BÖLÜM 3
SOLUK ALMAZ – Bir Huzurevi Güncesi
Soluk Almaz ; yetmiş yaşında uzun boyu, iri vücuduyla Türk sinemasının Yadigar Ejder’i gibiydi. Sekiz aydır huzur evinde kalan huzursuz bir sakindi. Eşi Kader Almaz vefat ettikten sonra iki üç sene bunalımdan çıkamamış evine biriktirdiği çöpler bir odayı kaplayınca adli makamlar önce hastaneye sonra huzurevine göndermişti.
***
Burada olmak istemezsiniz. Hangi yaşta olursanız olun burada olmak istemezsiniz. Burası hastaneyle mezarlık arasına sıkışmış dünyanın arafı diye tabir edeceğiniz bir yer. Her yerde benim yaşımda insanlar var. Hep aynaya bakıyormuşum gibi geliyor. Tüm yüzlerin göz altları torbalı, olmasa bile halkalı. Bıkkınlık verecek kadar sessiz. Kuşlar bile ses çıkarmıyor. Tek ses veren canlı hemşire Tijen . Burada ki yaşlılara şükür ettirecek bir çirkinliğe sahip. Doğuştan kaybetmiş.
Burada herkes yavaş hareket ediyor. Hızlanınca zamanında hızla akmasından korkuyorlar. Çoğunun akrabası tansiyon, kolestrol, şeker ve kalp. Bunlar dışında akrabaları yok.
“ Arkadaşlar dinleyin bakın ne anlatacağım”
Konuşan İsmail Karaten. Nam-ı diğer Arap İsmail. Unutkanlık hastalığı var. Arkadaşlar dinleyin diye anlatmış olduğu fıkrayı sekiz aydır yüz elli sefer dinlemişimdir.
Trakyalı Hilmi , Arap İsmail, Kuşkonmaz Hatice, Deli Recep, Filozof Zeki, Nasrettin Hoca, Yırtık Handan, Zengin Ali..Burada lakaplarla yaşarsın. Herkesin bir lakabı vardır. Benim ki Mızıka. İhtiyar heyeti mızıkam var diye bu ismi uygun gördü.
***
Soluk Almaz’ın kaldığı huzurevi şehre yakın bir köyde çamların içinde kuşların uçtuğu ama kervanların geçmediği bir tepenin başındaydı.
“Günaydın”
“Seninle mi?”
“Nasıl anlamadım?”
“Boş ver.. Sağol sana da”
Soluk Almaz oda arkadaşı Davut Sesli ‘nin gereksiz kibarlıklarından bıkmıştı. Daha doğrusu bu huzurevinden bıkmıştı. Burada kalan adamların hemen hemen hepsi kendini buraya bağımlı hissediyorlardı. Sanki çocukluklarından bu yana burada gibiydiler. Özel günlerde ziyarete gelen sivil toplum kuruluşları,lise öğrencileri, ilk okul öğrencileri, siyasi parti temsilcileri onların insan ihtiyacını karışılıyordu. Artık acıdan zevk alır hale dönüşmüşlerdi.
“ Sizi unutmayacağız, sonra tekrar geleceğiz, hep aklımızdasınız” sözleriyle umutlanmış, ama bir defa gördükleri yüzü bir daha görmedikleri zaman umutlarını yitirmeye alışmışlardı.
İnsanın umudunu kırmak vücudunda bir yeri kırmakla aynı acıyı veriyordu. Ve daha ötesi insanın umudunu öldürmek aslında cinayetle eş değerdi. Ölen umut kendiyle beraber güveni, sevgiyi ve dürüstlüğü de gömüyordu.
***
Soluk Almaz bahçede huzurevinin diğer sakinleriyle beraber hava almaya çıkmış , bir banka oturarak sırtını nisan güneşine yaslamıştı. Az sonra yanına Kuşkonmaz Hatice geldi.
Kuşkonmaz Hatice yüzünde yaşlılığın nişanı olan lekeler taşıyan, bastonuyla ayakta zor durabilen,elinden aynasını düşürmeyen seksen iki yaşında bir hanımefendiydi.
