Home » Z_Ders Notları » Uluslar_arası_İlişkiler » 3.Dönem » Uluslararası Politika -1

Uluslararası Politika -1

ULUSLARARASI POLİTİKA-I
ULUSLARARASI POLITIKANIN TEMEL KAVRAMLARI VE METODOLOJISI
Uluslararası Politikanın Tanımı
Uluslararası politika, başta devlet olmak üzere uluslararası sistemde tanımlı temel aktörlerin birbirleri ile girdikleri politik ilişkileri inceleyen bir alt disiplindir ve tüm uluslararası aktörlerin davranışlarının tanımlanması, açıklanması ve öngörülebilmesi ile ilgilenen uluslararası ilişkiler disiplininin çalışma sahasında yer almaktadır. Uluslararası ilişkiler uluslararası aktörlerin politik davranışları, kültürel ilişkileri, spor aktiviteleri, yardım kampanyaları, ekonomik ilişkiler ve uluslararası hukukun gelişmesine dair faaliyet gösterirken uluslararası politika bu ilişkilerin sadece politik boyutu ile ilgilenmektedir.

Tarihsel açıdan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun Alman prensliklerinin egemenliklerini tanımasıyla sonuçlanan ve Otuz Yıl Savaşlarını sona erdiren Westphalia Antlaşması (1648) ulus devletin ortaya çıktığı anlaşma olarak kabul edilir. Bu tarihten itibaren gerçek anlamda bir “uluslararası” kavramından bahsedilmeye başlanabilir. Politika bilimi açısından devlet, sınırları belirlenmiş bir ülke üzerinde, yerleşik bir insan topluluğunun egemenlik yetkisine sahip bir iktidar tarafından yönetilmesi ile ortaya çıkan politik bir kurumdur. Devletin ülke, egemen iktidar ve insan topluluğu olmak üzere üç temel unsuru vardır.

Westphalia Antlaşması’ndan önce de insan topluluklarının yerleştikleri pek çok ülke mevcut olmakla birlikte bu antlaşma ülkeler üzerindeki iktidarların egemenliklerini tanımak vasıtasıyla devrimci bir gelişmeye işaret eder. Egemenlik kavramı ilk olarak 1576’da siyaset filozofu Jean Bodin’in Devlet Üzerine Altı Kitap isimli eserinde tanımlanmıştır. Bodin’e göre egemenlik “bütün vatandaşlar ve tebaa üzerinde kanunla kısıtlanmayan, sınırsız, mutlak ve en üstün iktidar”dır. Devletlerin, ülkeleri üzerinde tam egemen birimler oldukları ilkesi, aralarındaki ilişkilerin de hukuki olarak düzenlenmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Günümüzde uluslararası hukuk kuralların ortaya çıkmasında en önemli düşünür Hugo Grotius olmuştur. Grotius, devlet egemenliğinin tanımlanmasında ve bu egemenliğin sınırlarının belirlenmesinde çoğu günümüzde de aynen uygulanan temel ilkeler geliştirmiştir. Açık denizlerin serbestliği ilkesi, deniz hukukunun gelişmesinde temel referans olmuştur. Grotius, diplomatların akredite oldukları devletlerde yargı bağışıklığına sahip olmaları gerektiğini öne sürmüştür. Bu ilke, diğer tüm diplomatik kuralların da şekillendiği 1815 Viyana Kongresi ile bir uluslararası hukuk normu hâline gelmiştir.

Uluslararası politikanın önemli alanlarından biri olan diplomasi, uluslararasındaki müzakere ve ilişkilerin temsilciler aracılığıyla yürütülmesinin yanısıra bu ilişkileri analiz eden bilim olarak tanımlanır. Diplomasi biliminin gelişiminde Niccolo Machiavelli, Francesco Guiccardini, Hugo Grotius, Richelieu, Abraham de Wicquefort, François de Callieres ve Ernest Satow gibi pek çok önemli düşünür ve devlet adamının etkisi olmuştur.

Tarihsel Açıdan Uluslararası Politika
Westphalia Antlaşması ile egemenlik hakları tanınmış devletler, Viyana Kongresi ile aralarındaki ilişkilerin niteliğini belirleyerek yeni bir uluslararası düzen oluşturmuşlardır. Avrupa Uyumu olarak adlandırılan bu sistemin temel ilkeleri, yasallık ve uluslararasında iyi geçinme ilkeleridir.

19. yüzyılda barış zamanı konferanslar yöntemi ile Avrupa kıtası içindeki sorunların bir kısmı tartışılarak çözüme ulaştırılabilmiştir. Ancak yine de milliyetçiliğin ve onun siyasal düzeni olan liberalizmin yayılması engellenememiştir. Bu uyumu bozan gelişme, 1830’da Belçika’nın bağımsızlığını ilan etmesi olmuştur. İngiltere’nin Fransa’ya yakınlaşması ile sonuçlanan bu bağımsızlık ilanının ardından Polonya’da başlayan milliyetçilik isyanının Rusya tarafından kanlı yöntemlerle bastırılması Avrupa’da milliyetçilikler çağını başlatmıştır. 1830 ve 1848 devrimleri, Fransız devriminin milliyetçi ve liberal fikirlerinin tüm Avrupa halkları tarafından sağlam biçimde içselleştirilmesini sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki topraklarında Yunanistan devletinin (1829) kurulmasına neden olan bu süreç, Avrupalı güçlerin Latin Amerika’daki kolonilerini de etkilemiştir. Latin Amerika’da kolonilerini kaybeden Avrupa’nın büyük güçleri, 1840-1860 arasındaki dönemde kayıplarını Uzakdoğu’yu sömürgeleştirerek kapatmaya çalışmışlardır. Çin ve Japonya’nın sömürgeleştirme süreçlerine ABD’ de katılmıştır. Çin’deki sömürgeleştirme girişimine karşı çıkan Taiping ve Boxer ayaklanmaları ülkenin Fransız-İngiliz sömürgesi olması gerçeğini değiştirmemiştir. ABD’nin Japon limanlarını ticarete açma baskısı da iki yüzyılı aşkın bir süredir devam eden Tokugawa Şogunluğu’nun yıkılmasına neden olmuştur. Ancak 1868’de iktidara gelen imparator Meiji, ülkeyi otuz yıl gibi kısa bir sürede modern bir devlete dönüştürmüştür. 1894’de Çin’i yenerek Kore’yi ele geçiren Japonya, 1904- 1905 savaşında Rusya’yı yenerek sömürge çağında doğulu bir devletin batılı bir devleti yenemeyeceği efsanesini yıkmıştır. Benzer şekilde 1857’de İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da da yabancılara karşı başlayan ayaklanma orta vadede bağımsız Hindistan devletinin kurulmasının fitilini ateşlemiştir.

Sömürge mücadelesindeki en önemli gelişme Almanya ve İtalya’nın ulus devletlerini kurmayı başarmaları olmuştur. Alman prenslikleri 1819’dan 1836 yılına kadar Alman devletinin ilk aşaması olan Zollverein’ı kurmuşlardır. 1862’de Prens Ottovon Bismarck’ın Prusya şansölyesi olmasıyla Alman birliğinde önemli bir aşama daha gerçekleşmiş ve Demir Şansölye olarak tanınan Bismarck Avrupa’daki politik gelişimlerden yararlanarak Avusturya dışındaki tüm Alman prensliklerini Prusya etrafında birleştirmiştir. 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayı’nda I. Wilhelm’e Alman imparatorluk tacının giydirilmesiyle Alman Ulusal Birliği resmen kurulmuştur. Almanya gibi uzun yüzyıllar kent devletleri biçiminde örgütlenmiş olan İtalya’da Piemonteli devlet adamı Kont Cavour bir birlik oluşturularak 1861 yılında İtalya Krallığını kurmuştur. 1870 yılında bir Papalık devleti olan Roma’nın İtalya tarafından ele geçirilmesi ile birlik tamamlanmıştır. İtalya ve Almanya’nın Avrupa devletler ailesine dâhil olmasıyla kıtadaki güç dengesinde önemli değişimler meydana gelmiştir.

Güç dengesi sisteminin bozulması ve geleneksel imparatorlukların liberalizmin öngördüğü serbest ticaret önünde bir engel olarak hâlen hayatta olmaları I. Dünya Savaşı’nın patlamasına neden olmuştur. 28 Haziran 1914’te Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın Saraybosna gezisi sırasında Bosnalı bir milliyetçi Sırp tarafından öldürülmesi ile başlayan ve dört yıl boyunca üç kıtada devam eden savaş, 9.500.000 insanın ölümüyle o güne kadar yaşanan en kanlı savaş olarak tarihe geçmiştir. İngiltere, Fransa ve savaş devam ederken ittifaka dâhil olan ABD’nin zaferiyle sonuçlanan savaş, geleneksel imparatorluklar Osmanlı, Avusturya ve Rusya’nın tarih sahnesinden çekilmesine neden olmuştur.

8 Ocak 1918’de ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından ABD Kongre’sinde okunan on dört ilke uluslararası politikanın gelişiminde bir dönüm noktası olmuştur. Serbest ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, uluslara self determinasyon hakkı verilmesi, silahlanmanın sınırlandırılması ve anlaşmaların açık yapılmasına ilişkin maddeler yüzyıllardır tartışılan liberal ideallerin savaş sonrası oluşturulacak yeni düzenin anahtarı olacağının da işaretiydi. Bu yeni düzen politika biliminde yüzyıllardır var olan Kantçı ve Hobbesçu felsefe tartışmasında Kantçı görüşlerin hâkim olacağının göstergesiydi.

Thomas Hobbes, René Descartes ve Galileo Galilei gibi önemli filozofların ve bilim adamlarının çağdaşıdır. Eserlerinde politikanın da geometri gibi temel kurallarla çözümlenebileceğini savunmuştur. Cromwell Dönemi İngiltere’sinde iç savaş ve devrim süreçlerine tanıklık etmiş olan Hobbes, politika biliminde kötümser bir gerçekçiliği temsil eder. Hobbes, bir karşı devrimci tutum sergileyerek aristokrasiden yana olmuştur. Leviathan adlı eseri politika biliminin ilk denemelerinden biri olarak kabul edilir. Hobbes’e göre insan kötü yaradılışından ötürü sürekli savaş hâlindedir.

Hobbes’un aksine insan doğasının iyi olduğunu düşünen Kant’ın evrenselci düşünceleri uluslararası politikada iyimserliği savunur. Kant’a göre insan iyilik arayışı içindedir ve insanların organize olmuş hâli olan devlet de barış arar. Uluslararası politikada idealizmin öncü eserlerinden Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme isimli eserinde sürekli barışın sağlanması, her şeyden önce ahlaki bir gereklilik olarak tanımlanır. Barışı, hukuku ve bütünleşmeyi hedef alan düşünceleriyle Kant, idealist teorilerin öncüsüdür.

Kimi düşünürler uluslararası politikada geliştirilen teorilerin kökenlerini, ne Hobbes’un kötümser gerçekçiliğinde ne de Kant’ın iyimser idealizmde değil diplomasi ve uluslararası hukukun gelişiminde önemli rol oynayan Hugo Grotius’un akılcılığında ararlar. Nitekim mevcut uluslararası sistemde devletlerin bir üst otorite olmaksızın anarşik bir yapıda var olmalarının yanında, Birleşmiş Milletler’in kılavuzluğunda gelişmekte olan uluslararası hukuk bu iddianın temelini oluşturmaktadır. Özellikle insancıl hukukun ve 1999’da pek çok devlet tarafından imza altına alınan Roma Statüsü ile insanlık tarihinde ilk defa daimi bir Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurulabilmiş olması gibi gelişmeler Grotius’un görüşlerini doğrular niteliktedir.

Wilsoncu düşünürlere göre; denizlerde serbestlik, açık diplomasi, serbest ticaret, silahsızlanma, barışı daimi kılacak uluslararası bir örgütün tesisi ve sömürgelerin kendi kaderlerini tayin etmeleri yoluyla bağımsızlıklarına kavuşmaları barışa ulaşmanın tek yoldur. Bu ideallerin gerçekleşmesi amacıyla bir evrensel örgüt kurma fikri, I. Dünya Savaşı sonrasında 1919’da Paris’te toplanan Barış Konferansı’nda ana gündem maddesi olarak görüşülerek kabul edilmiştir. 10 Ocak 1920’de İsviçre’de kurulan Milletler Cemiyeti’nin amacı da barışı korumak ve devletler arasında çıkabilecek anlaşmazlıkları barışçı yöntemlerle çözüme kavuşturarak olası savaşları engellemektir. Cemiyetin kurulmasına ön ayak olan ABD, Senato’dan yeterli oy alınamadığı için üye olmamıştır. 1917 yılındaki Ekim Devrimiyle yıkılan Rusya’nın yerine kurulan SSCB de üye devletler tarafından resmen tanınmadığı için 1934’e kadar üye olamamıştır. Türkiye ise başvurusu bulunmadığı hâlde uluslararası barışa katkısı nedeniyle özel bir davet alarak 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olmuştur.

1929 yılında ABD’de ortaya çıkan ekonomik krizin etkisi bütün dünyayı sarmaya başlayınca, uluslararası sisteme hakim olmaya başlayan iyimserlik bozulmuştur. Eylül 1931’de Japonya’nın Güney Mançurya Demiryolunu işgal etmesi; 1934 yılında ise Somali ve Eritre’de askeri yığınak yapan İtalya’nın Etiyopya’daki sivillere karşı kimyasal silahlar kullanarak saldırması Milletler Cemiyeti’nin uluslararası barışın sağlanmasındaki etkisinin test edilmesi için bir fırsattı. Cemiyet her ne kadar bu saldırı karşısında çeşitli ekonomik yaptırımlar uygulamayı kararlaştırmışsa da İtalya’nın faşist diktatörü Mussolini kanlı savaş sonunda kendisini Etiyopya imparatoru ilan edince bu ambargo kararı da resmen kaldırılmıştır. Bu gelişmeler Cemiyet’in ve Kantçı idealizmin, güç ve çıkar arayan Hobbesyan realizme mağlup olduğunun göstergesi olmuştur.

Bir Akademik Disiplin Olarak Uluslararası İlişkilerin Doğuşu ve Metodolojisi
On dokuzuncu yüzyılda politika bilimi hukuk biliminden ayrı olarak gelişmeye başlamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri on dokuzuncu yüzyıl boyunca çeşitlenen uluslararası örgütlerin yapı ve etkinliklerini inceleyen bilim adamlarının eserlerinde “uluslararası” kavramına verdikleri önemdir. Bir diğer neden ise Viyana Kongresi sonrası diplomasinin öneminin ve barışa yönelik katkısının fark edilmesidir. Politika biliminin gelişmesiyle bu alanda çalışanlar diplomasi tarihi konularını incelemeye başlamışlar ve iç politikayla dış politika arasındaki farkları ortaya koymaya başlamışlardır. II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar uluslararası ilişkiler alanında yapılan çalışmalar, politika bilimi ve devletler hukuku bilimlerinden fazla uzaklaşamamışlar ve teorik bir çerçeveye oturtulamamışlardır. Bu nedenle uluslararası ilişkilerin bir akademik disiplin olarak doğuşu I. Dünya Savaşı’nın sonuna, disiplinin teorik gelişimini ise II. Dünya Savaşı’nın sonuna tarihlendirilebilir.

