiltere’de “Birleşmiş Avrupa Hareketi” adıyla kurmuştur. Kıta Avrupası’nda da buna benzer özel kuruluşlar hızla oluşmuş ve Avrupa’da birlik konusunda faaliyete geçmişlerdir. Churchill’in öncülüğünde, Avrupa’daki söz konusu kuruluşlar 7 Mayıs 1948 tarihinde, Lahey’de “Avrupa Kongresi” adı altında bir araya gelmişlerdir. Söz konusu sivil toplum kongresi, Avrupa’nın siyasi ve ekonomik bütünleşmesi konusunda önerilerde bulunacak Avrupa parlamentolarının temsilcilerinden oluşacak bir “Avrupa Meclisi”nin oluşturulması ve bir “Avrupa İnsan Hakları Şartı” hazırlanması konusunda kararlar almıştır. Bu iki karar, görece kısa zaman içinde Avrupa Konseyi’nin kuruluşuyla yaşama geçirilecektir. 1948 Lahey Kongresi dağılmadan önce, Avrupa’da birlik konusunda çalışmak üzere, “Avrupa Hareketi” adıyla, sürekli ve özel bir hükümet dışı uluslararası örgüt de oluşturulmuştur.

İngiltere’nin Avrupa’da birlik yönünde, savaş sonrası ikinci önemli girişimi 17 Mart 1948 tarihli Brüksel Antlaşması’dır. Resmi adı “Ekonomik, Sosyal, Kültürel İşbirliği ve Kolektif Meşru Müdafaa” olan söz konusu antlaşma hem bir askeri ittifak tesis etmiş, hem de siyasi, ekonomik konuların görüşülmesi için üye devletler arasında sürekli bir örgüt yapısı da kurmuştur. Brüksel Paktı olarak da adlandırılan antlaşma, kolektif güvenlik yönündeki düzenlemesiyle Avrupa’da üyelerinden birine silahlı bir saldırı olması halinde otomatik karşılıklı yardım taahhüdünü getirmiştir. Bununla birlikte sadece askeri bir ittifak değildir. Brüksel Antlaşması “Danışma Konseyi” adıyla danışma organı niteliğinde bir Bakanlar Konseyi de oluşturmuştur. Bakanlar Konseyi, tavsiye kararları almasına rağmen, Avrupa ile ilgili tüm konuları tartışabilen bir siyasi otorite olması açısından genel olarak Batı Avrupa bütünleşmesine ama özelde Avrupa Konseyi’nin kuruluşuna zemin oluşturacaktır. 1948 Temmuz ayı sonunda Belçika ve Fransız hükümetleri,
Avrupa Hareketi Lahey Kongresi kararlarını görüşmek üzere Brüksel Antlaşması Bakanlar Konseyi’ni toplantıya çağırmıştır. Toplantının gündemi, “Avrupa Meclisi” kurulması yönünde yapılacak çalışmaları planlamaktır. Brüksel Antlaşması’na üye beş devlet bu gündemle 25 Ekim 1948’de Paris’te toplanmış ve bu çalışmaları yürütecek bir komisyon kurmuştur. Komisyon çalışmaları sırasında da İngiltere’nin hükümetler arası örgüt yaklaşımı ile federalist eğilimler çarpışmış ve sonuçta hükümetler arası yönü ağır basan bir hukuki ve örgütsel yapıya karar kılınmıştır. Avrupa Konseyi Statüsü 5 Mayıs 1949’da imzalanabilmiştir. 5 Mayıs 1949’da Avrupa Konseyi statüsünü imzalayan 10 kurucu devlet, İngiltere, Fransa, İrlanda, İtalya, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Danimarka, İsveç’tir. Türkiye ve Yunanistan, birkaç ay sonra 9 Ağustos 1949’da üye olmuşlardır. Türkiye ve Yunanistan’ın neredeyse kurucu devletmişçesine hemen bu ilk ve çok önemli Avrupa bütünleşme girişimine dahil edilmesi Soğuk Savaş koşulları içerisinde mümkün olabilmiştir. Sovyetler Birliği’ne karşı jeostratejik konumda ve önemde olarak değerlendirilen bu iki kanat ülkesi, Türkiye ve Yunanistan, Almanya ve Avusturya’dan önce Avrupa Konseyi’nde yer almıştır. İsviçre de, tarafsızlık konusundaki hassasiyetine rağmen, 1963 yılında Avrupa Konseyi’ne üye olmuştur. Avrupa Konseyi, dolayısıyla, daha ilk yıllardan itibaren oldukça kapsayıcı bir Avrupa örgütü olmuştur. Avrupa Konseyi bu niteliğini hep koruyacaktır. Soğu Savaş biterken de bu özelliğine uygun olarak Doğu Avrupa, Balkanlar ve hatta Kafkasya’ya doğru ilk genişleyen ve hızla tüm Avrupa’yı kapsamına alan bir örgüt olarak göze çarpacaktır. 1996’da Rusya’nın da Avrupa Konseyi’ne dâhil olmasıyla, gerçek bir bölgesel siyasi platforma dönüşmüştür. Bugün Avrupa Konseyi, 47 üye devlet ve 820 milyona yaklaşan nüfusla gerçek bir Avrupa siyasi örgütü haline gelmiştir.

Örgütsel Yapısı
Avrupa Konseyi Statüsü 9 Ağustos 1949’da yürürlüğe girmiştir. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi ilk toplantısında Belçika Dışişleri Bakanı Paul-Henri Spaak’ı başkan olarak seçmiştir. Avrupa Konseyi’nin örgütsel yapısı içinde kurucu statüyle belirlenmiş ana organları Bakanlar Komitesi, Parlamenter Meclisi ve Genel Sekreterliğidir. Genel Sekreterlik kurucu statüde bir Genel Sekreter ve Genel Sekreter Yardımcısından oluşur şeklinde düzenlenmiştir.

Parlamenter Meclisi üye devlet parlamento temsilcilerinden oluşacak, toplantılarını açık bir biçimde yürütecek ve görüşme ve oylama usulleri parlamento çalışma usullerine uygun olarak düzenlenecek, ancak buna karşılık Meclis bir danışma organı düzeyinde tutulacaktır. Meclisin esas ağırlığı seçilmişlerin temsilini esas alması nedeniyle Avrupa kamuoyunun sesini hükümetlere duyurması ve bu yönüyle siyasi bir baskı yaratabilmesinden kaynaklanmaktadır. Avrupa Konseyi’nin esas karar organı olan Bakanlar Komitesi üye devletlerin dışişleri bakanlarından oluşur. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin resmi ağırlığı öne çıkacak biçimde

tasarlanmasına rağmen, zamanla Meclis fiili biçimde ağırlığını artırmaya başlamıştır. Bakanlar Komitesi, esas itibariyle dışişleri bakanları düzeyinde bir organ olarak belirlenmiş olmasına karşın, dışişleri bakanları kendi ülkelerinde yoğun işleri ve gündemleri olan kişiler olduğu için giderek toplantı ve müzakere inisiyatifi daha alt bir temsil düzeyine bırakılmıştır. Bakanlar Komitesi bünyesinde her üye devlet Daimi Temsilcilik bulundurmakta ve başında Daimi Temsilci sıfatıyla bir büyükelçi yer almaktadır. Bakanlar Komitesi çalışmalarına asıl yön veren daimi temsilcilikler ve daimi temsilcilerdir. Bakanlar Komitesinde başkanlık, yukarıda da belirttiğimiz gibi altı aylık dönemler itibariyle el değiştirmekte ve alfabetik sıraya göre rotasyonla başkanlık devredilmektedir.

İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere üye devletlerin sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmedikleri durumlarda, Bakanlar Komitesi, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisiyle birlikte çalışarak söz konusu devletleri izlemeye alır. Bu konuda Bakanalar Komitesi bir başka organ olan İnsan Hakları Komiserliği ile de koordinasyon içinde çalışır. Meclis sözleşmelerin uygulanmasında sorun olduğu tespit edilen üye devletleri gözetim (monitoring) süreci olarak adlandırılan bir izleme sürecine dahil eder ve bir raportör vasıtasıyla bu devletlerle düzenli görüşme ve raporlama aşamasını başlatır. İnsan Hakları Komiseri de bu bağlamda söz konusu devletlere yönelik diyalog ve gözetim çalışmaları içine girer.

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, örgütün Avrupa kamuoyunu temsil eden organıdır. Üye devlet parlamento temsilcilerinden oluşur. 324 asıl ve 324 yedek parlamenter söz konusudur. Üye devletler, nüfus büyüklüğüne göre belirlenmiş olan sayıdaki parlamenteri kendileri belirler ve Parlamenter Meclisi’nin çalışmalarına katılmak üzere görevlendirir. Meclis, üye devlet parlamentolarının temsilcilerinden oluşması ve aynı zamanda üye devlet siyasi partileri ve Avrupa siyasi gruplarının temsiliyle Bakanlar Komitesi’nin aksine ulusal hükümetleri aşan bir genişlikte temsil gücüne ve siyasi ağırlığa sahiptir. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, Avrupa Konseyi Statüsü’ne göre, karar alma süreçlerinde danışma organı olarak düzenlenmiştir. Buna karşılık zaman içinde fiilen büyük bir siyasi ağırlık kazanabilmiştir. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi 2017 yılında aldığı kararla Türkiye’yi tekrar gözetim sürecine dâhil etmiştir. Bu karar bir taraftan Türkiye Avrupa Konseyi ilişkilerini olumsuz etkilerken, öte yandan AB-Türkiye katılım müzakereleri üzerinde de olumsuz sonuçlar doğurabilecektir.