“ Kulağım mı büyümüş benim” aynasını indirdikten sonra Soluk Almaz’ın ayağına bastonuyla vurup tekrar sordu,
“ Şşş. Sana diyorum Mızıka.. Kulağım mı büyümüş benim?”
“ Dünün aynısı. Dünde sordun ondan önce ki günün aynısıydı. Bundan elli sene önce sorsaydın bir anlamı olurdu ama şu an beni hiç ilgilendirmiyor”
“ Yani büyümüş mü?”
“ Yok aynı maşallah ilk günkü gibi “
“ Ya işte öyle Mızıka. Daralıyorum..”
Soluk Almaz şaşkın şaşkın Kuşkonmaz Hatice’ye baktı. Kuşkonmaz Hatice tekrar aynasını çıkarıp yüzüne bakmaya başladı.
“ Seksen iki yaşına geldim. Bir buz kütlesinin üzerinde yaşıyor gibiyim. Gün geçtikçe yaşadığım alan eriyor. Ve ben gittikçe daha fazla yalnızlaşıyorum. Hafızam kum saati gibi beynimden akıyor. Biliyor musun önce isimleri unuttum, sonra yüzleri. Ama ilk sevgilimi hatırlıyorum. Cemil. Ne güzel bakardı öyle. En güzel yüz senin yüzün derdi”
Kuşkonmaz Hatice tekrar aynasını çıkarıp yüzüne baktı,
“ Kulağım mı büyümüş benim”
“ Yok aynı..”
Soluk Almaz Kuşkonmaz Hatice’nin yanından kalkarak ağaçların altına doğru yürümeye başladı. Kendisini etrafı çevrili küçük bir hayvanat bahçesinin içindeymiş gibi hissediyordu. Nesli tükenen hayvanların özel bölmede sergilendiği bir hayvanat bahçesi.
Modern zaman yavaş olan hiçbir şeyi kaldırmıyordu. Yaşlılık ve yavaşlık adına ne varsa gözünün önünden siliyordu. İhtiyarlık ölümü hatırlatıyor, ölüm hesabı, hesap düşüncesi tüketimi engelliyordu. Gençliğin hırsı, göz doymazlığı sürekli körükleniyordu. Bunun için ihtiyar heyetleri gözden uzak huzurlu bir yerde ölmeden önce istirahate yollanıyordu. Öldürmeyen gaz odaları gibi. Tüketimin hızına yetişemeyen her ihtiyar, insan atığı olarak huzur evlerinde depolanıyordu.
Soluk Almaz Kader Almaz ile gittiği caminin duvarında yazan bir ayeti hatırladı;
“Rabbin ondan başkasına ibadet etmemenizi ve anne babaya iyilik etmenizi emretmiştir. İkisinden birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara öf bile deme; onları azarlama onlara güzel söz söyle; onlara rahmet ve şefkat dolu tevazu kanadını ger. Onlara alçak gönüllü ve şefkatli davran ve onlar hakkında dua edip şöyle de: Ey Rabbim, bunlar küçükken beni nasıl yetiştirip büyüttülerse, sen de onlara merhamet et ve acı.”
Burada kalmak bünyesine ızdırap vermeye başlamıştı. Gökyüzünde pamuk şekerleri andıran kümülüs bulutlarına baktı.
“ Daha kaç sene yaşayacaksın be Soluk. Soluğun kesilecek, ölümle nişanlanmışsın, düğününe az kalmış. Azrail düğün davetiyesi telaşında, sen hala burada pinekliyorsun.”Huzurevinden ayrılmaya karar vermişti. Yemyeşil tarlaları gören bir taşın üzerine çıkarak eşinin kırkıncı evlilik yıl dönümlerin de aldığı metalik renkli ve üzerinde el yazmasıyla SOLUK yazan mızıkasını çıkartarak çalmaya başladı.
“ Fikrimden geceler yatabilmirem,
Bu fikri başımdan atabilmirem,
Neyleyim ki sana çatabilmirem
Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık..”