Edward Hallett Carr’ın 1939 yılında yayınladığı Yirmi Yıl Krizi adlı kitabı politika biliminden bağımsız olarak uluslararası ilişkilerin bir akademik disiplin olarak ortaya çıkışını müjdeleyen eser olarak kabul edilir. Kitap, I. Dünya Savaşı sonrası gelişmelerden Miletler Cemiyeti’ni kuran Wilsoncu liberal dünya görüşünü sorumlu tutarak, “ütopyacı” olarak damgaladığı idealistleri suçlamaktadır. Kant’tan bu yana hiçbir düşünür kendilerini idealist olarak tanımlamamışken Carr, onlar için ürettiği bu kavramla uluslararası ilişkilerin ilk tartışma kuşağını başlatmıştır. Carr’a göre uluslararası sistemde savaşın nedenini anlamak ancak güç dağılımındaki eşitsizliğin doğru şekilde analiz edilmesi ile mümkündür. Güç peşinde koşma gerçeğini göz ardı eden idealist yaklaşımlar, savaş sonrası dönemde mevcut statükodan rahatsız olan revizyonist devletlerin çıkarları ile çelişmiş bu da yeni ve büyük bir savaşı kaçınılmaz hale getirmiştir. Carr’ın bu öngörüsü kitabın yayınlandığı yıl II. Dünya Savaşı’nın başlaması ile gerçekleşmiştir.

Uluslararası ilişkiler bir akademik disiplin olarak idealizm-Realizm tartışmasından doğmuştur. Carr’dan sonra George Schwarzenberger 1941 yılında yayımlanan Güç Politikası isimli kitabında, güç kavramının uluslararası politikadaki üstünlüğünü vurgulayarak hukuk ve ahlaki normların ancak uluslararası politikanın tali kavramları olabileceğini savunmuştur. Uluslararası ilişkilerde Realist teorinin gerçek kurucu babası Hans J. Morgenthau’dur. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin hemen ardından 1949 yılında basılan kitabı Uluslararası Politika’da Morgenthau Klasik Realizmin temel ilkelerini saymıştır. Ona göre politikanın kökleri insan doğasında bulunan nesnellikte gizlidir ve odak noktası ise güç terimi ile ifade edilen çıkar kavramıdır. Morgenthau başarılı bir politikanın uygulanmasında ahlakilik ve gerçeklik arasında sürekli bir gerilim olduğunu bildirir. Devletler güç peşindedir ve bunu elde etmek için kimi zaman evrensel ahlaki kriterleri göz ardı edebilirler. Bir devletin politikalarının en temel saiki bekâ arayışıdır. Bekâsını gerçekleştirmek isteyen devlet sürekli olarak askeri güç arayışı içinde olacaktır. Askeri güç arayışı için yürütülen politikayı yüksek politika olarak tanımlayan Morgenthau, başta ekonomi olmak üzere, diğer tüm alanlarda geliştirilen politikayı düşük politika olarak tanımlar. Morgenthau’dan sonra Nickolas Spykman ve George F. Kennan gibi düşünürler de Klasik Realizme katkıda bulunmuşlardır.

Güç, çıkar, bekâ ve anarşi kavramları Klasik Realizmin temel kavramlarıdır. Geleneksel teoriler- Klasik Realizm ve idealizm- devletlerin mutlak bir egemenliğe sahip olduklarına ve aralarındaki ilişki sonucu ortaya çıkan sistemin anarşik doğasına işaret eder. Grotius ise uluslararası ilişkilerin temelde anarşik olduğunu fakat mantık, ortak çıkarlar ve barışçı eğilimler üzerine kurulu bir uluslararası hukuk ortaya çıkmasıyla anarşinin ortaya çıkarabileceği savaşçı eğilimlerin aşılabileceğini iddia ediyordu.

Uluslararası politika bir akademik disiplin olarak ortaya çıkıp üniversitelerde uluslararası ilişkiler veya uluslararası politika isimli bölümler kurulmaya başladıktan sonra, bu disiplindeki akademik literatürde büyük bir gelişme ortaya çıkmıştır. Günümüze kadar uluslararası politikanın gelişimine katkıda bulunan tartışma kuşakları şöyle sıralanabilir:

1. Klasik Realizm-idealizm tartışması: 1930’lar.
2. Gelenekselcilik-Davranışçılık tartışması: 1960’lar.
3. Neorealizm-Neoliberalizm tartışması: 1980’ler.
4. Rasyonalist teoriler-reflektivist teoriler tartışması: 1990’lar.

1960’lara gelindiğinde Karl Deutsch, David Singer, James Rosenau ve Morton Kaplan’ın öncüsü olduğu davranışsalcılar, klasik realistler ve idealistleri gelenekselci olmakla itham edip onların kullandıkları yöntemlerin bilimsel olmadığını iddia ettiler. Onlara göre gelenekselci yaklaşım uluslararası politikada meydana gelen olayları betimleme, açıklama ve tahmin yoluyla ele almakta ve böylece öznel yorumlara ulaşmaktadır. Davranışçılara göre ise istatistiki veriler, sayısal analiz teknikleri ve yeni kullanıma girmeye başlayan bilgisayarlar kullanılmadan üretilen bilginin bilimselliği şüphe götürür. Kantitatif veriler kullanılarak ve değişkenleri sayısallaştırarak formel hipotezlere ulaşmak Davranışçılar için çok önemlidir.

Davranışçı ekolden David Singer 1961 yılında kaleme aldığı “Uluslararası ilişkilerde Analiz Düzeyi Sorunu” isimli makalesinde, oldukça geniş bir çalışma alanına sahip olan disiplininin nasıl incelenmesi gerektiği sorusunu gündeme getirmiştir. Holsti ve Frankel uluslararası ilişkiler incelemesinin birey, devlet ve sistem olmak üzere üç analiz düzeyinde yapılabileceğini belirtir. Rosenau’ya göre ise ulusal, bölgesel ve küresel olmak üzere üç analiz düzeyi vardır.

Soğuk Savaş ve Sonrasında Uluslararası Politika
İkinci Dünya Savaşı İtalya, Almanya ve Japonya’dan oluşan Mihver devletlerinin müttefiklere yenilmesi ile sonuçlanmıştır. Kızılordu Berlin ilerlemesi sırasında Polonya’yı istila edip Balkanlar’ı da işgal etmiştir. Bu coğrafyada daha sonra Varşova Paktı üyelerini oluşturacak Sovyet uydusu sosyalist rejimler kurulmuştur. Japonya’nın teslim olması ise çok daha trajiktir. 6 Ağustos 1945’te ilk atom bombası Hiroşima’ya, ikincisi de üç gün sonar Nagazaki kentine atılmıştır. 100.000 insanın ölümüyle sonuçlanan bu dehşet verici olay savaşın sonunu getirmiştir.

Savaş sonrası ortaya çıkan yeni dünya uluslararası politikada gevşek çift kutuplu sistem olarak tanımlanmaktadır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’nin küresel gücü azalmış, Batı dünyasının liderliği tamamen ABD’ye geçmiştir. SSCB ise savaş sürecinde kendi nüfuz alanına dâhil ettiği ülkelerin liderliğini üstlenerek yeni bir kutup olarak ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu yeni uluslararası sistemin gevşek olarak adlandırılmasının nedeni ABD ve SSCB’nin öncülüğünü yaptığı kamplarda pek çok devlet kutuplaşmış olmasına rağmen, pek çok ülkenin de bu iki kampta yer almamayı başararak Bağlantısızlar ismiyle üçüncü bir yolu talep edebilmiş olmalarıdır.

Soğuk Savaş dönemini betimlemekteki başarısı nedeniyle güncelliğini hiç kaybetmeyen teori Neorealizmdir. Neorealizmde yapısal anlamda anarşik bir uluslararası sistemin var olduğu ve bahsi geçen sistemin ise tek tek devletlerin dış politikalarının bir toplamından ibaret değil, tüm devletlerin etkileşimi ile ortaya çıkan bir yapı olduğu savunulmaktadır. Klasik Realizmin aksine Neorealizm devletlerin gerçek amacının güç elde etmek değil güvenliklerini sağlamak olduğunu iddia eder. 1960’lı yıllarda Marksist ve Liberal Kurumsallaşmacı teorilerin, Realist teorinin ekonomiyi güvenlik konularına göre ikinci planda gören yaklaşımını eleştirmeleri üzerine Neorealizm, devletin uluslararası politikadaki temel aktör olma pozisyonuna tekrar vurgu yapmıştır. Neorealizmin uluslararası politikaya yaptığı bir diğer önemli katkı geliştirdiği hegemonya kavramıdır. Soğuk Savaş dönemini en iyi resmeden teori olan Neorealizm ABD ve SSCB’nin bu dönemdeki politikalarını sistem içinde hegemonya oluşturma çabası olarak tanımlamıştır.

SSCB’nin Aralık 1991 tarihinde dağılması ile Soğuk Savaş sona ermiştir. Keza bu devletin 1979’da Afganistan’ı işgalinin ardından hızla güç kaybetmesi ve 1980’li yıllarda Doğu Avrupa’da sosyalist rejimlerin çökmesi, Soğuk Savaş sona ermeden yeni teorik tartışmaların başlamasına neden olmuştur. Reflektivist olarak tanımlanan bu teoriler Eleştirel teori, Post- yapısalcılık ve Sosyal İnşacılıktır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle gevşek iki kutuplu sistemde sona ermiştir. ABD’nin uluslararası sistem içinde en önemli hegemonik güç olarak kalmasının ardından kendine özgü bir yapı olan Avrupa Birliği’nin yanı sıra BRICS devletleri gibi bölgesel aktörler güç kazanmaya başlamışlardır.

ULUSLARARASI POLITIKADA AKTÖRLER
Uluslararası Politikada Aktör Tanımı

Dış politika analizinin bilimsel bir kimlik kazanabilmesi, gözlemlenebilir somut olgular üzerinde yapılan bilimsel çalışmalara dayandırılması ile mümkün olabilir. Bu açıdan bakıldığında, uluslararası aktör olarak tanımlanabilen birimler, varlığı açıkça belirlenmiş ve belirli bir süre var olan (Arı, 2006), diğer aktörlerin davranışlarında değişiklik yaratabilme becerisine sahip ve uluslararası sistemde az ya da çok özerk eylemlerde bulunabilen birimlerdir. Rosenau’ya göre uluslararası aktörler devlet merkezli ve çok merkezli birimler olarak iki açıdan ele alınabilir.

Temel Uluslararası Politika Aktörü Olarak Devlet

Devlet; sınırları belirlenmiş bir ülke üzerinde yerleşik bir insan topluluğunun egemenlik yetkisine sahip bir iktidar tarafından yönetilmesi ile ortaya çıkan politik bir kurumdur. Modern devletlerin uluslararası sistemde üç temel ilkesi; egemenlik, eşitlik ve ülke bütünlüğüdür.

Egemenlik; devletin ülke üzerinde siyasi yönetim yetkisini kullanma hakkıdır ve iç egemenlik ve dış egemenlik olarak ele alınabilir. İç egemenlik; devletin ülkede tek kuvvet kullanma yetkisine sahip olması, dış egemenlik; devletin uluslararası sistemde bağımsızlığı olarak ifade edilebilir.

Eşitlik; tüm devletlerin güçlerinin ve hareket kabiliyetinin eşdeğerliği değil, Gönlübol’a göre (1993), her devletin, uluslararası hukuka dayalı hakları ve sorumlulukları açısından diğer devletlerle eşdeğer kabul edilmesidir.

Ülke bütünlüğü; ilk kez Wilson ilkelerinde sözü edilen “halkların kaderini tayin etmesi hakkı”, halkların istedikleri yönetim biçimini tayin etme hakkının yanı sıra, halkların bağımsız bir devlet kurma hakkını da kapsayan geniş bir anlama sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, halkların kendi kaderini tayin etmesi ve ülke bütünlüğü farklı uygulamalar gerektirir. Uygulamalara bakıldığında, sömürgelerin bağlı oldukları devletten ayrılmaları ve federal devletlerin federe birimlerinin bağımsızlıklarını ilan etmeleri hukuka uygun görülürken, federe olmayan devletlerden ayrılarak farklı bir devlet kurma uygulamaları ülke bütünlüğünü koruma ilkesi ile halkların kendi kaderini tayin etmesi hakkı arasındaki gerilimi tam olarak yansıtmaktadır.

Günümüzde devlet olarak kabul edilmenin kriterleri şu şekilde sıralanabilir; yerleşiklik, asgari bir politik ve sosyal örgütlenmeye sahip olma, halkın kendi kendini yönetebilecek bir düzeyde olması, diğer devletler tarafından tanınma. Bu kriterlere sahip olmayan devletler, sınırlı hareket kapasiteleri olması sebebiyle “devlet benzeri” olarak adlandırılmaktadır. Yaygın olarak kabul edilen görüş; modern devletlerin kuruluşunun başlangıcının, 1648 Otuz Yıl Savaşları’nı bitiren, Wesphalia Anlaşması ile olduğudur (Rae, 2007). Millet; aynı ülkede yaşayan, ortak gelenek, özlem ve çıkarları olan, birlikteliğini sürdürme sorumluluğunu üstlenen ve

bir devlete sahip olan insan grubudur. Milliyetçilik; Millet kavramının, bir devlete sahip olma iradesine ve bilincine sahip olma ideolojisidir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, sömürgeci devletlerin savaştan büyük bir yıkımla çıkması sonucunda bu devletlerin sömürgelerinde başlayan milliyetçi direnişler dekolonizasyon çağını başlatmıştır. Bu dalgadan etkilenenler, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kara Afrika, Okyanus Devletleri ve Pasifik Adalarıdır. 1990’da başlayan milliyetçilik dalgası, SSCB ve Sudan’ı etkilemiştir. Janjaweed at üzerinde tüfekle savaşanlar anlamına gelir. Sudan devleti tarafından desteklenen ve Darfur’da Güney Sudanlı Afrika kökenli halka karşı katliamlar düzenleyen Arap militanlardır. Janjaweed militanlarının eylemleri katliam boyutuna ulaşınca Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde Sudan devlet başkanı Ömer El Beşir aleyhinde soykırım iddiası ile dava açılmıştır. Güney Sudan milleti, halk oylamasıyla bağımsızlığını ilan etmiştir.

Zayıf devlet; uluslararası hukukta diğer devletlerle eşdeğer olmasına rağmen, zayıf ekonomi, düşük asker kapasitesi, az nüfusu ve küçük ülkeleri sebebiyle diğer devletlere oranla daha etkisizlerdir. Kendi ülkesi içinde, egemenlik yetkisini kullanamayan devlet, çökmüş devlet olarak adlandırılmaktadır. Çökmüş devletler, savaş, işgal, etnik veya dini çatışmalar ve doğal afetler sebebiyle çökebilirler. Devlet olabilmek için gereken ülke, millet ve hükümet sahibi olmasına rağmen diğer devletler tarafından tanınmayan ve Birleşmiş Milletler üyesi olmayan devletler, devlet benzeri / tanınmamış devlet / de facto devlet / para-devlet / pseudo-devlet olarak adlandırılmaktadır. Bu devletler, kendilerini tanımayan devletlerle diplomatik ve ticari ilişkiler kuramamalarına rağmen, zaman zaman uluslararası örgütlerde çeşitli statülerde temsil edilmektedirler.

Devlet Dışı Aktörler

Liberal teorilerin uluslararası barışa olan katkısı büyüktür. Bu teorilerde, uluslararası barışın tesisi için uluslararası örgütlerin varlığına vurgu yapılır, bunun yanı sıra uluslararası politikaya dahil edilen konular, bireysel hakların gelişimi, ulusların kendilerini yönetme hakkı ve özgürlüktür. Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler bu teorilere dayandırılarak kurulmuştur. Bireysel gelişimlerin desteklenmesi ise, zaman zaman uluslararası politikanın en önemli aktörünün, bireyler olabileceğine dikkat çekmektir.

Marksist teoriye göre ise, uluslararası sistem tekelci çok uluslu şirketler tarafından belirlenmektedir. Marksist düşüncenin savunucularından Cox ve Linklater’a göre uluslararası politikanın amacı özgürleşmektir, diğer yandan var olan uluslararası sistem, egemen devletin ve pazar kapitalizminin ekonomilerinin birleşiminden oluşmaktadır ve uluslararası politikanın birer aktörü haline gelmektedirler. Bunların dışında, feminist teori var olan erkek egemen gücün barışı tesis edebilmesi için kadın değerlerini yansıtan devlet dışı örgütlere, çevreci teoriler de ekolojik duyarlılığı arttıracak çevreci örgütlere olan ihtiyaca dikkat çekmektedirler.

