Bu bölümde neden bir türlü İngilizce öğrenemediğimizin en önemli sebepleri sunulmaktadır.
Birinci gün İlker ve Hasan Hoca Sultanahmet’te, cami duvarının yanına dizilmiş hasır iskemlelerin sıralandığı bir çay bahçesine oturdular. İlker de garip bir heyecan vardı.
Okulun ilk gününde gibiydi. Ama Hasan Bey’in yüzüne baktığında kendisini çok rahatlatan bir ifade hissediyordu. Şimdiye kadar hep birilerine rahatsızlık vermemek için gayret gösteren İlker’in en büyük endişesi Hasan Bey’in bu işi zorla yapıyor olması ihtimaliydi.
Hasan Bey gayet keyifli bir şekilde kayıt cihazını çıkardı, dörde katlamış olduğu birkaç not kâğıdını cihazın yanına koydu.
– Kayıt cihazını açabilir miyiz?
– Tabi ki hocam… Benim için mesele yok.
– Peki, teşekkür ederim.
Eğilip kayıt cihazının düğmesine bastı Hasan Bey. Cihazın üzerinde yeşil bir düğme yandı.
– Türkiye’de İngilizce yüzünden mutsuz olan o kadar çok insan var ki üzülmemek elde değil. Sen de bunlardan birisisin, öyle değil mi?
– Evet, öyle diyebiliriz.
– Yani tek olan anadiline uygun bir aday bulup izdivaç niyetine girdin ama daha söz döneminde nişanı attın?
İlker hafifçe gülümsedi. Örnek çok hoşuna gitmişti.
– Evet, hatta nişanı bile yapamadan ayrıldık.
– İlişkide bir sürü problem yaşamış birisi olarak da yeniden bu işlere bulaşmak zor geliyor mu?
– Geliyor tabi. Yeniden o gramer kurallarını falan dinlemek istemiyorum açıkçası.
– Bak şimdi İlker. Türkiye’de yaşanan bir dram var. Birçok insan üniversite, askerlik ve izdivaç gibi önemli engelleri aşıp iş aramaya başlıyor. İş bulmak için gidip birkaç gazete alıyor ve en mütevazı iş ilanlarında bile ikinci yabancı dil mecburiyetini görünce benzi sararıyor tabi.
– Hocam benden bahsediyormuşsunuz gibi geldi. Sanki size her şeyi anlatmışım gibi…
– Anlatmana gerek yok ki. Herkesin olayı aynı… Bu durumdaki insan ne yapar, evine en yakın dil kursuna koşar hemen. Sen de koştun mu?
İlker’in şaşkınlığı giderek artıyordu. Hasan Hoca bütün yaşadıklarını biliyor gibiydi.
– Koştum tabi. Ama kafama uygun bir yer bulamadım.
– Peki, kursa gidenler niçin gider?
– İngilizce öğrenmek için tabi.
– Yani hayatlarındaki önemli bir boşluğu doldurmak için değil mi?
– Evet, hem de çok önemli bir boşluğu…
– Ama maalesef gidenlerden birçoğu İngilizce öğrenemeden ayrılır kurstan. Sebebi ne biliyor musun? Hayatındaki önemli bir boşluğu doldurmak için gittiğin kursta, kâğıt üzerinde boşluk doldurursun aylarca. Ve bir bakarsın, hala tek kelime konuşamıyorsun.
– Yani kâğıt üzerinde boşluk doldurmak hiçbir işe yaramıyor mu?
– Elbette yaramıyor. Önüne konan çoktan seçmeli testlerde en şık şıkkı seçerek aylar sonunda gelebileceğin tek nokta sınavlardan iyi puan almaktır. Bunun ötesine geçemezsin.
“Vay be!” diye düşündü İlker içinden. Bu adam şiir gibi konuşuyordu. Ama asıl önemli olan bu anlattıkları bir işe yarayacak mıydı acaba?
– Sen de dil kursuna gitmiş olsaydın muhtemelen farklı şeyler yapmayacaktın. Aylar boyunca yeni kelimeleri cümle içinde kullanacaktın ama o cümleleri hayatın içinde kullanamadıktan sonra ne fayda eder?