Bunların yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi, İnsan Hakları Komiseri de Avrupa Konseyi’nin örgütsel yapısı içinde yer alır. Öte yandan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve içtihadı ayrı bir örgüt gibi ele alınmayı gerektirecek büyüklük ve öneme ulaşmıştır. Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi, bir başka Avrupa Konseyi organıdır. Kongre 1994 yılında Bakanlar Komitesi kararıyla oluşturulmuştur. 648 üyeden oluşan kongre Avrupa’da yerel ve bölgesel yönetimlerin temsilini ve ulusal düzeyin altında ve ulusal düzeyi bir açıdan aşarak temas kurmalarını amaçlamaktadır. Avrupa Konseyi’nin, Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu ile Avrupa Adaletin Etkinliği Komisyonu olmak üzere Bakanlar Komitesi kararıyla kurulmuş iki önemli özerk faaliyet gösteren kuruluşu vardır. Bunlardan ilki 1993 yılında kurulmuş ve ırk, dil, din, cinsiyet, milliyet ayrımcılığı ve bu konudaki şiddet konusunda gözetim yapan ve raporlar hazırlayan bir bağımsız kuruluş haline gelmiştir. İkincisi ise 2002 yılında kurulmuştur ve yargının etkinliği ve iyi işleyişini gözetmekte ve üye devletlere bu alanda katkı sağlamaktadır. Bu iki kuruluş da, 47 üye devletten gelen birer uzmanın temsiliyle oluşturulmuştur.

Avrupa Konseyi’nin merkezi Fransa’nın Almanya sınırındaki önemli ve tarihi bir şehri olan Strazburg’dadır. Fransızca ve İngilizce Avrupa Konseyi’nin resmi dilleridir. Bunun yanı sıra Türkçe, Rusça, Almanca ve İtalyanca çalışma dilleri olarak kabul edilmiştir.

Soğuk Savaş Sonrası Avrupa Konseyi
Avrupa Konseyi’nin Soğuk savaş sonrası dönemde yeni üyelerinin siyasi dönüşüm çabalarına katkı vermek üzere oluşturduğu önemli bir kurumsal girişim Venedik Komisyonu’dur. Resmi adıyla Hukuk Yoluyla Demokrasi için Avrupa Komisyonu, 1990 yılında Bakanlar Komitesi tarafından Avrupa Konseyi’ne danışsal nitelikte katkıda bulunmak üzere kurulmuştur. Venedik Komisyonu Avrupa Konseyi’nin örgütsel yapısı içinde, danışsal nitelikli bir organ olarak kabul edilebilir. Anayasa hukuku uzmanlarından oluşan bu Komisyon, demokrasi işleyişi için gerekli kurumlar, temel hak ve özgürlüklerin garanti edilmesi, demokratik seçimler, siyasi partiler ve çok partili liberal bir siyasal yaşamın var edilmesi ve etkin biçimde işletilmesi konularında üye devletlere yardımda bulunmak üzere oluşturulmuştur. Başlangıçta her üye devletten birer anayasa hukukçusunun dâhil olduğu Komisyon, 2002 yılından itibaren Avrupa Konseyi üyesi olmayan devletlerin de katılımına imkân sağlanmasıyla bugün 60 üyeye ulaşmıştır. Faaliyet esası, çalışma grupları şeklinde ve ilgili meselelere ve ülkelere yapılan ziyaretler, görüşmeler ve danışsal nitelikli raporlar hazırlanması suretiyle gelişmektedir. Saygın akademik ve hukuki bir uzman grubu barındırması nedeniyle Venedik Komisyonu raporları giderek faaliyet alanında doktriner bir nitelik kazanmaya başlamıştır.

Soğuk Savaş sonrası dönemde AB ile Avrupa Konseyi’nin ilişkileri çok daha yakınlaşmıştır. Hiçbir devlet Avrupa Konseyi üyesi olmadan AB üyesi olmamıştır. AB, insan hakları başta olmak üzere pek çok konuda Avrupa Konseyi çerçevesinde kabul edilmiş olan sözleşmeleri esas almıştır. İnsan hakları, hukuk devleti, demokrasi konularında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadını kabul etmiştir. Genişleme politikasında Avrupa

Konseyi sözleşmelerinin onaylanması ve etkili biçimde uygulanması koşulu AB tarafından ciddi şekilde gözetilmiştir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
Avrupa Konseyi Statüsü, örgütün amacını, “ortak ilkeler ve idealleri yaşama geçirerek, ekonomik ve sosyal ilerlemeyi kolaylaştırarak, Avrupa’da büyük bir birlik yaratmak” olarak tanımlamıştır. Bu amaca ulaşmak için Avrupa Konseyi tüm üye devletlerin taraf olacağı, siyasi- hukuki standartları belirleyecek anlaşmalar yapmak yolunu benimsemiştir. Söz konusu antlaşmaların yürürlüğe girmesi ve tüm üye devletlerin uygun şekilde davranmaya başlaması yoluyla Avrupa’da evrensel ilkelere dayanan bir hukuk sistemini inşa etmeyi hedeflemiştir. Avrupa Konseyi insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü başta olmak üzere, ekonomik, sosyal, kültürel, bilimsel ve idari alanlarda üye devletlerin uyacağı standartları bu anlaşmalar yoluyla belirlemiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Batı Avrupa’da, evrensel değerler, temel hak ve hürriyetler devlet egemenliğini aşan bir alan olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Herhangi bir devletin ya da rejimin “ben halkıma istediğim şekilde davranırım ve hiçbir evrensel ilkeyi dikkate almam” deme hakkı olmadığı anlayışı yerleşmeye başlamıştır. İnsan hakları alanı gelişirken, insanın doğuştan gelen temel ve devredilemez haklara sahip olduğu ve bu hak ve özgürlerin korunmasının, ulusal egemenlik anlayışını aşan bir önemde bulunduğu hakim bir şekilde değerlendirilmeye başlamıştır. İşte bu anlayışın Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında hakim olmaya başlaması İnsan Hakları Hukuku’nun yeni bir alan olarak gelişmesinin önünü açmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu anlayışın en somut sonuçları olarak Avrupa Konseyi bünyesinde yaşam bulacaktır.

Avrupa Konseyi bu düşüncelerle öncelikle insan hakları alanında bir sözleşme kabul edecektir. Avrupa Konseyi “İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Avrupa Sözleşmesi”ni (daha sonra adı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olarak değiştirilecektir) 1950 yılında, kuruluşundan hemen birkaç ay sonra hazırlamış ve bu sözleşme 3 Eylül 1953’te yürürlüğe girmiştir. Bu sözleşme, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden sonra insan hakları alanındaki bir başka önemli belgedir. Tüm üye devletler bu sözleşmeye taraf olmuş ve yeni üyelerin de en kısa sürede söz konusu sözleşmeye taraf olması istenmiştir. Zamanla sözleşme metni dışında 15 ek protokol de kabul edilmiş ve bu yolla sözleşme oldukça kapsamlı ve etkili bir duruma getirilmiştir.

Avrupa Konseyi, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kabulü sonrasında, bu alanda bir yargı organı kurmak ve yargısal faaliyeti düzenlemekle, insan hakları alanında ikinci büyük adımı atmıştır. Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’nin 19. maddesi uyarınca, 21 Ocak 1959 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) (European Court of Human Rights: ECHR) oluşturulmuştur. Klasik uluslararası hukukta devletlerin uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerden uzak durma eğilimleri ve özellikle de uluslararası yargı organlarının yetki alanından uzak durma yaklaşımları düşünüldüğünde bu gelişme sadece insan hakları değil uluslararası hukuk açısından da son derece önemli bir gelişme olmuştur. Özellikle üye devlet vatandaşlarının (sivil toplum örgütleri ve diğer tüzel kişiler dâhil olmak üzere) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini tanıyan üye devletler aleyhine Mahkeme nezdinde bireysel başvuru hakkı, bu yolda çok önemli bir adımdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 34. Maddesine dayanan bu hakkın kullanımı yıllar itibariyle daha da etkin ve etkili hale getirilmiştir. 1999 yılından itibaren AİHM, Avrupa Konseyi üyesi devletler için devamlı ve tüm konularda yetkili tek uluslararası yargı organı haline getirilmiştir. Bu şekilde mahkemenin insan hakları hukukunda yetkisi, üye devletlerden daha da özerk hale getirilebilmiştir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Mahkemesi sıklıkla AB’nin Temel Haklar Şartı ve AB Adalet Divanı’yla karıştırılmaktadır. AB kuruluşundan itibaren esas itibariyle bir pazar entegrasyonu ve buna bağlı teknik konuları düzenleyen bir uluslarüstü hukuk alanı olarak gelişmiştir. Avrupa Konseyi’ne göre daha sınırlı sayıda olan üyeleriyle teknik ve ekonomik bütünleşmeden, siyasi alana doğru aşamalı biçimde uzanmayı benimsemiştir. AB, dolayısıyla insan hakları ve temel özgürlükler alanını daha çok Avrupa Konseyi ve AİHM’e bırakmıştır.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı – AGİT (Organization for Security and Co-operation in Europe: OSCE) Helsinki Nihai Senedindeki normlar temelinde güvenlik yaklaşımını oluşturmuştur. Daha sonra bunlara liberal demokrasi ve hukukun üstünlüğü kavramlarını eklemiştir.

Örgüt üç yönüyle özgünlük taşımaktadır. Birincisi, Soğuk Savaş dönemi boyunca Batı-Doğu bölünmesinde bir köprü işlevi gören ve hem Amerika Birleşik Devletleri hem de Sovyetler Birliği’nin katıldığı tek oluşumdur. İkincisi, çok geniş bir coğrafyayı kapsayarak, Avrupa’nın sınırlarını coğrafi olarak değil siyasi olarak (kendi ifadeleriyle Vancouver’den Vladivostok’a kadar) tanımlamasıdır. Üçüncüsü ise, güvenlik kavramını bütüncül bir çerçevede ele almasıdır. Yani, güvenlik kavramını siyasi, askeri, iktisadi, insani ve çevresel etmenleri ile bir arada değerlendirmesidir.

Helsinki Nihai Senedi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK), Soğuk Savaş döneminde Batı Bloku ile Doğu Bloku arasında düzenli diyalog tesis etmek suretiyle bloklar arasındaki gerginliği ve anlaşmazlık alanlarını azaltmak üzere bir

müzakere forumu ve konferanslar diplomasisi olarak ortaya çıkmıştır. AGİK sürecinin temelleri, Sovyetler Birliği’nin 1950’lerin ortasında Avrupa’daki savaş sonrası düzenin ve sınırların karşılıklı meşru kabul edilmesine yönelik önerilerle atılmıştır.

