Home » Yazarlar » Behçet Alıcıoğlu » YAŞ(L)ANMIŞ YOL HİKAYELERİ Bölüm 4 -Behçet Alıcıoğlu

YAŞ(L)ANMIŞ YOL HİKAYELERİ Bölüm 4 -Behçet Alıcıoğlu

nature_277-crop

MİNBERDEKİ MÜZİK KUTUSU

Davut Sesli pembe panterli yastığını kucağına basarak uykuya dalmıştı. Soluk Almaz dolaptan eşyalarını toplayarak çantasına yerleştirdi. Aynanın karşısına geçerek kendi kendine telkin vermeye başladı;

“ Soluk. Sen dünya vatandaşısın. Dünyada ki yerin burası değil. Sana ayrılan bu buz kütlesinin erimesini beklemeden yeni hayatlara yelken açman lazım. Haydi Vira Bismillah”

Çantasını omuzuna alarak yavaşça odanın kapısını açtı. Koridorun ışığı odaya vuruyordu. Uzun boyunun gölgesi bütün odaya yayılmıştı. Yattığı yatağa tekrar baktı. Derin bir nefes alarak odadan çıktı. Davut Sesli pikesinin altından bir gözünü açıp kapayarak sekiz aylık oda arkadaşını sessiz sedasız yolcu etti.

Soluk Almaz sessizce geldiği huzurevinin kapısından sessizce ayrıldı. Çam ağaçlarının arasından aşağı doğru giden patika yolda yürüyerek köye çıkmayı planlıyordu. Uzun boyu ve iri gövdesiyle karanlığı yırtarcasına ilerledi.  Dizine kadar gelen sert yapraklı ve dikenli çalılar yürümesine zorluk çıkartıyor, yol yürüdükçe uzuyordu. Yaklaşık bir buçuk saattir yoldaydı. Artık dizleri titriyordu. Bir ağacın dibine oturdu. Nefesi neredeyse kesilecekti. İlerde ağaçların arasında şerefeleri ampulle süslenmiş bir cami gördü. Derin bir nefes alarak kalkıp ışığa doğru yürümeye başladı. Camiye yaklaştığı sırada çamur birikintisine basarak yere yuvarlandı. Yerden kalkmaya çalıştıkça iyice çamura bulanıyordu. Dört beş metre emekleyerek caminin merdivenlerine kadar geldi. Korkuluklardan tutunarak ayağa kalkıp şadırvana doğru yürüdü. Elini yüzünü yıkayıp, dizinde ve paçalarında bulunan çamuru temizledikten sonra camiye girdi.

Bir umutla çıkmış olduğu yolculuğun ilk gerçeğine toslamıştı. Evet yaşlıydı ve bunu iliklerine kadar hissediyordu. Ama yaşıyor olmanın gerçekliğini , kapalı duvarlar arasına kilitleyemezdi. Eline , dizine, yüzüne değen çamur kendine sunulan insan artığı rolünden daha iyiydi.

Caminin içine girerek yaşlı başını caminin yaşlı kirişine dayadı. Nefes nefese kalmıştı. Duvarda yazılı olan ayetlerin altında ki minbere baktı. Minberin yerinde bir müzik kutusu hayal edip mırıldanarak uykuya daldı. Kelimeler dudaklarından cami halısına dökülüyordu;

I see trees of green, red roses too “ Yeşil ağaçları görüyorum, kızıl gülleri de”

I see them bloom for me and you “ Sen ve ben için açtıklarını”
Soluk Almaz ezanın sesiyle sıçrayarak uykusundan uyandı. Elleriyle yüzünü ovuşturduktan sonra etrafına baktı. Minber olduğu yerde duruyordu, müzik kutusundan eser yoktu. Caminin içinde dört beş kişi Kur’an okuyordu. Dizini tutarak yerinden kalktı. Abdest almak için şadırvana doğru yürüdü. Şadırvanın suyu bahar sabahının serinliği ile yaşlı vücudunu kendine getirmişti. Caminin etrafı çam, keçiboynuzu ve zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Derin bir nefes alarak tekrar camiye girdi. Cami çıkışındaki kuş cıvıltıları  insanoğlu için verilen mini  konser gibiydi. Camiden dağılan cemaat soru yağmurunu da beraberinde getirmişti. Soluk Almaz bir yandan yetmiş yıldır muhatap olmadığı sorulara cevap vermeye çalışıyor bir yandan da cemaatle beraber köyün iç tarafında bulunan köy kahvesine doğru yol alıyordu.