Uluslararası örgütler; Uluslararası düzeyde faaliyet gösteren, birden çok devletin ya da farklı devletlerde yerleşik birey, sivil toplum örgütü ya da çeşitli devlet dışı birimin bir araya gelerek oluşturdukları ticari amaç taşımayan kurumlara uluslararası örgüt olarak adlandırılır. İlk uluslararası örgüt, “Uluslararası Akarsular Komisyonu” dur. Dedeoğlu (1998) uluslararası örgütlerin genel özelliklerini şu şekilde ifade eder;

• Anlaşma, antant ya da sözleşme ile kurulur,
• Önceden belirlenmiş amaçları vardır,
• İlkeleri vardır,
• Üyeleri bağımsız ve eşittir,
• Genel merkezleri vardır,
• Organları vardır,
• Kaynak temin ederler,

Temelde uluslararası örgütler iki kritere göre sınıflandırılır; bölgesel ya da küresel örgütleri ayıran coğrafi kriter, kuruluş amaçlarına göre örgütleri ayıran fonksiyon kriteridir.

Hükümetlerarası örgütler; Devletlerin bir araya gelerek oluşturdukları fakat oluştuğu an onu oluşturan devletlerin tek tek iradelerinin dışında ayrı bir irade ve tüzel kişiliğe kavuşmuş yapılara verilen addır. Bu örgütler, devletlerin ikili ya da ittifaklarla elde edemeyecekleri çıkarlarına sahip olmalarına ya da devler arası etkileşimin sürekli olmasına olanak sağlar. Bunun dışında, güvenlik, ticaret ve ortak değerlerin korunması ve yayılması ile ilgili olanaklar sebebiyle ülkelerin bu örgütlere üye olması söz konusudur. Bu örgütlerde karar alma esası, oy çokluğu değil, oybirliğidir. Avrupa Uyumu, Milletler Cemiyeti be Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası örgütlere örnek olarak gösterilebilir. Birleşmiş Milletler, karar alma konusunda istisnadır, bunun yanı sıra geleneksel Hükümetlerarası örgütlerden ayrıldığı bir başka unsur da bazı kararlarını uluslarüstü düzeyde alan sui generis – kendine özgü, kendisinden başka hiçbir şeye benzemeyen
– bir yapıya sahip olmasıdır.

Hükümetler-dışı örgütler; bu örgütler, etnik, dini, sportif, kültürel, ideolojik, ekonomik ya da başka bir ortak amaçla bir araya gelerek ve dünyadaki benzerleriyle birleşerek ortaya çıkarlar. Bu örgütlerde amaç kar sağlamak değildir, bu sebeple kaynaklarını kendileri yaratırlar. Amaçları ve örgüt yapıları sivil toplum örgütlerine benzemekle birlikte, farkları uluslararası platformda varlık göstermeleridir. Kuruldukları ülkenin yasal düzenlemeleriyle sınırlıdırlar ve genel merkezleri vardır. Dünya Olimpiyat Komitesi, bu örgütlenmeye örnek verilebilir.

Çokuluslu şirketler; Çokuluslu şirketler iki grupta incelenebilir; ortakları doğrudan devletler olan uluslararası nitelikte çokuluslu devletler ve çok farklı devlet vatandaşlarının ortak olduğu, birden fazla devletin ülkesinde faaliyet gösteren, tek merkeze bağlı olan
uluslaraşırı çokuluslu şirketlerdir. Ekonomik kapasiteleri nedeniyle, uluslararası politikayı etkileme güçleri vardır ve bu açıdan etkili bir uluslararası aktör durumundadırlar.

Baskı grupları; Baskı grubu belirli bir düşünce ya da çıkar etrafında bir araya gelmiş, sadece o amaç ve çıkarın gerçekleştirilmesi yolunda hükümete baskı oluşturmayı amaçlayan topluluklardır. Uluslararası politikayı doğrudan etkileyemezler, diğer taraftan hükümetlerin politikalarını etkileyecek düzeyde olduklarından ikincil düzeyde bir uluslararası aktördür. Arı’ya göre (2006) işçi sendikaları, ticari dernekler, meslek grupları, sivil toplum örgütleri, gönüllü gruplar, etnik örgütler, kadın örgütleri baskı gruplarıdır. Bunların yanı sıra dini örgütler ve lobiler – Parlamento üyelerini kanun koyma sürecinde, kendi kanaatleri ve çıkarları doğrultusunda etkilemek için örgütlenmiş gruplar – baskı gruplarına dahil edilebilir.

Ulusal kurtuluş hareketleri; ülkelerinde savaş ya da işgal olan gruplar, yasal hükümetleri yeterli güce sahip değilse silahlanarak direniş örgütleri oluştururlar ya da sömürge ülkelerinde yaşayan gruplar, sömürgeci ülkeden kurtulmak için ulusal kurtuluş hareketi başlatırlar. Bu eylemler, halkların kendi kaderini tayin etmesi hakkı olarak kabul edildiğinden ulusal kurtuluş hareketleri hukuki bir statüye sahiptir. Bu örgütlere verilebilecek örnekler şunlardır; Nazi Almanya’sının işgaline karşı kurulan Fransız direniş örgütü ve Yugoslavya’daki partizanlar, Çekoslovak Ulusal Komitesi, kurtuluş savaşı sırasında kurulan Kuvva-i Milliye, Afganistan’da SSCB işgali sırasında; sömürgeciliğe karşı kurulan Cezayir Kurtuluş Ordusu, Mozambik Kurtuluş Örgütü, Hindistan Ulusal Kongresi, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde apartheid rejimi – Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1994 yılına kadar yürürlükte kalan ve beyazlarla beyaz olmayan ırklar arasında yasal olarak bir ayrımı öngören politika – ile mücadele eden Afrika Milli Kongresi.

Terör örgütleri; 2002 AB çerçeve kararına göre “halkı ciddi şekilde sindirme; bir devleti veya uluslararası örgütü bir eylemi işlemeye veya işlemekten kaçınmaya gayrı meşru olarak zorlama; bir devletin veya uluslararası örgütün temel siyasi, ekonomik, anayasal veya sosyal yapılarını ciddi biçimde istikrarsızlaştırmayı veya yıkmayı amaçlayan” kastî eylemler terör suçu (Kaya, 2005), bu eylemleri gerçekleştiren örgütlere de terör örgütü denir. Devletler, kendi çıkarları doğrultusunda bu örgütleri desteklerler ve bunu açıkça ifade edebilirler ya da bazen bu örgütleri ulusal kurtuluş hareketi, örgüt mensuplarını da gerilla – İspanyolca “küçük savaş” anlamına gelir. Dağınık küçük gruplarla, düzenli bir orduya karşı direniş gösteren ulusal kurtuluş gruplarının üyeleri için kullanılır – olarak adlandırarak, onlara meşruiyet kazandırmak isterler. AB’nin kabul ettiği terör örgütlerine örnek şunlardır; Tamil Kaplanları, FARC, PKK ve Ebu Nidal Örgütü.
Bireyler; liberal çoğulcu teorilere göre, bireyler bazen önemli uluslararası aktörler olabilirler. Realist yaklaşımlara göre, bireyler devletin temsil yetkisini kullanmaları sebebiyle devletten özerk kabul edilemezler. Liberal teorileri destekler şekilde, uluslararası politikada özerk davranabilen ve diğer aktörlerde davranış değişikliği yaratabilen bireylere örnek şunlardır; Mustafa Kemal Atatürk, Otto Von Bismark, Mazzini ve Cardinal de Richelieu.

GÜÇ VE GÜÇ POLITIKALARI: REALIZM
Güç ve Güç Politikaları: Realizm
Teori, etrafımızda meydana gelen karmaşık olayların açıklanması amacı güden varsayımlar bütünüdür. Uluslararası politika gibi çok geniş bir alanı kapsayan sosyal bilimlerde, olayları bütünüyle açıklayabilecek tek bir teori bulmak imkânsızdır. Realizm, bir uluslararası politika teorisi olarak disiplini en fazla etkileyen teorilerden birisidir

Realist Düşüncenin Evrimi
Realizm uluslararası politikayı güç açısından inceler. Devletlerin birbirleri ile ilişkilerinde güce başvurmalarına reel politik ya da güç politikası denir. Realizmi oluşturan ya da ona kaynaklık eden ve inceleyen düşünürler aşağıda maddeler halinde verilmiştir:

• Thucydides – Peloponnesian Savaşı
• Sun Tzu – Savaş Sanatı
• Kautilya – Artbasbastra
• Niccolo Machievelli – Prens
• Thomas Hobbs – Leviathan

Yukarıdaki komutan ya da düşünürlerin eserlerinden ilk üçü milattan önce 4. yüzyılda yazılmış diğer ikisi ise 15. ve 16. yüzyıllarda yazılmıştır. Hepsinin de ortak noktası güç, güç dengesi, ittifaklar ve stratejiler hakkında olmalarıdır.

Ancak yukarıdaki düşünürler kendilerini realist olarak tanımlamamışlardır. Bunlar 2. Dünya savaşından sonra ortaya çıkan realist teoriye dayanak teşkil etmişlerdir. Realist teori dünya barışından herkesin çıkarı olduğu görüşüne -İdealistlerin savunduğu- karşı çıkar.

Hans J. Morgenthau ve Klasik Realizm
Hans Morgenthau’ya göre Realizmin altı temel prensibi bulunmaktadır:

• Politika, toplum gibi, kaynağı insan doğası olan objektif kanunlar tarafından yönetilmektedir.
• Uluslararası politikada çıkar güç olarak tanımlanır.
• Güç olarak tanımlanan çıkar evrensel bir olgudur, ancak çıkarın anlamı ve içeriği dış politikanın oluşturulduğu kültürel ve siyasi ortama bağlı olarak değişebilir.
• Ahlaki buyruklarla, siyasi eylemler arasında daima bir gerginlik vardır.
• Belli bir ülkenin ahlaki kaygıları ile evrensel ahlaki kurallar aynı anlama gelmemektedir.
• Realizmin çıkarı güç açısından tanımlaması, uluslararası politikayı diğer disiplinlerden ayırmakta ve onu bağımsız bir disiplin yapmaktadır.

Realizmin temel varsayımları şunlardır:

1. Realizme göre uluslararası politika bir güç mücadelesidir.
2. Uluslararası sistem anarşidir.
3. Uluslararası politikanın en önemli aktörleri devletlerdir.

Şimdi yukarıda maddeler halinde değinilen temel varsayımlar numara sırasına göre detaylı bir şekilde incelenecektir.

1. Güç, bir aktörün diğer bir aktörün düşünce ve davranışını kontrol edebilme yeteneğidir. Başka bir deyişle bir aktörün, başka bir aktöre, o aktörün aksi takdirde yapmayacağı bir şeyi yaptırabilme kabiliyetidir.
Bir devletin güç kaynakları ve güç kapasitesi vardır. Gayri safi milli hâsıla, doğal kaynakla, nüfus ve toprak gibi unsurlar güç kaynaklarına; askeri güç gibi kısa dönemde kullanabilecek öğeler ise güç kapasitesine girer. Güç öğelerini fiziki ve fiziki olamayan olarak ikiye ayırmak mümkündür. Fiziki öğeler, nüfus, doğal kaynaklar ve askeri güç gibi öğeler iken; fiziki olmayan güç öğeleri ise ulusal moral, ulusal özellikler, diplomasi ve hükümetin kapasitesi gibi öğelerden oluşur. Bunlar arasında diğer öğeler askeri güce dönüşebildiği ölçüde önem kazanmıştır. Askeri bu güç sert güç olarak da adlandırılmaktadır. Fakat çoğu zaman devletler diğer devletleri sert güç kullanmadan kendi değerlerini ve ideolojilerini diğerlerinin benimseterek gerçekleştirilir. Buna da yumuşak güç denmektedir. Realizme göre mutlak güç hiçbir şey ifade etmez. Ancak devletlerin gücü birbirleriyle kıyaslandığında göreceli güce göre asıl durumları ortaya çıkar. Güç dengesi kavramı da önemli bir kavram olarak ortay acıkmaktadır. Devletler tek bir devletin hâkimiyetini kabul etmezler ve gücü etkileyen her türlü kaynak ve öğenin tüm devletlerin arasında dengeli bir şekilde dağıtımını gözetirler. Ancak bu eşit şekilde dağıtılacağı anlamına gelmez. Eğer sistemde bir devlet tek başına güçlü ise buna tek kutuplu ya da hegomonik sistem; iki devlet güçlüyse iki kutuplu; ikiden fazla devlet güçlüyse çok kutuplu sistem olarak adlandırılır. Klasik realistler çok kutuplu sistemin en uygun; neorealistler ise iki kutuplu sistemin en uygun sistem olduğunu savunur.
2. Anarşi kavramı ilk bakışta kötü bir algı oluştursa da uluslararası düzeyde her zaman bu böyle değildir. Realistler anarşi kavramını uluslararası sistemde kural koyacak ve bu kurallar› uygulayacak üst bir otoritenin yokluğu olarak tanımlarlar. Devletler uluslararası düzlemde kendi başlarınadır. Diğer devletlerin gücünü kendi güçleriyle dengelemek zorundadırlar. Buna kendi kendine yardım sistemi denir. Tabi ki bu kendi başınalık ve yalnızlık durumu kurallara uyanlarla uymayanlar arasında güç kullanacak bir otoritenin olmamasını doğurur. Bu yüzden devletler sürekli bir güvenlik ikileminin ortasında kalırlar. Devletlerin kendi güvenliklerini arttırma arzusu, sonuçta tüm devletlerin daha az güvenli bir ortamda yaşamalarına sebep olur. Realistlere göre, devletlerin temel amacı güç kazanmak ve diğer devletlerin güçlenmesini güç dengesi politikası yürüterek önlemektir. Bu nedenle uluslararası sistemdeki anarşi devletler arasında iş birliğinin tesis edilmesini negatif yönde etkiler.
3. Realizme göre devletler uluslararası politikanın en önemli aktörleridir. Klasik Realistler devlet adına hareket eden karar vericilerin rasyonel aktörler olduğunu varsaymaktadırlar. Bu yüzden devlet dışı aktörlerin sistemdeki etkilerinin marjinal olduğu kabul edilmektedir. Rasyonellik “devlet adamlarının rasyonel varlıklar olarak ulusal çıkara ulaşmada kullanılacak politika seçeneklerinin zayıf ve güçlü yönlerini değerlendirme yeteneğine sahip olmaları” olarak tanımlanmaktadır. Bu durumda üç varsayım ortaya çıkar
a. Rasyonellik, devlet adına hareket eden karar vericilerin yekpare bir aktör olarak seçim yapabildiklerini ve eyleme geçebildiklerini varsaymaktadır.
b. Rasyonellik varsayımı devletlerin ve diğer uluslararası aktörlerin kendi çıkarlarını belirleyebildiklerini ve belirledikleri bu çıkarları öncelik sırasına göre sıralayabildiklerini varsaymaktadır.
c. Rasyonellik varsayımı, aktörlerin fayda maliyet analizi yapabildiklerini ima etmektedir.

Kenneth Waltz ve Neorealizm
Neorealizm sadece devletler değil uluslararası sistem üzerine yoğunlaşır. Siyasi yapıların üç öğesi bulunur:

1. Düzenleyici prensip (anarşi veya hiyerarşi)
2. Birimlerin özellikleri (işlevsel olarak benzer ya da farklı)
3. Kapasitelerin dağılımı

Waltz’a göre sistemde bir üst otorite bulunmaması durumu, düzenleyici prensibin anarşi olmasını da beraberinde getirir. Devletlerin kendilerinden başka güvenecek kimseleri olmamasından dolayı bütün aktörler işlevsel olarak aynı olacaklardır. Fakat devletler anarşi altında işlevsel olarak aynı olsalar da bu işlevleri yerine getirme kapasiteleri açısından birbirlerinden farklılaşırlar. Sistemik değişim de devletlerin sahip oldukları kapasitelerdeki değişmelere bağlı olarak değişir. Bu kapasite değişimleri sistemi, tek, iki ya da çok kutuplu sisteme dönüştürebilir.