Bu süreçte ilk büyük adım silahsızlanmayla ilgilidir. Yumuşama (Détente) olarak adlandırılan dönem bu gelişmelerin bir sonucu olmuştur. Batı Blokunun karşılıklı ve dengeli kuvvet indirimleri konusunda müzakerelerin başlaması önerisi Doğu Bloku tarafında olumlu bir karşılık bulmuştur. Bunun üzerine 1973 yılında Helsinki’de görüşmelere başlanmıştır. 1975 yılında ise Arnavutluk hariç Avrupa devletleri ile ABD, Sovyetler Birliği ve Kanada’nın katılımıyla toplam 35 ülke tarafından bu görüşmelerin sonucunda kabul edilen Helsinki Nihai Senedi imzalanmıştır. Böylelikle, AGİK süreci başlamıştır. Katılımcılar mevcut ulusal sınırların korunmasına, birbirlerine kaşı güvensizlik yaratabilecek politikalardan kaçınmaya, ayrıca aralarında insani, kültürel vb. ilişkilerin sıkılaştırılmasına karar vermişlerdir. Helsinki Nihai Senedi’nde güvenliğin birbiriyle irtibatlı üç farklı boyutu; siyasi-askeri, insani ve ekonomi-çevre boyutları olduğu kabul edilmiştir.

Helsinki Nihai Senedi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı

1980’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan gelişmeler Soğuk Savaş’ın beklenmedik bir hızla sona ermesine yol açmıştır. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması, 1990 yılında Almanyaların birleşmesi ve 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması uluslararası sitemi ve Avrupa’daki siyasal yapıyı kökten değiştirmiştir. Bu ani ve radikal yapısal değişim, bölgesel ölçekte işleyen kurumsal, örgütsel yapıları da derinden etkilemiştir. Kuruluş amacı büyük ölçüde geçerliliğini yitiren AGİK, yeni dönemin risk ve tehditlerini karşılayacak bir uyum gösterme süreci içine girmiştir. Bu süreçte AGİK’in, demokratikleşme ve insan haklarının izlenmesi gibi işlevleri büyük önem kazanmıştır.

Bu bağlamda, Kasım 1990’daki Zirve toplantısında kabul edilen 1990 Paris Şartı, Soğuk Savaş sonrası dönemin siyasi başlangıcını ve Helsinki sürecinde önemli bir dönüm noktasını simgelemektedir. 1990 Paris Şartı’yla, AGİK’in siyasi danışma mekanizmaları ve bir dizi daimi organ aracılığıyla kurumsallaşması ihtiyacının ortaya çıktığına karar verilmiştir. Bu çerçevede 1994 Budapeşte Zirvesi’nde kabul edilen kararlar uyarınca 1 Ocak 1995 tarihinden itibaren bir uluslararası örgüte dönüşerek, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği TeşkilatıAGİT adını almış ve Birleşmiş Milletler Antlaşması Bölüm VIII’e uygun olarak kendini “bölgesel güvenlik örgütü” ilan etmiştir.

Örgüt, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından kapsamlı bir insan hakları müktesebatı geliştirmiştir. İnsani boyuttaki yükümlülüklerin hayata geçirilmesinde katılımcı devletlere destek sunmak üzere Viyana’da Sekreterlik ve Çatışmaları Engelleme Merkezi, Varşova’da Serbest Seçimler Ofisi (daha sonra adı Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Ofisi olarak değiştirilmiştir), Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri ve Medya Özgürlüğü Temsilcisi kurumları oluşturulmuştur. AGİT’in Soğuk Savaş sonrası döneme ilişkin bir başka önemli zirve toplantısı 1999 yılında İstanbul’da yapılan Zirve olmuştur. İstanbul Zirvesi’nde imzalanan Avrupa Güvenlik Şartı (İstanbul Şartı), 21. yüzyılda AGİT bölgesinin güvenlik, barış ve istikrarının güvence altına alınabilmesi için gerekli ilke ve yöntemleri belirlemiştir. İstanbul Şartı’nda, AGİT’in erken uyarı, çatışma önleme, kriz yönetimi ve çatışma sonrası rehabilitasyon alanlarındaki faaliyetlerini daha etkin hale getirmek için uluslararası ve bölgesel kuruluşlar arasında İşbirliğine Dayalı Güvenlik Platformu ile Yardım ve İşbirliği Süratli Uzman Takımları mekanizmaları oluşturulmuştur. AGİT, 1999 İstanbul Belgesi’nde, uluslararası terörizm, şiddete başvuran radikal örgütler, organize suçlar ve uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadele konularını öncelikli güvenlik meseleleri olarak listelemiştir. Yine aynı belgede AGİT bu konuları ele alırken iki unsura odaklanacağını da belirtmiştir: Devletlerin içerisinde halklar arasında güven inşası ve devletler arasında işbirliğinin güçlendirilmesi. Böylelikle teşkilat, hem ülke sınırları içinde hem de ülkeler arasında güvenliğin pekiştirilmesine yönelik faaliyetlere odaklanmıştır. 2010 Astana Zirvesi’nde kabul edilen “Güvenlik Topluluğuna Doğru” başlıklı deklarasyonda, AGİT coğrafyasında güvenlik topluluğu inşa edilmesi hedefi dile getirilerek, kapsamlı ve işbirliğine dayalı güvenlik ile güvenliğin bölünmezliği ilkelerine dayalı bir vizyon öngörülmüştür. Astana Zirvesi’nden sonra, kadın, cinsiyet ve siber güvenlik gibi boyutlar arası konular da önem kazanmış ve örgütün gündeminde daha fazla yer teşkil etmeye başlamıştır.

Helsinki Nihai Senedi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı

2017 yılı itibariyle AGİT’in 57 katılımcısı vardır. Bu devletler örgütte eşit statüye sahiptir. Ayrıca, Akdeniz’den
6 ve Asya’dan 5 devlet, AGİT işbirliği ortakları statüsündedir. Örgütte kararlar oydaşma ile siyasi müzakere süreçleri içinde kabul edilir. AGİT’te karar alma usulü oydaşmadır ve tercih edilen yaklaşım işbirliğidir. Teşkilat tüzel kişiliğe sahip değildir ve katılımcı devletlerinden bağımsız olarak hareket edememektedir.

Devlet Başkanları veya Hükümet Başkanları seviyesindeki Zirve toplantıları, AGİT’in en yüksek karar alma organıdır. Zirvelerin ne sıklıkta gerçekleştiğini belirleyen genel bir kural yoktur. Herhangi bir katılımcı devlet Zirvenin toplanmasını önerebilir. Zirve kararları oydaşma ile alınmaktadır.

Bakanlar Konseyi, AGİT katılımcı Devletlerin Dışişleri Bakanlarından oluşur ve Örgütün merkezi karar alma ve yönetim organıdır. Bakanlar toplantıları, kural olarak yılda bir kez Başkanlığı yürüten ülkede toplanır. Gayri resmi toplantılar da dâhil olmak üzere ek toplantılar, herhangi bir zamanda yapılabilir.

Daimi Konsey, düzenli siyasi istişarelerde bulunan ve günlük operasyonel işleri yöneten karar organıdır. Yetki alanı dâhilinde tanımlanan görevleri ile AGİT Zirveleri ve Bakanlar Konseyi tarafından alınan kararları uygular. Daimi Konsey toplantıları haftada bir Viyana- Avusturya’da gerçekleşir. Daimi Konsey, katılımcı 57 devletin delegelerinden oluşur.

Güvenlik İşbirliği Forumu AGİT’in iki temel karar organı (Daimi Konsey ile birlikte) arasında yer alır. Viyana- Avusturya’da haftada bir gün toplanır. Forum Başkanlığı, katılımcı devletleri arasında dört ayda bir alfabetik sıraya göre yürütülür. AGİT Sekreterliği bünyesindeki uzman bir birim, Forumu etkinliklerinde desteklemektedir. Forum, güvenlik güçlerinin demokratik kontrolünü sağlayan önemli bir belge olan Davranış Kurallarının yanı sıra, devletler arasında askeri bilgi alışverişini ve karşılıklı doğrulama önlemlerini uygulamaya destek olmaktadır. Forum ayrıca yasadışı hafif silah ticaretinin ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesine karşı yardım sağlamaktadır. Katılımcı devletler arasındaki düzenli temas, işbirliği ve askeri bilgilerin paylaşımını denetlemektedir.

AGİT Başkanlığı, her yıl Bakanlar Konseyi’nin kararı ile belirlenen bir katılımcı devlet tarafından bir takvim yılı boyunca yapılır. Bu Devlet, AGİT’in siyasi liderliğini temsil eder.

323 üyeli AGİT Parlamenter Asamblesi (AGİTPA) katılımcı devletlerin ulusal parlamenterlerinden oluşmaktadır. Başlıca amacı, parlamenterler arası diyalogu güçlendirmek suretiyle demokrasi için çaba harcamaktır. Kurumsal olarak en eski AGİT organıdır.

Genel Sekreter AGİT’in en yüksek idari sorumlusudur. Bakanlar Konseyi tarafından üç yıllığına atanır. Görev süresi bir dönem daha uzatılabilir. Sekretarya Genel Sekreterin yönetimi altında örgüte operasyonel destek sağlar. Sekretarya Avusturya’nın başkenti Viyana’da bulunmaktadır.

Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Ofisi (Varşova- Polonya): AGİT’in kapsamlı güvenlik ilkesi uyarınca, katılımcı devletlere ve sivil topluma demokratikleşmeyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve hoşgörüyü yaygınlaştırmak, ayrıca ayrımcılık yapılmamayı, terörle mücadeleyi desteklemek için destek, yardım ve uzmanlık sağlamaktadır.

Medya Özgürlüğü Temsilcisi (Viyana-Avusturya): AGİT bölgesinde medya özgürlüğü durumunu izlemek; özgür, bağımsız ve çoğulcu bir medyanın oluşmasını temin etmek ve bu konuda işbirliğinde bulunmak; ayrıca erken uyarı görevi yürütmek üzere oluşturulmuştur. Faaliyetleri iki gruba ayrılabilir: medya gelişimlerini erken uyarı fonksiyonunun bir parçası olarak gözlemleme ve katılımcı devletlerin ifade özgürlüğü ve özgür medya taahhütlerini yerine getirmesine yardımcı olmak.
Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri (Lahey-Hollanda): AGİT bölgesindeki istikrarı, barışı ve devletler arasındaki dostluk ilişkilerini tehlikeye sokabilecek, ulusal azınlıkların dahil olduğu etnik gerilimleri saptamak, bu alanda erken uyarı görevi ifa etmek ve çatışmalara çözüm yolları aramak amacıyla kurulmuştur. Ulusal azınlıkları ilgilendiren ve çatışmaya dönüşebilecek gerginliklerin olması durumunda devreye girer.