– Peki hocam, “Anlıyorum ama konuşamıyorum” cümlesi sizce mantıklı mı?
– Kendi içinde bir mantığı olabilir belki ama iş görüşmelerinde, “Söyleneni anlıyorum ama konuşamıyorum.” ifadesinin mülakatçılar açısından pek ikna edici özelliği yoktur maalesef. İlk görüştüğümüzde “Benim oğlum da anlıyor ama konuşamıyor,” diye espri yaptığımda aslında her şeyi açıklamış oldum. Bir insan anlıyor ama konuşamıyorsa zamana ihtiyacı vardır. Her çocuk belli bir yaşa gelince konuşmaya başlar. Her neyse, insanlar dediğim aşamalardan geçtikten sonra pes edip yabancı dil mecburiyeti olmayan bir iş bulup çalışmaya başlıyorlar.
– Yani o kadar emek çöpe gidiyor hocam.
– Hayır, boşa gitmiyor aslında. Kişi kesinlikle dil öğrenemeyeceğine ikna oluyor.
Hafifçe gülümsedi İlker.
– Ben ikna olmadım henüz hocam.
– İkna olsan zaten beni aramazdın. Şimdi de ben biraz soru sorayım sana. İngilizce diğer bazı dünya dilleriyle karşılaştırıldığında çok kıytırık bir dildir. Peki, sen o kadar uğraşmana rağmen niye öğrenemedin bu dili?
– Kafam basmıyor herhalde hocam, ne bileyim?
– Saçma. Kuantum fiziğinden bahsetmiyoruz. Dünyada milyonlarca insanın konuşabildiği bir dilden bahsediyoruz.
– Problem bende değil mi yani?
– Dur, ona geleceğiz. Önce sen şunu söyle, Türkçe konuşabiliyor musun?
– E, yani…
– Öyleyse doğuştan getirdiğin bir dil yeteneğin var demektir. Aksi halde Türkçe de konuşamazdın.
– Doğru valla. Hiç böyle düşünmemiştim.
– Niye ülkemizdeki birçok insan tüm gramer konularını içeren çoktan seçmeli bir testten 95 alabiliyorken, Simple Present Tense ile basit bir cümle kurmakta zorlanıyor biliyor musun? Cevap gayet basit… Dil kesinlikle boşluk doldurmak veya şık işaretlemek için değil, iletişim kurmak için öğrenilir. Dil kursları veya okullar öğretemiyor deyip kestirip atmak doğru olmaz. Evet, belki böyle söyleyenlerin haklılık payı vardır ama asıl problem sende.
– Problemin bende olduğunu biliyorum zaten hocam, ama nerede olduğunu kestiremiyorum.
– Dur daha, çok acele gidiyorsun. İki hafta sonra her şeyi anlamış olacaksın.
– İnşallah. Ama ben şu ana kadar İngilizceyle ilgili kim bilir kaç yüz saat çalışma yaptım. Evdeki gramer kitaplarını üst üste dizsem tavana değer. Bunların hiç mi faydası olmadı?
– Faydası olmuştur elbette. Ama yanlış stratejiler yüzünden gördüğün zarar faydayı geçiyor. Sınavlardaki gibi üç yanlış bir doğruyu götürmüyor dil eğitiminde. Bir yanlış, onlarca doğruyu götürebiliyor.
Bir yanlış ve onlarca doğru ha? İlker kaç yanlış yapmıştı acaba şu ana kadar? Geçmişe doğru bir baktığında, kendisini hep gramer çalışırken görüyordu.
– O zaman benim İngilizce öğrenemememin en büyük sebebi gramer takıntım mı?
– Şimdi çok kesin bir şey söyleyemem. Ama öyle olduğunu tahmin ediyorum. Piyasada İngilizce öğrenmek için kullanabileceğin belki yüzlerce, belki binlerce kitap var. Bu kitapların hepsinde de gramer açıklamaları, kelime egzersizleri, okuma parçaları gibi bölümler yer alıyor. Ve bu kitapların hepsinin ortak bir tarafı var. Kitabın kapağını açtığında, bütün sayfalarında dilin bir amaç olarak kullanıldığını görürsün. Yani her sayfada bir gramer kuralı açıklaması ve dilin yapısıyla ilgili öğretici bölümler görürsün.
