Bölüm 5
XIII-XIX. Y. YILLARDA TÜRK EKONOMİSİNİN TEMEL DİREĞİ AHİLİĞİN ÖZELLİKLERİ
Ahilik, kişiye mesleğinde ve ahlakî davranışında yüksek fazilet ve saygınlık verdiğinden, 12301ı yıllardan, meslek ve sanatın her türlü kontrolünün bu kuruluştan alınıp, meslek ve sanat tutmanın serbest bırakıldığı 1860’h yıllara dek 630 seneden çok bir süre, Anadolu Türkünün sanat, ticaret ve meslek kuruluşlannı ayakta tutabilmiştir.
Esnaf ve sanatkârların iş yerleri, 1727 yılında “gedik” haline gelinceye dek, deri işçilerinin hammaddesi olan türlü cins hayvan derilerinin fiyatları, bunların “ahi baba”, “kethüda”, “yiğit başı”, 10,15,20 yıllık ustalara, Ahi Evren’in düzenlemiş olduğu kurallara göre bölüştürüldüğü, bunların işlenişine, satılışına dek her tür işlemi inceden inceye kurallara bağlamıştır. Bu kurallar, hem meslek erbabı arasındaki sürtüşmeyi, hem de üretici-tüketici sürtüşmesini, kavgayı ortadan kaldırmıştır.
Esnaf ve sanatkârlar, üretici-tüketici arasındaki anlaşmazlıkları, alım-satımdaki sürtüşmeleri çözümlemek için yönetim kurulu ve büyük kurul olmak üzere iki kurul oluşturmuşlardı. Yıllık genel kurul, olağan ve olağanüstü toplantılar için olmak üzere de üç ayrı kurulları vardı.
AHİLERİN GİYSİLERİ
Bunların giysileri de ayrıydı. Ahi örgütünün ve üyelerinin yaşam anlayışı, tasavvufçuların yaşam anlayışından çok değişikti. Tasavvuf yolunu tutmuş olan kişiler, dünya dışında, başka bir havada yaşamak istedikleri halde ahiler, toplum içinde ve hayatın akışına uyarak yaşarlardı. Ahiler, sanat ya da mesleklerini toplum içinde ve toplum için sürdürdüklerine göre başka türlüsü de olamazdı.
Bu tür anlayış, doğal olarak Ahi giysilerine de yansımıştır. Örneğin kendini tasavvufa verenlerin hırka giymelerine karşın ahiler, şalvar giyerler, meslek ya da sanat sahipleri “şed” yani kuşak ya da peştamal kuşanırlardı.
Ahi gençlerinin üzerlerinde şalvardan başka, aba’dan bir giysi, ayaklarında mest vardı. Bunlar, bellerine kemer bağlarlar, bu kemere de bir metre kadar uzunlukta bir saldırma yani bir tür kılıç asarlardı. Başlarında, yine bir metre kadar uzunlukta, iki parmak eninde bir “taylasan” yani başa sarılan şal gibi sarık vardı.
Fütüvvetnamelerde ahilerin ipek giysi giymemeleri, altın yüzük takmamaları gerektiği yazılıdır. Ahilerin sarığı, yedi ya da dokuz arşındı. Burada şuna değinmek isterim ki., Türkler atlı bir ulus olarak tarih alanına çıktıklarından, ata
inip binmekte rahatlık için şalvarı da onlar icat ettiler. Bunu pek çok eski çağ tarihçileri yazarlar. Arap ve İran eski giysileri fistandır. Batıda örneğin İngilizler çok eskiden uzun ve iki çorap biçiminde pantolona benzer bir şey giyerlerdi. Bu yüzden bir parçadan oluşan bugünkü pantolonların adı “trousers” biçiminde çoğul olarak yazılır.
Ahilerin silahla askerlik eğitimi gören üyeleri, o dönemin biçimine uygun giysiler giyerlerdi.
Ahilerin katında sarı ve kırmızı renk beğenilmezdi. Fütüvvetnamelerde “Hiç bir peygamber, kızıl ve sarı don (renk) giymezdi. Bunlar Fir’avn-i lain donudur.” denmektedir. Gök, ak, kara ve yeşil renkler, ahiler katında beğenilen renklerdi. Yeşil renk, ahilerden müderrislere, kadı ve hükümdar sınıflarına özgü idi. Ak renk, ahilerin kalem erbabına, hafızlara özgü idi. Kara renk, daha ahilik basamağına gelmemiş kişilere yani yiğitlere özgü idi. İbn-i Batuta, “Ahiler, zaviyelerdeki toplantılarda, tepelerinde iki parmak eninde, bir arşın boyunda taylesan sarar, başlarına ak yünden külah, sırtlarına, sof yani tiftik yününden kara cübbe, ayaklarına mest giyerler, zaviyede yerlerine oturduklarında külahlarını çıkarıp önlerine koyarlardı.” diyor.