AGİT Minsk Grubu, AGİT’in Dağlık Karabağ sorununa Fransa, Rusya Federasyonu ve Amerika Birleşik Devletleri eş-başkanlığında barışçıl bir çözüm bulma çabalarına öncülük etmektedir.

Ortak Danışma Grubu (Viyana-Avusturya) AKKA hükümlerine ve bunların uygulamalarına ilişkin sorunları ele alan bir organdır.

Açık Semalar Danışma Komisyonu (Viyana-Avusturya), Açık Semalar Anlaşması’na taraf 34 Devletten her birinin temsilcilerinden oluşur. Komisyon ayda bir toplanır. Ayrıca uçuş kuralları ve prosedürleriyle ilgili teknik konularda uzmanlaşmış çeşitli gayrı resmi çalışma grupları bulunmaktadır.

Uzlaşma ve Tahkim Mahkemesi (Cenevre-İsviçre), devletler arasındaki uyuşmazlıkların barış içinde çözümü için bir mekanizma sunmaktadır. Mahkeme 1995 yılında Uzlaşma ve Tahkim Sözleşmesi ile kurulmuştur. 33 devlet sözleşmenin taraflarıdır. Mahkeme, taraf devletlerce atanan uluslararası hukuk alanında tanınmış uzmanlardan oluşur.

Faaliyetleri

AGİT’in başlıca amaçları şunlardır:

• Güvenliğin üç boyutunda (siyasi-askeri, ekonomi-çevre ve insani) ilke, norm ve standartlar geliştirmek,
• Yükümlülüklerin uygulanma durumlarını izlemek,
• Esnek müzakere ve siyasi diyalog forumu teşkil etmek,
• Üye devletlerin demokratikleşme, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı alanlarındaki çabalarına destek ve yardım işlevi görmektir.

AGİT faaliyetlerinin etkinliğinin başarısı büyük oranda yerel yetkilerle işbirliğinin düzeyine bağlıdır. Bu sebeple, AGİT misyonları ev sahibi ülke yönetim birimleriyle iyi ilişkiler geliştirmek durumundadır. Ayrıca, AGİT misyonlarının olduğu yerde BM, Avrupa Konseyi, AB ve NATO gibi diğer uluslararası örgütler de faaliyette bulunabilmektedir. Bunun için görev çakışmalarının önüne geçilmesi ve bu örgütlerle işbirliği için koordinasyonun iyi kurulması gerekmektedir.

AGİT’in, diğer güvenlik örgütleri ile kıyaslandığında, çatışmanın önlenmesi, norm oluşturmak, sivil uzmanların hızlıca konuşlandırılması, güvenliğe yönelik işbirliğine dayalı yaklaşımı güçlü yönlerini oluşturmaktadır. Buna

karşılık, zorlama kabiliyetlerine sahip olmaması, karar alma usulü ve alınan kararların uygulanmasında katılımcı devletler arasında fikir birliğinin aranması en zayıf yönleridir. AGİT, katılımcı devletler aksi bir karar almadıkları sürece, askeri ve savunma kabiliyetleri bakımından zayıf kalmaya devam edecektir. AGİT, mütevazı başarılarına karşın günümüzdeki güvenlik sorunlarına cevap vermede yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizliğini gidermek için kurumsal reformlar gerçekleştirmesi gerekmektedir.

Türkiye ve AGİT

Türkiye, örgütün kurucu üyelerinden biridir. Türkiye’nin AGİT çerçevesinde öncelikleri olarak terörizmle mücadele, göç, güven ve güvenlik artırıcı önlemler, ayrımcılıkla mücadele konuları sayılabilir. Türkiye, TBMM’nde oluşturulan AGİT-PA Türk Grubu (8 milletvekili) tarafından AGİT-PA çalışmalarına katılım sağlamaktadır. AGİT-PA Türk Grubu üyeleri, AGİT-PA toplantıları ve konferanslarına iştirak etmelerinin yanı sıra, seçim gözlem misyonlarına da katılmaktadırlar.

Türkiye, AGİT misyonlarına ve insani boyut faaliyetlerine aktif katılım sağlamaktadır. Bu çerçevede özellikle iki misyondan bahsetmek gerekir. Türkiye, Yukarı Karabağ ihtilafının çözümüne yönelik Minsk Grubu’nun da bir üyesi olarak çözüm süreçlerinde yer almaktadır. Başkanlığını Türkiye’nin üstlendiği Ukrayna Özel Gözlem Misyonu’na Türkiye personel ve bütçe desteği sağlamaktadır.

SUİ GENERİS ÖRGÜTLER

Giriş
Bu ünitede tanıtılacak olan kitap genelinde yapılmış olan sınıflandırmaya uymayan uluslararası örgütler şunlardır: Bağımsız Devletler Topluluğu, Şangay İşbirliği Örgütü, İslam işbirliği Örgütü ve Arap Birliği’dir.
Bağımsız Devletler Topluluğu, SSCB dağıldıktan sonra aynı coğrafyada kendine özgü devletlerden biridir. Şangay İşbirliği Örgütü Rusya Federasyonu (RF) ve Çin arasındaki işbirliği arayışlarına zamanla dört bölge ülkesinin de katılmasıyla kurulmuştur. İslam İşbirliği Örgütü, Filistin Sorunu ve buna benzer sorunlar karşısında İslam ülkelerinin tepkilerini daha güçlü bir şekilde ortaya koymak için toplanan konferanslar sonucunda oluşturulmuştur. Son olarak Arap Birliği ise Arap devletleri arasında bir işbirliği geliştirmek amacıyla kurulmuştur.

Bağımsız Devletler Topluluğu
Bağımsız Devletler Topluluğu (Commonwealth of Independent States: CIS) 8 Aralık 1991’de kurulmuştur. Kuruluşu Rusya Federasyonu, Ukrayna ve Belarus’un imzaladığı ve aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne son veren antlaşma sayesinde olmuştur.
1985 yılında göreve gelen SSCB Komünist Parti’nin Genel Sekreteri Mihayl Gorbaçov her ne kadar çözülmenin önüne geçmeye çalıştıysa da başarılı olamamıştır. 1990’da Baltıklar’dan başlayarak SSCB’yi oluşturan cumhuriyetler bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bazı araştırmacılara göre SSCB’nin dağılış tarihi olan 8 Aralık 1991’de imzalanan Minsk Antlaşması ile aynı zamanda Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’nun kurulduğu ilan edilmiştir. 13 Aralık’ta Orta Asya Cumhuriyetlerinin Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta bir araya gelip bu birliğe katılmaya karar vermesi üzerine, 21-22 Aralık’ta dönemin Kazakistan başkenti Almaata’da imzalanan Protokol ile BDT’nin kuruluş süreci tamamlanmıştır. Yani SSCB’nin yıkılma sürecinde, geride kalan ülkeler arasındaki sıkı bir iletişim zorunluluğu BDT’nin doğmasına yol açmıştır.
BDT’yi oluşturan cumhuriyetler arasında kesintisiz bağlar kurmak ekonomik, siyasi, toplumsal ve askeri açılardan zorunluluktur.
Ekonomik: SSCB ekonomisi birbirine bağımlı cumhuriyetler temelinde örgütlenmişti. Üretimin değişik aşamaları değişik cumhuriyetlerde gerçekleşebiliyor ya da farklı cumhuriyetlerde üretilen parçalar tek bir merkezde bir araya getiriliyordu. Bunun yanı sıra bazı cumhuriyetlerdeki sanayi (örneğin Ukrayna’da) diğer cumhuriyetlerden sağlanan enerji kaynakları ile işletiliyordu. Bu nedenle dağılmanın ardından ekonomik ilişkileri sürdürmek kaçınılmazdı ve BDT bunu sağladı. Siyasi: Pek çoğu ilk kez bağımsızlıklarını kazanan bu iktidarlar “devlet geleneği”ne sahip değillerdi. Daha sonra yaşanan iktidar değişikliklerinde bu açıkça görüldü. Toplumsal: Ortak evlilikler ve Birlik içerisindeki çalışma alanları nedeniyle milyonlarca kişi kendi cumhuriyeti

dışında buldu kendisini. Bunları bir gün içerisinde vatandaşlık ve dolaşım haklarını düzenlemek olanaksızdı. Askeri: Aralık 1991’de Kızıl Ordu’nun silah ve donanımının eşit biçimde paylaşılması kararı alındı. Ardından Mayıs 1992’de RF kendi ordusunu kurdu ve askerî konuları karara bağlamak üzere Haziran’da Taşkent’te bir toplantı yapıldı. RF, Ermenistan ve Orta Asya Cumhuriyetleri arasında bir güvenlik anlaşması imzalandı bu anlaşma başka bir örgüt olan Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ)’nün de nüvesini oluşturacaktır.

BDT, siyasal, askerî, ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarda yakın işbirliğini hedefleyen çok amaçlı bir bölgesel örgüttür. Örgütün amaçları şunlardır;
• Siyasal, ekonomik, ekolojik, insani, kültürel ve diğer alanlarda işbirliği,
• Ortak ekonomik alan, devletlerarasında işbirliği ve bütünleşme çerçevesinde üye devletlerin dengeli ekonomik ve toplumsal kalkınmasını sağlamak,
• Uluslararası hukukça benimsenmiş evrensel ilke ve normlarla AGİK belgeleriyle uyumlu biçimde insan hakları ve özgürlüklerinin sağlanması,
• Uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasında üye devletler arasında işbirliği,
• Silahlanma ve askerî harcamaların azaltılması, nükleer ve diğer kitle imha silahlarının ortadan kaldırılması ve evrensel/kapsamlı bir silahsızlanma için etkin önlemlerin alınması,
• Üye devlet vatandaşlarının iletişim ve dolaşım özgürlüklerinin sağlanması,
• Diğer hukuksal alanlarda karşılıklı hukuki yardım ve işbirliğinin sağlanması,
• Üye devletlerarasında anlaşmazlık ve çatışmaların barışçıl yöntemlerle çözümü.
Topluluğun temel organları Devlet Başkanları Konseyi (DBK), Hükümet Başkanları Konseyi, Dışişleri Bakanları Konseyi (DİBK), Savunma Bakanları Konseyi, Sınır Birlikleri Komutanları Konseyi, Parlamentolararası Asamble, Ekonomi Mahkemesi ve Yürütme Komitesi’dir.