– Doğru, aynen söylediğiniz gibi.
– İşte sen bu kitabın içine gömülüp, dilin aslında fiziği olan yapıları çözmeye çalışırken iletişim kelimesini aklına bile getirmezsin. Sonuç olarak da şu anda Türkiye’de dil öğrenemeyen grubun içinde bulursun kendini. Gayet normal.
– İyi de benim anlamadığım bir konu var. Grameri iyi bilen bir insan dili daha iyi konuşmaz mı?
– Dur sana bir hikâye anlatayım. Kırkayak ayaklarının hepsini rahatça kullanarak yürüyüş yapıyormuş. Karşısına çıkan bir arkadaşı “Ne kadar dikkatlisin” demiş, “Her zaman yürümeye üçüncü ayağınla başlıyorsun, hiçbir zaman yirmi birinci ayağından önce sekizinci ya da otuz altıncıdan önce yirmi dördüncüyü atmıyorsun.” Bunu duyan kırkayak “Öyle mi, hiç farkında değildim,” demiş ve hangi ayağını hangi sırayla attığına dikkat etmeye çalışırken bir adım bile atamaz hale gelmiş.
İlker kendisini düşündü. Hakikaten bir yabancıyla konuşurken zamanı, yapıyı düşünürken bir türlü cümleye giremiyordu. Öyleyse kuralları hiç öğrenmemiş olsa belki de daha iyi konuşuyor olurdu.
– Bu durumda ben gramer bilmeseydim daha rahat konuşuyor olurdum. Çok enteresan.
– Ama ben gramer konularını çok iyi biliyorum ve çok da iyi konuşabiliyorum. Önemli olan izlenen sıra ve mantık… Amaçları iyi belirlemek yani… Ben önce dili edinmeye çalıştım, daha sonra öğrendiğim yapıların ne olduğunu merak edip öğrendim. Tıpkı anadilini öğrenen bir çocuğun yaşadıkları gibi… Önce edin, sonra öğren.
– Okulda olmaz o zaman bu iş hocam. Çünkü hocalar sürekli tahtaya başlık atıp konu anlatıyorlar.
– Okulda olur belki ama senin bahsettiğin okulda olmaz. İki zil arasına sıkışıp kalan dil eğitimini evine buyur etmeyen, hayatının bir parçası olarak görmeyen bir kişinin dil öğrenmesi imkânsızdır. Bu arada suçu İngilizce öğretmenlerine atıp durma.
– Suç atmıyorum hocam ama ben sekiz sene İngilizce dersine girdim, çıktım. Düşününce sinirlerim bozuluyor. Ya ben çok aptalım diyorum, ya da benim zamanımı çalmışlar.
– Bak şimdi sana bir şey söyleyeceğim. Bu diyeceğim şey bilimsel olarak kesinliği olan bir tez. Okulda sekiz yıl boyunca İngilizce derslerine İngilizce öğretmeni yerine sohbeti güzel bir İngiliz girseydi ve sadece sohbet etseydi şu anda İngilizce konuşuyor olurdun.
– Ama bu çok korkunç bir iddia!
– Korkunç tabii ki…
– O zaman benim de aklıma şöyle bir şey geliyor. Sanki Türkiye’de gizli bir örgütün üyeleri bir araya gelmişler ve biz ne yaparız da müfredatta İngilizce dersi olduğu halde bir şey öğretmeyiz diye kafa yormuşlar. Ve sonunda etkili bir yöntem bulup uygulamaya başlamışlar.
– Aynen öyle. Sekiz senede bir dili öğretememek, öğretmekten daha zordur.
– Ama ben dersime giren öğretmenlerin kötü niyetli olduklarını düşünmüyorum. Hatta çoğu bir şeyler öğretmek için kendini parçalıyordu.
