GiRiŞ
Sümer Ülkesi
Mezopotamya, genel olarak Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan alanın adı olarak kullanılmaktadır. Antik yazarların iki nehir arasını tanımlamak için Grekçe mesos (orta) ve potamos (ırmak) sözcüklerinden türettikleri bu isim, zaman içerisinde bu bölgede oluşan uygarlıkları ve bunların yayılım alanını tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. Mezopotamya bir coğraŞ terim olmakla birlikte, burada gelişen Sümer, Akkad, Babil ve Assur gibi uygarlıklardan günümüze ulaşan gelişmiş kültürel birikimi de ifade etmektedir.
Günümüzde Mezopotamya denince doğuda Zagros Dağları, kuzeyde Güneydoğu Toroslar, batıda Amanos Dağları ve Suriye çölü, güneyde de Basra Körfezi ile çevrelenen alan akla gelmektedir. insanoğlunun uygarlaşma süreci içindeki en temel adımlar bu geniş sınırlar içinde atılmıştır. Yerleşik yaşam, tarım, hayvanların evcilleştirilmesi, çanak çömlek üretimi, obsidiyen alet yapımı, içinde steller ve heykeller bulunan anıtsal tapınakların inşası gibi önemli gelişmeler, Kuzey Mezopotamya’da Torosların eteklerinde yaşanmıştır. Verimli Hilal’in kuzey uç kesimini oluşturan bu bölgenin öne çıkmasında, susuz tarım yapılabilecek kadar yağmur alması önemli bir etkendir.
Kentleşme, uluslararası ticaret, toplumda sosyal sınıfların oluşması, devletin oluşumu ve yazının geliştirilmesi gibi etkileri günümüze ulaşan ikinci önemli gelişim çağı ise Güney Mezopotamya’da MÖ dördüncü binyılda yaşanmıştır. Ortadoğu ve çevresindeki toplumları yönlendiren ve biçimlendirilmelerinde büyük rol oynayan birçok temel gelişme bu sürecin ürünüdür. Sümerlerin 3200 yıllarında geliştirdiği çiviyazısı, Önasya’da üç bin yıla yakın bir süre boyunca Akkad, Assur, Babil, Pers, Hitit ve Urartu gibi birçok toplum tarafından kullanılmış; Fenike kıyılarında geliştirilen alfabe yazısına da öncülük etmiştir. “Yaratılış” ve “Tufan” gibi tek tanrılı dinlerle günümüze taşınan dinsel anlatılar ilk kez Sümerler tarafından yazılmış, sonrasında diğer Mezopotamya toplumları tarafından tekrar tekrar kopyalanmıştır. Yazılı kanunlar, matematik, tıp, fal, büyü ve benzeri konularda önce bu coğrafyada adımlar atılmıştır. Teknolojik aşamayı gösteren çömlekçi çarkı, araba tekerleği, saban, yelkenli tekne, yapı kemeri ve tonoz da Mezopotamyalı toplumların uygarlığa yaptıkları katkılardandır. Dördüncü binyılda hız kazanan örgütlü sosyal yaşamın getirdiği sulu tarım, anıtsal yapıların inşası, uzak bölgelerle ticaret, kentleşme ve devletin kuruluşuna zemin hazırlamıştır. Sümerlerin yaşadığı Güney Mezopotamya, Fırat ve Dicle’nin birbirine en çok yaklaştığı Bağdat yakınları ile Basra Körfezi arasında kalan alandır. Burası Fırat ve Dicle ırmaklarının on binlerce yıldır taşıdıkları alüvyonlarla dolmuş, oldukça bereketli bir alandır. Nil’in Mısır’a verdiği hayatı, Dicle ve Fırat burada Mezopotamya’ya vermiş ve kent yaşamının gelişmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. Erken Sümer Hanedanları tarafından kurulan birçok kentin bulunduğu bu verimli topraklar, Sami toplumlarının Mezopotamya’ya gelişinden sonra Akkad ve Babil Krallığı’nın gelişiminde de önemli rol oynamıştır. Nehir yatakları bu bölgede oldukça değişkendir. Bu nedenle başlangıçta nehir vadisi kenarında kurulmuş olan isin, Nippur, Umma ve Larsa gibi kentler zaman içerisinde nehirlerden kilometrelerce uzakta kalmışlardır. Basra Körfezi’nin ağız bölgesi tümüyle bataklık ve sazlıklarla kaplı, farklı bir ekolojik ortamdır. Basra Körfezi’nin günümüzdeki şeklini alması bu bölgede yerleşik yaşamın sürdüğü dönemde gerçekleşmiştir. Kuzey yarım küredeki Buzul Çağı sonlarına doğru, günümüzden yaklaşık 16000 yıl kadar önce, körfezde deniz suyu