Devlet Başkanları Konseyi (DBK): Topluluğun en üst düzey organıdır. Olağanüstü durumlar dışında yılda iki kez toplanır. Kararlar oydaşmayla (consensus) alınır. Devlet başkanlarından birinin alınacak karara katılmaması, kararın alınmasına engel değildir. Karar, onaylayan devletler için alınabilir. Nisan 1999’da DBK başkanlığının bir yılı geçmemek kaydıyla rotasyon usulünce belirlenmesi kararı alınmıştır (Purtaş, 2005: 74- 75). DBK, en üst düzeyde görüş alış verişinin yapıldığı ve çıkan anlaşmazlıkların masaya yatırılarak doğrudan çözüm arayışlarının gündeme geldiği bir platform işlevi görmektedir. Hükümet Başkanları Konseyi: Üye devletlerin yürütme organlarını bir araya getirir. Ekonomik, toplumsal, siyasal alanlarda işbirliğini geliştirmek ve DBK’nin bu doğrultuda verdiği görevleri yerine getirmek işlevine sahiptir. Ekonomik Birlik Anlaşması’nın uygulanması ve ortak pazarın yaratılması için faaliyetlerde bulunur. HBK de oydaşma ile karar alır ve bir/ birkaç üyenin karara katılmaması, kararın alınmasına engel değildir. Yılda iki kez toplanır.

Dışişleri Bakanları Konseyi (DİBK): DBK’nin 4 Eylül 1993 tarihli kararıyla üye devletlerin dışişleri politikalarının eşgüdümünü sağlamak amacıyla kurulmuştur. 2 Nisan 1999’da alınan başka bir kararla bu Konsey Örgüt’ün temel yürütme organlarından biri niteliğini kazanmıştır. DİBK şu görevleri üstlenir: DBK ve HBK kararlarının uygulanması; üye devletlerin dış politikalarının eşgüdümü ve diplomatik misyonlar arasında işbirliğinin sağlanması; insani ve hukuki alanlarda işbirliğini arttırmak; anlaşmazlık ve çatışmaların barışçıl yollarla çözümünü sağlayarak topluluk içinde barış, anlayış ve istikrarı kurmak; üyeler arasında dostluk ve iyi komşuluk ilişkilerini inşa etmek. DİBK ayrıca barışı koruma faaliyetleriyle de uğraşmaktadır. Savunma Bakanları Konseyi ile bu alanda işbirliği yapmaktadır.

Savunma Bakanları Konseyi: 14 Şubat 1992 tarihli DBK kararıyla kurulmuştur. Ermenistan, Kazakistan, RF, Tacikistan ve Özbekistan tarafından imzalanmıştır. 22 Ocak 1993’te Kırgızistan katılmıştır. 15 Nisan 1994’te Konseyin yapısı ve işlevi belirlenmiş, bu belgeyi Azerbaycan, Belarus, Gürcistan da imzalamışlardır. Gürcistan 2006’da SBK’den ayrılmıştır. SBK, Ukrayna, Belarus, Moldova dışındaki devletlerin Savunma Bakanları’ndan oluşur. Üye devletlerarasında askerî işbirliğini eşgüdümünü üstlenir.1993’te kurulan Askerî İşbirliği Eşgüdüm Dairesi 2005’teki bir değişiklikle SBK Sekreterliği’ne dönüştürülmüştür. 20 kişiden oluşan Sekreterlik SBK’nın sürekli faaliyet gösteren birimidir. SBK yılda iki kez toplanır. Tacikistan ve Abhazya’daki barış gücü birliklerinin eşgüdümünü Konsey yapmıştır.

Sınır Birlikleri Komutanları Konseyi: 6 Temmuz 1992’de Ermenistan, Belarus, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, RF, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Ukrayna tarafından imzalanan DBK kararıyla kurulmuştur. Azerbaycan gözlemci sıfatıyla yer almaktadır. Gürcistan 18 Ağustos 2009’da Konsey’den çıkmıştır. Sürekli organı Eşgüdüm Dairesi’dir. Üye devletlerarasında ve dış sınırları korumak aslî görevidir.

Parlamentolararası Asamble: 27 Mart 1992’de Alma Ata’da Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan, RF, Tacikistan ve Özbekistan Parlamento Başkanları’nın imzasıyla kurulmuştur. 1993-1995 arasında Azerbaycan, Gürcistan ve Moldova; 1999’da Ukrayna katılmışlardır. Yasama süreçlerinin BDT çerçevesinde uyumlaştırılması kaygısını taşımaktadır. BDT içinde yolsuzluklarla mücadeleden bilimsel/kültürel işbirliğine, oradan insan hakları konusunda düzenlemelere çeşitli alanlarda eşgüdüm için çalışmalar yapmaktadır. Önemli görevlerinden biri de barışı koruma alanındadır: “Sıcak

bölgelerde” barışın korumasını gözlem altında tutar. BM ve AGİT’le birlikte Karabağ, Transdinyester, Abhazya ve Tacikistan’da etkin görevler üstlenmiştir. Üye parlamento heyetlerinden oluşan Asamble Konseyi yılda dört kez toplanır. Ayrıca merkezi Sankt Peterburg’da bulunan bir sekretaryası vardır. Asamble’nin çalışmaları büyük ölçüde sürekli komisyonlar aracılığıyla yürütülür.

Ekonomi Mahkemesi: DBK ile 6 Temmuz 1992’de kurulmuştur. Belarus, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, RF, Tacikistan ve Özbekistan taraftır. BDT içerisinde ekonomi alanındaki ilişkileri düzenlemeyi ve ortaya çıkan sorunları çözüme kavuşturmayı amaç edinmiştir. Mahkeme imzalanan anlaşma ve belgelerin yorumunu yapar, uyuşmazlık durumunda tavsiye niteliğinde kararlar alır.

Yürütme Komitesi: 2 Nisan 1999’da yeniden yapılandırılarak BDT’nin işlevini yerine getirmesinde en önemli organlardan biri hâline gelmiştir. Komite’nin başındaki Sekreter BDT’yi diğer uluslararası örgütlerle temasta temsil etmektedir. Ayrıca, imzalanan anlaşmaların depoziterliğini yapmakta, uygulamalarını izlemektedir. Ekonomik entegrasyon için çalışan Ekonomi Konseyi ve diğer uzmanlık konseyleri Sekreterliğe bağlı olarak çalışmalarını yürütmektedir. Yürütme Komitesi’nin Sekreterliği’ni 2007’den bu yana Sergey Nikolayeviç Lebedev üstlenmektedir.

BDT her ne kadar başarısızlıklarıyla bilinse de başarısızlık olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Düzenli olarak yapılan DBK zirveleri bölgedeki sorunların dile getirilerek çözüm arandığı bir platform işlevini görmektedir. SSCB’nin dağılmasının ardından yaşanan pazar ekonomisine geçiş ve devletin inşası süreçlerinin kansız biçimde gerçekleşmesinde BDT’nin büyük katkısı olmuştur. Bu coğrafyanın “Balkanizasyonu” engellenmiştir. Kazakistan ve Ukrayna’nın nükleer silahlardan arınma süreci de BDT çerçevesinde gerçekleştirilmiştir (İvanov, 2002: 106). Bu gelişmelere paralel biçimde, bölgede uyuşturucu kaçakçılığından insan ticaretine pek çok sorunla BDT çerçevesinde mücadele edilmektedir. Yürütme komitesine bağlı olarak çalışan onlarca uzmanlık komisyonu hemen her alanda işbirliğini geliştirmek için çaba harcamaktadır. BDT’nin kurumsal yapısını hızla tamamlayabilmesi ve uluslararası kabul görmesi de ona saygınlık kazandırmıştır. BDT’ye Mart 1994’te BM Genel Kurulunda gözlemci statüsü verilmiştir (Purtaş, 2005: 87). İşbirliğinin en çok ilerleme kaydettiği alan savunma ve güvenlik olmuştur. Tüm BDT üyeleri katılmasalar da KGAÖ, 2000’lerde bölgede ortak savunmayı hedefleyen en önemli yapı hâline gelmiştir.

Şangay İşbirliği Örgütü
15 Haziran 2001’de yayımlanan bildiriyle altı üyeyle Şangay İşbirliği Örgütü (Shangai Cooperation Organisation: SCO) resmen kurulmuştur.
Örgütün ana amaçları karşılıklı güveni ve üyeler arası iyi ilişkileri güçlendirmek; siyaset, ticaret, ekonomi, bilim ve teknoloji, kültür, eğitim, enerji, ulaşım, turizm, çevre koruma vb. alanlarda etkin işbirliğini artırmak; bölgede barış, güvenlik ve istikrarı sağlamak, korumak ve sürdürmek için ortak çaba göstermek ve yeni demokratik, adil ve makul bir siyasi ve ekonomik uluslararası düzen kurmaya yönelmektir.

Örgütün en üst karar alma organı olan Devlet Başkanları Konseyi, yılda bir kez (Rus alfabesine göre sırayla) üye ülkelerden birisinin başkentinde toplanmakta ve ev sahibi ülke devlet başkanı da bir anlamda o yıl için dönem başkanlığı yürütmektedir. Örgütün genel siyasasını belirleyen, makro kararları alan ve tüm önemli konularda diğer örgüt organlarına direktifler veren bu Konseyin yanı sıra bir de üye devlet hükümet başkanlarından oluşan Hükümet Başkanları Konseyi bulunmaktadır. Yıllık bütçeyi onaylama yetkisine de sahip olan Konsey, yılda bir kez toplanarak üyeler arası işbirliğini çeşitli boyutlarıyla ele almaktadır. İşbirliği stratejileri belirleme ve işbirliği alanlarında gerekli kararları alma yetkisi de bu organa verilmiştir. Onun da altında yine düzenli toplantılar yapan ve örgütün dış ilişkilerini yürüten Dışişleri Bakanları Konseyi yer almaktadır. Üyeler arası ilişkileri koordine eden ve ŞİÖ’nün bu çerçevede işleyişini yürüten ise Ulusal Koordinatörler Konseyi’dir. Ayrıca, ele alınacak konuya göre üye ülke bakanları da işbirliğini artıracak mekanizmalar üzerinden işleyen çeşitli düzeylerde toplantılar yürütmektedir.