Klasik realizme göre şu konularda ayrışır:

• Neorealistler devletlerin güç peşinde koşmalarının insan doğası ile ilgili olmadığını

savunarak, bunun uluslararası yapının dayattığı bir durum olduğunu belirtmektedirler.
• Neorealistler devletlerin güç kazanma hırsının temel sebebi olarak onların güvenlik kaygılarını göstermektedirler.
• Dolayısıyla devletler birbirlerinin niyetlerinden hiçbir zaman emin olmayacaklar ve bu yüzden de rasyonel ve egoist aktörler olarak kendi çıkarlarını artırmaya çalışacaklardır. Bu da sonuçta birbirleri ile iş birliğine girmelerini zorlaştıracaktır. Oyun Teorisi bu mantığı açıklamada kullanılan en önemli araçlardan birisidir.
• Neorealizmin iç politika ile uluslararası politikayı kesin çizgilerle birbirinden ayırması ve analizinde sistemik faktörlere, özellikle de sistemin yapısına, yer vermesi bu teorinin Sistemik ya da Yapısalcı Realizm olarak adlandırılmasına sebep olmuştur.

Neoklasik Realizm
Neoklasik realistler, Neorealizmin devlet davranışlarının sebebi konusunda sistemik faktörlere yaptığı vurguyu eleştirerek devletlerin sistemdeki davranışlarının hem uluslararası sistemden hem de iç politikadan kaynaklanan faktörlere bağlı olduğunu savunmuşlardır. Neoklasik Realistlere göre, göreceli güç kapasiteleri bir ülkenin dış politika parametrelerini oluşturan en önemli faktörlerden birisidir. Ancak bu maddi kapasiteler ile dış politika davranışları arasında bir bağlantının kurulması gerekmektedir. Devletlerin uluslararası sistem algıları ve sistemdeki değişikliklere ayak uydurmak için izledikleri politikalar, genellikle sistemik baskılardan çok, iç politik faktörlere bağlı olmaktadır.

Savunmacı Realizm
Savunmacı Realistler, Neorealizm gibi devletlerin sistemdeki en büyük kaygılarının güvenlik olduğunu savunurlar. Devletler güvenlik ikileminin ortaya çıkmasını önlemek ve daha güvenli bir ortam yaratmak için daha ılımlı politikalar izlemeli ve yayılmacı politikalarını sınırlamalıdırlar. Çünkü eğer devletler çok fazla güç kazanma çabası içine girerlerse sistemin onları cezalandıracağını savunmaktadırlar. Savunmacı realistlerden Walt’a göre, anarşi altında devletler kendilerini korumak amacıyla ittifaklar oluştururlar. Bunu algıladıkları tehdide göre yaparlar. Yani devletler gücü değil tehdidi dengelerler. Savunmacı Realistlere göre, saldırı-savunma dengesi genellikle savunmada olan taraf lehinedir. Dolayısıyla, devletler saldırgan politikaların ne kadar gereksiz olduğunu anlayacaklar ve saldırgan politikalar izlemek yerine güç dengesi içindeki konumlarını devam ettirmeye çalışacaklardır. Savunmacı Realistler, saldırının mümkün olduğu durumlarda bile maliyetlerin her zaman elde edilecek kazançlardan daha yüksek olacağına işaret etmektedirler.

Saldırgan Realizm

Saldırgan Realizme göre, devletlerin kazanabildikleri kadar güç kazanmaları stratejik olarak anlamlı bir politikadır. Saldırgan Realistlere göre, anarşi altında devletlerin birbirlerinin niyetlerinden yüzde yüz emin olmalarına olanak yoktur. Bu yüzden bütün devletler kendi göreceli güç konumlarını geliştirecek fırsatları kollamalı ve tek amaçları hayatta kalmak olsa bile daha fazla güç kazanmak için uğraşmalıdır. Saldırgan Realistler saldırı-savunma dengesinin savunmadan yana olduğu görüşünü kabul etmezler. Onlara göre, ilk saldıran taraf genellikle kazanır.

Realizme Yöneltilen Eleştiriler
1. Realist teori, sadece güç politikaları ve çatışmalar üzerine odaklandığından tek boyutludur.
2. Realist teori yalnızca devletleri uluslararası politikanın aktörleri olarak görür ve bireyler ya da uluslararası örgütler gibi diğer aktörleri önemsemez.
3. Realistlere göre, devletler anarşi altında güç ve güvenlik kaygılarına göre hareket etmekte, bu da uluslararası sistemdeki tek davranış kuralının güç olduğu sonucunu doğurmaktadır. Hâlbuki günümüzde devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk ve gelenek kuralları bulunmakta ve bu kurallar devletlere haklar yüklediği kadar yükümlülükler de getirmektedir.

ULUSLARARASI POLITIKADA ALTERNATIF YAKLAŞIMLAR
Liberalizm

Uluslararası ilişkilerde Liberal yaklaşım, kökleri 18. Ve 19. yüzyıllara kadar giden köklü bir geleneğin ürünüdür ve modern liberal devletin doğuşu ile ortaya çıkmıştır. Liberalizm, bir ideoloji olarak özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde siyasal ve ekonomik düşünce tarihinde etkili olmuştur.

Liberalizm, günümüzde pek çok teorinin de çıkış noktasını oluşturmaktadır. Liberal yaklaşımın temelinde yatan en önemli konu adil ve barışçıl bir dünya düzeninin nasıl kurulacağı olmuştur. Dünya barışının nasıl sağlanacağı konusunda en sistematik yaklaşımı Perpetual Peace (Daimi Barış) isimli kitabıyla ünlü Alman düşünür fikir adamı Immanuel Kant ortaya koymuştur.

Liberal Düşüncenin Evrimi; Liberal düşüncenin oluşumunun tanımlanması Realist düşünceyi etkileyen akımların tanımlanmasından daha zordur. Liberal yaklaşımının ortaya çıkmasında payı olan düşünürlerin etkisi daha dolaylı olmuştur.

Liberal düşüncenin köklerini, M.Ö. 300 yıllarında Eski Yunan’da ortaya çıkmış olan Stoacılık düşüncesine kadar götürmek mümkündür. Stoacılar, tüm insanların farklı siyasi topluluklarda yaşamalarına ve farklı kültürlere sahip olmalarına rağmen, daha büyük bir topluluğun parçası olduğunu savunmuşlardır.

17.yy. dan itibaren ortaya çıkmaya başlayan Klasik Liberalizm, günümüz Liberal düşüncesinin atası olarak kabul edilebilir. Klasik Liberal teorinin çıkış noktasını birey ve bireyin özgürleşmesi oluşturmaktadır. Bu yaklaşıma göre, birey hem en önemli analiz birimi hem de hak sahibidir. Devletin temel görevi ise bireyler arasındaki anlaşmazlıklarda arabuluculuk yapmak ve bireylerin sahip oldukları hakları sonuna kadar kullanabilecekleri ortamı yaratmak ve devam ettirmekten öteye gitmemelidir.

Bireye ilişkin Liberal düşünce, ekonomik alanda da Adam Smith ve Ricardo’nun çalışmalarıyla pekiştirilmiştir. Bu ekonomistler, devletin sınırlamadığı bireysel girişimciler üzerine yoğunlaşarak bireyin ekonomik alandaki önemine dikkat çekmişlerdir.

Pozitif hukukun kurucusu sayılan Hugo Grotius da Liberal düşünce üzerinde etkili olan düşünürlerden birisidir. Grotius, Realistlerin aksine, uluslararası ilişkileri bir savaş hâli olarak tasvir etmez. Ona göre, “uluslararası ilişkiler anarşiktir ama çoğul egemen devletlerin varlığı ve ortak üst otoritenin yokluğu anlamında anarşiktir ve uluslararası ilişkilerde bir toplumsallık durumu vardır”.

Liberal yaklaşım üzerinde etkili bir diğer felsefeci de Immanuel Kant’tır. Kant, Stoacı fikirlerden büyük ölçüde etkilenmiş ve evrensellik, dünya vatandaşlığı ve barışın bir aracı olarak devletler arasında bir federasyonun kurulması gibi konular üzerinde yoğunlaşmıştır.

Yukarıda özetlenen düşünürlerin etkilediği Liberalizm ancak I. Dünya Savaşı sonrasında bir uluslararası politika teorisi olarak görülmeye başlamıştır. Modern Liberal teori Klasik Liberallerin birey odaklı görüşlerini esas alarak bunu uluslararası ilişkilere uygulamaya çalışmışlardır.

Modern Liberalizmin Temel Varsayımları; Liberaller, Realizmin uluslararası politikaya bakışlarını eleştirerek kendi varsayımlarını ortaya koymuşlardır. Bu varsayımları aşağıdaki başlıklar altında toplamak mümkündür:

• Devletler, uluslararası politikanın tek aktörleri değillerdir.
• İnsanlar temelde iyi varlıklardır.
• Uluslararası sistemde iş birliği mümkündür.
• Uluslararası sistem sadece güç açısından yapılandırılmamıştır.
• Devletler yekpare aktörler değillerdir.
• Rasyonellik.
• Askeri güç.

İdealizm; I. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulmak istenen yeni dünya düzeninin mimarlarından Woodrow Wilson, savaşların önlenebilir olduğunu ve egoist devletler arasındaki güç mücadelesinin uluslararası kurumlar yoluyla azaltılabileceğini savunmuştur. Bu görüş Realistler tarafından idealizm olarak adlandırılmış ve hayalperest ve ütopik olmakla suçlanmıştır.

Demokratik Barış Teorisi; Liberalizmin etkilediği diğer bir teori de Demokratik Barış Teorisidir. Daha önce de belirtildiği gibi, Liberaller savaşların azaltılmasının bir yolunun da demokrasilerin yaygınlaştırılması olduğunu savunmuşlardır.

Neoliberal Kurumsalcılık; 1980’li yıllarda Realizme eleştiri olarak ortaya çıkan Neoliberal Kurumsalcılık ya da kısaca Neoliberalizm daha önceki Liberal yaklaşımlardan farklıdır. Neoliberaller, bir yandan devletler arasındaki çatışmaların azaltılmasında uluslararası örgütlerin önemine işaret ederken diğer yandan Realistlerin bazı varsayımlarını da kabul etmektedirler. Neoliberallere göre, devletlerin uzun dönemli ortak kazançlar peşinde koşmaları, kısa dönemli bencil çıkarlar peşinde koşmalarından daha rasyonel bir davranıştır.

Marksist Yaklaşımlar

Marksist teoriler, yirminci yüzyılın büyük bölümünde, yukarıda açıklanan uluslararası ilişkiler teorilerine karşı en radikal alternatifi oluşturmuşlardır. Büyük ölçüde Karl Marx’ın düşüncelerinden etkilenen bu teoriler temel olarak uluslararası ekonomik yapı üzerinde durmuşlar ve uluslararası politikayı ekonomik faktörler açısından incelemişlerdir.

Marksist Düşüncenin Evrimi; Uluslararası politikada radikal görüşler olarak da adlandırılan Marksist teoriler, temel olarak Marx ve diğer Marksist düşünürlerin fikirlerinden esinlenmişlerdir.
Marksist düşüncenin önemi onun tarihsel analize yaptığı vurguda yatmaktadır. Marx özellikle üretim sürecinin tarihi üzerinde durmuş ve üretim sürecinin feodalizmden kapitalizme evrilme sürecinde yeni sınıfların ve sosyal ilişkilerin ortaya çıktığını belirtmiştir.

Marx’a göre insanlık tarihindeki en temel sosyo-ekonomik değişimler iki temel sosyo-ekonomik sınıfın çatışmasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır bunlar: üretim mallarına sahip olan kapitalist burjuva ve üretim araçlarına sahip olmayan ancak burjuva için çalışan proletarya sınıfı.

Lenin ve Emperyalizm; Marx’ın düşüncelerini uluslararası alana uygulan ilk kişilerden biri Lenin’dir. Lenin emperyalizm terimini, 19. yüzyılda dünyanın sömürgeci imparatorluklar arasında paylaşılmasını anlatmak için kullanmıştır. Emperyalist devletler, daha fazla ucuz hammadde ve işgücü elde etmek ve kendi ülkelerinde ürettikleri fazla mallar için pazar yaratmak amacıyla daha zayıf ülkeleri işgal ederek sömürgeleştirmişlerdir. Dolayısıyla Lenin Marx’ın sınıf çatışmasını uluslararası alana taşımış ve emperyalist devletlerle sömürülen devletler arasında bir çatışmanın başlayacağını öngörmüştür.

Bağımlılık Teorisi; Marksist gelenek içinde geliştirilen ikinci önemli teori de Bağımlılık Teorisidir. Öncülüğünü Raul Prebish, T. Dos Santos, Fernando H. Cardoso, Samir Amin, Andre Gunder Frank ve Immanuel Wallerstein gibi düşünürlerin yaptığı Bağımlılık Teorisi temel olarak III. Dünya ülkelerinin fakirliğinin sebepleri ile ilgilenmiştir. Teoriye göre, III. Dünya ülkelerinin geri kalmışlığının temel sebebi, bu ülkelerin sermaye ve teknolojik açıdan gelişmiş ülkelere bağımlı olmasıdır.

Eleştirel Teori; Uluslararası Politika disiplininde en çok ses getiren Marksist teorilerden bir diğeri de Eleştirel Teoridir. Eleştirel Teori, 1920’lerde Almanya’nın Frankfurt şehrinde bir araya gelen entelektüellerin çalışmaları üzerine inşa edilmiş bir teoridir. Öncüleri arasında Antonio Gramsci, Max Horkheimer, Theodor Adorno, Walter Benjamin, Herbert Marcuse, Erich Fromm, Leo Lowenthal ve Jürgen Habermas’ı sayabiliriz. Çok farklı görüşleri içinde barındırmakta ve zaman zaman Frankfurt Okulu olarak anılmaktadır.

İnşacı Yaklaşım

Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, inşacılar olarak adlandırılan bir grup teorisyen, Realizmin materyalist yaklaşımını eleştirmişler ve bu teorinin sistemde meydana gelen değişimi açıklamada yetersiz kaldığını ifade etmişlerdir. İnşacı yaklaşım içinde pek çok farklı düşünceyi barındırmaktadır.

Birinci yaklaşım, Alexander Wendt’in geliştirdiği ve Sosyal inşacılık olarak adlandırılan ve kolektif kimliklerin sistemik etkileşim yoluyla oluşabileceğini savunan yaklaşımdır. Wendt, Realizmin bazı varsayımlarına katılmakla beraber, uluslararası sistemin yapısı, sistemik değişim, kimlik ve çıkar konularında çok farklı düşüncelere sahiptir. İlk olarak sosyal inşacılar, Neorealizmin aksine, uluslararası sistemin yapısının maddi değil, sosyal bir yapı olduğunu savunmaktadırlar.

Sosyal yapının ikinci öğesi ise maddi kaynaklardır. Fakat inşacı teoride maddi kaynaklar Realistlerinkinden farklıdır. İnşacılar sosyalleşmiş maddi kaynaklardan söz etmektedirler. Onlara göre, bir devletin elinde bulundurduğu maddi kapasitelerin önemi, o kapasiteleri elinde bulunduran devletin diğer devletler gözündeki imajına göre değişiklik göstermektedir.

İnşacı Yaklaşımı savunanlar, yapı ve aktör arasında karşılıklı bir etkileşimin olduğunu söyleyerek Neorealistlerin yapı kavramından farklılaşmaktadırlar. Neorealizme göre, yapı maddi ve soyut bir oluşumdur ve bir kez oluştu mu devletler üzerinde ve devletlerin etkileyemediği ancak devletlerin davranış ve tercihlerini etkileyen bir güç hâline gelmektedir. İnşacılar ise, yapı ve aktör arasında karşılıklı bir etkileşimin olduğundan bahsetmektedirler. Buna göre, yapı sosyal bir yapıdır ve fikirler, normlar ve prensipler bu yapıyı oluştururlar. Yapı oluştuktan sonra aktörlerin davranışlarını ve tercihlerini etkileyebilir. Ancak, aktörler de eylemleri ile yapıya hâkim olan fikir, norm ve prensiplerin dolayısıyla da yapının değişmesine sebep olabilirler. Yani, yapı ve aktör birbirlerini karşılıklı olarak inşa ederler.