Ahilerde her tür esnafın bir davulu, bir sancağı ve bir borusu vardı, bunlar, giyinişleri, görünüşleri ve silahlarının güzelliği ile övünür ve birbirleriyle yarış ederlerdi.
Evliya Çelebi (1611–1682), Dördüncü Murat (saltanatı: 1623–1640) döneminde, sadrazam Bayram Paşa’nın yaptırdığı nüfus, meslek ve emlâk defteri suretini seyahatnamesine almıştır. O, tanık olduğu bu törende üç gün padişahın önünden geçen İstanbul esnafının 57 bölüm 1100 sınıftan oluştuğunu, bu sınıfların adlarını, bağlı oldukları meslek ve sanat pirlerinin adlarını, her bir sınıfın biçim ve kılıklarını, mehter hanelerini, bayraklarını birer birer yazmaktadır.
Çoban Oğlu’nun yazdığı, Türkiye kitaplıklarında şimdiye dek ele geçen en eski fütüvvetnameye göre, ahi zaviyelerinde, Türkçe fütüvvetname, Kur’an, yemek pişirme yöntemi, oyun oynama, çalgı çalma, türkü söyleme, tarih, önemli kişilerin, bilginlerin yaşam öyküleri, tasavvuf, Türkçe, Arapça, Farsça ve edebiyat öğretilirdi.
Fütüvvetnamelerdeki bu açıklamalara göre ahi zaviyeleri bir tür okul idi ki bu durum, Osmanlı Sultanı ikinci Mahmud dönemine dek (saltanatı: 1808–1839) devletin, yurttaşın eğitimini kendi görevi saymadığı dönem için çok önemli idi.
AHİLİĞE KATILMA TÖRENİ
Ahilik, pek çok kez yinelediğim gibi sadece Türklere özgü bir kurumdur. Fas ülkesinin Batuta (daha doğrusu: Bututa) kasabasından çıkıp, Mısır dâhil, bütün kuzey Afrika’yı ve Suriye’yi dolaştıktan sonra 1330’lu yıllarda Anadolu’ya gelen, buradan kırım Yarım adası’na, Kuzey Kafkasya’ya, Altın Ordu hükümdarı Özbek Hana, İran yoluyla Hindistan’da Delhi Sultanları Tuğluk Şahlar ülkesine, Çin’e, Malabar Adalarına giden, İstanbul’u, Hicaz’ı, Tanzanya’yı gören, buralarda 120.000 km yol yapan İbn-i Batuta (1304–1368) bütün bu İslam ve gayr-i müslim ülkelerde, Anadolu’daki ahiliğe benzer bir kurum gördüğünü söylememektedir.
Bir kişi, ahi olmadan önce, sanat, ticaret ya da bir meslek sahibi kişidir. Bu uğraşılardan hiç birinde çalışmayan kişi ahi olamaz.
Ahiliğe girecek kişi aynı zamanda, fütüvvetnamelerde yazılı olan, ahlaklı yaşam kurallarından en az 124 ünü bilmek, benimsemek, günlük yaşamında bunları uygulamak zorundadır. Adab-ı muaşeret denen toplum yaşam kuralları (edepleri)nin en yüksek derecesi 740 kural bilmektir.
Bir ahi gencinin zaviyeye alınması şöyle olurdu. Ahiliğin dokuz basamağından biri olan nakiplik basamağındaki kişi, bir eline tuz alıp, topluluğun ortasında duran suya salar. Bunun üzerine öteki nakipler kapıyı açarlar, geçmiş erkân erlerini birer birer anıp dua ederler ve salâvat getirirler, en sonunda zaviyeye alınacak yiğidi gösterirler. Bundan sonra, bir sıra törenle o genci toplulukları arasına almış olurlardı.
Öğretmen ahi, öğretmesi için yanına verilen gence, namaz, oruç gibi İslam koşullarını (şartlarını) öğretir, ahi ahlak kurallarını kapsayan fütüvvetnamelerin belirttiği insanlık yöntemlerini de pratik olarak belletirlerdi. Fütüvvetnamelerdeki bu ahlak kuralları genellikle cumartesi günleri öğretilirdi. O zamanlar tatil günleri, perşembe öğleden sonra başlayıp cuma günü akşamına dek sürdüğünden, cumartesi günü tatil günlerinden pazartesi gibidir.
Ahilere silah kullanma, ata binme, ok, kılıç, kalkan kullanma gibi askerlik bilgisi, bunları iyi bilen ve kimi koşullan üzerlerinde taşıyan kişilerce verilirdi. Bu dersleri verecek kişide şu deneyimler aranırdı:
1- Ahi görmek
, 2- Şeyh görmek,
3- Bir adayı eğitip yetiştirmiş olmak.