Hindistan ve Pakistan’ın 9 Haziran 2017’de örgüte katılmasıyla ŞİÖ’nün üye sayısı sekize ulaşmıştır. Afganistan, Belarus, İran ve Moğolistan ise Eylül 2017 itibariyle “gözlemci statüsü”ne sahip olan devletlerdir. Ayrıca, 2008’de “örgütün amaç ve ilkelerini paylaşan ve karşılıklı yarar ilkesine dayalı ilişkiler tesis etmek isteyen devlet ya da örgütler” için “Diyalog Partneri” statüsü ihdas edilmiştir. Türkiye’nin 2012’de aldığı bu statüye sahip olan diğer devletlerse Azerbaycan, Ermenistan, Kamboçya, Nepal ve Sri Lanka’dır. ABD’nin Şangay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci üye olma başvurusu 2005’te reddedilmiştir.

Temel olarak orta ve uzun vadede ABD karşısında bir denge/karşı-güç oluşturma amaçlı olduğu düşünülen bu yaklaşımın işe bölgesinden başladığı, yani en azından yakın çevrelerini ve bölgelerini ABD’nin hegemonik tek- kutuplu dünya anlayışına kaptırmama anlayışıyla hareket ettiği düşünülmektedir.

ŞİÖ’nün orta vadede küresel siyasette daha etkin bir güç merkezi olabileceğini, en azından bu potansiyeli taşıdığını ve “mücadele merkezi”nin Asya-Pasifik’e kaymasıyla da örgütün gelecekte adından sıklıkla söz ettireceğini ileri süren görüşlere yaygın şekilde rastlanmaktadır. Dünya petrol üretim ve kullanım pazarının yarısından fazlasını elinde bulunduran İran ve Moğolistan’ın gözlemci olarak

bulunduğu örgüt, ABD’ye karşı etkili bir kutup oluşturmaktadır. Dönemin Rusya Devlet Başkanı Putin, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Ağustos 2007 Bişkek Zirvesi’nde “tek kutuplu dünya kabul edilemez” diyerek bir anlamda Örgüt misyonunu da belirtmiştir.

İslam İşbirliği Örgütü
1969-1972 arasında düzenlenen bir dizi konferans neticesinde kurulan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ), 2011’de İslam İşbirliği Örgütü (İİÖ) adını almıştır. Başlangıçtan beri isminde bir din adı barındırması açısından sui generis bir uluslararası örgüt olan İİÖ, amaç ve faaliyet alanlarını da büyük ölçüde bu çerçevede belirlemiştir. İİÖ’nün bir diğer dikkat çekici özelliğiyse, Birleşmiş Milletler’den sonra en fazla üyeye sahip olan uluslararası örgüt olmasıdır. Örgütün 57 üyesi, toplam 1.5 milyarlık nüfuslarıyla dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 22’sini teşkil etmektedir. 30 kurucu devleti olan İİÖ’nün günümüzde 57 üyesi bulunmaktadır. Kurucu metnin 3. maddesinde yapılan düzenlemeye göre, örgüt kurucu metnine uyan ve “Müslüman çoğunluğa sahip olan (having Muslim majority)” BM üyesi her devlet, üyeliğe başvurabilecektir. Üyeliğe kabul ise Dışişleri Bakanları Konseyi tarafından oydaşma/konsensüs ile kararlaştırılmaktadır (madde 3). İİÖ’nün Ağustos 2017 itibariyle üyesi olan 57 devlet şunlardır: Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Brunei, Burkina-Faso, Cezayir, Cibuti, Çad, Endonezya, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gambiya, Gine, Gine Bissau, Guyana, Irak, İran, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suriye, Suudi Arabistan, Tacikistan, Togo, Tunus, Türkiye, Türkmenistan, Uganda, Umman, Ürdün ve Yemen. Öte yandan, Suriye’nin üyeliği 14-15 Ağustos 2012’de düzenlenen 4. Olağanüstü İİT Zirvesi’nde askıya alınmıştır.
Örgütün kurucu metninde (Madde 1) yer alan güncellenmiş amaçlarından bazıları şöyledir:
• Üyeler arasında kardeşlik ve dayanışma bağlarını geliştirmek;
• Ortak çıkarları korumak ve meşru davalarında üyelerini desteklemek;
• Kendi geleceğini tayin hakkına ve iç işlerine karışmama ilkesine saygı göstermek ve üyelerin egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı duymak;
• İşgal altındaki üyelerin tam egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün yeniden sağlanmasını desteklemek;
• Üyelerin küresel siyasi, ekonomik ve toplumsal karar alma süreçlerine ortak çıkarlarını sağlayacak şekilde aktif katılımını sağlamak;
• Küresel barışı, güvenliği ve uyumu sağlamak için adalet, karşılıklı saygı ve iyi komşuluk üzerine bina edilmiş devletlerarası ilişkileri teşvik etmek;
• İslam ülkeleri arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri bir İslam Ortak Pazarı kurmakla sonuçlanacak ekonomik bütünleşmeyi sağlayacak şekilde güçlendirmek;
• Üyelerde sürdürülebilir ve kapsamlı insani kalkınmayı ve ekonomik refahı sağlamak için çaba sarf etmek;
• Ilımlı ve hoşgörüye dayalı İslami doktrinleri ve değerleri teşvik etmek, korumak ve yaymak, İslami kültürü teşvik etmek ve İslam mirasını korumak;
• İslam’ın gerçek imajını korumak ve savunmak, İslam karşıtlığıyla mücadele etmek ve medeniyetler ve dinler arası diyalogu teşvik etmek;
• Bilim ve teknolojiyi güçlendirmek ve geliştirmek ve üyeler arasında bu alanlarda araştırma ve işbirliğini teşvik etmek;
• Kadınların, çocukların, gençlerin, yaşlıların ve engellilerin hakları dâhil olmak üzere insan haklarını ve temel özgürlüklerini ve İslami aile değerlerini teşvik etmek ve korumak;
• Her türlü terörizm, uyuşturucu ticareti, yolsuzluk, para aklama ve insan kaçakçılığıyla mücadelede işbirliği yapmak;
• Doğal afetler gibi acil insani durumlarda işbirliği yapmak ve birlikte çalışmak.

Arap Birliği
Mart 1945’te kurulan Arap Birliği, isminde bir etnisite adı barındırması açısından sui generis bir uluslararası örgüttür. Örgütün amacı kurucu metninde “üyeler arası ilişkileri güçlendirmek, politikaların uyumlulaştırılmasını sağlamak, egemenlik ve bağımsızlıklarını korumak ve Arap ülkelerinin çıkarlarının gözetmek” şeklinde ifade edilmektedir.

Örgütün kurucu metninde açıkça zikredilen iki ana organı bulunmaktadır: Konsey ve Genel Sekreterlik. Örgütün amaçlarının ve üyeler arasında imzalanan anlaşmaların hayata geçirilmesinin takibinden sorumlu olan Konsey’e barış ve güvenliği sağlamak ve ekonomik ve toplumsal ilişkileri düzenlemek amacıyla gelecekte kurulabilecek uluslararası örgütlerle ilişkileri yürütme görevi verilmiştir (Madde 3). Mart 1945’te yazılan bu maddede, kuruluş hazırlıkları başlamış olan Birleşmiş Milletler kastediliyor olsa gerektir.

Arap Birliği’nin merkezi Kahire’dir. Ancak Konsey’in belirleyeceği başka bir yerde toplanması da mümkündür (madde 10). 1979’da imzalanan Camp David Anlaşması’yla İsrail’le yakın ilişkiler kuran Mısır’ın üyelikten çıkarılmasıyla örgüt çalışmaları Mısır’ın tekrar üye olacağı 1989’a kadar Tunus merkezli olarak yürütülmüştür.

Bir “uluslararası” örgüt olarak kurulan Arap Birliği’nin çalışmalarında zamanla etkisi epey hissedilen sorunlar da

olmuştur. Başta Filistin sorunu olmak üzere çeşitli temel sorunların olası çözüm biçimi ve zemini konusunda kurucuları ve üyeleri arasında oluşan ya da gün yüzüne çıkan görüş farklılıkları, belki de üyelerinin “ortak çıkar ve değerleri” düşünüldüğü kadar fazla olmadığı için, örgütün uluslararası siyaset bir yana bölgede de çok etkin olamamasına neden olmuştur.

HÜKÜMET DIŞI ULUSLARARASI ÖRGÜTLER

Giriş
Hükümet dışı uluslararası örgütler, devletlerin/ kamu gücünün kurduğu ve yürüttüğü kurumların dışında ortaya çıkan uluslararası sivil yapılardır. Bu ünitede “gönüllü kuruluşlar”, “sivil toplum kuruluşları” ve “hükümet dışı kuruluşlar” başta olmak üzere farklı kavramlarla ifade edilen bu alandaki tüm kuruluşlar ele alınacaktır. Bu kuruluşlar uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk sahasında “resmen” kurulan ve “resmen” faaliyet gösteren “sivil” yapılardır.