İnşacılara göre güç gibi objektif bir gerçeklik bulunmamaktadır. Her şey subjektiftir ve aktörler için ifade ettiği anlam aktörlerin sahip olduğu kimliğe bağlıdır. Bu durumda, uluslararası politikada meydana gelen olayları açıklayan genel bir teori yaratmak mümkün olmamaktadır.

Feminist Yaklaşım

Feminist Teori; içinde pekçok yaklaşımı barındırmaktadır. Bu yaklaşımların tümü genel olarak, uluslararası politikanın işleyişinde cinsiyetin önemli olduğu ancak şimdiye kadar yapılan çalışmalarda göz ardı edildiğini savunmaktadırlar.

Feministlere göre, geleneksel teorilerin evrensel gerçeklik olarak kabul ettikleri varsayımlar sadece erkekler için geçerli olan varsayımlardır. Özellikle Realizmin devlet, güç, anarşi, çıkar ve egemenlik gibi kavramları, erkeklerin birbirleri ile olan etkileşim yöntemlerini ve onların dünyaya bakışlarını yansıtmaktadır. Dolayısıyla Realistler dış politikada karar verme, devlet egemenliği veya askeri güç kullanımı gibi konuları tartışırken temel aktörlerin erkekler olduklarını varsaymaktadırlar. Dünyadaki çoğu ülkenin liderinin erkek olması Feministlerin neden kadınların bu süreçlerden dışlandıkları sorusunu da gündeme getirmelerine sebep olmuştur.

Feministler, cinsiyetin dışı politika karar verme sürecini nasıl etkilediğini de göstermeye çalışmışlardır. Onlara göre cinsiyete dayalı ayrımcılık erkeklerin en tepede olduğu hiyerarşik yapıları ortaya çıkarmıştır. Bu erkek egemen yapının erkek ve kadın arasındaki eşitsizliği daha da artıran uygulamaları körüklemiş ve kadınların uluslararası politikaya olan katkılarını göz ardı etmiştir. Feminist Teoriye göre, kadınlar da uluslararası politikada erkekler kadar etkilidir ancak bu etki resmi kanallardan çok, gayriresmi ve devletdışı kanallar aracılığı ile gerçekleşmektedir.

Feministler ayrıca, geleneksel yaklaşımların cinsiyet kavramını da eleştirmektedirler. Onlara göre geleneksel yaklaşımlar, devlet yönetimi veya savaşlar gibi olayları erkeklerin işi olarak görmektedirler. Bu durum kadınların uluslararası politikada etkisiz olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.

ULUSLARARASI SISTEM
Uluslararası Sistem

Uluslararası sistem farklı açılardan ele alınmış ilişkilerde her bir teori, sisteme etki eden faktörleri ve sistemin kendisini oluşturan birimler üzerindeki etkilerini yine kendi teorik yaklaşımları çerçevesinde açıklanmaya çalışılmıştır.

Realistler ve Marksistler için uluslararası sistem analizlerin temelini oluşturmaktadır.

Uluslararası sistemi anlamak için, öncelikle sistem kavramının açıklanması gerekmektedir. Bir tanıma göre sistem, düzenli bir etkileşim içinde bulunan ve birbirinden bağımsız birimlerin ve nesnelerin bir araya gelerek oluşturdukları bir bütündür. Bu birimler devamlı olarak birbirleri ile etkileşim içinde olduğundan, bir birimde meydana gelen değişim, tüm diğer birimlerde de değişime sebep olur. Sistemin sorunsuz işlemesi, sistemi oluşturan her bir parçanın düzenli işleyişine bağlıdır.

Bir sistemi diğer bir sistemden ayıran sınırlar her zaman mevcuttur ancak bu, farklı sistemlerin kesin çizgilerle birbirlerinden ayrıldığı anlamına gelmemelidir.

Farklı sistemler arasında alışveriş her zaman mümkündür. Aynı zamanda bir sistem, kendisini oluşturan parçaların düzenli olarak işlememesi ya da sistemde meydana gelen önemli bir değişim sonucu her an çökebilir. Bu durumda çöken sistemin yerini yeni bir sistem alır.

Uluslararası sistem, uluslararası politika çalışmalarında kullanılan en kapsamlı analiz düzeyidir. Uluslararası sistemi, “aktörler arasında, belli prensipler ve etkileşim kurallarına uygun olarak yapılandırılmış ilişkiler bütünü” olarak tanımlayabiliriz.

Yapısal Özellikler; bütün sistemler, bazı temel yapısal özelliklere sahiptir. Bu yapısal özellikler otoritenin örgütlenişi, aktörler ve aktörler arasındaki etkileşimin düzeyi ve kapsamı gibi konuları kapsamaktadır.

Güç İlişkileri; Sistemin işleyişini etkileyen diğer bir faktör de sistemdeki güç ilişkileridir. Sistemdeki güç ilişkileri üç açıdan incelenebilir: sistemdeki kutup sayısı, gücün yoğunluğu, güç değişimleri.

Ekonomik İlişkiler; Uluslararası sistemin işleyişi, aynı zamanda, sistemdeki ekonomik ilişkilerin doğasından da etkilenmektedir. Ekonomik ilişkiler açısından üç konu özellikle önemlidir: karşılıklı bağımlılık, doğal kaynaklar ve devletlerarası gelişmişlik farklılıkları.

Davranış Normları; Realistler, uluslararası sistemde devletlerin üzerinde kural koyacak bir otorite olmadığı için sistemin anarşik olduğunu ve devletlerin anarşi altında güç kaygıları ile hareket ettiğini savunmuşlardır. Bu yargı kısmen doğrudur.

Normlar, insanların iki temel ihtiyacını karşılamak amacıyla oluşturulmuşlardır. Birincisi, psikolojik olarak tüm insanlar doğru ve yanlışı, ahlaki olanla olmayanı ayırma ihtiyacı duyarlar.

İkincisi ise, insanların davranışlarını düzenli kalıplara oturtma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Tüm insanlar, düzensiz ve rastgele davranışlarının doğuracağı sıkıntıları ortadan kaldırmak amacıyla normlar oluşturmaya çalışır.

Uluslararası İlişkiler Teorileri ve Uluslararası Sistem

Liberallere Göre Uluslararası Sistem; Liberaller, uluslararası sistemin yapısı ve işleyişi konusunda Realistlerden çok farklı düşünmektedirler. Sistem analizi pek çok Liberal için temel analiz birimi olmadığından, Liberal gelenek içinde farklı sistem kavramlarına rastlamak mümkündür. Bu kavramları üç başlık altında toplayabiliriz:

• Bir Süreç Olarak Uluslararası Sistem
• Uluslararası Toplum Olarak Uluslararası Sistem
• Anarşik Bir Yapı Olarak Uluslararası Sistem

Realistlere Göre Uluslararası Sistem; Realistlerin sistem kavramı Liberallere nazaran daha nettir. Realistlere göre sistem anarşiktir ve devletlerin üzerinde kural koyacak bir güç bulunmamaktadır. Özellikle Neorealizm, analizlerinde sistem kavramına özel bir önem atfetmiş, sistemin yapısının devlet davranışlarını sınırladığını savunmuştur. Realistlere göre uluslararası sistem güç açısından yapılandırılmıştır ve bir sistemi diğerinden ayıran en önemli özellik sistemdeki kutuplaşmadır. Daha önce de gördüğümüz gibi, sistemdeki güç merkezlerine kutup adı verilmektedir ve sistemin kaç kutuplu olduğu bu güç merkezlerinin sayısına bağlıdır.

Marksistlere Göre Uluslararası Sistem; Marksistler, sistemi Liberaller ve Realistlerden tamamen farklı olarak tanımlamaktadır. Onlara göre, sistemin yapısını belirleyen en önemli faktör, sistemde var olan katmanlaşmadır. Marksistler katmanlaşmayı, kaynakların devletler arasında eşitsiz dağılımı olarak tanımlamaktadır.

Marksistlere göre, gücün ve kaynakların dağılımındaki eşitsizlik, sistemde var olan devletler arasında da bir bölünmeyi beraberinde getirmektedir. Özellikle Güney ve Kuzey ülkeleri arasındaki bölünme, bu katmanlaşmanın en önemli sonucudur.

İnşacılara Göre Uluslararası Sistem; İnşacı yaklaşım, uluslararası sistemi, realistlerin aksine, sosyal açıdan tanımlamaktadırlar. İnşacılara göre, uluslararası sistemin yapısını normlar, fikirler ve ortak anlayışlar oluşturmaktadır. Alexander Wendt’e göre, sisteme hakim olan bu normların doğası, sistemin de hangi kültüre sahip olduğunu belirtmektedir.

Uluslararası Sistemin Evrimi

Günümüz uluslararası sistemi, merkezi Avrupa olan Batı uygarlığının bir ürünüdür. Pek çok uluslararası ilişkiler teorisyeni, modern anlamda ilk uluslararası sistemin oluşum tarihi olarak, Otuz Yıl Savaşlarını sona erdiren 1648 Westphalia Antlaşmasını göstermektedirler. Bu antlaşma ile Avrupa’da dini otoritelerin yerini laik yönetimler almaya başlamışlardır. Bu değişiklik aynı zamanda uluslararası ilişkilerin temel prensipleri olan toprak bütünlüğü ve egemen-eşitlik kavramlarının da ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Günümüz ulus-devletini tanımlayan bu kavramların yaygınlaşması modern uluslararası sistemin de oluşumuna yol açmıştır.

Westphalia Öncesi Uluslararası Sistem; Ulus devletler oluşmadan önce uluslararası politikada imparatorluklar, kabileler ya da şehir devletleri hakimdi. Westphalia öncesi döneme damgasını vuran ve günümüz sisteminin oluşumuna katkıda bulunan uygarlıkları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

Antik Yunan; Milattan önce 400’ler de, güçlerinin zirvesinde olan Yunanlılar, şehir devletleri altında örgütlenmişlerdir. Bugünkü Yunanistan, Ege Adaları ve Batı Anadolu’da kurulan bu şehir-devletleri, günümüz Batı kültürünün ve siyasi fikirlerinin kaynağını oluşturmuştur.

Emperyal Çin; Çin en eski ve en zengin uygarlıklardan biridir. Çin uygarlığı, Batı deneyiminden farklı bir şekilde gelişmiş ve Çin’de uluslararası politika konusundaki fikirler Batıdakilerden farklı olarak şekillenmiştir. Çin’de dış ilişkiler konusundaki görüşler, Eski Yunan’dan çok önceleri, Chou Hanedanlığı (M.Ö. 1027-221) döneminde oluşturulmuştur. Bu fikirler daha sonra, M.Ö 6. yy. da Konfüçyüs tarafından tekrar ele alınmıştır.

Roma İmparatorluğu; Pek çok Yunan şehir devleti, daha sonraları Roma imparatorluğu altında birleşmişlerdir.

Roma imparatorluğu (M.Ö. 50-M.S. 400) daha büyük siyasi birimlerin öncüsü niteliğindedir. Roma imparatorluğu, Avrupa’nın büyük bir kısmı, Asya’nın Akdeniz kısımları, Orta Doğu ve Kuzey Afrika üzerinde güç kullanarak düzen ve birliği sağlayarak çok geniş bir imparatorluk hâline gelmiştir.

Orta Çağ Avrupası; Orta Çağ’da, Batı Avrupa’da pek çok devlet feodal prensliklere bölünmüş durumdaydı. Bu dönemin en etkili kurumu Kilise idi ve diğer tüm kurumlar yerel nitelikteydi. Dönemde coğrafi keşiflerin artması pek çok insanın Yeni Dünya’ya (Amerika) göç etmesine yol açmıştır. Feodal düzenin sarsılmaya başlamasıyla Fransa, İngiltere ve İspanya’da otorite güçlü liderlerin eline geçmeye ve mutlak monarşiler kurulmaya başlamıştır. Otoritenin merkezileşmesi, bu imparatorluklar içinde yaşayan insanların tepkisine yol açarak isyanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Avrupa’nın geri kalan kısımları ise laiklik-dinsellik tartışmasına gömülmüş ve bu durum Hristiyanlığın Katoliklik ve Protestanlık arasında bölünmesiyle sonuçlanmıştır.

Avrupa’daki bu dini çekişme, Kutsal Roma imparatorluğu etrafında birleşmiş olan Katolik devletlerle, Kuzey Avrupa’nın Protestan devletlerinin kurmuş olduğu koalisyon arasında 1618 yılında başlayıp 1648 yılına kadar devam eden Otuz Yıl Savaşları ile sonuçlanmıştır.

Çoğunlukla bugünkü Alman topraklarında yürütülen savaş, Avrupa’yı yerle bir etmiş ve 1648 yılında imzalanan Westphalia Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Antlaşma, devletlerin içindeki laik ve dini otoriteler arasındaki çatışmalara son noktayı koyarak laik otoritelerin zaferini ilan etmiştir. Antlaşma aynı zamanda uluslararası ilişkilerin uygulamasını da derinden etkilemiştir.

Westphalia Sonrası Uluslararası Sistem; Westphalia Antlaşmasının, uluslararası politika açısından önemi, egemenlik kavramını kabul etmesinde yatmaktadır.
Günümüz uluslararası ilişkilerinin temel kavramlardan biri olan egemenlik prensibi, Westphalia’ya giden süreçteki en önemli entelektüel gelişmelerden birisidir.

On Dokuzuncu Yüzyılda Uluslararası Sistem; 1799’da Fransa’da başlayan Napolyon dönemi, 1815 yılında Napolyon’un yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Napolyon Savaşlarının sona ermesiyle toplanan Viyana Kongresi Avrupa’da barışı sağlamış ve Avusturya, İngiltere, Fransa, Prusya ve Rusya önderliğinde çok kutuplu bir sistem ortaya çıkmıştır. 19. yy.’da Avrupa, Avrupa Uyumu olarak adlandırılan göreceli bir barış dönemine girmiş ve 1854 Kırım Savaşına kadar büyük güçler arasında herhangi bir savaş çıkmamıştır. Ulusal düzeyde meydana gelen en önemli değişikliklerin başında, yeni siyasi ideolojilerin yaygınlaşması gelmektedir. Egemenlik ilkesi, milliyetçiliğin gelişmesine paralel olarak, hali hazırda tüm Avrupa’ya hızla yayılmaktaydı. Bu dönemde ortaya çıkan Marksizm de siyasi tartışmalara yeni bir boyut getirmiştir.

İki Savaş Arası Dönemde Uluslararası Sistem; Birinci Dünya Savaşı uluslararası sistemde önemli değişikliklere sebep olmuş ve 19.yy. sistemini kökten değiştirmiştir. Birinci olarak, sistemdeki güç dağılımı değişmiştir. 19. yy. güç dengesinin temel aktörlerinden olan üç imparatorluk, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluğu yıkılmış, ya yerlerine yeni yönetimler kurulmuş ya da imparatorluk toprakları daha küçük devletler arasında bölünmüştür. Almanya’nın 1939 yılında Polonya’yı işgali,
II. Dünya Savaşını başlatmıştır. II. Dünya Savaşı 1919 yılında başlayan uluslararası sistemi sona erdirmiş ve iki kutuplu Soğuk Savaş Dönemi başlamıştır.

Soğuk Savaş Döneminde Uluslararası Sistem;
Almanya’nın 1939 yılında Polonya’yı işgali, II. Dünya

Savaşını başlatmıştır. II. Dünya Savaşı 1919 yılında başlayan uluslararası sistemi sona erdirmiş ve iki kutuplu Soğuk Savaş Dönemi başlamıştır. ABD ve Sovyetler Birliği savaştan sonra yeni süper güç olarak ortaya çıktı. Savaş sırasında müttefik olan bu iki devlet arasında ideolojik ve ulusal çıkar çatışmalarının gün yüzüne çıkması, sistemin bu iki süper güç arasında bölünmesine yol açmıştır.