– Ben zaten kötü niyetli olduklarını söylemedim. Suç onların değil. Zihniyet değişmeden hiç bir şey değişmez. Theodore Zeldin’in bir sözü var. Diyor ki; “Zihniyetler buyrukla değiştirilemez. Çünkü yok edilmesi neredeyse imkânsız olan bir şeye, hatıralara dayanırlar.” Senin öğretmenlerinin de hatıralarında hep aynı yöntemler olduğu için sistemi devam ettiriyorlar. Yıllar önce televizyonda bir haber seyretmiştim. Sarayburnu’nda denizde boğulmak üzere olan bir adamı çıkarıp yere yatırmışlar. Abinin birisi de üstüne çıkmış kalp masajı yapıyor. Ama adamın kolları ayakları oynuyor. Bazı öğretmenlerin yaptığı da aynen buna benziyor.
– Tam anlayamadım hocam.
– Kalp masajı sadece kalbi duran insanlara yapılır. Kalbi çalışan bir insana yapmaya kalkarsan öldürebilirsin.
– Bilmiyordum. Yani iyi niyet yetmiyor her zaman?
– Yetmez tabii ki. İşini önemseyen bir insan biraz araştırma yapar, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bulmaya çalışır. Öğretmenlik kutsal meslek elbette ama bütün öğretmenler kutsal mı? Git bak öğretmenevlerine, içi okey oynayan öğretmenlerle dolu.
– Evet, bir keresinde bir öğretmenin yaş gününü kutlamak için gitmiştik. Aynen dediğiniz gibiydi. Çok hayal kırıklığına uğramıştım.
– Benim meslek hayatım boyunca yaşadığım bir paradoks var. Ne zaman öğrencilerim bir konuda bana hayranlık duysalar hep aynı soruyu sordular; “Hocam, siz niye öğretmen oldunuz?” Sağda solda kutsal meslek diye anlatanlara bakma sen. Hepsi hikâye. Öğrencilerin algıları kendi kendine oluşmuyor.
– Hakikaten hocam, siz öğretmen misiniz? Bu konudan hiç bahsetmedik.
– Öğretmenim.
– Peki, gazetede ne işiniz var?
– Gazetede çalışmıyorum. Sadece dışarıdan bir yazı dizisi yazdım. Yazı işleri müdürü üniversiteden arkadaşım. Teklif etti ben de yazdım.
– Bir dakika hocam ya! İşler iyice ilginçleşti. Siz her zaman gazetede bulunmuyor musunuz?
– Hayır. Son iki-üç haftadır gelip gidiyorum.
– Allah Allah! Ben de tam orada bulunduğunuz zamanı tutturmuşum. Peki, danışmada hemen nasıl tanıdılar sizi?
– Ee, yazı işleri müdürünün arkadaşı olunca böyle oluyor. Geçen hafta birisi ziyarete gelmişti, aşağıdan “Öyle birisi yok” demişler. Sonra öyle bir fırça yediler ki Sedat’tan, hepsiyle çok iyi tanışıyoruz.
– Anladım. Peki, siz öğretmenliği niye tercih ettiniz gerçekten?
– En sona yazmıştım, hiçbir yer tutmazsa bari öğretmenlik tutsun diye.
İlker hafif bir kahkaha attı. Gün batıyordu. Biraz daha sohbet edip kalktılar. İlker dalgın bir şekilde eve doğru yürüdü.
İlk gün harika geçmişti. İngilizce öğrenmek açısından bir işe yarayacak mı hala emin değildi ama en azından sohbeti güzel, birikimli birisiyle konuşuyordu ve Hasan Hocanın her cümlesinden bir şeyler çıkarıyordu.
İlker hayatında belki de ilk defa öğrenmeyi öğreniyordu.
Not: Bu yazı Salih Uyan’ın “Anlıyorum Ama Konuşamıyorum” kitabından alınmıştır. Kitabı beğendiyseniz, aşağıdaki linkten sipariş verebilirsiniz.
http://www.bkymarket.com/Anliyorum-Ama-Konusamiyorum,PR-146.html