Cemaat Soluk Almaz ile beraber fırından yeni çıkmış ekmek ve köy bakkalından tulum peyniri alıp kahveye geçti. Masanın üzerine bir muşamba serip aldıkları tulum peynirinin yanına domates doğrayarak ikramda bulundular. Soluk Almaz onlar için hem Tanrı misafiri hem de köylerinde konaklamış ihtiyar bir seyyahtı. Bir bardak çayın yarısına gelmişti. Kahvede ki kalabalık köyün girişinden kahveye doğru yaklaşan mavi renkli vosvosa doğru bakmaya başladı. Vosvos geçtiği toprak yolun tozunu attıra attıra kahvenin önüne kadar geldi. Araba çatlamış at gibi bitap düşmüştü. Arabadan ayağında parmak arası terliği, üzerinde çiçekli şortu, palmiye ağaçlı gömleği ve güneş gözlüğüyle yetmiş yaşlarında bir adam indi. Adam top sakalıyla oynadıktan sonra kahvenin merdivenlerinden çıkarak kendisine güvenen bir sesle selam verdi.

“ Selamunaleyküm ben Doğan Güneş”

Soluk Almaz’ın takriben bir saat kadar süren ilgi çekiciliği artık bitmişti. Kalabalıktan bunalan Soluk Almaz kaçacak delik arıyorken vosvoslu halk kahramanı  Doğan Güneş hızır gibi yetişmişti. Tüm ilgi Doğan Güneş’in üzerine yoğunlaştı. Kahvedekiler şeker görmüş karınca gibi Doğan Güneş’in etrafını sardı. Soluk Almaz bir çay daha söyleyerek keyifle olan biteni seyretmeye başladı.

Doğan Güneş meraklı köy halkının tüm sorularını yanıtladı. Şalvarlı, gömlekli, kasketli köy halkının içinde batılı bir turist gibi kalakalmıştı. Kahvaltısını yaptıktan sonra  arabasına dönerek fotoğraf makinesini çıkardı.

Köyün genç muhtarı, köyüne Hollywood yıldızı getirmiş edasıyla Doğan Güneş’in etrafında dönüyordu. Doğan Güneş kendi gözüne hoş gelen her şeyin fotoğrafını çekti. Zeytin ağaçlarının, portakal ağaçlarının,  çeşmelerin, ilk okul çocuklarının..  Ahşap evlerin merdivenlerinden, eski kapı kilitlerine, ahşap korkuluklardan, yerde serilmiş savanlara, birikmiş saman yığınlarından, keçilere kadar her şey makinesinin hafızasındaydı.  Şehirden saklı kalan  her şey deklanşörünün altındaydı.

Zihninde köy ile şehir arasında gidip geliyordu. Köyün tarlası toprak, şehrin tarlası caddelerdi. Köyün tarlasında emek harcanırken, şehrin tarlasında para harcanıyordu. Köyün tarlasını çiftçiler sürüyorken, şehrin tarlasını reklamcılar sürüyordu. Köy üretirken, şehir tüketiyordu. Ama yine de köyler biraz kalındıktan sonra kaçılacak yerler listesinin başında geliyordu. Şehrin manyetik alanı insanı garip bir şekilde kendine çekiyordu.

Doğan Güneş cebinden not defterini çıkartıp not aldı,

“Oğluma; öldüğümde mezarımın başına zeytin ağacı dikin”

Doğan Güneş makinesini arabaya koyduktan sonra arka koltuktan keman çantasını alarak yavaş adımlarla kahveye doğru yürümeye başladı.  Soluk Almaz Doğan Güneş’te keman çantasını görünce meraklı gözlerle izlemeye başladı. Doğan Güneş gıcırdayan sandalyeyi masanın üzerinden yere indirerek oturdu. Çantayı masanın üzerine koyarak kemanı  çıkardı. Kahvedekilerden mırıltılar çıkmaya başladı.Yetmiş yaşında ve çoğundan yaşlı olan bir adamın keman çalması gariplerine gitmişti. Doğan Güneş kemanın ayarlarını yaptıktan sonra  çalmaya başladı.

“ Elbet bir gün buluşacağız”

Kemanın sesi dalga dalga köyün alanında yankılanıyordu. Doğan Güneş gözlerini kapamış kendinden geçercesine çalmaya devam etti. Arkadan kendisine eşlik eden mızıka sesi yükseldi;

Kahve heyeti bir sağa bir sola bakarak olanı biteni bir film keyfiyle seyrediyordu. Keman ve mızıkanın düeti  yapacakları yolculuk boyu devam edecekti.