seviyesinin bugünkünden 110 m kadar daha derinde idi. Bu dönemde Fırat ile Dicle’nin sularının Umman Körfezi’nde denizle buluştuğu anlaşılmaktadır. Buzul Çağı’nın sona ermesi, yüksek bölgelerde birikmiş kar ve buzulların erimesiyle deniz seviyesi yükselmiştir. Zamanla Fırat ve Dicle nehirlerinin taşıdığı alüvyonlarla doldurulan kıyı şeridinin günümüzdeki biçimini alması uzun yıllar içinde olmuştur. Bütün bu önemli gelişmelerin yaşandığı bölge, birçok bakımdan elverişli yaşam koşullarına sahip değildir. Örneğin, burası nehir alanları dışında çöldür. Susuz tarıma uygun olmayan bölgede tarım yapılabilecek tarlalar da sınırlıdır. Hayvancılık için elverişli ve zengin bitki örtüsüne sahip otlaklar bulunmamaktadır. Yapı malzemesi için gerekli taş ve kereste yoktur. Maden kaynakları da bölgeden oldukça uzaktadır. Bu kadar olumsuz koşullara sahip bir bölgede, insanoğlunun yaşamındaki en önemli gelişme süreçlerinden birinin yaşanmış olması oldukça dikkat çekicidir. Burada mimaride, sanatta, sosyal alanda, teknolojide, kentleşmede ve devlet organizasyonunda atılan ileri adımların temeli, bu zor koşullar olmalıdır. Bu bölgede yaşamak için toplumun organize olması bir zorunluluk idi. Nehir kıyılarındaki dar alanlar dışındaki kurak bölgelerde tarım yapabilmek ancak gelişmiş sulama ile mümkündü. Bunun için toplumun organize olarak Fırat ve Dicle nehirlerinden kanallar açtıkları ve bölgenin tarım potansiyelini artırdıkları anlaşılmaktadır. Diğer temel ihtiyaçları da düzenli ticaret ile uzak bölgelerden sağlanmaktaydı. Bunun için güvenli bir ortamın oluşturulması, istikrarlı bir ticaret ağının kurulması gerekliydi. Güney Mezopotamya’da yaşayan toplumlar bunu başarmışlardır. Sulu tarımdan elde ettikleri fazla ürün yanında tekstil önemli bir artı değer oluşturmuştur. Ayrıca doğudan gelen kalay ve değerli taşları Doğu Akdeniz ve Anadolu’ya ulaştırarak bu yolla da önemli gelir elde etmekteydiler. Mezopotamya’da uygarlıkların ayakta kalmasını ve gelişmesini sağlayan ticari ilişkiler, nehirler, nehir vadilerindeki yollar, dağları aşan belli geçitler ve denizler üzerinden yapılabilmekteydi. Bölgenin batısını kuşatan çöl ancak belli mevsimlerde ve yeterli donanıma sahip olunduğunda aşılabilmiştir. Kereste, maden ve taş gibi ihtiyaç duyulan çeşitli hammaddeler de Mezopotamya’ya bu iki nehir üzerinden ulaştırılabilmiştir. Fırat Vadisi’nin son bölümü, Güney ve Orta Mezopotamya’dan Akdeniz kıyılarına ulaşmak için kullanılıyordu. Bağdat’ın güneyindeki Sippar’dan başlayan yol, Fırat kıyısını izleyerek Mari’ye (Tel Hariri), daha sonra da çölü Tadmor (Palmira) üzerinden vahalar aracılığıyla aşarak Homs üzerinden Fenike limanları, Şam veya Şlistin’e ulaşıyordu. Ancak ikinci binyılda devenin kervanlarda kulanılmaya başlanmasına kadar, tek taşıma aracı olan eşek ile genişliği 500 km’yi bulan çölleri geçmek oldukça güçtü. Saray ve tapınaklarda kullanılan kaliteli ahşap malzemelerden sedir, servi ve ardıç ağaçları Lübnan ya da Amanoslardan Fırat yoluyla getiriliyordu. Daha yakın olan Zagroslardaki ormanlar ucuz kereste ihtiyacı nı karşılıyordu. Doğudaki iran’ın kaliteli taş yataklarına sahip olduğu bilinmekteydi.
Mezopotamya’da geliştirilen sallar ve yelkenli tekneler dış dünyaya açılmada güneydeki Basra Körfezi’nin de kullanılmasını sağlamıştır. Sızıntılardan elde edilen ve inşaatlarda da kullanılan bitümen (zift) yardımıyla izolasyonu yapılabilen teknelerle üçüncü binyılın sonlarından başlayarak, Ur ile Dilmun (Bahreyn) ve Umman gibi uzak ülkeler arasında deniz ulaşımı yapılabilmekteydi. Üçüncü ve ikinci binyılda bir pazaryeri konumunda bulunan Dilmun kanalıyla Uzakdoğu veya Mı sır’dan gelen mallar Mezopotamya’ya ulaştırılabiliyordu