Hükümet Dışı Uluslararası Örgütlerin Tanımı ve Uluslararası Politikadaki Yeri
BM kurucu antlaşmasının 71. maddesinde hükümet dışı örgütler sadece “sivil toplum kuruluşları” şeklinde ismen geçmektedir.
BM ve AK’nin söz konusu kararları, hükümet dışı uluslararası örgütlerin faaliyetlerine resmiyet, meşruiyet ve tanınırlık kazandırmaktadır. Öte yandan, devletler ve devletlerarası uluslararası örgütler de kendi etki alanlarındaki faaliyet sahasına katılacak hükümet dışı örgütleri tanımlamak, sınırlamak ve akredite etmek için bu tanımlama girişimlerini desteklemiştir. Hükümet dışı örgütleri tanımlamak için en sık başvurulan ölçütler arasında, “kâr amacı gütmeme/ gönüllülük” ve “uluslararası (toplumsal) yarar gütme” bulunmaktadır.
Kâr amacı gütmeme/gönüllülük ölçütüne göre, bir oluşumun hükümet dışı örgüt olabilmesi için özel/ticari şirketlerden farklı olarak faaliyetlerini herhangi bir maddi beklenti olmadan yürütmesi gerekmektedir.
Uluslararası (toplumsal) yarar gütme ölçütü: Tüm “uluslararası toplum”un ve özellikle de geleneksel olarak devletler arası ilişkiler alanının birçok açıdan dışarıda bıraktığı toplumlar arası ve ötesi örgütlenmeleri ve insanların genel yararını gütme şeklinde tanımlanabilecek bu ölçüt, beraberinde birçok tartışmayı da getirmektedir. Kavramda yer alan her bir kelime (örneğin, “toplum”, “uluslararası toplum” ve “(genel) yarar”) tartışmaya açıktır. Kimi oluşumların sadece bu ölçüt üzerinden “hükümet dışı örgüt” olmadığını ya da olduğunu ileri süren BM’ye göre devletlerarası anlaşmalarla kurulmamış bütün uluslararası örgütler “hükümet dışı örgüt” olarak kabul edilir Bu anlamda çeşitli sınıflandırmalar yapan oldukça ciddi tartışmalar ve görüşler bulunmaktadır. Uluslararası ilişkiler, genelde devletler ve özelikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de yoğun şekilde devletler tarafından kendi aralarında kurulan uluslararası örgütler aracılığıyla yürütülmektedir. Bu durum, özellikle bağlayıcı kararlar alma ve bunları uygulama anlamında geçerlidir. Öte yandan, devletlerin ve uluslararası örgütlerin yapmadığı, yapamadığı ya da yetişemediği alanlarda faaliyet gösterme amacıyla yola çıkan ve/veya kendilerini böyle tanımlayan hükümet dışı kuruluşların da zamanla bu sisteme bir şekilde dâhil olmaya başladığını görmekteyiz. Gerçekten de özellikle insan hakları ve çevre sorunları konusunda faaliyet gösteren birçok hükümet dışı örgütün başta Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa

Konseyi, Afrika Birliği, Amerikan Devletler Örgütü, İslam İşbirliği Örgütü, Arap Birliği vb. birçok uluslararası örgütte daimi ya da ad hoc danışmanlık hatta gözlemci statüsü elde ettiğini görmekteyiz. İlgili örgütlerin ilgili organları nezdinde genel ya da konu esasında söz sahibi olan hükümet dışı örgütlerin, hükümetler-arası konferanslar da dâhil olmak üzere birçok zeminde birçok konunun gündeme gelmesinde ya da ilgili kararların oluşturulmasında oy vermeksizin pay sahibi olmasının ciddi bir katkı olduğu yadsınamaz. Bağlayıcı karar alma aşamasına (oy sahibi olarak) aktif katılım şeklinde cereyan etmese de bu işlevin ister radikal eleştiriler getirenlerin isterse de lehte görüşlerin dikkat çektiği anlamda alınan kararlara görece daha fazla meşruiyet sağlayacağıysa açıktır.
Gerçekten de hükümet dışı uluslararası örgütlerin uluslararası politikada oynadığı rol, en ciddi muhaliflerinin bile göz ardı edemeyeceği, görmezden gelemeyeceği önemli bir gelişmedir. Bu açıdan bakıldığında, hükümet dışı örgütler uluslararası politikanın bir gerçeğidir. Bu nedenle “uluslararası ilişkiler” kavramı da yerini “dünya politikası”, “küresel politika” gibi kavramlara bırakmaktadır. Bunun en azından aktör çeşitliliği ve bunun getireceği disipliner açılımlarla birlikte söz konusu sahanın dönüşmesine -tüm olumlu ve olumsuz etkileriyle- çoktan kapıyı araladığı rahatlıkla söylenebilir.

Uluslararası Af Örgütü
Uluslararası Af Örgütü, insan haklarına saygı gösterilmesi ve bu hakların korunması konusunda çalışan insanların oluşturduğu uluslararası alanda tanınan küresel bir harekettir.
Vizyonu, her insanın İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi tarafından kabul edilen insan haklarına ve diğer tüm uluslararası insan hakları standartlarına erişebilmesini sağlamaktır.
Uluslararası Af Örgütü, 1977’de Nobel Barış Ödülü, 1978’de BM İnsan Hakları Ödülü’nü almıştır. UAÖ, genel olarak da en etkin, bilinen ve saygın hükümet-dışı kuruluşlar arasında sayılmaktadır. Ayrıca çeşitli uluslararası örgütler, resmî konferanslar gibi platformlarda danışmanlık/ gözlemci statüsü de elde etmiş durumdadır. Uluslararası Af Örgütü “karanlığa küfredeceğine bir mumda sen yak” anlayışından esinlenerek ve fakat mevcut sorunlara, engellere ve mahkûmiyetlere de dikkat çekerek dikenli telle çevrilmiş bir mum şeklinde bir amblem benimsemiştir.
28 Mayıs 1961’de The Observer’da Peter Benenson imzasıyla yayınlanan “The Forgotten Prisoners” makalesiyle başladığı kabul edilen bir süreçle kurulan Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) (Amnesty International), bugün hem ulaştığı kapsama alanı, hem etkinliği hem de tanınırlığı ve bilinirliği açısından en önde gelen hükümet dışı uluslararası örgütlerdendir. UAÖ, bir yandan sömürge altındaki devletlerin bağımsızlaştığı ve Bağlantısızlar Hareketi’nde somutlaştığı üzere üçüncü dünyacı akımların güçlendiği, diğer yandan da insan hakları alanında uluslararası düzeyde yoğunlaşan tartışmalar çerçevesinde mevcut devlet sisteminin farklı bakış açılarıyla eleştirildiği dönemde kurulmuştur. “Karanlığa küfredeceğine bir mum da sen yak” anlayışından esinlenerek ve fakat mevcut sorunlara, engellere ve mahkûmiyetlere de dikkat çekerek dikenli telle çevrilmiş bir mum şeklinde bir amblem benimseyen UAÖ, günümüzde kendi temel misyonunu şöyle sıralamaktadır:
• Kadınların, çocukların, azınlıkların ve yerel halkların hakları,
• İşkenceye son verme,
• İdam cezasının kaldırılması,
• Fikir mahkûmlarının, sığınmacıların ve üzerinde ülkeden yaklaşık 7 milyon gönüllüsü, destekçisi ve abonesi olan UAÖ’nün, 70’den fazla ülkede de büroları bulunmaktadır. Üye sayılarına ve büyüklüklerine göre 52’si şube (section), “şube olma yolundaki” diğerleri de yapı (structure) olarak anılan bu büroların her biri, UAÖ’nün statüsü, temel ilkeleri, amaçları ve hedefleri doğrultusunda çalışmak üzere kendi özerk örgütlenmesini yapabilmektedir. UAÖ çatısı altında 2017 itibariyle 159 ülke için yıllık raporlar yayınlamaktadır.
Genel olarak hükümet dışı örgütlere yöneltilen eleştiriler bir yana, UAÖ’ye çeşitli devletlerden gelen eleştiriler bulunmaktadır. “Batılı” devletlerin sol/sosyalist/Marksist kökenleri olduğu gerekçesine dayanan itirazları, UAÖ’nün ABD ve İsrail başta olmak üzere Batılı devletlerin dış politika uygulamalarına, askeri-sivil müdahalelerine ve bu bağlamda ortaya çıkan insan hakları ihlallerine oransal olarak daha fazla eğildiği iddiasında yoğunlaşmaktadır.

İnsan Hakları İzleme Örgütü
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch: HRW), 1978’den itibaren kurulan bir dizi insan hakları örgütünün 1988’de tek bir şemsiye altında toplanmasıyla oluşturulmuştur. Helsinki Nihai Senedi’nin 1975’te yayınlanmasını takiben özellikle Doğu Bloku devletlerindeki insan hakları ihlallerini gündeme getirmek, bu devletlerin Helsinki’de uzlaşılan ilke ve kurallara ne ölçüde uyduğunu izlemek ve bu çerçevede onlar üzerinde siyasi baskı oluşturmak amacıyla 1978’de kurulan Helsinki Watch, örgütün ilk nüvesini oluşturmaktadır. Bölgelerindeki insan hakları uygulamalarını izlemek için 1981’de kurulan Americas Watch, 1985’te kurulan Asia Watch, 1988’de kurulan Africa Watch ve 1989’da kurulan Middle East Watch, örgütün diğer temel bileşenlerini oluşturmaktadır.
Her yıl bir de İnsan Hakları Savunucusu Ödülü veren HRW, insan hakları örgütlerinin çalıştığı genel insan hakları konularının yanı sıra çocuk askerlerin durumu, kara mayınlarının ve misket bombalarının yasaklanması, sansürün önlenmesi vb. konularda yaptığı çalışmaları da özellikle vurgulamaktadır.
HRW, en başta UAÖ için getirilen eleştirilerin benzerleriyle karşılaşmaktadır. Hazırladığı ülke

raporlarıyla getirdiği eleştiriler seçici, ideolojik, taraflı vs. bulunan HRW, Batılı devletler tarafından kendilerine karşı daha acımasız davranıldığı şeklinde eleştirilirken, diğer devletler tarafından da Batıcı, İsrail yanlısı ve Batılı lobilerin etkisinde olan bir yapılanma olarak nitelenebilmektedir. Gerçekten de, bu anlamda getirilen farklı eleştirilere bakıldığında, HRW bir yandan İsrail karşıtı, ABD karşıtı vs. bulunurken diğer yandan da Çin karşıtı, Venezüella karşıtı ya da İsrail yanlısı ve ABD yanlısı da bulunabilmektedir.