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Uluslararası Sistem; Sovyetler Birliği’nin dört yıl gibi kısa bir süre içinde dağılması, uluslararası sistemde köklü değişikliklere neden olmuştur. 1991 Varşova Paktının dağılması ile beraber, Soğuk Savaşın galibinin ABD ve liberalizm olduğu öne sürülmüş ve Amerikan hegemonyasının tek kutuplu bir dünya olduğu savunulmuştur. Bu dönemde ABD’nin üstünlüğü kabul edilmiş olsa da farklı nitelikte ve düzeylerde güç merkezlerinin de ortaya çıkmaya başladığını görmekteyiz. Ekonomik güç merkezleri olarak Japonya ve Avrupa Birliği, askeri ve ekonomik güç merkezleri olarak Asya’da yükselmeye başlayan Çin ve Sovyetler Birliğinin yerini alan Rusya Federasyonu, gittikçe artan bir şekilde Amerikan hegemonyasını dengelemeye başlamışlardır.

DIŞ POLITIKA ANALIZI
Dış Politika: Tanım ve Amaçlar
Devletlerin, diğer devletlerle olan ilişkilerinde aldıkları kararlar ve eylemlerin tümü, dış politika olarak ele alınmaktadır.

Dış politika çalışmaları genellikle iki farklı kavramın incelenmesini gerektirmektedir. Bunlardan ilki dış politika süreci diğeri ise dış politikadır. Dış politika süreci, bir devletin dış politikasını oluştururken ve uygularken geçtiği aşamaların tümünü ifade etmektedir. Her devletin dış politika süreci diğerlerinden farklı olabilir.

Dış politika, dış politika sürecinin bir çıktısıdır. Dış politika “bir devletin, kendi sınırları dışındaki çevreyle olan etkileşimi ve bu etkileşimi yürütmek için benimsediği politikaların toplamı”, “devletlerin uluslararası sistemdeki faaliyetlerine rehberlik etmek amacıyla kullandıkları stratejiler” ya da “devletlerin faaliyetlerinin altında yatan genel eğilim ve prensipler” olarak tanımlanabilir.

Devletlerin dış politika çıktıları, büyük ölçüde, karar vericilerin kişisel özelliklerinden, içinde bulunulan toplumdan, ülkenin siyasi rejiminden, içinde faaliyet gösterilen uluslararası ve küresel ortamdan etkilenirler. Bu faktörler farklı analiz türlerinden etkilenir. Bireysel ve devlet düzeyleri, dış politikalarının karşılaştırılması dış politika analiz türlerindendir. Karşılaştırmalı dış politika analizleri, aynı tür toplumlara ya da siyasi rejimlere sahip ülkelerin, dış politika davranışlarının da aynı olup olmadığının araştırılması amacı güden çalışmalardır. Bu çalışmalar genellikle devletlerin, büyüklük, zenginlik ve rejim türü gibi üç özelliği üzerinde durur. Siyasi kültür ve tarihsel faktörlerin devletlerin dış politikaları üzerindeki etkilerini araştıran çalışmalara da sıklıkla rastlamak mümkündür. Bir toplumun üyelerinin siyasal sisteme ilişkin tutum ve inançlarının tümü o toplumun siyasi kültürünü oluşturur.

Bir devletin dış politika amaçları, öncelikle o devletin yaşamsal, orta dönemli ve uzun dönemli çıkarlarını korumaya yöneliktir.

Yaşamsal Amaçlar: Bir devletin yaşamsal amaçlarının başında, ülke güvenliği, ekonomik güç ve siyasi bağımsızlık gelmektedir. Dış politika bu amaçlara hizmet eden bir araç olarak kullanılmaktadır.

a. Güvenlik: Devletler ulusal güvenliklerine karşı oluşabilecek iç (ayaklanma, ayrılıkçılık, devrimler, darbeler gibi) ve dış (silahlı saldırı, işgal gibi) tehditlere karşı pek çok tedbir almaktadırlar. Bu tedbirler, bir ülke için coğrafi tehditler, fikir ve ideolojilerine yönelik tehditler ve toplumlara yönelik tehditlere karşı alınıyor olabilir.

b. Ekonomik güç: Ekonomik faktörler iki açıdan önemlidir. Birincisi, ekonomik güç, ulusal güce katkı yapan en önemli faktörlerden birisidir. İkincisi, ekonomik güç refahın kaynağıdır. Ekonomik gelişmenin ve

sanayileşmenin düzeyi, devletin dış politika amaçlarını belirlemede ve bu amaçları gerçekleştirmede önemli bir faktördür.

Gelişmiş ülkelerin ulusal çıkarları çoğunlukla kendi sınırlarını da aşan çıkarlardır. Bilimsel ve ekonomik olarak gelişmiş devletler nükleer veya diğer kitle imha silahlarını geliştirerek, uydu, iletişim, bilişim gibi teknolojik araçları kullanarak çıkarlarını korumayı amaçlarlar. Bu araçların da ekonomik gelişmişlik düzeyine bağlı olduğu açıktır.

Ekonomik kaygılar devletlerin dış politika gündeminde üst sıralara yükselmeye başlamıştır. Hatta bazı yazarlar, jeoekonominin, jeopolitiğin yerini almaya başladığını iddia etmektedirler. Jeoekonomi, ulusal ekonomileri inceleyen ve ülkelerin coğrafyası ile ekonomik gücü arasında bağlantı kuran bir bilimdir.

Ekonomik olarak zayıf devletler de dış politikada genellikle bağımlı oldukları zengin devletlerin isteklerine göre hareket etmek zorunda kalmaktadırlar. Ekonomik faktörlerin dış politika açısından diğer bir önemi de devletlerin gittikçe kendi halklarının refahını arttırma isteklerinden kaynaklanmaktadır. Refah devleti, vatandaşların refahını, ekonomik ve sosyal esenliklerini korunması ve teşvik edilmesini birincil öncelik olarak kabul eden devlettir.

c. Siyasi Bağımsızlık (Otonomi, Özerklik): Bir devletin kendi iç ve dış politikasını, hiçbir etkiye maruz kalmadan oluşturabilmesi ve uygulayabilmesi, kendi çıkarlarını, amaçlarını ve eylemlerini, başka bir devletin etkisi, zorlaması ve yönetimi olmadan belirleyebilmesi demektir. Uluslararası sistemde devletler yasal olarak eşit- egemen sayılmaktadır. Fakat uygulamada devletlerin askeri, siyasi ve ekonomik yönden eşit olmadıkları da bir gerçektir.

Devletlerin siyasi bağımsızlıklarını devam ettirmelerinin en önemli araçları, askeri, bilimsel ve ekonomik güçlerini arttırmak, dış ülkelere ve kaynaklara bağımlılıklarını azaltmaktır. Devlet egemenliği üzerindeki kısıtlamalar devletlerin antlaşmalar yoluyla gönüllü olarak kabul ettikleri kısıtlamalar olabileceği gibi (örneğin Avrupa Birliği’ndeki uluslarüstücülük), teknolojik gelişmelere bağlı olarak devletlerin rızaları dışında da ortaya çıkan kısıtlamalar da olabilir.

Orta Dönemli Amaçlar: Devletlerin orta dönemde ulaşmaya çalıştıkları amaçların başında, devletin uluslararası sistemde statüsünü ve prestijini güçlendirmek ve korumak gelmektedir. Günümüzde devletlerin askeri güç gösterileri, bilim ve teknolojideki liderlik çabaları prestij kazanma amaçlarına hizmet etmektedirler. Devletlerin kültürel ve sportif faaliyetleri de ulusal prestiji artırma amacı olarak kullanılmaktadır. Devletler dünyaca saygın Edebiyat Ödülleri, Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunları gibi organizasyonlarda başarılı olabilmek için çok büyük yatırımlar yapmakta ve Olimpiyatlara ev sahipliği yapmak için de kıyasıya rekabet etmektedirler.
Uzun Dönemli Amaçlar: Devletlerin uzun dönemli dış politika amaçlarının başında kendi inanç sistemlerini veya değerlerini yaymak gelmektedir. Devletler bu yolla yumuşak güçlerini artırarak, liderlik rolü üstlenebilir ve sistemde hegemonyasını güce başvurmadan devam ettirebilir. Ekonomik nedenler de, devletlerin kendi değerlerini diğerlerine benimsetme nedeni olabilir.

Devletlerin Dış Politika Stratejileri

Devletler, dış politikalarını belli stratejiler etrafında şekillendirirler. Bu dış politika stratejileri, güvenlik ve ekonomik stratejilerdir.

Devletlerin Güvenlik Stratejileri: Devletler güvenliklerini sağlamak için pek çok stratejiye başvururlar. Bu stratejiler ya güvenlik zafiyetlerini ya da algılanan tehditleri azaltmak amacına yönelik olabilir.

Yalnızcılık(İzolasyonizm):Devletlerin kendilerine yönelen tehditleri azaltmak veya ortadan kaldırmak amacıyla, diğerlerinin işlerine karışmama ya da başka devletlerle askeri ittifaklar yapmama ilkelerine dayanan bir stratejidir. Geçmişte coğrafi özellikler devletlerin yalnızcılık politikası izlemesini kolaylaştırırken, günümüzde küreselleşme ve teknolojik gelişmeler devletleri her geçen gün karşılıklı bağımlı hale getirmektedir.

Kendi Kendine Yeterlilik: Bazı yönleri ile yalnızcılık politikasından ayrılmaktadır. Bir devletin kendi silahlanmasını sağlayarak potansiyel düşmanları caydırma amacı güder. Bu tür stratejiyi uygulayan devletler, hiçbir askeri ittifaka katılmazlar ve kendi askeri kapasitelerini arttırma yoluna giderler.

Tarafsızlık ve Bağlantısızlık: Tarafsızlık, bir devletin diğer devletler arasındaki çatışmalara katılmamasına veya çatışmada taraf olmamasına olanak sağlayan hukuki ve siyasal durumdur. “Tarafsızlık, iki ya da daha çok devlet arasındaki savaşta bir devletin savaşanlara yardım etmemek ve savaşın dışında kalmak suretiyle elde ettiği siyasal ve hukuksal durumdur”. Tarafsız devletten farklı olarak sürekli tarafsız devlet, diğer tüm devletler gibi bağımsız ve egemen bir devlettir ancak savaş zamanında çatışmalara taraf olmama yanında, barış zamanında da ittifak antlaşmalarına katılmama yükümlülüğü altındadır.

Bağlantısızlık, tarafsızlıktan farklı bir kavramdır ve ilk olarak bir grup Üçüncü Dünya ülkesinin 1950’li yıllarda Doğu ve Batı blokları arasındaki Soğuk Savaş rekabeti karşısındaki tutumlarını belirtmek için kullanılmıştır. Liderliğini Mısır, Hindistan ve Yugoslavya’nın yaptığı bu ülkelerin bağımsızlıkları ve egemenliklerinde bir kısıtlama söz konusu olmamıştır.

İttifaklar: Bir grup devletin, belli diğer devlete veya devletler grubuna karşı oluşturdukları, üyelerinin güçlendirilmesi ya da güvenliklerinin sağlanması amacına yönelik ve resmi olarak kurulmuş topluluklardır. Soğuk Savaş Döneminde kurulan NATO ve Varşova Paktı güç dengesini sağlama amacıyla kurulmuş bu tür askeri ittifaklardır.

İttifakların üye ülkelere güvenlik açısından, saldırganları caydırma, üye devletlerin savunma gücünü artırma, düşmanın yalnızlaştırılması gibi olumlu işlevleri vardır.

İttifaklar:

• Yayılmacı emellere sahip üyelerin saldırgan politikalar izlemesini kolaylaştırabilir.
• Rakip devletleri kışkırtarak karşı ittifakların kurulmasına neden olabilir.
• Tarafsız devletleri de tehdit ederek herhangi bir tarafa katılmaya zorlayabilir.
• İttifak üyeliği devamlı olarak değişebilir bu da sistemi istikrarsızlaştırır.
• Üyelerden birinin bireysel ve saldırgan tavrı ittifakı topyekun savaşa sürükleyebileceği için kontrol önemlidir.

Devletlerin Ekonomik Stratejileri: Devletler ekonomik stratejiler kullanarak refah düzeylerini artırmaya çalışırlar ve farklı stratejiler kullanırlar. Çoğu zaman ekonomik çatışmalar da bu nedenle yaşanmaktadır.
Otarşi: Devletlerin sanayileşme öncesi çağlarda kullandıkları stratejilerden biridir. Günümüzde faydalı bir strateji değildir. Ekonomik olarak kendi kendine yeterlilik anlamına gelir ve diğer ülkelere olan bağımlılığı en aza indirmeyi amaçlar.

Korumacılık: Temel amacı yerli sanayinin güçlendirilmesi ve onların uluslararası rekabetten korunmasıdır. Her ülke tarafından farklı şekillerde uygulanmaktadır.

Devletlerin yerli sanayilerini koruma politikalarının nedenleri:

• Korumacılık, önemli yerli sanayilerin talepleri doğrultusunda uygulanabilir.
• Devletler, yeni kurulan sektörleri, uluslararası piyasalarda rekabet edebilecek düzeye gelinceye kadar korurlar (bebek endüstri tezi)
• Devletler, yerli sanayilerini değişen piyasa koşullarına uyum sağlamak amacıyla geçici bir süre koruyabilirler.
• Devletler, ulusal savunma için gerekli gördükleri sanayileri koruma altına alabilirler.
• Devletler, kendi sanayilerini yabancı firmaların talancı etkisinden korumak için strateji geliştirebilirler. Büyük firmalar, küçük firmaların rekabet edemeyeceği ölçüde düşük fiyat belirleyebilirler. Bu stratejiye dumping denir. Büyük firmalar monopol olmayı amaçlar. Monopol, bir malın üretiminin yalnızca bir firma tarafından yapılması ya da bütün piyasaya sadece bir firmanın hakim olmasıdır. Monopol piyasanın oluşması için firmanın ürettiği malın ikame edilemez olması gerekir.
Devletler korumacı politikalarını uygulamak amacıyla tarife adı verilen vergiler, kotalar, teşvikler gibi araçlardan yararlanırlar.

Serbest Ticaret: Uluslararası ticaretin serbestleşmesi uzun süredir tartışma konusudur. Merkantilizm teorisi, ticaretin amacının, ülkenin kendi refahını artırmak ve kendi endüstriyel tabanını oluşturmak olduğunu savunur. Liberallere göre ise ticaretin amacı, toplam refahın artırılmasıdır ve bu da ancak karşılaştırmalı üstünlükler prensibine bağlı kalınarak artırılabilir. Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi, devletlerin göreceli olarak etkin bir şekilde ürettiği malların üretimine ve ihracatına yoğunlaşması gerektirdiğini savunur. Bu prensibin uygulanması, ticaretin serbest olması koşuluna bağlı olduğu için, Liberaller uluslararası serbest ticareti savunur. II. Dünya Savaşından sonra ABD, uluslararası ticaret rejimleri kurmaya çalışmıştır. Dünya Bankası (IMF) ve GATT rejimi bunun örnekleridir. GATT, 1947 yılında Bretton Woods Kurumu olarak oluşturulan ve liberal uluslararası ticaret rejiminin yerleştirilmesi sorumluluğunu üstlenen rejimdir. GATT, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşmasının İngilizcesinin kısaltılmış halidir. Marksistler, serbest ticareti reddetmektedir.

Ekonomik Koalisyonlar: Devletler zaman zaman ekonomik çıkarlarını korumak adına iş birliği yapabilirler. Geçmişte az gelişmiş ülkeler tarafından oluşturulmuşlardır. 77’ler Grubu (günümüzde sayıları 125 ülkedir), BM’ler genel kurulu ve UNCTAD’da ekonomik çıkarlarını korumak adına etkin bir politika izlemişlerdir.