Demek ki, ahi ve şeyh gözetiminde bu eğitimi almayanlar, bu alanda öğretmen olamazlardı. Bu da Türklerin her alanda eğitime ve deneyime ne ölçüde değer verdiklerini göstermektedir.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu Türklerine sanat, ticaret ve ekonomi alanlarında aşağı yukarı altıyüzelli yıl yön verip, ışık tutmuş olan ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, Üçüncü Sultan Ahmet dönemine dek (saltanatı: 1703–1730) sürdü. Adı geçen bu Osmanlı sultanı döneminde 1727 yılında “gedik” denen bir düzen uygulanmaya başlandı. Gedik sözcüğü Türkçedir, tekel ve imtiyaz (ayrıcalık) anlamına gelir ki, sahiplerinin işleyeceği işi, başkalarının işleyememesi koşuluyla hükümetçe verilen beratın ya da senedin içinde yazılı olan hakların kullanılmasıdır. Gediğin tekelci biçimi daha önce de vardı ama uygulama yeri başkaydı. 1727 yılında esnafın sayısı “ustalık” adıyla sınırlandırılmış ise de sonraları “gedik” adını almıştır.
Bu tür esnaflık ve sanatkârlık 1860 yılına dek sürdü. Ruslarla yapmış olduğumuz Kırım Savaşı’nın ardından, Osmanlı Sultanı Birinci Abdülmecit (saltanatı: 1839-186l)’in 1856 da yayınladığı “Islahat Fermanı” ile Osmanlı İmparatorluğunun bütün uyruklarının, her türlü sanat, ticaret ve meslekleri özgürce yapabilmeleri kabul edilince, 1860 yılında bütün gedik beratları sona ermiş oldu.
1860 yılına dek, bir sanat ve ticaretle kaç kişi uğraşır ve içinde çalışılan dükkân, mağaza, atölye vb. ne kadar yer varsa, bir zorunluluk olmadıkça, eskisinden çok ya da eksik olmaması yolundaki tekelci kuralı, esnafça ve hükümetçe korunduğundan, bir kişi, çıraklıktan, kalfalıktan yetişip de boş olan ya da zorunlu gereklilik dolayısıyla yeniden açılan ve ustalık basamağına çıkmadıkça yani gedik sahibi olmadıkça dükkân açıp sanatını ya da ticaretini yürütemezdi. Bu işleri, ancak ellerinde imtiyaz fermanı (Padişahça verilmiş gedik beratı) olanlar yapabilirlerdi.
Bu fermanlar, esnafın sayılarının artırılıp eksiltilmemesi ve mal sahiplerinin kira yerlerinin eski kiralarını artıramaması, gediği olmayanlarına veya kalfalarına verilmesi, dışarıdan esnaflığa yabancı bir kimse alınmayıp esnafların çıraklıktan, kalfalıktan yetiştirilmesi hükümlerini kapsardı.
Eskiden ahi örgütlerinin bulunduğu kentlerde, kasabalarda “arasta”, “bedesten”, “uzun çarşı” vb. adlarla anılan türlü meslek ve sanat ürünlerinin sergilendiği görkemli alış-veriş merkezleri vardı. Bunların en ünlüleri, Kırşehir’de, Konya’da, Bursa’da, Edirne’de, İstanbul’da ve Anadolunun öteki büyük şehirlerinde bulunuyordu. Ama ne yazık ki, elimizde buraların işleyişine, geleneklerine, kurallarına ve törenlerine ait belgeler çok azdır, olanlar da son yüz, yüzelli yıl öncesine aittir.
Tancalı Arap gezgin İbn-i Batuta Türkçe bilmediğinden, sadece, konuk olarak kaldığı ahi zaviyelerinin, konuk ağırlama yeri ve toplantı salonu olarak gördüğü işe dair bilgiler veriyor.
Sanatkârların pratik çalışmaları üzerinde Evliya Çelebi (1611–1682) ve ondan sonra Serezli Es’ad bey, 18401ı yıllardaki Gedik dönemi üzerinde oldukça ayrıntılı bilgi veriyorsa da yetersizdir.
Bunlardan ve başka birkaç belgeden çıkarabildiklerimize göre ahilerin, meslek ve sanat işlerinin sağlam ve iyi yürütülmesinde çok ciddî ve düzenli kuralları ve bunları iyi gözetleyen kurulları vardı. Daha önce de değindiğimiz gibi bu kurullar:
1- Yönetim Kurulu,
2- Büyük kurul,
3- Olağan yıllık toplantı,
4- Yıllık genel toplantı,
5- Olağan üstü toplantı (gerektiğinde),
Devam edecek …