Yeşil Barış
1972 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı neticesinde imzalanmış olan Stockholm Deklarasyonu, “çevre hakkı” konusunda uluslararası düzeydeki ilk ve en önemli belgedir.
Kalkınma-sanayileşme-çevre denkleminin ve aslında mevcut kalkınma/sanayileşme politikalarıyla yöntemlerinin yoğunlukla tartışılmaya başlandığı 1960’ların sonu ve 1970’lerin başı, çevre hareketlerinin de doğmaya başladığı döneme tekabül etmektedir. Bir yandan üçüncü dünyanın kalkınma programlarının çevre ya da siyasi-ekonomik dengeler açısından yarattığı tedirginlik ve/veya arayışlar, diğer yandan da 68 hareketi başta olmak üzere Batı içinde mevcut kalkınma stratejilerinin ve örneğin nükleer denemelerin yol açtığı çevre tahribatına karşı artan itirazlar, kabaca çevreci diyebileceğimiz yeni anlayışları gündeme getirmiştir. Özellikle 1972’de BM tarafından ilan edilen Stockholm Deklarasyonu, uluslararası çevre politikaları ve kuralları açısından da bir dönüm noktası teşkil etmektedir. İşte bu süreçte ilk elde Vencouver’da (Kanada) düzenlenen nükleer-karşıtı eylemlerle olgunlaşan yapılanma, ismini ABD’nin Alaska’da yapacağı nükleer denemeye itirazi tanıklık etme yolculuğu için kiralanan ve adı Greenpaece olarak değiştirilen gemiden almaktadır. Farklı ülke ve kıtalarda aynı isim altında faaliyet gösteren çevreci oluşumlar, 14 Ekim 1979’da Amsterdam merkezli Greenpeace International’ın oluşmasıyla çok kısa sürede küresel çapta faaliyet göstermeye başlamıştır.
Zehirli ve kimyasal atıklar, balina avcılığı, deniz canlılarının korunması, okyanuslar, yağmur ormanları ve habitat, biyolojik çeşitlilik, sürdürülebilir tarım, temiz enerji, iklim değişikliği, nükleer kirlilik ve silahsızlanma, genetiği değiştirilmiş organizmalar vb. konular dâhil her türlü çevresel sorun, örgütün zamanla genişleyen ajandasında yer almaktadır.
Greenpeace’in, çalışmalar yürüttüğü temel konular
şunlardır:
• Okyanuslar ve yaşlı ormanların korunması,
• İklim değişikliğini durdurabilmek için fosil yakıtların kademeli olarak sonlandırılması ve yenilenebilir enerjilerin teşvik edilmesi,
• Nükleer silahlanma ve nükleer kirliliğe son verilmesi,
• Zehirli kimyasalların ortadan kaldırılması,
• Genleri ile oynanmış organizmaların doğaya bırakılmasının önlenmesi.

Günümüzde 26 ülke ve bölge bürosuyla 55’den fazla ülkede faaliyet gösteren ve profesyonel çalışanlarının yanı sıra gönüllüleri vasıtasıyla çeşitli kampanyalar, eylemler, yayınlar ve etkinlikler yapan Greenpeace, dünyanın ilgi alanı genişliği itibarıyla en kapsamlı, faal ve etkin uluslararası çevre örgütü sayılmaktadır.
Birçok hükümet dışı örgüt için olduğu gibi, Greenpeace için de hem Batılı/sanayileşmiş hem de sanayileşmemiş devletlerden eleştiriler gelmektedir. Birinci grup, örgütün özellikle küresel çevresel sorunlar bağlamındaki eleştirilerini ve çözüm konusundaki taleplerini temelde Batılı devletlere yönelttiğini ileri sürürken, ikinci grup ise çevresel duyarlılıkların “aynı yöntemlerle sanayileşme sırası kendilerine gelmişken” gündeme getirilmesinin Batı’nın bir oyunu olduğunu düşünmektedir. Öte yandan, devletlerin dış politika öncelikleriyle Greenpeace gibi çevreci örgütlerinin hassasiyetlerinin örtüşmesi durumunda tezlerin tam tersi istikamette olabildiği de görülmektedir. Buna verilebilecek en yakın/bilinen örnek, 1990’ların sonunda Türkiye’nin Kafkaslardan Avrupa’ya petrol taşınmasında Boğazlar yerine boru hatlarının tercih edilmesi dış politika önceliğiyle Greenpeace’in İstanbul Boğazı’nda yaptığı “çevreci” eylemlerin örtüşmesi ve eylemcilerin özellikle bu dönemde ve bu minvalde “anlayış” görmesidir.

Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu
Artık klasikleşmiş anlatıya göre, Kızılhaç olarak anılacak yapının 1863’te kurulmasına giden yol, İtalyan birliğinin sağlanmasıyla sonuçlanacak süreçteki savaşlardan 1859 Solferino Muharebesi’ne tanık olan İsviçreli iş adamı Hanry Dunant’nın savaş alanında yaralıların ve sivillerin durumu karşısındaki “insani” rahatsızlığıyla başlamıştır. Birçok ülkede kurulmaya başlayan benzer yapıların ilk başta sadece bir kısmını içeren uluslararası çatı örgütlenmesiyse, 1919’da kurulan Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu (International Federation of Red Cross and Red Crescent Societies: IFRC) olmuştur. ABD ve İngiltere Kızılhaçlarının önayak olmasıyla kurulan, başlarda sadece galip devletlerin (itilaf devletleri/antant) parçası olduğu ve hatta ittifak devletleri başta olmak üzere birçok ülkeyi dışlayarak kurucu devletlere kimi ayrıcalıklar da veren yapı, tam bir evrensel/uluslararası kapsama ancak İkinci Dünya Savaşı ve hatta dekolonizasyon süreci sonrasında ulaşmıştır. Bunda mevcut yapının sahip çıkılan evrensel insani amaçlara aykırılığı nedeniyle gelen eleştiriler kadar uluslararası konjonktürün değişmesi de etkili olmuştur.
Federasyon, büyük ölçüde özerk/bağımsız ulusal sivil toplum örgütleri/dernekler şeklinde örgütlenmiş yapılardan (national societies) oluşan bir uluslararası çatı örgütüdür. Öyle ki, bu çatı yapılanmanın en yaygın bilinen parçalarından olan Uluslararası Kızılhaç Komitesi (International Committee of the Red Cross: ICRC) de aslında uluslararası bir örgüt değildir; bir İsviçre kuruluşudur. “Uluslararası” nitelemesini benimsediği amaçlardan ve faaliyetlerden alan yapının 100’e yakın ülkede temsilciliği ve dünyanın neredeyse her yerinden

bağışçısı ve gönüllüsü bulunmaktadır. Bu kapsamdaki yapılara yöneltilen en ciddi eleştirilerin başında, “yardım” sürecinde kimi dinî, siyasi, kültürel ve ideolojik kötüye kullanmalarının önüne geçme konusunda yeterli özenin her zaman gösterilmediği gelmektedir. Öyle ki, özellikle de kimi yardım faaliyetlerinin dinî, siyasi vb. propaganda şekline de dönüşebildiği ve hatta bazen bu yönde açık uygulamalara (yardım paketleri içerisinden çıkan din kitapları, siyasi broşürler vs.) imza atıldığı iddiaları önemli boyutlara ulaşabilmektedir.
Buna göre yardımlar, belirli bir dünyanın ya da dünya görüşünün “merhametini” göstermek amaçlı yapılabilmektedir. Bu bağlamdaki daha kategorik bir eleştiriye göreyse, her durumda “merhamet” kavramının bizatihi kendisi sorunludur; zira “merhamet” ancak asimetrik/hiyerarşik bir ilişki çerçevesinde ve kimi beklentiler üzerinden sunulur ya da inşa edilir. Bir diğer eleştiriyse, Kızılhaç ve Kızılay yapılarının kimi bölgesel sorunlarda ve özellikle de uluslararasılaşmış iç çatışmalarda bağışçı ve destekçi ülke/devlet politikalarından bağımsız hareket etme konusunda her zaman çok özenli olmadığıdır. Yardım ekiplerinin içine resmî/askeri unsurların “sızması”na karşı yeterli önlemlerin alınmadığı bu bağlamda en sık tartışılan konudur. Bu gibi iddiaların belki de en önemli sonucuysa iddiaların gerçek olup olmadığından bağımsız olarak örneğin bir iç savaş durumunda “tarafsız” insani yardımı reddetmek isteyen kimi devletlerin Kızılhaç ve Kızılay ekiplerinin ülkesine girmesine bu gibi gerekçelerle izin vermemesine yol açabilmesidir.
11 Haziran 1868 tarihinde “Mecruhin ve Mardayı Askeriyeye İmdat ve Muavenet Cemiyeti (Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti)” adıyla kurulan Kızılay, 1877’de “Osmanlı Hilaliahmer Cemiyeti”, 1923’te “Türkiye Hilaliahmer Cemiyeti”, 1935’te “Türkiye Kızılay Cemiyeti” ve 1947’de de “Türkiye Kızılay Derneği” adını almıştır. “Kızılay” ve “Türk Kızılayı” adlarını da kullanan ve kamu yararına çalışan derneğin statüsü kendine hastır. Kızılay’ın kendine has yapısını/statüsünü belki de en iyi gösteren, tüzüğünün Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe sokulmuş olması ve maddelere geçilmeden önce yer verilen “Varlığı zamanla sınırlı olmayan Türkiye Kızılay Derneği Türkiye Cumhurbaşkanı’nın yüksek himayeleri altındadır” genel hükmüdür. Cenevre Sözleşmeleri gereği çatışma alanlarında tanınan ayrıcalıklardan kaynaklanan uygulamaları yürütme yetkisi de münhasıran tanınan Kızılay, istediği zaman ve şekilde yardım ve bağış toplama yetkisine de sahiptir. Toplumsal dayanışmayı sağlamak, sosyal refahın gelişmesine katkıda bulunmak, yoksul ve muhtaç insanlara barınma, beslenme ve sağlık yardımı ulaştırmak için önemli görevler üstlenen Türk Kızılay’ı, kan, afet, uluslararası yardım, göç ve mülteci hizmetleri, sosyal hizmetler, sağlık, ilk yardım, eğitim, gençlik ve mineralli su işletmeleri alanlarında faaliyet göstermektedir.