Karteller: Bir malın üreticileri veya tüketicilerinin, o malın dünya piyasasındaki fiyatını etkilemek amacıyla bir araya gelerek oluşturdukları ortaklıktır. Bu kartellerin en bilineni Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’dür (OPEC).

Bölgesel Serbest Ticaret Antlaşmaları (Serbest Ticaret Alanları): Bir grup devletin bir araya gelerek kendi aralarındaki ticaret engellerini kaldırmalarıdır. Bu oluşumların en başarılısı 1957 Roma Antlaşması ile kurulan Avrupa Birliği’dir. Bir diğer başarılı örnek ise, ABD, Meksika ve Kanada’nın 1994 yılında kurdukları NAFTA’dır.

Devletlerin Dış Politika Araçları
Devletler, dış politika stratejilerini uygulamak amacıyla dış politika araçlarından yararlanabilirler.

Diplomasi: Devletler dış politika amaçlarına ulaşmak ve çıkarlarını korumak amacıyla, düşüncelerini, eylemlerini veya davranışlarını değiştirmek veya pekiştirmek istedikleri devletlerle şiddete başvurmadan, diplomasi yoluyla ve yazılı ve görsel medya, uluslararası toplantılar, uluslararası örgütler, basın açıklamaları vb. araçlar kullanarak iletişim kurarlar.

Propaganda: Günümüzde karar vericiler ve diplomatlar, çeşitli propaganda araçları kullanarak, kendi ülke vatandaşları kadar diğer ülke vatandaşlarının, özellikle o ülkedeki farklı etnik veya dini grupların ya da baskı gruplarının düşünce ve davranışlarını etkilemeye çalışırlar. Propagandaların temel amacı, o ülke vatandaşlarının kendi hükümetlerine baskı yapmasını ve böylece o ülkenin düşünce ve davranışını arzu edilen yönde değiştirmesini sağlamaktır.

Ekonomik Ödüller ve Yaptırımlar: Özellikle zengin ülkeler, ekonomik veya siyasi nedenlerle ekonomik kaynaklarını sıklıkla bir dış politika aracı olarak kullanabilirler. Devletler uluslararası ekonomik işlemleri manipüle ederek, hedef ülkelerin davranışlarını değiştirmeye çalışırlar. Ekonomik yaptırımlar cezalandırma ya da ödüllendirme yöntemleri şeklinde olabilir. Bu yöntemler:

• Tarifeler: Devletlerin bir ülkeden aldıkları mallar üzerine koydukları vergilerdir.
• Kotalar: Bir ülkenin başka bir ülkeden aldığı malların miktarına getirdiği kısıtlamadır.
• Boykot: Ülkeler, sorun yaşadıkları bir ülkeden ithal ettikleri mal/malların alımını durdurmasıdır.
• Ambargo: Devletler, kendi şirketlerinden ambargo konulan ülke ile olan tüm ekonomik ilişkilerini durdurmasını isteyebilir ve o ülkeyle ticaret yapılmasını suç kapsamına alabilir.
• Borç ve Krediler: Ülkelerin, zengin ülkelerden ya da uluslararası finans kuruluşlarından almak durumunda oldukları borçların veya kredilerin verilmesi ya da durdurulmasıdır.
• Kara Liste: Bazı ülkeler, hedef ülke ile ticaret yapan yabancı firmaları kara listeye alarak bu firmalarla alış veriş yapmayı kesmesidir.
• Mal Varlığını Dondurma: Başka ülkelerde mal varlığı edinen ülke ya da şirketlerin mal varlığının dondurularak o ülke üzerinde etki kurulmasıdır.

Gizli Eylemler ve Silahlı Müdahale: Gizli eylemler, hedef ülke içinde siyasi karışıklık yaratmak, terörist grupları destelemek ya da kendi ülkesinde bu grup üyelerini eğitmekten, askeri darbeleri organize etmeye kadar pek çok faaliyeti kapsamaktadır. Diplomasi gibi araçlar işlevsel olmadığında ülkeler, doğrudan askeri müdahaleye başvurabilirler. Bu müdahaleler tek bir devlet veya bir koalisyon tarafından da başlatılabilir.

Dış Politikayı Etkileyen Faktörler
Bireysel Düzey Faktörler: Siyasi liderlerin bilişsel durumları, inançları, ideolojileri, değerleri ve kişilik özellikleri gibi faktörleri kapsamaktadır ve liderlerin dış politika tercihlerini ve dış politika uygulamasını etkilemektedir.

Devlet/Toplum Düzeyi Faktörler: Devletlerin dış politika uygulamalarını etkileyen özellikleri,

Coğrafi ve Topografik Faktörler: Bir devletin jeo-stratejik konumu, sahip olduğu doğal kaynaklar, topraklarının verimliliği ve iklimi ülkenin gücünü olumlu veya olumsuz yönde etkileyebilir.
Ulusal Özellikler: Devletlerin büyüklüğü, nüfusu, ekonomik performansı ve ekonomik gelişmişlik düzeyi de dış politikada önemli olan faktörlerdir.

Rejim Türü: Bir ülkenin demokratik ya da otoriter bir rejime sahip olması, dış politika süreçlerini etkiler. Demokratik rejimler genelde fren-denge sistemine sahiptirler ve dış politika sürecinde pek çok aktör rol oynar. Otoriter ülkelerde ise, liderler dış politika karar alma sürecinde çok daha fazla hareket serbestisine sahiptirler.

Kamuoyu, Baskı Grupları ve Medya: Kamuoyunun dış politika üzerindeki etkisi, kamunun konu hakkındaki bilgisine ve dış politika konusunun niteliğine göre farklılık göstermektedir. Yazılı ve görsel medya, azınlık içinden çıkan kanaat önderlerini, ülke içindeki baskı gruplarını, sivil toplum örgütlerini etkileyerek, kamuoyu oluşturmakta ve devletlerin dış politikalarını etkileyebilmektedir. Örneğin dış politika literatüründe ‘CNN etkisi’ kavramlaşmıştır.

Sistemik Faktörler: Devletlerin dış politikaların etkileyen sistemik faktörler, sistemdeki güç yapısı (örneğin büyük devletlerin küçük devletler üzerindeki yaptırımı), uluslararası örgütler (BM gibi), uluslararası ekonomik sistemin yapısıdır (AB ve Dünya Ticaret Örgütü gibi).

Dış Politikada Karar Alma Modelleri

Dış politika süreci karar alma sürecidir. Dış politika analizlerinde karar alma modelleri:

Rasyonel Karar Alma Modeli: Devletlerin, belli amaçlara ve seçeneklere sahip yekpare birimler oldukları kabul edilir ve karar vericilerin karar alma sürecinde fayda- maliyet analizi yaparak faydası en yüksek, maliyeti ise en az politikayı benimseyecekleri varsayılır. Rasyonel bir karar için;

• Problemin tanınması ve tanımlanması,
• Amaçların belirlenmesi,
• Bu amaçları önem sırasına koyma,
• Amaçlara ulaşmada alternatif stratejileri belirleme,
• Her bir alternatifin olası sonuçlarını araştırma,
• En az maliyetle en iyi sonucu doğuracak politikayı seçme gibi aşamaların geçirilmesi gerekir.

Rasyonel karar alınmasını engelleyen faktörler ise:

• Alternatif dış politika eylemlerinin fayda ve maliyetlerindeki belirsizlikler,
• Karar vericilerin aynı anda çakışan kararlara sahip olmaları,
• Karar verme sürecinde etkili olan diğer birey ve devlet kurumlarının farklı amaçlara sahip olması,

• Karar vermek durumunda olan küçük grupların üyelerinin bireysel düşüncelerini söylemekten ya da sorumluluk almaktan kaçınmaları Grup Düşüncesine neden olmakta, alternatif eylem planları değerlendirilememekte ve irrasyonel kararlar alınamamaktadır.

Kurumsal/Bürokratik Model: Rasyonel modelin eksikliklerinden yola çıkılarak geliştirilmiş bir modeldir. Kurumsal karar alma modeli, karar vericilerin amaçları ve alternatif eylemleri belirleme aşamalarını, karar alma sürecindeki kurumlara bırakmalarıdır. Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlar, pek çok dış politika kararını standart faaliyet prosedürlerine uygun olarak almaktadırlar. Bu prosedürler, belli dış politika durumları karşısında izlenen standart davranışları belirtmektedir. Kurumsal modele göre, bir devlet günlük olarak pek çok dış politika sorunu ile karşılaşmaktadır ve karar vericilerin bu durumların her birini değerlendirme olanağı bulunmamaktadır.

Bürokratik model, çoğu dış politika kararının, farklı çıkarlara sahip bürokratlar arasındaki mücadele sonucunda belirlendiğini savunmaktadır. Bu modele göre farklı devlet kurumlarını temsil eden bürokratlar, dış politika kararlarının kendi bireysel ya da temsil ettikleri kurumun çıkarlarına uygun olarak alınması için mücadele verirler. Sonuçta alınan karar, karar alma sürecinde etkin kurum ve bürokratların çıkarlarını yansıtmaktadır.

ULUSLARARASI GÜVENLIK SORUNLARI
Güvenlik: Tanım ve Kavramlar
Güvenlik kavramı barış kavramıyla yakından ilgilidir. Nitekim güvenlik kavramı akademik literatürde ilk kez Cicero ve Lucretius tarafından M.S. birinci yüzyılda Pax Romana ’yı tanımlamak amacıyla kullanılmıştır. Pax Romana M.Ö. 127-M.S. 180 arasında isyanların bastırılıp, uzun bir barış dönemine girilmesini açıklayan bir kavramdır. Asayiş için Via Egnatia kara yolu inşa edilmiştir. Via Egnatia ise M.Ö. ikinci yüzyılda Roma İmparatorluğu tarafından inşa edilmiş, Adriyaik’ten İstanbul’a uzanan ticaret yoludur.

Güvenlik genel bir tanım olarak tehlike, risk, düzensizlik ve korku hâllerinin yokluğu olarak tanımlanabilir. Ulusal güvenlik ise sınırları korumak için devletlerin aldığı önlemlerdir. Devletler kendilerini koruyabilmek için silah teknolojisine ve askeriyeye yatırım yaparlar.

Savaş. Etnik, dini, ideolojik, toprak parçası ya da doğal kaynak gibi gerekçelerle devletler arasında savaş çıkabilir. Savaş konusunda ilk akademik çalışma Çinli General Suntzu’nun M.Ö. beşinci yüzyılda kaleme aldığı “Savaş Sanatı” isimli kitaptır. Kitapta savaş taktikleri ve ondan kaçınma yolları tartışılmıştır. Literatürde ilgili bağlama göre pek çok çeşit savaş türü vardır; konvansiyonel savaş, sınırlı savaş, soğuk savaş, psikolojik savaş, nükleer savaş, biyolojik savaş, kimyasal savaş, yıldırım savaşı, konvansiyonel savaş, siber savaş ve asimetrik savaş gibi.

Barış. Barış arzusunun en yoğun olduğu zamanlar genellikle güvensizlik hâlinin zirveye ulaştığı zamanlardır. Akademik Alana bakıldığında 1795 yılında Kant tarafından yazılan “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Denem” isimli eserdir. Kant, barışı herşeyden önce ahlaki bir değer olarak tanımlar. III. Dünya Savaşı sonrası başlayan soğuk savaş sırasında da barış konusunda önemli çalışmalar yürütülmüştür.

Galtung’a göre barışın iki hâli vardır: negatif barış ve pozitif barış. Negatif barış savaşsızlık hâlini ifade eder. Fiilen savaş hâlinde olmayan toplumlar negative barış hâlindedir. Pozitif barış ise toplumda barışın varlığını tehdit eden yapıların olmamadır.

Galtung “Yapısal Çatışma Teorisi” isimli eserinde insan hayatına ve temel gereksinimlerine yönelik her türlü eylemi güvenlik kavramının içine dâhil etmiştir.

Barış konusunda geliştirilen bir diğer önemli yaklaşım da “Demokratik Barış Teorisi”dir. Michael Doyle tarafından geliştirilen teori, Small ve Singer’in “iki demokratik devletin birbiri ile savaşmayacağı ” varsayımına dayanır.

Emperyalizm Teorisi, Demokratik Barış Teorisine karşı önemli itirazlar geliştirmiştir.

Güvenlik İkilemi. Bir devletin güvenliğinin diğer devletler açısından güvenliksizlik yaratması durumudur. Bu durumu ortadan kaldırmak için ülkeler arasında çeşitli güvenlik tedbirleri alınmaktadır. Soğuk savaş döneminde ABD ve SSCB arasında imzalanan “Kırmızı Telefon Antlaşması” uluslararası politikada bir yanlış anlamadan doğabilecek çatışma riskini sıfıra indirmek için doğrudan iletişime geçecekleri bir teleon sistemi kurdukları anlaşmadır.

Jeopolitik ve Jeostrateji. Jeopolitik, politikayla coğrafi unsurları birleştiren akademik bir çalışma alanıdır. Jeopolitik değerlendirmeler politikayı coğrafi imkân ve kısıtlarla birlikte değerlendirerek, bir devletin çıkarlarını gerçekleştirmek için elde etmesi gereken optimum güç unsurlarını belirlemeyi hedefler. Bu hedeflere ulaşabilmek için izlenen yol ve yöntemlere ise jeostrateji adı verilir.

Bu devletler dünyaya ya da dünyanın belirli bir bölgesine hakim olabileceklerini hesap edebilmek için jeopolitiğe ihtiyaç duyarlar. Bu bağlamda pek çok jeopolitik teorisi geliştirilmiştir. “Kara Hakimiyet Teorisi” ve “Kenar Kuşak Teorisi” buna örnek gösterilebilir.

Güvenlikleştirme/Güvenlik-dışılaştırma. Güvenlikleştirme kavramı, daha önce güvenlik kapsamında değerlendirilmeyen bir sorunun güvenlik sorunu boyutuna taşınması anlamına gelir.

Güvenlik-dışılaştırma sadece devletin bekâsını ilgilendiren acil konuların güvenlik konusu olarak tanımlanmasını, bunun dışında yer alan diğer konuların ise güvenlik alanının dışına çıkarılmasını öneren bir yaklaşımdır.

Uluslararası Güvenlik Sorunlarına Yönelik Teorik Yaklaşımlar
Realist güven anlayışı. Klasik Realizme göre güvenliğin referans nesnesi devlettir ve devletler birbirlerinden korkarlar. Devletin varoluşsal nedenlerden ötürü kötü bir karakterinin olduğunun düşünülmesi bu korkunun temel nedenlerindendir. Klasik Realizme göre devletler bekâlar› gereği silahlanmak ve her an savaşa hazır olmak zorundadır. Bu Realizmin anarşik uluslararası system önermesinin doğal sonucudur.

Neorealizm ise Klasik Realizmin aksine devletlerin temel amacının güç ve çıkar sağlamak değil, güvenliklerini gerçekleştirmek olduğunu iddia ederek güvenlik konusuna çok daha özel bir anlam yüklemiştir.

Neorelizme göre BM veya NATO aslında zaten var olan anarşinin bir kurala bağlanmasından öteye bir anlam taşımamaktadır. Kuralları ise sistemdeki hegemon olan devlet koyar. Böylece hegemon devlet, uluslararası bir system yaratmış olur.
Liberal güvenlik anlayışı. Realizmin aksine barış arayan normative bir yaklaşıma sahiptirler. Devletlerin iş birliğine girmesi ile uluslararası sistemin daha barışçıl bir hal alacağını savunur. Bu anlamda devletlerin birbirlerine bağımlılıkları ne kadar artarsa savaş riski o derece azalacaktır.

Herbert Spencer ve John Stuart Mill gibi liberal düşünürler ulusların zenginliğinin ancak daha fazla ticaretle mümkün olacağını savunurlar.

Güvenlik topluluğu. Güvensizliğin aşılabilmesi ise ancak herkesin birbirini “biz” diye tanımladığı bir topluluk ortaya çıkmasıyla mümkün olur. Deutsch içinde var olan herkesin bir diğerinin atacağı adımı öngörebildiği ve bu nedenle bir diğerine güvendiği bu topluluğa “güvenlik topluluğu” adını vermektedir.

Kopenhag ekolü ve güvenlik. Özellikle Avrupa’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşmaya başlayan güvenlik topluluğunun; devletler arasında yüzyıllardır pek çok savaşa neden olmuş sorunların, savaş sonrası güvenlik- dışılaştırılması sayesinde oluştuğunu iddia eder.

Kopenhag Ekolü hangi konuların bir güvenlik sorunu olup hangilerinin olmayacağını seçildiğini iddia eder. Kopenhag Ekolü bu seçme sürecinde siyasal otorite kaynak aktarımını güvenlikleştirir. Siyasal otorite güvenlikleştirme eylemini “söz edimi” ile yapar. Söz edimi kavramı ise bir şeyin olabilmesi için o şeyin ifade edilmesinin gerekliliğini tanımlar.

Siyasal otorite, kaynak aktarmak istediği belirli konuları seçer ve bunları güvenlik konusu olarak tanımlamaya başlar. Toplum da otoritenin güvenlik meselesi olarak tanımladığı meseleyi, eskisine nazaran daha fazla önemser ve o konu için para harcanmasını meşru kılar.

Sosyal inşacı güvenlik yaklaşımı. Bu teori güvenlik ikileminin sadece silah sayısına indirgenebilecek fiziki nedenlerden doğmadığını savunur. Bir devletin diğer devlet karşısınında daha fazla silahlanmasındaki temel etken diğer devletin elindeki silahların sayısından ziyade o devleti “düşman” olarak algılayıp algılamadığıdır.

Sosyal inflacı teoriye göre güvenlik konusu, nesnel gerekçelerden çok öznelerarası etkileşimle belirlenir. Tüm öznelerin birbirleriyle etkileşimi sistemi yarattığı gibi, sistem de öznelerin düşünce ve normlarının şekillenmesinde belirleyicidir.

Toplum içindeki iletişim, liderlerin söylemleri, eğitim süreçlerimiz, dini ya da felsefi inançlarımız, medya ya da ahlak konusundaki kabullerimiz hangi konuyu güvenlik meselesi olarak seçip hangilerini seçmediğimiz konusunda önemlidir.

Farklı Güvenlik Kategorileri

Ulusal güvenlik. Ulusal güvenliğin referans nesnesi devlettir. Devletler toprak bütünlüklerini sağlamak amacıyla güvenlik politikaları üretir. Devletler ulusal güvenliklerini sağlamak amacıyla risk ve tehditleri (etmenlerini genellikle hem politik karar alıcıların hem de resmi güvenlik birimlerinin ortaklaşa bir çalışma ile ürettikleri ulusal güvenlik belgeleri) tanımlar.

Ulusal güvenliğin 3 temel boyutu vardır;
• Askeri güvenlik
• Siyasi güvenlik
• Ekonomik güvenlik

Kolektif güvenlik. Ulusal güvenlikten farklı olarak her devletin diğer devletlerin güvenliği için aktif rol oynayacağı bir küresel güvenlik sistemini ifade eder.

Özellikle BM Güvenlik Konseyi’nin dünyada güvenliği ilgilendiren tüm sorunlarla ilgili karar verici ve veto edici bir BM kurumu olarak ortaya çıkması, kolektif güvenlik kapsamında önemli bir gelişmedir.

İnsan güvenliği. İnsana yönelik tüm tehditleri gündeme getirerek güvenlik çalışmalarında devleti temel referans nesnesi alan, Realist güvenlik yaklaşımına önemli
bir itiraz geliştiren güvenlik türüdür.

Toplumsal güvenlik. Bir topluluğun kimliğine yönelik algılanan bir tehdide karşı toplumun savunulmasıdır. Toplumsal güvenlikte anahtar kavram kimliktir bu yüzden kavram “kimlik güvenliği” olarak da anlaşılabilir.

Bölgesel güvenlik. Soğuk savaş dönemi de dahi küçük ama açık birer uluslararası sistem olarak tanımlanabilecek bölgeler vardır. NATO, Atlantik Okyanusu’nun iki yakası için bir güvenlik örgütü olarak kurulmuş, Warflova Paktı sosyalist doğu ülkelerinin SSCB önderliğinde kurduğu bir güvenlik örgütü olmuştur.

SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni ulus devletlerin Batı güvenlik sistemleri ile eklemlenmesine aracılık etmesi için tasarladıkları Barış için Ortaklık (BİO) bu bölgesel güvenlik komplekslerine bir örnek olarak verilebilir.

Çevresel güvenlik. Gıda üretiminde gözle görülür artış “yeşil devrim” olarak tanımlanır. Ancak yeşil devrim, üçüncü dünya açısından gıdaya ulaşım konusunda fırsatlar sunsa da çevresel etkileri açısından tahrip edici sonuçlar doğurmuştur.

Kalkınma ile çevre arasındaki bu gerilimli ilişki çevresel güvenlik olarak tanımlanan yeni bir akademik yaklaşımın ortaya çıkmasına neden olmuştur.

DIPLOMASI
Diplomasi: Tanım, Temel Kavramlar, Aktörleri ve Fonksiyonları

Devletler arasındaki müzakere ve ilişkilerin temsilciler aracılığıyla yürütülmesine diplomasi denir. Yunanca’da “ikiye katlamak” anlamındaki “diploma” sözcüğünden türetilmiş olan diplomasi, çoğu zaman dış politika kavramını tanımlayacak şekilde de kullanılmıştır.

Barışa hizmet eden bir bilim olan diplomasi sayesinde hem savaşlar önlenebilmiş, hem de savaşan tarafların barış antlaşmaları yapması sağlanabilmiştir. Bu nedenle tarihteki ilk barış antlaşması olan Kadeş Antlaşması diplomasinin evriminde özel bir öneme sahiptir.

Yunan kent devletleri olimpiyatlar süresince savaşmamayı ve sporcularla oyunları izleyecek kişilerin güvenli bir biçimde Olympia kentine ulaşabilmelerini garanti altına alan bir mütareke (Ekecheria) imzalamışladır. Bu sayede ilk çok taraflı uluslararası antlaşma ortaya çıkmıştır.

Diplomasinin temel kavramları. Diplomat, bir diplomatik servisin üyesi olarak devleti adına, yetkilendirildiği sınırlar dâhilinde diplomatik faaliyetleri yürüten profesyonel kişidir.

Diplomatik Misyon ise bir devletin başka bir devlette bulunan, devletini temsil yetkisine sahip diplomatik kurumuna verilen isimdir.

Türk hukukuna göre diplomatik misyonda büyükelçi, daimî temsilci, daimî temsilci yardımcısı, temsilci, elçi, maslahatgûzar, elçi – müsteşar, birinci müsteşar, müsteşar, hukuk müşaviri, başkâtip, ikinci kâtip, üçüncü kâtip, ataşe ve ataşe yardımcıları ile askerî ataşeler, askerî ataşe yardımcıları ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarına mensup daimî temsilci yardımcısı, müşavir, müşavir yardımcısı ataşe ve ataşe yardımcıları görev yapar.

Kordiplomatik, bir ülkede görev yapan tüm diplomasi temsilcilerini ve maiyetlerini ilgilendiren konularda ortak bir şekilde hareket etmelerini sağlamak üzere meydana gelmiş fiilî bir topluluktur.

Akreditasyon, bir misyon şefinin yetki ve sıfatını belirten ve belgeleyen belgelerle donatılması anlamına gelir.

Diplomatik Ayrıcalıklar, diplomasi temsilcilerinin görev yaptığı ülkelerde sahip oldukları ayrıcalıklar diplomatik dokunulmazlık ve diplomatik bağışıklıklardır.

Diplomasi aktörleri. Devlet başkanı, hükümet başkanı ve dışişleri bakanlarıdır.

Devlet Başkanı: Makam, devletlerin diplomatik faaliyet yürütmek konusunda en yetkili organıdır. Rejimin türüne göre cumhurbaşkanı, kral ya da baflkan adını taşıyan devlet başkanları herhangi bir yetki belgesine ihtiyaç duymadan devleti adına görüşme yapma, temsil ve antlaşma imzalama yetkilerine haizdir.

Başbakan: Parlamenter ve yarı başkanlık sistemlerinde başbakanlar da devlet başkanları gibi diplomatik faaliyet yürütmek konusunda yetkilidirler.

Dışişleri Bakanı: Diplomatik yazışmaların arşivlenmesi, kaybolmasının engellenmesi ve mukim elçiliklerin görevlendirilmesi, uluslararası politikanın gelişmesi gibi konularda sorumludur.

Diplomasinin fonksiyonları. Diplomasinin fonksiyonları şu şekilde sıralanabilir;

• Gözlem ve raporlama
• Müzakerecilik
• Temsil
• Müdahale
• Propaganda Diplomasinin Evrimi Diplomasi tarihini;
• I. Dünya Savaşı öncesi klasik diplomasi dönemi ve
• Savaş sonrası açık diplomasi dönemi olarak ikiye ayırabiliriz.

Klasik diplomasi. Eski Yunan ve Roma döneminde uygulanan diplomasi, İtalyan kent devletlerinde uygulanan diplomasi ile 1815 Viyana Kongresi’nden Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar geçen yüz yılı aşkın bir dönemde uygulanan diplomasidir.

Eski Yunan ve Roma döneminde Kadeş Antlaşması diplomasi ile ilgili ilk yazılı metin olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde kent devletleri birbirinden farklı sistemlerle yönetilmesine rağmen hemen hepsi deniz ticareti ile uğraşmaktaydı. Bu bağlamda ticaret anlaşmaları diplomasi gelişiminde önemli yere sahiptir.

İtalya kent devletlerinde de deniz ticareti hakim olmuştur. Venedik, Milano ve Mantua kent devletlerinin kendi aralarında ve Papalık devletinde mukim elçi görevlendirilmesi yapılmıştır. Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu gibi önemli devletlerde balyos adı verilen süreki ticaret elçileri görev almıştır.

Açık diplomasi. 1917 Ekim devrimi ile savaştan çekilen Rusya, büyük devletlerin savaş öncesinde ve savaş sürerken Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak amacıyla yaptıkları gizli anlaşmaları ifşa etmiştir.

Bu anlaşmalar; Türk Boğazları’nı Rusya’ya bırakan Boğazlar Anlaşmaı; İtalya’ya Antalya, İzmir ve On İki Ada’yı veren Londra Anlaşması; Orta Doğu’nun Fransa ve İngiltere arasında paylaşıldığı Sykes-Picot Antlaşması; Anadolu’nun bazı bölgelerini İtalya’ya bırakan St. Jean de Maurienne Antlaşması ve Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan Balfour Deklarasyonu’dur.

Almanya’yı ağır şartlarla cezalandıran Versailles Anlaşması ile sonuçlanan Paris Konferansı son klasik diplomasi konferansı olmuş; bu konferansın sonucunda imzalanan antlaflma ile ortaya çıkan adaletsiz durum da II. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasında en önemli factor olmuştur.

Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi ile o güne kadar gelifltirilen tüm diplomatik kural ve usuller kodifiye edilerek günümüzde de kullanılmakta olan diplomatik işleyiş belirlenmiştir.

Açık diplomasinin klasik diplomasiden farkları. Bu farkları şöyle sıralayabiliriz;

1. Diplomatik misyonların sayısında meydana gelen artış
2. Büyükelçilerin özerkliklerinin azalması
3. Kamuoyu baskısının artışı
4. Zirve diplomasisinin gün geçtikçe artan önemi

Diplomasi Türleri

Bu kitapta adı geçen diplomasi türleri;

1. İkili diplomasi,
2. Çok taraflı diplomasi,
3. Parlamenter diplomasi,
4. Zirve diplomasisi,
5. Üçüncü taraf diplomasisi
6. Zorlayıcı diplomasidir.

İkili diplomasi. Diplomasinin iki devlet arasında yürütülmesi anlamına gelir. İkili diplomasi bir diplomatic misyon ile mukim bulunduğu diğer devletin temsilcileri arasında yürütülebileceği gibi, iki devlet temsilcisinin üçüncü bir devletin ülkesinde görüşmesi ile de yürütülebilir.

İkili diplomaside karşılıklılık ilkesine çok önem verilir. Müzakere sürecinde elde edilen tüm hak ve yükümlülükler genellikle her iki taraf için de geçerli olur.

Çok taraflı diplomasi. Çok taraflı diplomasiye verilebilecek en eski örnek Eski Yunan kent devletlerinde görülen Olimpiyat mütarekeleridir. Birçok devletin ortak bir amaç için bir araya gelerek müzakere yürüttükleri çok taraflı diplomasi 17. Yüzyıldan sonra daha da ün kazanmıştır.

Dünyanın en zengin devletlerinin, küresel ekonomik sorunları tartışmak için bir araya geldikleri G-8 toplantıları; Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulması ile sonuçlanmış Cenova, Punta del Este, Montreal ve Doha gibi kentlerde düzenlenmiş konferanslar başarılı çok taraflı diplomasi örnekleri olarak gösterilebilir.

Parlamenter diplomasi. Pek çok devlet bu örgütlere temsilci göndermekte ve bu temsilciler devletleri adına bu örgütlerde müzakereler yürütüp antlaşmalar imzalamaktadır. Bu uluslararası örgütlerde yürütülen çok taraflı diplomasi de günümüzde parlamenter diplomasi olarak adlandırılmaktadır.

Müzakere süreçlerinde gözlemlenen tavizler alma ve verme, uzlaşma, arabuluculuk gibi faaliyetler, parlamento toplantılarında yaşanan yasama faaliyeti görüşmeleri parlamenter diplomasi olarak anılmaktadır.

Zirve diplomasisi. Devlet ve hükümet başkanları düzeyinde gerçekleflen çok taraflı diplomasiye zirve (doruk) diplomasisi adı verilmektedir.

Geçerliliğini günümüzde de sürdüren, 1961 yılında imzalanan Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi ile standart hâle gelmiş kurallar oluşturulmuştur.

Zirve diplomasisinde kararların hükümetlerarası bir biçimde yani oy birliği ile alınması genel bir kuraldır. Nitekim devlet ve hükümet başkanlarınn katıldığı NATO zirvelerinde karar mutlak biçimde oy birliği ile alınır.

Üçüncü taraf diplomasisi. Savaşan taraflar ya da farklı ideolojik kamplarda bulunan devletler bazen bir konuyu görüşebilmek için üçüncü bir tarafın müdahalesine ihtiyaç duyabilirler. Bu durumlarda arabulucular ya da uzlaştıcılar devreye girer. Bir diplomat, başka bir devletin başkanı, bir uluslararası örgütün lideri, saygınlığı konusunda kimsenin

şüphe duymadığı emekli bir devlet adamı ile arabuluculuk ya da uzlaştırıcılık faaliyeti yürütebilir.

Üçüncü taraf, önceden taraflarla görüşerek müzakerenin koşullarını ve tarafların varmak istedikleri hedefleri öğrenir. Bu hedeflerin ne kadarına ulaşılabileceği konusunda bir muhakeme yapan üçüncü taraf görüşmeleri başlatabilir.

Görüşmelerde üçüncü tarafın izleyebileceği iki yol vardır;

1. Arabuluculuk
2. Uzlaştırıcılık

Zorlayıcı diplomasi. Bir devlete, istihbarat faaliyetlerinden ekonomik araçlara, hatta askeri müdahale tehdidinden çeşitli propaganda ve yönlendirme faaliyetlerine kadar bir dizi yöntem kullanarak istemediği bir şeyi yaptırmaya zorlamaya zorlayıcı diplomasi adı verilmektedir.

İlk olarak 1962 yılında ABD ile SSCB arasında Küba Füze Krizi sırasında kullanılan yönteme özellikle güçlü devletler tarafından sıklıkla başvurulmaktadır.